๑۩۞۩๑ Kitap Dünyası - İlim Dünyası Kütüphanesi ๑۩۞۩๑ => İslam Dini Büyükleri => Konuyu başlatan: behicegul üzerinde 10 Eylül 2010, 15:17:51



Konu Başlığı: ZEYD B. ALİ (H.80-122)
Gönderen: behicegul üzerinde 10 Eylül 2010, 15:17:51
HAYATI VE DÖNEMİ





ZEYD B. ALİ (H.80-122)



Doğumu


18- Künyesi Zeyd b. AH Zeynel Abidin b. Hüseyin b. AH b. Ebi Talib´dir. Baba tara­fından en büyük dedesi, İslam´ın süvarisi, ilim beldesinin kapısı, sahabenin baş kadısı, Resulullah (sav)in amcasının oğlu ve Ensar-Muhacir kardeş edinmesi sırasında Efendi­mizin kardeşi olan Ali b. Ebi Talib´dir. Anne tarafından dedesi, ALLAH´ın elçisi ve nebile­rin sonuncusu Muhammed b. Abdullah (sav)dır. Bu nedenle o, hiçbir soyun yakınlık ya­nsı yapamayacağı ve eğer insanlar soylanyla övünecek olurlarsa hiçbir şerefin ona yak­laşamayacağı yüce bir soya sahiptir. Fakat Muhammed (sav) Haşimoğullanna hitaben şöyle buyurmuştur: "Ey Haşimoğullan! İnsanlar benim huzuruma amellerle gelemiyor­lar da siz soylarınızla gelesiniz olur mu?"

Dolayısıyle Nebi´ye dayalı temiz sülale, bu tertemiz ve salih ameUi soya bitişmekte­dir. İşte onların nuru salih amel sayesinde önlerinde ilerlemektedir.

Zeyd (ra) Hicri 80 senesinde doğdu.[1] Alimler onun doğum tarihini belirtmemekle beraber, H. 122 yılında Hakkı savunmak için savaş meydanında şehid olmasıyla ilgili ri­vayetler intikal etmiştir. Tarihçiler katledilme gününde yaşının kırk ikiyi aşmadığı üze­rinde fikir birliğine varmışlardır. Bu nedenle onun şehadeti hayatın baharında bir genç durumundayken vukubulmuştur. İmam (ra)in katledilişi konusundaki tartışmalar esna­sında açıklayacağımız gibi hak davası aşkı onu zulme karşı ayaklanmaya sevketmişıir.

Annesi. Muhtar es-Sakafi´nin babasına hediye olarak verdiği Sind´li bir cariye idi. Hintliler derin düşünceli ve uzak görüşlü, zahidliği seven kişilerdir. Bu nedenle İmam Zeyd´de yüce bir soy, ilim ve isabetli düşünce mevcuttur ve Ali b. Ebi Talib´in zekası Hindimin derin düşünce sistemiyle bir araya gelmiştir. [2]


Babası


19- Annesiyle ilgili yeterli bir tanıtım yapamamakla birlikte, babasıyla ilgili yakla­şık bir tanıtma yapabilmekteyiz. Babası Ali Zeynel Abidin b. Hüseyin (ra.)dır. Hz. Hü­seyin (r.a.)in oğullarından hayatta kalan tek erkek oğuldur. Nitekim onun kardeşi terte­miz Fatimatü´z-Zehra´nm oğlu İmam Hüseyin´e karşı Yezid ve çapulcularının başlattığı günah dolu savaş alanında katledilmişti.

Ali Zeynel Abidin. hasta olduğundan dolayı savaş alanında bulunmadı. O sırada yir­mi üç veya biraz fazla yaşlardaydı. Belki de ALLAH Sübhanehu ve Teala bu savaştan son­ra Hz. Hüseyin´in kendi sulbünden soyunun devam etmesi için onu bu günahkar kılıçlar­dan geriye bıraktı. Nitekim Yczid´in işbirlikçileri onu öldürmeye yeltendi ama ALLAH on­ların niyetlerini kursaklarında koydu. Nihayet Ehl-i Bey t konusunda oluşturulan bu top­lu kıyımdan sonra Ye/id´c gitti. Bazı kendini bilmezler öldürmesi için Yezid´i tahrik et­tiler. Fakat ALLAH onu kurtardı. Ebu Fida farilimde bu olay şöyle geçer: "Bazı düşük karakterliler Yezid´e onu öldürmesi için işaret verdiler. Fakat ALLAH, bu emeli engelledi. Bu olaydan sonra Yezid ona ikramda bulunur. Meclislerine çağırır ve o olmadan hiç ye­mek yemezdi. Sonra onları Medine´ye gönderdi. Ali Medine´de saygı ve ta´zimle karşıla­nan bir insandı."

Ali´nin annesi Kisra´nın çocuklarından olup İran esirleri arasındaydı. Zemahşeri "Rebiul-Ebrar" adlı kitabında şöyle bahseder: "Yezdecerd´in (Yezdigird b. Behriyar) Ömer b. Hattab zamanında esir edilen üç kızı yardı. Birisi Abduiiah b. Ömer´in hanımıy­dı. Ona Salim adlı çocuğu doğurdu. Diğeri Muhammcd b. Ebu Bekir Sıddık´m hanımıy­dı. O da Kasım adlı çocuğu dünyaya getirdi. Bir diğeri de Hüseyin b. Ali´nin hanımıydı. O da Ali Zeynel Abidin´i dünyaya getirdi."

Her üçü de saygıdeğer ilim ve takvada makam sahibi alimlerden olmuşlardır.

Ali b. Hüseyin sürekli üzüntülü ve çok ağlardı. Çünkü kavmi ve Ehl-i Beytinden olan sevgili dostları öldükten sonra yaşıyordu. Bu konuda kendisine sorulduğunda (r.a.) şöyle dedi: "Yakup Aleyhisselam Yusuf unun üzerine iki gözüne ak gelinceye değin ağladı. öldüğünü kesin bilmediği halde. Ben ise Ehl-i Beytimden olan on küsur kişinin bir t- ıün sabahında diri diri boğazlandığını gördüm. O halde söyle, onların kederlerinin kalbimden silinmesini uygun görür müsün?"[3]

20- Ailesinin toplu kıyımı sonrasında gönlüne saplanan hasretlikler üzerine her bi­rinde *eniş hayırlar bulunan aşağıdaki üç durum meydana gelmiştir:

Birincisi: Nefsinin siyasi olaylara katılmaya hiç eğilim göstermemesi. Çünkü o, olaylar karşısında ailesinin başına gelenleri görmüştü. Şu kadar var ki, zulmünden dola­yı hiçbir zalimi yeğlemedi. Ve heder edilen hak karşısında da gönlü rıza göstermedi. Fa­kat o kendisini hayır ve iyilikle bulunmak, dini bilgileri edinmekle meşgul etti. O, za­lim hükümdarlar karşısında takiyye yöntemini benimsiyor ve dolayısıyle şöyle diyordu: "Emr-i bi´1-maruf ve nehy-i anil münkeri terkeden kişi, ALLAH Teala´mn kitabını arkaya atan kimse gibidir. Ancak o hükümdarlar karşısında takiyye içinde olunmalıdır. Kendi­sine "Takiyye nedir?" sorusu sorulunca, "înatkar, dediğini harfiyyen yapmak isteyenin saldın ve baskı yapmasından korkmaktır" şeklinde karşılık verdi.

İkincisi: İlme, ders okumaya ve hadiseleri uzaktan seyretmeye yönelmesidir. Çünkü o, kalbinin gıdasını ve gönlünün şifa suyunu, devamlı üzüntüde, eksik olmayan sıkıntı­ları avutmayı bu davranışta buluyordu.

Dolayısıyle hadis araştırmaya yöneldi. Büyük zatları aradı ve onlardan ilim Öğrendi. İster insanların gözünde makam sahibi olsun ister olmasın, kafalarında faydalanılacak bir ilim olduğu müddetçe her şahıstan ilim öğreniyordu. Rivayet olunur ki. her mescide girdiğinde Zeyd b. Eslcm´in ders halkasına oturmak amacıyla safları yarar geçerdi. Hatta Nafi b. Cübeyr b. Mat´am el-Ktrşi onu azarlayarak şöyle demiş: "ALLAH iyiliğini versin, sen insanların efendisi, ilim ehli, hem de Kureyşli olarak ALLAH´ın mahluklarını yararak gidiyorsun, ta şu siyah kölenin meclisine oturuyorsun." AH b. Hüseyin ona şu cevabı verdi: "Adam yarar gördüğü her yerde oturur. İlim her nerede olsa alınır."

Rivayet olunur ki kölelerden bir köle olan tabiinden Said b. Cübeyr ile buluşmak için koşuyordu. Kendisine "onunla ne yapacaksın?" diye sorulduğunda: "Ona ALLAH Te­ala nm bizi faydalandıracağı şeylerden sormak istiyorum; bunda küçültücü bir durum yoksunların ona a tıp-tuttukları şeyler bize göre onda mevcut değildir."

üçüncüsü: Üzüntü ve sıkıntı kayasının ortasında rahmet pınarım kayııatmasıdir. Kalbi onunla dolup-taşmıştır. İnsanlara karşı çok merhametli, cömert ve çok sehavetli i ı. Birisine karşı sevgisi bulunup, onun da borcu olması halinde onu ödemediği görül­memiştir, Birgün Muhammed b. Üsame b. Zeyd b. Harİse´yi ziyarete gider. Onu ağlar halde bulunca neden ağladığını sorar.

- Borçlu durumdayım. ´

- Ne kadar?

- Onbeş bin dinar! Zeynel Abidin hemen:

- O borcu ben ü/erime aldım. dedi.

Muhammcd b.İshak dedi ki: "Medine´de yaşayıp geçinen insanlar vardı. Maişetleri­nin nereden (emin edildiğini ve kendilerine kimlerin yardımda bulunduğunu bilmiyor­lardı. Fakat Ali b. Hüseyin ölünce, bu maişeti kaybettiler. Hemen onun kendilerine mai­şetlerini geceleyin getiren kimse olduğunu anladılar. Ölünce, omuzlarında dul ve yok­sulların evlerine yardım götürdüğü çantasını taşımanın izlerini müşahade ettiler."

Onun bütün sadakaları geceleyin olurdu. Nitekim (ra.) şöyle söylerdi. "Geceleyin verilen sadakalar. Rabbin gazabını söndürür. Hem kalbi, hem kabri aydınlatır. Kişinin üzerinden kıyamet gününün karanlıklarını da kaldırır."

Zeynel Abidİn´in merhameti sadece namaz kılan insanlara verilen bir bahşiş biçimin­de değil, aynı /amanda hoşgörüiülük ve affedicilik şeklindeydi. Yakınına ve uzağına, kendisine zulüm ve kötülük yapanlara karşı toleranslı idi. Amcası oğlu Hasan b. Hasan, onunla küskün olduğu halde hoşgörülü davranışına nail olmuştur: Küskün olduğu günün akşamı amcası oğlunun evine gitmiş ve şöyle demişti: "Ey amcamın oğlu. eğer ben doğ­ru isem, ALLAH beni bağışlasın; yok eğer ben eğri sözlü İsem. ALLAH senin günahlarını af­fetsin, ALLAH´ın selamı üzerine olsun." Sonra geri döndü. Amcası oğlu hemen peşinden yetişerek onunla barıştı.

Onun merhametliliği ve hoşgörülüîüğü konusunda çok enteresan rivayetlerde bulu­nulmuştur. Bunlardan birisi şudur: Bir cariye ibriği elinde tutuyor ve abdest alması için ona su döküyordu. İbrik Zeynel Abidin´in yüzünün üzerine düştü ve onu yaraladı. Ayıp­lar bir tarzda başını cariyeye doğru kaldırdı. Cariye ona şöyle dedi: ALLAH Teala şöyle buyuruyor: "Ve öfkesini yutanlar..." Zeyneb Abidin:

- Öfkemi yuttum, dedi. Cariye:

-".. Ve insanları bağışlayanlar..."

- ALLAH seni bağışlasın.

- ALLAH muhsinleri de sever. Bunun üzerine Zeynel Abidin:

- ALLAH aşkına sen artık hürsün" diye cevap verdi.

21- O (r.a.), Raşid imamları kötülcyenlerlc birlikte yürümezdi ve onun Ebu Bekir, Ömer ve Osman fr.a.) hakkında hayırdan başka söz söylediği bilinmemektedir. Ayrıca o, bu imamları kötüleyen ve Hz. Ali ailesine muhabbet duyan Şiilerin sevgisini yapma­cık sayardı. Hatta onları utanç vesilesi addederdi. Bundan dolayı onun bazı şiilere şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Ey insanlar, bizi İslam muhabbetiyle seviniz! Sizin sevginiz, bize utançtan başka birşey getirmedi. Hatta insanların bize nefretle bakmasına sebep ol­dunuz." Bu değerli konuşmada o. muhabbette sının aşanların sevgilerinin İslam dairesi ve adabı içerisinde olmasına, Nebi (s.a.v.)in kendisine yaklaştırdığı adil kişileri kötüle­memeye, bu kişilerin Rasulullah´a nisbetle, Hz. İsa´ya nisbetle Havarilerin durumu gibi olduğunu anlamaya davet ediyordu.

Yine rivayet olunur ki. Iraklılardan bir gurup meclisine gelerek, Ebu Bekir ve Ömer´i anıp kötülediler. Sonra sıra Osman´a geldi. Onlar´a şöyle söyledi: Söyleyin bakalım siz”mal ve yurtlarından koparılan ,ALLAH´ın fazlı ve hoşnutluğunu kazanan, ALLAH ve Resulüm´´" yardımına koşan ilk muhacirlerden." (Haşr 8) misiniz?

Onlar:

- Hayır, dediler.

ALLAH´ın "Muhacirler´den önce Medine´yi yurt ve iman evi edinenler, kendilerine hicret edip «etenlere sergi beslerler. (Haşr 9) buyurduklarından mısınız?

- Hayır, dediler. Onlara şöyle söyledi:

- Demek siz ne onlardan, ne de bunlardan olmadığınıza nefisleriniz üzerine şahitlik yaptınız. Ama ben, ALLAH Teala´mn şöyle buyurduğu üçüncü fırkadan olmadığınıza şa­hitlik ederim: "Onlardan sonra gelenler şöyle derler: - Ey Rabbimİz! Bizi ve iman ile bizden evvel geçmiş olan kardeşlerimizi bağışla; iman etmiş olanlar için kalplerimizde bir kin bırakma" (Haşr 10)

Yanımdan kalkıp gidin! ALLAH ne size rahmet eylesin, ne de o rahmeti evlerinize yaklaştırsın. Siz İslam ehli değil, onunla alay edenlersiniz! "[4]

Onun, dedesi Ali (kv) ye olan sevgisi aşırılık boyutlarında değildi. Bu sevgi ona gö­re dinde tam olarak yerini bulamayan durumları benimsemeye kendisini sürüklemiyor-du.

Nitekim onun zamanında bazı şiiler Hz. Ali´nin tekrar döneceğini iddia ediyorlardı. Bu husus Ali Zeynel Abidin´e iletilerek, birisi ona şöyle söyledi:

- Ali ne zaman tekrar dirilecek? Şöyle cevap verdi:

- Vallahi yalnız nefsinin kendisini ilgilendireceği bir vaziyette kıyamet günü dirile­cektir.

22- işte Ali Zeynel Abidin bu değerli müsamahakar karakter yapısı, düşünce ve fikir beyan etmede temkinli davranması, ALLAH´tan başkası tarafından bilinemeyecek olan tak-vasıyla ün yaparak insanlardan saygı ve muhabbet gördü. Hatta o, kalabalıkların arasın­dan geçerken halk kendisine yol verirdi.

Birçok kanallardan rivayet olunur ki Hişam b. Abdulmelik hilafete geçmeden önce Hacca gitti ve Beytullah´ı ziyaret etti. Hacer´ül-Esved´i istilâm etmek isteyince, buna imkan bulamadı. Nihayet onun için bir minber sağlandı ve onun üzerine oturarak selam­ladı. Şamlılar da etrafındaydı. O bu durumda iken Ali b. Hüseyin çıkageldi. îstalim için

Hacer´ül-Esved´e yaklaşınca halk ona saygı, hürmet ve onu ululamak amacıyla Haccr´ül-Esved´in yanından çekildiler, Gü/el bir kıyafet içerisinde ve düşmanı kahreden yapıday­dı. Bu sırada Hişam, onda kusur arayan bir eda içerisinde. "Bu kimdir?" diye sordu. Bu esnada Şair Ferazdak oradaydı:

- Ben onu tanıyorum, dedi. Hişam:

- O kimdir? diye sorunca hemen güçlü şair şu kasideyi söyledi:

Bu, Mekke vadisinin ayağının yere basışını lamdığı zattır

Bunu Beyı-İ muazzam da tanır. Hill de, Harem de.

Bu, bütün kulların en hayırlısı olanın torunudur

Bu, günahlardım korunan, İçi-dısı tertemiz, milletin efendisidir

Kur ey § kendisini gördüğünde sözcüsü şöyle der:

Bütün iyilik ve şeref bunun iyiliklerinin başladığı yerde sona erer

İslam´a inanmış Arapların da, Arap olmayanların da ulaşmaktan aciz kaldığı bir şeref zirvesine nisbet edilir

Hacer-i Esved´i ziyarete geldiğinde neredeyse elinin bolca lütuf ve cömertliği sebe­biyle, Ruknülhatim onu bırakmayası gelir.

Hayası yüzünden gözlerini kaldırıp bakmaz. Heybetinden gözler öne dikilir

Ancak tebessüm ettiğinde kendisiyle konuşabilir.Parlak yüzünün nurundan hidayet nuru fışkırır;

Tıpkı, parlamasından toz karanlığının açıldığı güneş gibİ.Kökü insanların en asille-rifiden gelmiştir

Onu teşkil eden unsurları da tertemizdir, seciyyesi ve ahlakı da

Eğer tanımıyorsan, bu Fatıma´mn torunudur

ALLAH´ın elçiliği bunun ceddiyle sona erdirilmiştir ´ ´

ALLAH bunun kadrini şerefli ve yüce kılmıştır

Kalem, onun İevhinde de kendisi için bunu böyle yazmıştır

Senin "bu kimmiş?" sözün, ona asla zarar verici değildir

Senin tanımadığın zatı Araplar da tanır, Acemler de.

Her iki eli de, umunuz isabet eden cönu^rtlik yağmurlarıdır

Daima rahmetleri istenir, asla kendilerine yokluk gelmez

Yumuşak huyludur, öfkeleneceğinden endişe edilmez

İki şey onu süsler: Yaratılış ve huy güzelliği

Kendisinden lütuf ve yardım istedikleri vakit, milletlerin ağırlıklarını üzerine alan­dır.

Tatlı huyludur; "evet" demek ona hoş gelir

Şehadet getirmesinden başka hiçbir yerde "la=yok" dememiştir

Teşehhüd. de olmasaydı, onun "yok"u "evet"c dönerdi

Bütün halka ihsanım dağıtmıştır

Bu sayede onların üzerinden karanlıklar, açlık ve yoksulluklar kalkmıştır Övle bir ailedendir ki sevilmeleri dinden, buğzedilmeleri küfürden sayılmıştır Onlara yakınlık kurtuluş vesilesi, kötülükten korunma vasıtasıdır Eser takva ehli sayılacak olsa, onların Önderleri olurlardı

Veya "yeryüzü halkının en hayırlısı kimdir?" diye sorulsa, "onlar!" diye cevap veri­lirdi

Hiçbir cömert onların erdikleri mesafeyi katedemez

Hiçbir kavim -ne kadar asil ve cömerdde olsa- onlarla boy ölçüşemez

Darlık, onların ellerinden cömertliği eksiltemez

Servet sahibi de olsalar, yokluk içinde de bulunsalar, bu müsavidir.

Her sözün başlangıç ve nihayetinde, ALLAH´ın anılmasından sonra hemen onların zikri gelir

Zemmin, onların sahasına girmesine imkan yoktur

Tertemiz ahlak, bol bol ihsan ve bağış dağıtan eller onlarındır

İnsanların hangileridir ki, bu zatın ailesinin ilk fertlerineveya bizzat kendisine ait lutuflar bulunmasın.

ALLAH´ı tanıyan bunun da evveliyetini tanır

Bunun, ailesindendir ki insanlar İslam dinine nail olmuştur.

Bu kasideyi tarih, siyer ve edebiyat kitapları Şair Ferazdak´a nisbet ederek rivayet etmişlerdir. Raviler ve tarihçiler bu kasidenin Ferazdak´a nisbetinde şüpheye düşmemiş­lerdir. Çoğunluk edebiyat kitapları, onun etrafında hiçbir şüphe gürültüsü koparmadılar. Sadece Isfahanı, kasideyi bizim aktardığımız gibi tam olarak naklettikten sonra bu kasi­denin ne Ferazdak´ın kendisine, ne de onun şiir stiline uymadığını, çünkü Ferazdak´ın şi­ir stilinin bu şekilde olmadığını belirtti. Nitekim o. üslubunda ifadelerinde ve hayal dün­yasında yalnızlığı benimser. Zira o, kendisine İmnılkays, A´şa ve diğer kırsal kesim ca-hıhye şairlerinin metodunu seçmiştir. İsfahanı bu kasideyi adını vermediği bazı Ehî-i Beyt şairlerine nisbet etmeyi tercih etmiştir.

Biz, böyle bir şüpheyi isabetli bulmuş veya aşağıdaki nedenlerden dolayı rivayetle­rin ele alınışının doğru metodlanna uygun düştüğünü görmüyoruz.

Birincisi: Bütün rivayetlerin, kasidenin Ferazdak´a nisbet edilmesi ve İsfahani´nin o kasldeyı rivayet edenler hakkında yalan söylediklerine dair "ta´n" girişiminde bulunma­ması konusunda bir birine yardımcı olmalarıdır.

ikincisi: Kasidenin nisbet edildiği Ehl-i Beyt şairleri arasından bir şair adının delille enmemesidir. Babası ve söyleyeni belli olan kasidenin soyunu ortadan kaldırıp, u nesebi belirsiz halde terketmenin, yahut delilsiz olarak onu başkasına nisbet etme­nin doğru olmayacağıdır.

Üçüncüsü: Yalnızlığı benimseyen şairin şiir söylediği konunun konumuna göre ba-zan İfade inceliğinde bulunabileceğidir. Diyelim ki şair bir vahayı, tepeleri ve kapsadık-lanyfa tanıtıyor ise, kendi tabiatı ve tanıtmaya çalıştığı konunun gereği olarak yalnızlığı benimseyebilir. Fakat üzerinde konuştuğu husus sağlam bir ahlak ve seciyenin tanıtımı ise şüphesiz hemen yumuşayacaktir. Aksi halde şair, her konuya uygun söz biçimini se­çen şanı yüce bir şair olamaz.

İşte cahiliye şairi İrnrulkays. hayatının sonlarına doğru başına musibetler geldiğinde şiirdeki ifadesi incelmiştir. Fakat bizim konumuz ne edebiyat nakillerini anlatmak, ne de İmrüUcays´ın hastalanmasını ve başına gelenleri anlatmaktır. A´şa ve Ka´b b. Züheyr de bu şekildedir; Nebi (sav)yi methettiklerinde şiirlerindeki ifadeler incelmiştir. Hem de Nebi´nin karakter ve güzelliklerine uygun düşen bir inceliş... Kaldı ki Ferazdak´ın bu ka­sidedeki ince ifadeleri tuhaflık ve şüpheyle karşılanacak kadar garip değildir.

Burada Ferazdak´ın Emeviler´in eziyetlerine karşı korunmak amacıyla her ne kadar 1 pek fazla şiiri yoksa da Ehl-İ Beyt´e karşı şiddetli bir eğiliminin bulunduğunu kabul et- f mek zorundayız. Hem de Ferazdak, Irak´a giderken yolda ÎIz. Hüseyin´le beraber olan kişidir. Onu Irak´a gitmekten sakındırmış, Hz. Hüseyin ona kendi durumunu sormuş ve J o da şöyle söylemiştir:

"Tam ehline düştün;

Onların kalpleri seninle ama.

Kılıçlan Emevi oğullan ile beraberdir."

Bu kaside nedeniyle Ferazdak´ın başına birçok eziyetler geldi. Hişam, onu Ömür bo-1 yu Mekke ve Medine arasında bir yer olan Asfan´da hapsetti. Ali b. Hüseyin (r.a.) ona oniki bin dirhem altın gönderdiği halde onları kabul etmedi. Ve şöyle dedi: "Ben söyle­diklerimi yalnız Aziz ve Celil olan ALLAH için, hakkın zafer bulması ve Resulullah (sav)in zürriyeti konusundaki hakkı ayakta tutmak için soyledirh. Bu hususta karşılık olarak birşey beklemiyorum." Hz. Hüseyin ona şu mektubu gönderdi: "ALLAH Teala se­nin bu konudaki niyetinin samimiyetini bilmiştir. Ben de senin üzerine ALLAH´a and içi­yorum ki, biz onları geri kabul ediyoruz." Ve onlan geri aldı. [5]


ZEYD’İN YETİŞMESİ

23- Zeyd. bu değerli büyük ağacın gölgesinde büyüdü, gezip-koşuştu ve belirli bir kültür aldı. Gelişimini tamamladığı bu ortamda ruh terbiyesinin en büyüğüne, ahlak edinmenin en kamiline ve huyların en yücesine götüren şu üç durum göz önüne alınır:

Birinci durum: Araplar veya Arapların dışındaki hiçbir soyun ulaşamadığı nesebe dayalı şerefin mevcudiyetidir. Onlar Nebi (sav)´in öz sülalesidirler. Kanlarında Nebi´nin temiz kanı dolaşır. Bu soy, onları hafif meşreplikten uzak tutar ve yine onların sayesin­de yüce işler ve büyük değerlere doğru yöneltirdi.

İkinci durum: Onların hak ettikleri şeref payeleri ile uyuşmayan şiddet ve baskıya aruz kalmalarıdır. Bu baskılar, boyun eğmeden halka güven duymaları, onlara sevgi İçmeleri ve onlara karşı merhametli olmalarında tek neden idi. Çünkü büyük adamia-■ahsında her zaman soylarının ve onurlarının şerefiyle beraber baskılar, tecrübeleri-n bilevlemcsiylc birlikte bulunur. Nitekim sen Zeyd´in babası Ali Zeynel Abidin´i top­lumsal baskı olaylarının nasıl halka karşı şefkatli ve merhametli olmaya sürüklediğini müsahadc ettin. Nihayet Zeyd, gelişiminin ilk yıllarında bu yüce karakterleri ve ruhsal

yücelikleri gördü.

Üçüncü durum: Ailenin ilme yönelmesidir. Baskılar ve onun vaveylaları onlan için­de bulundukları durumun şifa suyu olan bir işe yöneltti. İlimden başka sığınacakları kale bulamadılar. Siyaseti denediler ve onda düzelmesi imkanı olmayan kamburlukdan baş­kasını bulamadılar. Böylece bütün güçlerini adadıkları ilme yöneldiler. Çünkü onlar, il­min kalesi Ali´nin torunları ve ilahi risalet sahibi Nebi Aleyhisselam´m öz sülalesidirler.

İlme a/meuikleri takdirde, peygamberlik ve ilim evi olan geçmişlerinden kendileri­ne doğru akan pınara yönelmiş olacaklardı. Bu şekilde düşündüğümüz takdirde böyle değerli bir evde müçlchid imamların ve ortaya çıkan alimlerin bulunması durumunu ga­riplikle karşılamayız. Bu hidayet yolunu gösteren gencin döneminde aynı evde ilim ve fıkıh konusunda dön imamdan daha fazlası bir arada bulunmuşlardır. Bunların bir kısmı onun yaşında veya yaşına yakın bir çağda, bir kısmı da ondan daha büyüktü. Aynı dö­nemde bu evde aile büyüğü İmam Zeynel Abidin ve onun oğlu, ilmi bölümlerine ayırıp araştıran, Zeyd´in büyüğü olup, babasından sonra ona üstadlık yapan Muhammed Bakır vardı. Aynı evde kardeşinin oğlu da olsa Zeyd´in yaşlarındaki Cafer b. Muhammed (ra), bunlarla birlikle aynı şehirde gene Zeyd´in yaşlarında olan Abdullah b. Hasan da bulan­maklaydı. İşte bunların hepsinden, çağın fakihleri ve fıkıh imamları ders almıştır. Ebu Ilanife Muhammed Bakır´dan ders almıştır ve Ebu Hanife´nin "Kitab eI-Asar"mda on­dan ve oğlu Cafer´den aldığı birçok rivayetler vardır. Aynı zamanda Abdullah b. Ha-san´dan da ders aldı ve birçok sohbetlerinde bulundu... Daha niceleri... [6]


Babasından Rivayetler Yapması


24- Nebevi ilmin beşiği sayılan bu evde Zeyd gelişti, eğilimleri, hayata bakış açılan ve yönelişleri oluştu. Belki de ALLAH´ın ilme nasibettiği en büyük nimetlerden birisi, bu imamları siyasetten, onun meşguliyetlerinden uzaklaştırması ve ilme yaklaşlirmasıydı. Zeyd, ilk ilmini bu evde aldı. Şüphesiz o, Kur´an-ı Kerim´i ezberlemişti. O, her mü´min ıçm, hele de dinin fıkhını öğrenmek, gerçekliklerini bellemek ve bunları araştırmada de­rinleşmek isteyenler için hazır bir malzemeydi. Zeyd, Kur´an´dan sonra babasından ve idesinden ders alarak hadise yöneldi. Babası da Ehl-İ Beytin birçok önderlerinden ri­vayette bulunmuştur. Hadİs´in tariki ister Ehl-İ Beytten olsun, isterse Ehl-İ Beytin dışında bulunsun, çoğunlukla Ali (ra) den rivayette bulunmuştur. Bazan Afi (kv)´ye dayanan hadi.sin tariki. Uz. Hüseyin´in kendisiydi. Bunlardan birisi, sahih hadis kitaplarında üze­rinde ittifak edilen AH Zeynel Abidin b. Hüseyin´in babasından, onun da Ali b. Ebi Ta-lib (ra.)´den rivayet ederek şöyle söylediğini naklettiği hadistir:

"Bedir gününde ganimet olarak bana bir deve düştü. RasuJullah (sav) bana ayrıca yağiı bir deve verdi. O ikisini Ensardan bir adamın evinin Önüne çöktürdüm. Onların üzerine güzel koku tütsülemekte kullanılan ve Hz. Fatıma´mn düğününde faydalanaca­ğım odunları yüklemek istiyordum. Yanımda, Kaynuka oğullarından bir adam vardı. Meğer evin içinde I-Iamza b. Abdulmuttalip, şarkı söyleyen bir cariye ile birlikte bulu­nuyormuş. Hamza, kılıcıyla çıktı. Develerin kafalarını uçurdu, gövde etlerini yardı. Ci­ğerlerinden bir kısmını aldı. Korkunç bir manzara görmüştüm. Hemen Nebi (savYe gele­rek ona haber verdim. Yanında Zeyd b. Harise olduğu halde çıktı ve nihayet Hamza´nm karşısında durdu. Biz ona diş biliyorduk. Hamza başını kaldırdı ve şöyle söyledi: "Sizler atalarımın köleleri değil misiniz?" bunun üzerine Rasulullah (sav) gerisin geri dönerek gitti."

Hadisin siyakının açıkça onaya koyduğu husus şudur ki, Hamza´da meydana gelen bu durum, sadece içki yüzündendi. Şüphesiz bu olay. içkinin yasak edilmesi ile ilgili ke­sin nass gelmeden önce olmuştu. Bu ve benzeri olaylar yüzünden Ömer (ra) Rabbine ni­yaz ederek şöyle sesleniyordu: "Rabbİm, bize içki konusunda şifa verici bir açıklamayı beyan buyur."

Ehl-i Beyi tarikinden olup, senedinde Ali (ra.) bulunmayarak Üsame b. Zeyd´e daya­nan senedle verdiği şu haber de onun rivayetlerindendir: Rasulullah (sav) şöyle buyur­du:

"Müslüman kafire varis olamaz"

Bazen de İmam Ali Zeynel Abidin, hadisi rivayet eden şahabının ismini belirtmeden mürsel olarak rivayette bulunurdu. Bunun nedeni, o zaman da dönemin Resulullah (sav)´e yakınlığı ve yalancılığın yaygınlaşmam ası, nakillerine itimat edilen, hadisi ner-den getirdikleri sorulmayan sika ravilerin bulunması nedeniyle senedi sabit olarak ulaş­tırmaya şiddetle ihtiyaç duyulmamasıydı.

Hadis otoriteleri, onun Ehl-i Beyt´ten naklen rivayet eden İbn Abbas, Cabir, Mervan, Ümmül-Mü´minin Safiyye, Ümmü Seleme ve benzeri sahabiler ile birlikte rivayette bu­lunduğunu belirtirler.

Bazan Ali Zeynel Abidin´den Zühri (ra) da rivayette bulunmuştur. Zühri, İmam Ma­lik (ra)´in de belirttiği gibi ilim denizi idi. Nakil açısından insanların en güvenilir olanı, sahabeden ve Said b. Müseyyeb. Abdullah b. Ömer´in mevlası Nafi´, Abdullah b. Ab-bas´ın mevlası İkrime gibi kendisinden daha yaşlı olan tabiinden aldığı kaynak haberler ve ilim açısından çok ince eleyen bir kişiydi. Bunların birisi de Abdürrezzak´ın İbn Şi-hab et-Zühri´den, o da Ali b. el-Hüseyin´den rivayet ettiği şu haberdir: Ümmü´l-Mü´mi-

Sai´ivve (r.anha). geceleyin Rasulullah (sav) mescitte itikatta iken onu ziyarete geldi. T ´ la sohbet etli, sonra kalktı ve Rasulullah (sav) de onunla beraber kalktı. Ensardan ■ıdadam oradan geçiyordu. Nebi (sav)i görünce hızlandılar. Rasulullah (sav) şöyle bu­yurdu:

Yavaşlayın, bu Huyeyy´in kızı Satıyyedir.

O iki Sahabi:

. Eesübhanallah, ey ALLAH´ın Rasulü! Alcyhissclam şöyle buyurdu:

_ "Şüphesiz şeytan insanın İçinde kamu dolaşması gibi dolaşır. Ben, şeytanın sizin kalplerinize birşey atmasından korktum."

25- İste bu şekilde İmam Zeynel Abidin´in mühaddis olduğunu görüyoruz. Nitekim o»1u. hudis-ilnıini başkalarından aldığı gibi ondan da almıştır. Hatta hadisi aldığı gibi, fıkhı da yine ondan almıştır. Şüphesi/ Zeynel Abidin, muhaddis olduğu gibi aynı za­manda bir fakih idi. Araştırmasını yaptığı fıkhi meselelerde derinlemesine bilgi sahibiy-di.´Fikhi meselelerle ilgili her yönden ve fer´i konulan çıkarma yönünden derinlemesine bilgi sahibi olma kuvveii yönüyle dedesi Ali b. Ebu Talib´e çok benzerdi. Nitekim İbni Şihab LV-Zühri hadis ilmini aldığı gibi fıkıh ilmini de ondan almıştır. Süfyan b. Üyey-ne´nin İbn Şihab el.-Zühri´den aldığı haberde şöyle rivayet eder: "Hüseyin b. Ali´nin ya­nına gittik. Şöyle dedi:

- Neredeydiniz? Ben:

- Oruç konusunu müzakere ediyorduk. Benim ve arkadaşlarımın görüşü, Ramazan ayından başka farz hiçbir oruç bulunmadığı noktasında birleşmektedir. Şöyle dedi:

- Ey Zühri, sizin dediğiniz gibi değildir. Orucun kırk şekli vardır. On tanesi tıpkı Ra­mazan orucunun farziyeti gibi farzdır. On tanesi de haramdır. Onların ondört biçiminde de sahibinin serbestliği vardır; dilerse oruç tutar, dilerse tutmaz, adak orucu farzdır. İti-kaf orucu farzdır.

Zühri der ki, ben şöyle söyledim:

- Onları açıkla ey Rasulullah´ın evladı! Şöyle söyledi:

- Farz olan oruç Ramazan orucudur. Ve üst üste iki ay oruç tutmaktır (Yani hata ile binanı öldürüp de köle azadetmeye gücü yetmeyen kimse için). ALLAH Teala şöyle bu­yurmuştur: "Ye kim bir mü´mini yanlışlıkla öldürürse nıü´min bir köle azadetmesi ve o enin ailesine (varislerine) teslim edilecek bir diyet vermesi lazım gelir... Bunlara gücü yetmeyen de ALLAH tarafından tevbesinin kabulü için biribiri ardınca iki ay oruç tut­ması icabeder." (Nisa 92)

akırlen yedirmeye imkanı olmayan kişinin yemin keffareti konusunda üç gün oruç tutması gerekir. Nitekim Aziz ve Celil olan ALLAH şöyle buyuruyor: "Yemin eniğiniz za-

man yeminlerinizin kcffareü budur." (Maide 93) Ve hacda başj tıraş eım, din ^ A/.i/. ve Cclil olan ALLAH şöyle buyuruyor: "İçinizden her kim hasta yahut başından ra­hatsız ise ona fidye olarak oruç tınmak yahut sadaka vermek yahut kurban kesmek ge­rektir." (Bakara 197) Ve-umrede kurban bulamayan bir kimse için gerekli olan ve umre kurbanı yerini tulan oruç. Bu konuda ALLAH Teala şöyle buyuruyor: "Emniyet hasıl olunca hac zamanına kadar umreden faydalanan kimseye, kolayına gelen kurnam kes­mek gerektir. .(Kurban) bulamayana-hac günlerinde üç, geri döndüğü zaman yedi güç oruç lazım gelir ki bunlar tam on gün eder." (Bakara 196) Ve avlanmanın cezası olan oruç. ALLAH Azze ve Ccllc şöyle buyuruyor:

´İçinizden kim onu. bilerek Öldürürse, ona, öldürdüğü hayvanın benzeri bir hayvan kurban etmek cezası vardır; buna Kabe´ye ulaşmış bir kurbanlık olmak üzere, içinizden adalet sahibi iki kist hükmeder. Yahut bir keffaret vardır ki, (bu da) o nisbette yoksulu doyurmak veya her fakire karşılık bir gün oruç tutmaktır. Böylece yaptığının cezasını tatsın." (Maide 95)

Bu av kıymetine göre değerlendirilir, sonra da fiyatı buğday üzerinden verilir. Sahi­binin lulup-lutmamakta serbestliği olan oruca gelince, bunlar pazartesi perşembe günleri ile Ramazandan sonra Şevvalin altıncı günü, arife günü ve aşure günü oruçlarıdır.

İzne dayalı oruç ise; kadının kocasının izni olmadan nafile oruç tutamam asıdır. Köle ve cariyenin durumu da böyledir.

Haram olan oruca gelince: Ramazan ve kurban bayramı günleri, teşrik günleri, ra­mazan imiş gibi oruç tutmaktan nen yo Sunduğum uz şekk günü, visal günü orucu ve sus­kunluk orucu (savmu sum t) haramdır. Günah işlemeyi adak yapma orucu haramdır. Yıl boyunca oruç tutmak (savmuddehr) haramdır. Ayrıca ev sahibinin izni olmadan misafi­rin nafile oruç tutması da haramdır. Bu konuda Resulullah (sav) şöyle buyurur: "Bu kavme misafir olan kişi, izinleri olmadan asla nafile olarak oruç tutmasın."

Çocuk ergenlik çağına girmeden alıştırmak amacıyla farz olmadığı halde oruç tut­makla emrolunur. Gün doğmadan orucunu bozup, sonradan bedeninde kuvvet bulan ki­şiye oruç tutmasının gerekliliği de bu türdendir. Bu husus farz olmamakla beraber Al­lah´tan bir terbiye veriştir. Yine misafir günün başlangıcında yemesi ve sonra da misafir­likten vazgeçmesi halinde oruç tutmakla emrolunur.

İbaha orucu ise: Kim unutarak kasıt bulunmadan oruçlu iken.yer ve İçerse, bu durum ona mubah sayılır ve ALLAH onun orucunu geçerli sayar.

Gelelim hasta ve misafir orucuna: Çoğunluk alimler bu konuda ayrılığa düşmüştür; bir kı.smı "oruç tutar" derken, bir kısmı da "oruç tutamaz" demiştir. Bir topluluk da, di­lerse oruç tutup, dilerse oruç tutmayacağını söylemiştir. Biz ise şöyle söyleriz: Her iki durumda da orucu bozar. Yolcu veya hasta iken oruç tutmazsa, o kişiye kazası gerekir. ALLAH Teala şöyle buyuruyor: "Tutamadığı günler sayısınca başka günlerde oruç tutar." (Bakara 184)[7]

26- Demek oluyor ki Zeyd. ilk yetişmesinde fıkhı babasından aldı. Nitekim babası ilim ve kültüre sahip bir fakihdi. Önce ALLAH´ın Kitab´ı ile hüküm verir, orada yok­sa Rasulullah´ın sünneti ile hükmederdi.

Hem de hadis ravisi idi. Alimler hadis fıkhını ondan alıyorlardı. Hem de re´yi ile de içtihatta bulunuyordu. Fakat biz. re´yi ile içtihat yapmasının türünü açıklayacak konum­da deliliz- Çünkü o asırda rey ile içtihat yapmanın şekilleri tümüyle belirginleşmediği oibi tartışma ile hüküm çıkarmanın metodlan da programlı şekilde ele alınmış ve yazıl­mış değildi. Fakat oruç konusunda yukarıda açıklamada bulunduğumuz bu meselelere ba«vurmak sureti ile anlaşılmış oluyor ki, özellikle Irak veya Medine´deki çağdaşı olan görüşler olmak üzere her yönelişteki görüşleri araştırıyordu. Bu durum, onun fıkıh anla­yışında Said b. Müseyyeb ve Nafi´ gibi çağdaşı olan tabiinin fıkıh anlayışına yakınlığını göstermektedir. Hem de kendisi vSaid b. Cübeyr gibi bir kısım tabiinden hadis dersi al­maya çok hırslıydı. Nitekim daha önce de onun. Zeyd b. EslenVin ders halkasında yakın yerde oturmak için nasıl insanların arasını yarıp geçtiğinden bahsetmiştik.

İşte böyle bir şahsiyet. İmam Zeyd (ra.)´i ilme teşvik ettiren ilk üstaddı. Sika raviler-den aldığı hadisleri onunla gözden geçiriyordu. Böylece tertemiz, sapmayan düşünceye dayalı ve kapsamlı fıkhı elde etmiş oluyordu. Her ne kadar sonuna değin babasından hiç ayrılmadı ise de. o ancak bu son dönem miktarında babasından istifade edebildi. Çünkü Zeyd, henüz ondört yaşını aşmamışken babası vefat etti. Babası, h. 94 yılında vefat et­mişti. Zeyd. bizim tercih ettiğimiz gibi h. 80. yılında doğdu ise. babasının vefatı anında ondört yaşın sorumluluğunu idrak etmiş demekti. Nitekim bu yaşta kavrayış bilinçlenme ve ezberleme yetenekleri gelişir. Bu yaş. birçok hususları algılamaya yeterlidir. Hele de bu yaş, Zeyd1 in alakası, ilim uğrunda herşeyden vazgeçme duygusu ve gerçekleri arama arzusuyla tüm güçlerini sarfetme gayretinin yanında olursa...

27- Bu tırmanış içerisinde babası onu terkedince. kardeşi Muhammed Bakır. ilim. fı­kıh ve hadis otoriterliğinde babasının yerini aldı. Onda da babasının ahlakı, günahlardan titizlikle sakınması ve bu ümmetin geçmiş büyüklerine saygı duyma duygusunun benze­ri vardı. Özellikle Ebu bekir ve Ömer (ra)e karşı.

Urve b. Abdullah şöyle rivayet eder:

- Ebu Cafer Muhammed b. Ali´ye kılıcın süslenmesi konusunda sordum: O da:

- Onda bir sakınca yok. Muhakkak ki Ebu Bekir Sıddık da kılıcını süslemişti. Ravi devamla şöyle diyor:

en S iddik" diyorsun? dedim. Ravi şöyle devam ediyor: Bunun üzerine yerinden ok gibi fırlayarak kıbleye döndü ve sonra dedi ki:

- Evet "Sıddık"! Evet "Sıddık"! Her kim "Sıddrk" demezse. ALLAH onun sözünü dün­ya ve ahirette doğrulamasın.

Aşın Şia taraftarı olan birisine (ki o, Cabir cl-Cafi idi) şöyle söyledi:

- By Cabir. duydum ki Irak´la bir topluluk bizi sevdiklerini iddia ediyorlar ama Ebu Bekir ve Ömer´e dil uzatıyorlarmış. Hem de kendilerine bu emri benim verdiğimi sanı-yorlarmış. Onlara derhal ulaştır ki. ben onlardan ALLAH için uzağım. Muhammed´in nefsi elinde olan (yani kendi nefsi) ALLAH´a yemin ederim ki, eğer ben vali olsaydım, onların kanını almak sureliyle kendimi ALLAH´a yaklaştırırdım. Eğer ben o ikisi için mağfiret ve bağışlama dilemezsem, Muhammed (sav)´in şefaati bana erişmesin. Şüphesiz onların fa­zilet ve üstünlüklerinden habersiz olanlar, ancak ALLAH´ın düşmanlarıdır. Onlara de ki, ben onlardan uzağım. Kendilerini Ebu Bekir ve Ömer´den uzak sayanlardan da uzağım. Yine şöyle söyledi: "iler kim Kbu Bekir ve Ömer´in üstünlüğünü tanımıyorsa sünnetten haberi yok demektir. ALLAH Teala´nın "Sizin lideriniz ALLAH, Resulü ve İnanan kişilerdir" sözünde "İnanan kişileri tefsir ederek "Onlar Muhammed´in dava arkadaşlarıdır" dedi.

Cabir el-Ca´fi ona dedi ki:

- Onun Ali olduğunu söylüyorlar. O:

- Ali de Muhammed´in dava arkadaşlanndandır.[8]

Ciddiyetten uzak olanların dışındaki siyer kitapları ve tarihçilerin ittifak edip, sika ravilerin de rivayet etlikleri haberler bu şanı yüce imamın siyaseti uzaktan izlediğini göstrmektedin Bu nedenle onun etrafında emirlerini alip uygulayan, onun sözlerini ku­laktan kulağa taşıyan onun sakıncalı gördüklerini kötüleyen ve sağlıklı gördüklerini de benimseyen bir taraftarlar topluluğu oluştu. Bu sayede Ehl-i Beyt bir türlü kendilerinden kopmak bilmeyen kenara köşeye çekilmekten kurtuldular. Bu uzlete çekilmeye tutun­mada en fazla, asrında onların büyüğü olan Ali Zeynel Abidin ısrarlı oldu. Bunun nede­ni, Hz. Hüseyin´in katledilmesi ile onların başına gelen darbenin serî oluşudur. Bununla da kalmayıp, aynı olay, ALLAH´ın basiretini kör ettiği insanlar hariç, bütün müslümanların kalplerinde sertliğini korudu. Darbenin sertliği derin bir suskunluğa yolaçti. Vakit, ilim ve ibadete yönelişle geçti. Bu konudan. Zeyd (ra) dönemindeki ayaklanmadan söz eder­ken bahsedeceğiz.

Zeynel Abidin´in vefalı, Muhammed Bakir´ın olgunluğa ermesinden sonraydı.

O, mükemmel bir insandı. Onun, Zeyd´in yaşlarında bir oğlu vardı. O da, Cafer Sa­dık (ra)dır. O, ilim konusunda peşinden gidilen ve Ebu Hanife gibilerin sık sık uğradığı, İmam olunca Zeyd de babasından sonra derslerini ondan aldı. Babasından aldığı rivayet­leri geliştirdi. Çünkü böyle erken yaştaki kişinin babs.stndan aldığı hadisleri en mükem­mel şekilde algılaması akla yatkın görülmez. Zaten Zeynel Abidin buluştuğu bütün ta­biinden Rasulullah (sav)in hadislerini almakta çok ar/uluydu. Bu iş de hadis rivayet işiydi. Aynı işi oğullarına da telkin etti. Bu işe tam olarak Muhammed nail oldu. Ondan sonra da hadis rivayeti işine babasından ve büyük oğuldan almak suretiyle hepsinden daha genç olan Zeyd (ra) nail oldu.

Babasının ve diğerlerinin hadislerini kardeşi Muhammed´den aldığı gibi, fıkıh ilmini de ondan aldı. Şüphesiz Muhammed de kendisinden ilim alınan, görüşleri eleştirip denetlevebilen bir fakih idi. Hatta büyük fakihleri eleştirir, onlardan kendisine bir aykırılık tesbit ettiği takdirde, onların görüşlerine ait muhasebeyi de yaparak takdim ederdi.

Ebu Hanife´nin Medine´de Muhammed Bakırla buluştuğu rivas´et edilir. Muhammed

Bakır onu görünce:

- Sen benim dedemin dinini ve hadislerini kıyas yapmak suretiyle değiştirensin. -Maazallah!

- Yok. sen değiştirdin.

- Sen kendi hakettiğin yere, ben de kendi hakettiğim yere oturayım. Çünkü senin ba­na "öre hayatta iken deden (sav)e ashabının yaptığı hürmet gibi saygınlığın vardır.

Muhammed oturdu sonra Ebu Hanife onun Önünde diz çöktü. Sonra şöyle dedi:

- Sana şu üç konuda soru soracağım; bana cevap ver: Erkek mi daha zayıf, yoksa ka­dın mı? Muhammed:

- Kadın.

- Kadının mirastaki hissesi kaçtır?

- Erkeğin iki, kadının bir payı vardır.

- İşte bu, dedenin verdiği hükümdür. Eğer ben dedenin dinini değiştirmiş olsaydım, kıyas yaparken kadın erkekten daha zayıf olduğu için erkeğin bir. kadının iki hissesi ol­ması gerekirdi.

- Namaz mı daha üstündür, oruç mu?

- Namaz daha üstündür.

- Dedenin görüşü budur. Eğer ben dedenin görüşünü değiştirseydim, kıyas, kadın hayızdan temizlendiği zaman namazı kaza edip, orucu kaza etmemesini emretmem biçi­minde olurdu.

- idrar mı daha fazla necis, yoksa meni mi?

- İdrar daha necistir.

- lıger ben kıyas yoluyla dedenin dinini değiştirmiş olsaydım, idrardan yıkanılması ve meniden dolayı, abdest alınmasını emrederdim. Kıyas yoluyla dedenin dinini değiş­tirmek ne haddime!

Muhammed kalktı ve boynuna sarıldı.[9]

Bakır ‘ı görüşleri karşısında fakihleri hesaba çeken ve onları muhakeme eder duruma

Getiren bu fıkhi ve sosyal makamı olduktan sonra, elbette babasından sonra kardeşinin üstadı olur.

28- Aynı evde erdemli, şanı yüce, alimlerin takdirle, kamunun saygınlıkla amirlerin ikramda bulunmasıylc karşıladığı bir alim vardı. O, Zeynel Abidin´in amcası oğlunun oğlu Abdullah b. Masan b. Hasan´dır. (Tabaka! adlı kiîapta "oğullan" deyimi vardır.) Bu zat muhaddis, sika ve sadûk bir zattı. Tabiinden ve babasından amcası oğlu Ali Zeynel Abidin hadis rivayet etmiş, ondan da aralarında Süfyan-i Sevri ve Malik (ra)´in buhındu-ğu muhaddisler topluluğu rivayette bulunmuştur. Alimler nazarında onun yüksek bir ye-ri vardı. Ab i´d ve zahid-idi. Hilafeti sırasında Ömer b. Abdülaziz´i ziyarete geldi ve Ömer b. Abdülaziz ona ikramda bulundu. Aynı zamanda Abbasilerin ilk dönemlerinde Saf-fah´a (Haccac-ı Zalim´c) geldi ve o da kendisine yüksek paye vererek bir milyon dirhem bahşişte bulundu. Ebu Hanife. onun huzurunda tilmizlik yapmıştır. Ebu Hanifc´nin ona karşı ö/el bir sevgisi vardı. Sonunda Abdullah, hicri 145 yılında Bbu Cafer c!-Man-sur´un cezaevinde, yetmiş yaşına ulaşmışken vefat etti. Hicri 70 senesinde doğmuştu. [10]


İlmi Bağımsızlığı


29 - Zeyd. Medine´deki Nebevi medreseden mezun oldu. Çünkü bu yüce şahsiyetler ALLAH Teala´nın kendilerini siyasi alanda şiddetli bir imtihanla denedikten, önderlerinin gadre uğraması, askerin kötü davranması, hükümdarların zulmü neticesindeki yılgınlık­larından sonra İslam´ın ilmini ve fıkhını yapıp, hadis rivayeti dışında herşeyden elçckti-ler. İtibarları arttı, yararlılıkları yüceldi. İşte bu niteliğe sahip Zeyd ve kardeşioğlu Cafer Sadık, yaşça o ailenin en küçüğü idiler. Birçokları bu aileden ilim iktibas etmiştir.

Lakin o. olgunluk yaşına erdikten sonra Medine´de kalmayı benimsemedi. Basra´ya giderek alimlerle beraber olduğu tesbit edilmiştir. Şehristani "el-Milel ve en-Nihaf adlı eserinde onun Vasıl b. Ata´ya öğrencilik yaptığını ve ondan Mu´tezile´nin prensiplerini aldığını söyler. Nitekim Zeyd (ra) konusunda şöyle söyledi: "İlimle tam olarak bezen­mesi için usul ve furu hakkında neler varsa hepsini tahsil etmek istedi. Ve Mu´tezile´nin başı Vasıl. b. Ata el-Gazzal´a Mu´tezile´nin temel ilkeleri konusunda öğrencilik yaptı. Oysa ki Vasıl Zeyd´in dedesi Ali b. Ebu Talib´in, Ceme! Vak´asma katılanlar ve Şamlı­lar arasında geçen savaşlarda tam olarak haklı olmadığı inancındaydı. iki tarafında aynı-siyla haklı olamıyacağı, bir tarafın haksız olacağına inanıyordu. Zeyd, buna rağmen on­dan Mulezile´nin temci prensiplerini iktibas etti.”[11]

Şüphesiz bu haber .şu üç durumu akla getirmektedir;

Birincisi: İmam Zeyd. Vasıl b. Ata ile ilmi buluşma yapmış, ona öğrencilik yapmış veya ondan ilmi alıntı yapmıştır. Zcyd´i onunla bir araya gelme ve görüşleri üzerinde araştırma yapmaya ilen etken, mezhep hakkında edindiği rierme-çaîma bilgileri yanında daha köklü bir bilgi sahibi olma arzusudur. Medine´de iken yüzeysel bir bilgi sahibi ol­muştu. Sadece Basra´da temci bilgileri eîde etme işi kalmıştı. Çünkü Basra İsiamî fırka­ların beşiği durumundaydı. Zaten Bbu Hanife de kelam ilmi üzerinde dersler almak isle­diğinde tartışmalar ve karşılıklı münazaralar yapmak için Basra´ya gidiyordu. Hatta ora­ya bu amaçla yirmi iki defa gittiği ısrarla söylenir.

İkincisi- Zeyd´in, Vasü´m, dedesi Ali b. Ebu Talib´in Ürnmü´l-Mü´minin Hz. Aişe (ra) ve Muaviye ile yaptığı savaşlarda kesin olarak hak çizgisi üzerinde olmadığı inancı­nı açıkça belirtmesine rağmen ondan dersler almasıdır. Bu konuda insanlar arasında iki fırkadan ayrılan ve Mu´tezile ismiyle anılan bir fırka oluşmuştu. Buna rağmen Zeyd´in bu tutumu, onun fikri bağımsızlığına delalet etmektedir.

Üçüncüsü: Zeyd´in olgunluk çağına geldikten sonra Medine´yi terketmesi, ilmi her gördüğü yerden ve şahıstan alı vermesi onun fikri bağımsızlığını belgeleyen bir başka durumdur. Zaten ilim arayıcısının yapması gereken de budur. O, bir cevahir arayıcısı olarak kendisini hiçbir yerle bağımlı ve kendisine yol gösterecek hiçbir rehber dalgıcın güdümünde görmemiştir.

30 - Fakat Vasil´a öğrencilik eden Zeyd´in bu aşamada kalacağını söylememiz doğ­ru olur mu? Şüphesiz iki adam da aynı yaştaydı. Her ikisi de hicret-i nebeviyye´nin 80. senesinde veya ona yakın bir yılda dünyaya gelmişti. Bu durumda bir araya geldiklerin­de Zeyd´in belirli bir olgunluk çağma girdiği açıkça belli oluyor. Çünkü Vasıf in da ba­ğımsızca araştırma yapan kişi konumuna gelmesi ancak pişkin ve olgun bir yaş çağında bulunmasıyla mümkün olabilir.

İşte bu anlatılan durumlar nedeniyle görüyoruz ki. Zeyd´in Vasıl b. Ata ile bir araya gelmesi sadece bilimsel bir müzakere buluşmasıdır. Yoksa tam anlamıyla öğrencinin üs­tadından dersler aldığı bir buluşma değildir. Çünkü yaşlan birbirine yakındır. Zeyd, ol­gunluk çağına gelmişti; ailesinden ve furü ilminin beşiği olan Medine´den hükümlerin füriiunu aldığı gibi, akaid usulü etrafındaki çeşitli bakış açılarını da bilmek istiyordu.

Zeyd, çeşitli fırkalara göre usulü akaid ilmini Öğrenmeye azmettiğinde bu konuda başarılı olmuştur. Çünkü Basra´yı seçmiştir. Şüphesiz Basra, İslam akidesi etrafında olu­şan çeşitli fırkaların vatanıydı. Orada üstü kapalı olarak bir Şia taifesi, ayrıca Mu´tezile, adenyye, Cehmiyye ve Ali´nin şahsının sıfatlan konusunda konuşan herkes mevcuttu. Çeşitli fırkaların akaid anlayışını Öğrenmek isteyenler onlann yoğun olduğu bölgele­re gitsinler.. Bundan dolayı Ebu Hanife hayatının başlangıcında kelam ilmine yöneldi­ğinde Basra´ya gider ve Basra fakihleri ile ilmi tartışmalarda bulunurdu. Hatta bahsetti-gımu gibi bir defasında Ebu Hanife´nin akaid ilmi hakkındaki bir münazara için Bas­ra ya yirmi iki defa gittiği rivayet edilmektedir. Şüphesiz onun bu şekilde parmakla gös-n *r bir hedefe ulaştığı söylenmektedir. Fakat o, bundan sonra kelamı bırakıp fıkha yönelmiştir.

konu y ^ BaSra yolculu^undan önce^ onun bundan önce Mu´tezile´nin temel ilkeleri

vap vSUnda bİİgl Sahİbİ olmadı£´m söylememiz kolay olur mu? Herhalde bu soruya cevap vermemız, bizim Zeyd´den önceki Ehl-İ Beyt alimlerine veya çağdaşı olanlara müracaat etmemizi gerekli kılmaktadır. Bu noktada biz, Ehl-i Beyt alimlerinin akaid konu­sunda konuştukları ve görüşlerinde Vasıl b. Ata´nm görüşlerine yakın bulunduklarım içeren haberler almaktayız. Ayrıca Vasıl´ın Mu´tezile akidesini Ehl-i Beyt´ten aldığını söyleyeni de görmekteyiz. Demek ki onların bu konuda bilgileri vardı. Özellikle AH (ra)ın oğlu Muhammed İbnu´l-Hanefiyye. O, ilimlerde derinlemesine bilgi sahibi olan bir alimdi. Onun hakkında Şehristani, "el-MÜel ve´n-Nihal" isimli eserinde şöyle söyle­miştir:

"O, ilmi çok, ma´rifeti bol, fikirlerin tutuşturucusu ve anımsamaları İsabetli bir kim­seydi. Mü´minlerin emiri (yani Ali) harp meydanlarındaki kahramanlıkların öykülerini ona anlattı. Varlıkların sınıflan konusunda onu bilgi sahibi kıldı. O, bir köşeye çekilme­yi yeğledi ve suskunluğu şöhrete tercih etti."[12]

Murtaza, "cl-Mımyetu ve´l-Emel" isimli kitabında Mu´tezile´nin tabakalarım açıklar­ken, birinci tabakanın Ehl-i Beyt olduğunu, Ali Zeynel Abidin, oğlu Bakır, onlardan ön­ceki Hasan ve Hüseyin ve onların kardeşleri Muhammed b. Hanefiyye´nin Mu´tezileden olduklarını söylemiştir.

Bizim yanımızda bunu tekzibeden bir görüş yoktur. Aksine bizim nazarımızda bu görüşü destekleyen ve temize çıkaran hususlar vardır. Şüphesiz Mu´tezile mezhebi, top­luca düşünecek olursak akaid yönünden Zeydiyye mezhebinin kendisidir; yine genel olarak düşünürsek, İsna Aşeriyye mezhebidir. Çoğunlukla akla gelen, Mu´tezile mezhe­binin. Ehli Beyt´in Selef mezhebi oîduğu, Akaidin usulü yönüne daldıkları ve bu müca­delenin savaş alanının hararetine girdiklerinde Mu´tezile mezhebi adını almış oldukları­dır.

İmam Zeyd´in, bu hususta aşırı inceliklere daldığı da vurgulanan konulardandır.

Ehl-i Beyt´in akaid konusunda Vasıl b. Ata´nm tartışma stiline uygun veya ona yakın stilde tartıştıkları hususunu yalanlayan bir şey bulunmayınca, bizim, Zeyd´in Basra´ya gittiği sırada akaid konularında tamamen bomboş olmadığını farzetmemiz zorunludur. Aksine bu konuda tam bir bilgi sahibi idi. Mu´tezile´nin büyüğü Vasıl b. Ata ile Basra´da bir araya geîmesi, sadece müzakere buluşmasıydı; yoksa daha Önce kendisinde bulun­mayan bir ilmi alma buluşması değildi.

31- Zeyd orada daha önce benzerini öğrendiği ilmi elde etti. Nitekim Ebu Hanife (ra)´ye ilmini nereden aldığı sorulduğunda şöyle söylemiştir:

"Ben ilmin madeninde (aslının olduğu yerde) idim. O ilmin fakihlerinden birisine bağlandım."[13]

Şüphesiz bu sözün Zeyd (ra)´e nisbetle söylendiği sabittir. Zeyd,vahyin indiği yerde, inip, uygulamaya konulup, sahabenin de amel ettiği, taraftarlarının selef-i salihinin uylamalarını miras olarak aktardığı İslam şeriatının vatanında, İslam ilminin madeninde İste orası. İslam´ın vatanı olan. zühd ve ma´rifet ehlinin konakladığı Medine idi. Ni-ct orada siyaset ve siyasetin beraberinde bulundurduğu zikzaklardan elçeken, Önce h basını sonra ikinci olarak da kardeşini rehber edinen birisi vardı. O, Medine´de İlm-i fiiruu ve hadis ilmini almış, Kur´an´ı ezberlemiş, kıraat ilmini yapmıştı. O, çağının kıraat ilmini en iyi bileni, ALLAH´a inanıp, Hakk´ı arayan her mü´minin bellemesinin gerekli ol­duğu Kur´an´ın gaye ve meramlarını en güzel biçimde idrak edendi. Yine o, Medine´de alimlerin akaid usulü konusundaki görüşlerini öğrendi.

Fakat o. Medine´de aldıklarıyla yetinmedi. Bilakis oradan Irak´a geçti. Basra´daki çe­şitli fırkalarla bir araya geldi. Onlarla müzakerede bulundu ve onlardan durumları hak­kında bilgi aldı. Bu esnada Irak´ı ve oradakileri araştırdı. Dedesi Hüseyin´in zalimane ve vahşice katledildiği Irak´ı araştırdı. Dedesi Ali de daha önce orada hileyle katledilmişti. Böylece ilmi çoğaldı. İnsanları iyi, tanıdı, îslamî gerçekleri öğrendi. Orada takattan düş­tü ve ilmi öğrenen durumundan çıkarak kendisine tabi olunan durumuna geçti. [14]


ZEYD MÜCADELE MEYDANINDA


32- Parlatılmış kılıç kınından çıktı ve babasına göre haram bir lokma olan siyasete girdi ve uygulama meydanına atıldı. Çünkü babası siyasetten kaçınmış, içine dalmaktan uzak durmuş, hatta işlerini yönetme konusunda babasının yerini alan kardeşi bile siyase­te yönelmemişti; o Muhammed Bakır ki Medine´de kalmayı yeğlemişti.

Burada okuyucu şöyle bir soruşturmaya gerek duyabilir:

Acaba Zeyd fiili siyasetin içine kendi isteğiyle mi girdi, yoksa onu buna zorlayan bir etken mi vardı? Çünkü kendisine verilen değerle ilgili olarak zorluklarla karşılaştı.O ki, asla horlanmayı kabul etmeyen ve zulme razı olmayan kahramanların en asilzadesi bir aileden olduğu halde, izzetinin elinden alındığını hissetti. O, Farisü´l-îslam (İslam süva-nsO olan Ali b. Ebi Talib´in soyundandı. Bu şeref, ona yeter ve artar.

Bu soruya cevap verebilmemiz için gelişen olayları izlemek zorundayız. O olaylar h bizim bu soruya en sağlıklı cevap bulmamızı sağlayacak ve bu çıkmazın muamması­nı aralamaya götürecektir.

33- Bu olaylar Ehl-i Beyt´i siyaset konusunda, kendilerini ondan şiddetle kaçındırma ısrarlarına karşın,konuşmaya zorluyordu. - Nitekim İslam ülkelerinde yan çizen taifeler Bekir v V^"´ ^ adl"a S°Z Sahİbİ oiduk3anm iddia ediyorlardı. Bu taifenin Hz. Ebu Bekir Hz. Ömer (ra)´i nasıl lanetlediklerini daha önce zikretmiştik.

Ali ZeynelAbidin bu durumlarını görünce, kendisi hakkında söylenen bu 1- Meclisine geldikleri ve bu sözleri ağızlarından duyduğu zaman onlan

meclisinden kovdu. Oğlu Muhammed Bakır (ra)´da bir kısım Iraklılardan aynı sözleri duyuyor ve Ehli Bey t adına söylenenleri anında reddediyor, bu reddedişi çok sert olu­yordu.

Ehİ-i Beyt, bu reddedişte tamamen hak çizgisi üzerindeydi. Çünkü Şia aşırılarının li­derleri, siyaset konusunda tamamen tarafsız kalan ve kendilerini tam anlamıyla ilme ve­ren bu Ehl-î Beyt imamlarının adına konuştuklarını iddia ediyorlardı. Nitekim saptırıl­mış görüşlere çağıran Beyan b. Sem´an et- Temimi (öl. h. 119) Ebu Haşim b. Muham­med b. Ali´nin görüşlerini yansıttığını iddia ediyordu. Ebu Haşim ise onun bu durumunu öğrenince kendisini yalanladı, ondan ve söylediklerinden tamamen uzak olduğunu ilan etti. Beyan´ın iddia ettiklerinin aynısına çağıran Muğire b. Said (öl. h. 119) Muhammed Bakır b. Ali Zeynel Abidin hakkında yalanlar uyduruyordu. Öyle ki onu hem hakkında söylediklerinden ve hem de kendisine yakıştırdıklarından uzak olduğunu ilan etmek zo­runda bıraktı.

Kendilerinin ojmamlar adına konuştuklarını iddia edip sonradan geri çekilmeleri ve sonra propagandacıların bu yan çizmeyi de reddetmeleri, Ernevi oğullarının Ehl-i Beyt İmamlarının durumu konusunda sürekli zanda bulunmaları içindi. Emevi kuvvetlerinin derhal dağıttığı bu zan altında bırakma, buna karşılık da olumlu bir harekatın başlama­ması ve Ehli Beyt´in de Medine´de ikamet etmeleri, Şam´daki Ümeyye oğullarından herhangi birisinin çağırması dışında Medine´nin dışına çıkmamalarını, olsa bite Hare­meyn´in dışına taşmamalarını sağlıyordu. Nitekim onlar Şam´a gidiyor, sonra hemen bir türlü ayrılmadıkları ilim mihrabına dönüyorlardı.

34- Fakat dayanağını Hak´tan ve ilahi yardımdan almayan her gücün durumu önce duraklama, sonra da ortadan silinmektir. İşte Emevi devleti Velid b. Abdulmelik, Süley­man ve Ömer b. Abdülaziz dönemlerinden sonra zayıflamaya yüz tutunca Ehl-i Beyt imamlarına karşı sürekli zan besleme eğilimi güçlenip alevlenmeye başladı. Çünkü onu dağıtacak bir güç kalmamıştı, özellikle Emevi hilafetinin değiştirilmesi doğrultusundaki propaganda durmadan gelişip çoğalıveriyordu. Bu arada Horasan´da güçlü propaganda­cılar kendini gösterdi. Tarihçiler bu olaylara h. 102. yılı olayları arasında yer vermişler­dir. Belki de bu propaganda daha önceye uzanıyordu. Nitekim Haşimi propagandası üs­tü kapalı bir tarzda başlamıştı.

Bu propagandanın Özü, onların Hz. Ali yanlısı oldukları noktasındaydı. Hatta Hz. Ali yanlısı olduklarını kesin olarak vurguluyorlardı. Bu propaganda Abbasiier´e intikal edince, kendilerinin Ali taraftan imamların vasiyetiyle kurulduklarını ileri sürdüler. Bu Ali taraftan imamın Ebu Haşim Abdullah b. Muhammed b. Hanefıyye olduğunu, kendi­sinin imamlık yetkisi bulunduğunu, vefatından sonra bu yetkiyi Muhammed b. Ali b. Abdullah b. Abbas´a vasiyet ettiğini söylediler.

Aynı propaganda Irak´ta da başladı. Propagandacılar Irak´tan da Horasan´a geçtiler.

Tüccarlar gibi işe başlayarak davetlerini yayıyorlardı. İşte bu konuda Îbnü´l-Esir´in el-Tinde şu belge yer almaktadır: "Bu yılda (yani 102. senede) Meysere (yani Haşi-ı ´n propagandacısı) adamlarını Irak´tan Horasan´a yöneltti. Propagandistlerin çalış­ları Horasan´da etkisini gösterdi." Öyle ki bu propagandacıların haberleri Horasan va­lisinin kulağına kadar gitti. Onları çağırttı ve aralarında şu konuşma geçti:

- Sizler kimlersiniz?

- Ticaret adamları.

- Hakkınızda söylenenler nedir?

- Hiç haberimiz yok

- Siz propagandacı olarak gelmişsiniz!

- Nerde?! Bizim kendi işlerimiz ve ticaretimizden başka uğraşacak zamanımız mı var? Bu kimseleri tanıyan var mı? diye sorunca, çoğunluğu Rebia kabilesinden ve Ye-men´den olan Horasanlı bazı insanlar gelerek:

- Biz onları tanıyoruz. Eğer onlar hakkında hoşunuza gitmeyen bir durum size ula­şırsa, sorumluluğu bize aittir. Bunun üzerine onları salıverdi.[15]

Bu belgesel haber gösteriyor ki, Haşimi devletinin kurulmasıyla ilgili propaganda Irak´ta gizlice başlamış, Horasan´a geçişi daha sonra 102 yıllarında olmuştur. Bazı tarih­çilerin iddiasına göre bu olaylar ta Haccac b. Yusuf es-Sakafi´nin ilk yıllarından itibaren Irak´ta Emevi hükümdarlığına karşı silahlı mücadele biçiminde başlamıştı. Ancak şid­detli takip bu eylem hazırlıklarını gizliliğe itti. Zaten bu gizliliklerin örtüsü altında dev­let kurma idealleri dal-budak salar ve inkılaplar meydana gelir.

Nihayet Abbasi devletini kurma propagandası daha genel bir ifadeyle Haşimi devle­tini kurma propagandası Hişam b. Abdulmelik döneminde gelişir ve çoğalır. Oysa ki o, Emevi hükümdarlarının en güçlülerinden birisi ve olayların üzerine en şiddetli bir şekil­de gideniydi. 20 yılı aşkın uzun bir süre (h. 105-125) valilik yapmıştı.

Kendisine Horasan´dan Haşimi devletinin kurulması konusundaki çalışmaların ha­berleri geliyordu. O, bu haberleri şiddet yanlısı bir bakışla gözlemliyordu. Ve valilerine olayları şiddet kullanarak bastırmalarını emrediyordu. Bu propagandalar dal-budak sala­rak ürünlerini vermesin diye. Nitekim olaylar şiddetlendi ve her olay kendi kuralınca giz ı gizli gelişip günyüzüne çıktı. Hatta olayları bastırma güçleri o dereceye vardı ki, Muammed b. Ali b. Abdullah b. Abbas kendi tarafından valileri onların üzerine gönderiyor, bu kuvvetler karşısında kendilerini kamufle ediyorlar, sadece ortaya konulmasında davarlarına yarar sağlayacak varsa o zaman ortaya çıkıyorlardı.

Bütün bu olaylar h. 120 yılı dolaylarında ve bu tarihten sonra meydana gelmiştir.

Ama Hişam bütün bu olaylardan bir an olsun gözlerini ayırmıyordu. O, ortaya çıkan sinsice gelişen olayları da sürekli kontrol etmek girişimiyle tedavi edi-

yordu. Hz. Ali yanlılarının dayanışma halinde üstünlük sağladıkları bu Haşimilik dava­sının üzerinde, Irak´taki Ali taraftarlarının açık propagandaları daha etkili ve güçlüydü. Hatta Halid b. Abdullah el-Kasri şüphesi? Beyan b. Sem´an ve Muğire b. Said´in davet ettikleri cesurane propagandaları ile onları iyi tanır ve her ikisini de derhal katleder. Ni­tekim o ikisiyle Ebu Haşini ve daha sonraları Muhammed Bakır arasında geçen olayları aktarmıştık.

35- Güçlü Hişam, Ali yanlılarına teyakkuz durumundaki her an harekete hazır olan ve pusuda bekleyen düşmanın gözüyîe bakıyordu. Halkın onlara olan muhabbetini, Ali Zeynel Abidin´i Kabe´yi lavaf edişi esnasında kalabalıkların onun ileri geçmesi ve Hace-rülesved´i istilam etmesi için safları nasıl yardıklarını gördüğü zamandan beri onlar üze­rindeki etkisini çok iyi biliyordu. O ise her ne kadar o esnada emirü´l-mü´minin değil idiyse de, hükümdar ailesinden olmasına karşın Hacerülesved´i istilam edemiyordu. La­kin, kalbinde şöyle teselli buluyordu ki onlar kendi valilerinin denetim ve gözetimi al­tında Medine´de sanki cezaevinde yaşıyormuş gibi ikamet etmekteler, yahut kendileri için çizmiş oldukları ve yöneticilerin de bu durumu hem kendileri hem de onlar için uy­gun buldukları sınırlı bir ikamet içerisinde idiler.

Eğer Ehl-i Beyt´in en güçlü gençlerinden bir genç beldeler arasında araştırıcı incele­meci olarak mekik dokuyuvermeseydi işler normal akışında devam edecekti. Nitekim bu genç Ehli Beyt şiasınm ikamet ettiği Irak´a gitti. Zaten Horasan´a Haşimilik davası oradan taşmış ve Ali yanlısı olduklarını da ilk etapta gizlemişlerdi. Ancak hakimiyeti tam olarak ele alıp ve İslam devletinin kürsüsüne oturduktan veya böyle bir kürsüye oturmaya götüren yollar hazırlandıktan sonra işin gerçek yüzünü açıkladılar.

tşte Medine´den Irak´a taşımveren veya ikisi arasında mekik dokuyan bu genç adam, Zeyd b. Ali Zeynel Abİdin´dir. îşte o zaman Hişam b. Abdülmelik´in kalbindeki bütün ümitler kaybolmuş ve yerini kendi açısından sıkıntı ve izdıraba terketmişlir. Oysa ki o, uyanık ve korktuklarım ilaçla yahut ondan korunmak suretiyle üstesinden gelen muhte­ris birisiydi. Yine o, her durumda olayın meydana gelişinden önce hilesini bulan bir kimseydi. [16]


Zeyd´in Zorlukları Göğüslemesi


36- Hişam, kendi yöresinde ortaya çıkan durumları çözümlüyordu. Egemenliği altın­daki olayların tedavisini de Horasan´daki valilere bırakmıştı. Valilerin tümü güvenilir ve sağlam dostlarıydı. Bütün uygulamalarım onun onayına sunarlar ve emri aleyhine hiçbir şey yapmazlardı.

Onda kıyam hareketi zuhur etmedikçe ve fitneye eğilimi sözkonusu olmadıkça da Zeyd´e karşı tavır koymaya imkan yoktu. Lakin Hişam, bu fitneleri kendi kendine besle-

*.- -fmfve karar verdi. Bunun için de Zeyd´e zorluk çıkarmaya yöneldi. Ortaya çıkan durum şudur ki Plişam, bu zorluk çıkarma ameliyesini Ehl-i Beyt´in içinden sadece , tahsjs etmedi. Elimizdeki tarih kitaplarında Zeyd´Ie birlikte bir kısım Ehl-i Beyt f ri selenlerine de zorluklar çıkarıldığını ortaya çıkaran haberler vardır. Yine bu çıkan-1 zorluklar arasında genel olarak Ehl-i Beyt´in üzerine çirkin işler yaptırmaya yönel­mek ve Medine´de onlarla ilgili dedi-kodu çoğaltmak da vardı.

Şimdi biz, bu haberlerden iki tanesini belirtelim:

Birincisi: tbnü´l-Esir´in "eî-Kamil" adlı kitabında anlattığı şu haber vardır: Zeyd´Ie Cafer b Hasan b. Hasan arasında, Medine´de bulunan Ali (k.v.)´nin vakıflarına nezaret etmek konusunda ayrılıklar vardı. Ancak aralarındaki bu ihtilaf ileri düzeyde değildi. Daha sonraları bu ayrılık Cafer´in Ölümünden sonra kardeşi Abdullah b. Hasan b. Ha-san´a intikal etti. İşte Hişam tarafından Medine valiliğine getirilen Halid b. Abdülmelik b. el-Haris, böylece fırsatı yakaladı. İhtilafı çözümleme görevini üstlenmişti. Bu, kızış­tırmak ve alevlendirmek için iyi bir fırsattı. Medine, Ehl-i Beyt imamlarının karşılıklı atıştıkları dil kavgalarına tanık oluyordu.

Ve Abdullah b. Hasan işe koyularak hasımkarane bir tutumla şöyle söyledi:

- Ey İbn-i Sindî! (Sind´H cariyenin oğlu) Zeyd, gülerek dedi ki:

- İsmail de bir cariyenin oğluydu. Bununla birlikte efendisinin ölümünden sonra ev­lenmedi. Çünkü efendisi kendisinden başkasıyla evlenmemişti. (Yani Hüseyin´in kızı Abdullah´ın annesi Fatıma´dan başkasıyla) o ise babamdan sonra Abdullah Hasan b. Ha­san ile evlendi. Sonra Abdullah pişman oldu ve yengesi durumunda olan Fatıma´dan ha­ya ederek bir zaman yanına girmedi. Bunun üzerine Fatıma ona şu mektubu gönderdi: "Ey kardeşimin oğlu, ben, senin katındaki annenin, Abdullah´ın katındaki annesi gibi ol­duğunu iyi biliyorum." Sonra oğlu Abdullah´a da şöyle dedi:

Zeyd´in annesi hakkında ne kötü konuştun. Vallahi o da senin gibi kavmin yabancı­larından olarak ne güzel"

Fakat çekişmelerin sürekliliğini arzu eden Hakem, ikisine de mektup göndererek Şöyle dedi: "Bize yüzkarası oldunuz. Eğer ikinizin arasını bulup da çözümleyemediy-sem, ben Abdülmelik değilim."

Medine´de fitne kazanı kaynıyordu. Birisi "Zeyd şöyle diyor" derken diğeri "Zeyd

böyle diyor" diye naklediyordu. Birisi de "Abdullah böyle diyor" diyordu. Ertesi gün

olunca Halid mescitte oturdu. Halk etrafına toplandı; bu olaylara sevineni de üzüleni de

a aydı. Hahd, onların birbiriyle atışmalarından hoşlanır bir tavırla ikisini de yanına

Çağırdı. Abdullah söylenerek gitti. Üstün şahsiyetli Zeyd şöyle dedi: "Ey Ebu Muham

ceeetme. Eğer Halid her zaman seninle beni birbirimize düşürmek için uğraşıyorsa, bilesin ki Zeyd maliki bulunduğu şeylerin hepsini boyamıştır." Sonra Halid´e dö­nerek dedi ki: "Sen Rasulullah (sav)in züıriyetini Bbu Bekir ve Ömer´in aralarını bula madiği bir konuda bir araya getirdin değil mi...."

Halid´in bu noktada yapacağı en tutarlı iş, husumeti sona erdirmekti. Çünkü iki ha­sım taraftan biri arkadaşının lehine kendi hakkından vazgeçmişti. Fakat Halid´in istediği ne hakemlik, ne de arabuluculuktu. Onun istediği tek şey. Nebi (sav)in Ehl-i Beyti hak­kında kötü dedikodular için kapıyı açık bırakmaktı. Bu yüzden bu tatlı son buluşa çok üzüldü. Orada oturanlara Zeyd´i karalayıp lekelemek için teşvik ederek dedi ki:

- Bu sefih adamı destekleyen bir kişi var mı? Ensar zürriyetinden bir adam söz ala­rak şöyle dedi:

- Ey Ebu Turab´ın oğlu, ey sefih Hüseyin´in oğlu, bir valinin senin üzerindeki hakkı ve saygınlığı olduğunu görmüyor musun? Zeyd:

- Sus. senin gibilere cevap vermiyoruz.

- Elbette benim karşıma çıkamazsın. Vallahi hem ben senden daha hayırlıyım, hem benim babam senin babandan daha hayırlıdır ve hem de benim annem senin annenden daha hayırlıdır.

Zeyd gülerek:

- Ey Kureyş topluluğu, bu din gerçekten elden gitti dedi.

Hemen müminlerin emiri Ömer b. Hattab´ın sülalesinden Abdullah b. Vakıd:

- (Zeyd´e kötü kanuşam kasdederek) Yalan söylüyorsun ey Kehtani. ALLAH´a andol-sun ki o hem şahsiyet, hem de baba ve anne yönünden senden daha üstündür dedi ve birçok sözler söyleyerek kucakladı. Sonra bir avuç çakıl aldı ve yere savurarak dedi ki:

- Andolsun ki vallahi bu durumlara sabrımız kalmamıştır.[17]

37- İkincisi: Zeyd´le Davud b. Ali b. Abdullah b. Abbas ve Muhammed b. Ömer b. Ali b. Ebu Talib Irak´a gittiler. O sırada vali, Halid b. Abdullah el-Kasri idi. Onların ge­lişini ağırladı ve kendilerini bahşişle ödüllendirdi. Sonra Medine´ye döndüler. Bu olay­dan sonra 120. senesinde Halid b. Abdullah el-Kasri görevden alındı. Daha sonra Irak valiliğine Yusuf b. Ömer es-Sakafi getirildi. Halid´in Zeyd´den Medine´de on bin dirhem karşılığında bir arazi satmaldığım sonra da yeri ona geri verdiğini ileri sürdü. Hişam he­men Medine defterdarlarına, onları Şam´daki sarayına getirmesini emretti. Huzuruna çıktıklarında durumla ilgili bilgilerini sordu. Onlar, bahşiş aldıklarını itiraf ettiler ama bunun dışındaki iddiaları reddettiler. Onlar


Konu Başlığı: Ynt: ZEYD B. ALİ (H.80-122)
Gönderen: Zehibe üzerinde 02 Mart 2014, 13:24:03
Rabbim kendilerinden razı olsun. Bizlere de onların şefaatlerini ve ilmi donanımlarını nasip eylesin.


Konu Başlığı: Ynt: ZEYD B. ALİ (H.80-122)
Gönderen: 8-D fatma zehra üzerinde 15 Nisan 2014, 19:46:43
allah ilim dünyası ailesinden razı olsun bu kadar güzel bilgileri paylaştığınız için


Konu Başlığı: Ynt: ZEYD B. ALİ (H.80-122)
Gönderen: Kaan Han üzerinde 21 Nisan 2015, 19:14:36

tşte Medine´den Irak´a taşımveren veya ikisi arasında mekik dokuyan bu genç adam, Zeyd b. Ali Zeynel Abİdin´dir. îşte o zaman Hişam b. Abdülmelik´in kalbindeki bütün ümitler kaybolmuş ve yerini kendi açısından sıkıntı ve izdıraba terketmişlir. Oysa ki o, uyanık ve korktuklarım ilaçla yahut ondan korunmak suretiyle üstesinden gelen muhte­ris birisiydi. Yine o, her durumda olayın meydana gelişinden önce hilesini bulan bir kimseydi