๑۩۞۩๑ Kitap Dünyası - İlim Dünyası Kütüphanesi ๑۩۞۩๑ => İslam Devletler Hukuku => Konuyu başlatan: Sümeyye üzerinde 18 Şubat 2011, 13:25:46



Konu Başlığı: Eman lafızları
Gönderen: Sümeyye üzerinde 18 Şubat 2011, 13:25:46
Eman Lafızları


372- imam Muhammed şöyle der: Müslümanlar gayri müs-limlere sesli olarak eman verdiklerini hangi dille olursa olsun ilan etseler ve onlar da seslerini işitseler, hepsi eman altında olurlar.

Bu dilin Arapça, Farsça, Rumca ve Kıptice olması aynıdır.

Bununla ilgili Hz. Ömer'den gelen şöyle bir haber var: Irakta bulunan askerlerine şöyle yazdı: Bir kimseye; Korkma, ürkme, telaşlanma, dediği­niz zaman o adam eman altında olur. Çünkü Cenabı Hak dilleri ve kaste­dilen şeyleri bilir. Eman, öldürerek yahut yağmalayarak onlara zarar vermemektir. Bu da Allah'ın bir hakkıdır. Cenabı Hakkın ilminden zerre kadar bir şey kaybolmaz. O her gizliliği bilir.

Bu mukaddimeden de anlaşıldığı gibi muamelatla ilgili işlerde tek başına bir dilin kendisi sözkonusu olmayıp anlaşılan mana önemlidir. İmam Muham­med ve Ebû Yusuf ibadetlerde Arapça dil şartını koşmuşlardır. Çünkü tekbir ve namaz kıraatini Farsça okumayı bu ikisi caiz görmemektedir. Zira İslam, dinsel metnin hem lafzına, hem manasına bağlı kalmayı gerektirir. Bunu gözetmek gerekir.

Muammelatta ise bu şart değildir. Tasdik ve ikrar olan iman hangi dille olursa olsun sahih olunca, eman öncelikle sahih olur. Kurban keserken de oku­nan besmele, maksat hasıl olduktan sonra hangi dille olursa olsun sahihtir. Emanda İse bunların hepsinden daha çok genişlik vardır.

373- Düşmanın bilmediği bir dille müslümanlar eman altın­da olduklarını kendilerine duyursalar, yine emin olurlar.[25]

Kendilerine eman verildiğini tam manasiyle bilmeleri zordur. Çünkü bunu bilmeleri batini bir iştir. Hükmü ona bağlamak mümkün değildir.

Hüküm kendisine delalet eden açık sebebe taalluk eder. O da "eman" sözü­nü kendilerine duyurmaktır. Bu da fıkıhta büyük bir esastır. Bunun için duy-

mayı şart koştuk. Çünkü duyamayacakları kadar uzak bir mesafeden seslenecek olurlarsa, eman olmaz. Zira bunu duyup duymadıklarını anlamak müm­kündür. Yine aralarında bir tercüman bulunup da kendilerine müslümanlann bu sözlerinin manasını anlatabilir. Bununla eman gerçekleşmiyecek olursa, bu müslümanlann onlara hainlik etmeleri sözkonusu olur. Oysa hiyanetten sakınmak vaciptir.

Anlaşılıyor ki onlar anlamasalar bile müslümanlar kendilerine bilmedikleri bir dille seslendikleri için anlam olarak eman vermiş sayılırlar. Bundan dolayı sesi anlamamaları eman altında olduklarına dair hükmü iptal etmez.

374- Müslümanların seslerini işitmiyecek uzaklıkta iseler, eman hükmü sabit olmaz.

Çünkü müslümanlann seslerini kendileri anlıyacak durumda değildirler. Zira aradaki mesafe büyüktür.

375- Müslümanlar düşman bir kimseye: eman altındasın, korkma, sana zarar gelmez, dediklerinde o kimse tamamen e-man altına girmiş olur.

Çünkü bu nevi sözlerle ancak korku içinde olan kişinin korkusunu gider­mek için hitabedilir. Eman'ın gerçekleşmesiyle kendisinden korku gider. Her müslüman eman verme yetkisine sahip olduğundan bu sözlerden birini söyle­diğinde eman vermiş sayılır.

Mesela, kölesine, "azad ettim, sen hürsün" demesiyle kölenin hürriyetine kavuşması gibi.

376- Müellif,  aklî dengesi bozuk olanın verdiği emana de­ğinerek şöyle demektedir: Aklî dengesi bozuk olan kimse İsla-mı tavsif edip akledebiliyorsa, verdiği eman geçerlidir. Bu kişi iman konusunda akıllı sabi (çocuk) gibidir. Çocuğun emanı bö­lümünde belirttiğimiz ihtilaf bunda da sözkonusudur.

377- İslamı akledip anlamıyorsa, emanı geçerli değildir.

Çünkü O, akledemiyen çocuk hükmündedir. Ancak geçimini temin konu­sunda aklı yeterli olduğu halde baliğ olup İslamı anlamıyor ve akletmiyorsa bu kişi mürted hükmündedir ve mürteddin eman vermesi caiz değildir. Halbuki çocuk böyle değildir. Babasına yahut ikisinden birine tabi olarak İslamı akledip tavsif edemiyorsa bile müslümandır. Emanı anlayacak seviyede ise İmam Muhammed'e göre emanı geçerli olur.

378- Komutan, zimmîlerden birine, muhariplere eman ver­mesini emretse, yahut müslümanlardan biri zimmîye böyle bir şey emretse ve zımmî de yerine getirse, bu eman caizdir.

Çünkü komutan eman yetkisini bizzat kendisi elinde bulundurmaktadır. Emir verdikten sonra zimmi de bu yetkiye sahip olur. Zimmînin, inancı sebe­biyle düşman tarafa meyil duyacağı mülahazasiyle emanı sahih olmamakla be­raber müslümanın ona emretmesi halinde onun verdiği eman sahih olur. Müslü-manın ona emretmesi ve zimmînin de yerine getirmesiyle zimmînin müslüman­lar tarafına meyli açığa çıkmaktadır.

Ama çarpışmasını emrederse, durum değişir. Sadece bu emirle emanı muteber olmaz. Çünkü müslümanın zimmîye çarpışma emrini vermesiyle eman yetkisini de verdiği manası çıkmaz. Böyle bir şey olsa kafirin kendisi eman vermiş sayılır. Halbuki kafir bu konuda yetkili değildir.

Ancak müslüman kişi, ona eman vermeği emrederse bu emirde eman ver­me serbestisi manası da vardır. Çünkü bu eman müslümanın reyi ile çıkmıştır. Bunda töhmet de sözkonusu değildir.

Bu emir iki şekilde olmaktadır: Ya zimmînin doğrudan doğruya: "Size e-man verdim" yahut "Falan müslüman size eman verdi" demesiyle olur. Müs­lüman ona: "Şunlara eman ver" dediğinde zimmînin, "Size eman verdim, yahut falan size eman "verdi" demesi arasında fark yoktur. Onlar da eman altında olurlar. Çünkü bu emirle eman verme yetkisine sahip olur. Bu konuda herhangi bir müslüman hükmüne girer. Müslümanın onlara: "Size eman verdim yahut falanca size eman verdi" demesi müsavidir. Her iki şekilde de eman altında olurlar. Çünkü emanm yetkili kişi tarafından verildiğini belirtmektedir.

Müslüman kişi, zimmiye: "Falan size eman veriyor" demesni emretse ve zımmi de bu şekilde söylerse, onlar eman altında olurlar. Çünkü zımmiyi ken­dilerine elçi göndermiş gibidir. O da bu görevini yerine getirmiş olur. Bu da, kendilerine eman verdiğini bildiren bir mektup yazması ve zımmi ile gönder­mesi gibidir. Bu mektup kendilerine ulaşınca, eman altında olurlar.

Kendisi onlara: "Size eman verdim" derse, bu eman geçerli olmaz. Çünkü kendisine verilen emre muhalefet etmiş olur. Onun görevi mektubu kendilerine ulaştırmaktı. Bu da eman verme yetkisini içine almaz. Yine: "Size eman ver­dim" demesi mektubu ulaştırması demek değildir. Sadece kendi kendine ek ola­rak yaptığı bir akiddir. Akid yapmağa da yetkili olmadığından bu akdi geçersizdir.

379- İmanı Muhammed şöyle der: Düşmana esir düşenin verdiği eman, kendisinden başka müslümanları bağlamaz.

Çünkü verdiği eman sırf kendi adına olup diğer müslümanlara şamil de­ğildir. Nitekim esir kendi canından korkmaktadır. Halbuki eman verenin kendi canından emin olması lazımdır. Sonra dârulharpteki kafirler zaten esirden emindir. Çünkü esirin bütün imkanları elinden alınmıştır. Düşman yurdunda hemen hemen herzaman bir müslüman esir bulunduğundan onun vereceği eman başkasını bağlamaz. Aksi halde düşmanla savaş kapısı sürekli kapanmış olur. Çünkü korkuya her kapıldıklarında esiri zorlayarak ondan eman alabilirler. Bundan dolayı esirin verdiği eman diğer müslümanları bağlamaz.

Ancak kendisi için düşmanla yaptığı eman akdine iki tarafın da bağlı kal­ması gerekir. Mallarından bir şey çalmaması lazımdır. Çünkü kendisi için bir töhmet vaki değildir. Zira daha önce onların yurtlarında eman altında olarak kalmak için ahde vefayı kendine şart koşmuştur.

380- Düşmanın elinde gördüğü müslüman köle veya müslü­man cariyeyi kurtarmak niyetiyle de olsa, müslümanın eman ahdini bozması caiz değildir.

Çünkü bu esnada dârulharp kafirleri İslama girecek olsalar müslüman esir ve cariye yine salim kalırlar. Malları konusunda da durum aynıdır.

381- Ancak kafirlerin elinde hür bir müslüman veya zınımi veya sözleşmeli köle ya da ümmü'I-veled yahut bir müslünıana veya zımmiye borçlu olan kimselerden birini görürse bunları ellerinden kurtarmağa çalışabilir.

Çünkü bunlar ganimet olmazlar. Nitekim onun vasıtasıyla onlar müslü­man olsa kendisi onların olmaz. Zaten sayılan kişileri haksız  yere tutuyorlar.

Nitekim onlara eman verirken haksızlıklarını tekeffül etmiş değildir. Onun için hırsızlıkla veya gaspederek o kişileri çıkarıp kurtarma hakkma sahiptir. Ancak hakkında ahid vermek caiz olan şeylerde ahde riayet etmesi gerekir. Onları kafirlerden kurtardıktan sonra tekrar ellerine vermek üzere eman akdi yapması caiz değildir.

382- İslam ordusu karargahında eman verilen kimseleri, komutan düşmanla yaptığı anlaşmayı bozmak isterse, önce on­ları emin bir yere ulaştırması gerekir. Ancak bunlar, "esir alı­nan kadın ve çocuklarımızdan ayrılmak istemiyoruz" diyerek çıkmayı kabul etmezlerse, komutan kendilerine zarar verme­mek ve emin oldukları yere götürmek için düşmana saldırıyı geciktirir. Böylece kendilerini ihtar ederek özür kabul etmiye-ceğini de bildirir. "Şu saate kadar çıkıp gitmezseniz sizi zimmi sayar, haraca bağlarız ve emin olmayacağımız yere de salma­yız." diyerek ihtar eder. Bu müddet içinde çıkıp gitmezlerse kendileri zımmi olmayı kabul etmiş sayılırlar. Böylece uzun müddet İslam yurdunda kalırlarsa eman altında yaşıyan zım-miler gibi zimmet akdini zımnen kabullenmiş sayılırlar.

383- Komutan, düşman askerinin İslam ordusuna saldır­masından ve müslümanları gece Öldürmelerinden endişe edi­yorsa onları emin olacakları yere çıkmaya zorlayabilir ve bir süre tayin edebilir. Bu konuda müslümanları gözetmesi gere­kir. Her gece eman verdiği kişileri bir yere toplar ve başlarına nöbetçi diker.

Çünkü onların çıkmaya ve çocukları ile eşlerinden belirli bir süre içinde ayrılmaya zorlanmaları sonucu tehlikeleri daha da artmış olur. Onları gözettiği gibi müslümanları da gözetmesi lazımdır. Gözetme yolu da budur.

Belirtilen süre içinde çıkmayıp zımmi olmayı kabul ederlerse, hergün bir yere toplanır ve İslam yurduna çıkıncaya kadar başlarına her gece bekçiler dikilir.

Çünkü sürenin geçmesi ile zımmi de olsalar kendilerinden tamamen emin olmak doğru değildir. Aksine cizye vermekle mükellef tutulmaları onların tehlikesini daha da artırmıştır. Yine korkuları gece daha çok artmaktadır. Bu sebep­ten her gece başlarına nöbetçi diker. Sabah olunca nöbetçiler onları eş ve

çocukları ile başbaşa bırakır.

384- Yine İslam ordusu düşmanla yüz yüze geldiğinde bun­lar bir yere toplanır ve başlarına nöbetçiler dikilir.

Çünkü iki ordu karşılaştığında tehlike ihtimali daha da artar. Düşmanla savaşmak için müslümanların bunlar tarafından emin olmaları lazımdır. Bu da başlarına bekçiler dikmek suretiyle gerçekleşir.

Onları ücretsiz beklemek imkanı yoksa, yönetici ganimet malından ücret vererek başlarına bekçiler dikebilir.

Çünkü ücretle görevli tutmada ganimeti toplıyan mücahidlerin yaran vardır. Bu ödeme, ganimet mallarını yahut ganimeti toplayan erlerin menfaatini korumak için verilecek ücret gibidir.

Bu koruma da cihad kapsamındadır, halbuki cihad ücretle nasıl caiz olur? diye akla bir soru gelebilir. Hemen belirteyim ki, durum böyle değildir. Çünkü beklenen kimseler muharip değil, zımmidirler. Bunları beklemek de cihad sa­yılmaz. Bu bekleme müslümanlara yahut onların eşyasına saldırma endişe­sinden dolayıdır. Ganimetleri korumak için ücretle bekçi tutup bunları bek­lemek, ganimetleri almak ve müslümanları öldürmelerini önlemek için ücretle nöbetçi dikmek arasında fark yoktur.

385- Müslüman askerlerden biri, kaledeki veya siperdeki müşriklerden birine: "Gel" anlamında bir işaret yapsa veya kaledekilere, "Kapıyı açın" şeklinde işaret etse yahut göğe işaret yapsa ve müşrikler de bunu eman sanarak istenen bu şeyleri yerine getirseler, yapılan bu şeylerin müslümanlarla düşman taraf arasında eman ifade edip etmediği önceden bilinsin veya bilinmesin eman sayılır ve "Size eman verdim" hükmündedir.

Çünkü eman işinde çerçeveyi geniş tutmak esastır. Hıyanete benzer şey­lerden sakınmak da vaciptir. Aralarında daha önce biliniyorsa zaten mesele yoktur. Çünkü örfle sabit olan, nasla sabit olmuş gibidir. Böyle bir şey eman

sayılmıyacak olursa, hıyanet olur. Daha önce bilinmiyorsa onu örf mesabesine, hatta daha üstün seviyeye çıkaran halin delaleti mevcuttur. O da emirleri yerine getirmeleri ve istenilen şekilde davranmalarıdır. Bu da meseleyi açıklayan en açık delaletlerdendir. Nitekim, "çıkın ve bu kaleyi yıkın" emrine uyarak yerine getirseler bu da eman sayılır.

386- Sonra Hz. Ömer'in şu hadisini delil göstermektedir: "Müslümanlardan biri düşman askerlerinden birine "Buraya gel" derse ve "gelirsen öldürürüm" diyerek bildirse ve adam gelse eman altında olur.

"Gelirsen öldürürüm" sözünü anlamaz veya itişmezse hüküm böyle olur. Ama bunu anlar ve duyar da yine gelirse, fey olur. Çünkü vaziyetin ve örfün delaleti aksini iddia etse bile sözünün itibarını düşünür. "Erkeksen gel", "kavga istiyorsan gel", "gel de görürsün" gibi sözler söylediğinde bunun açıkça tehdit olduğu ve eman ifade etmediği açıktır. Ama mutlak olarak "gel" demesi, muva­fakat ifadesidir. Yine parmağı ile göğe işaret etmesi, "Seni Allah adına temin ederim" yahut "Allah'a yemin ederim ki sen emniyettesin" anlamında olup sana eman verdim, demektir.

387- Müslüman askerler düşman yurdunda savaşçı bir a-damı yahut kadını görür ve bu düşman savaşçı: ben eman al­mak için geldim, derse ve kendilerinin bundan daha önce ha­berleri yoksa, sözüne itibar edilmez ve fey sayılır.

Çünkü zahir durum onu yalanlamaktadır. Kendisine saldmlıncaya kadar o kişi gizlenmişti. Onun durumu da eman istiyene değil, saldırmak istiyen kişiye benzemektedir. Açıkçası tuzağa düşdükten sonra bir hile yolunu aramaktadır.

388- Müslüman askerlerin ulaşamıyacağı, fakat sesini du­yabildiği bir yerde ise ve müslümanlar da öldürmek istedikle­rinde sesini keserek müslümanlara teslim olursa fey' olur. Yö­netici dilerse, "Eman almak için geldim" sözünü dinlemeyip Öldürebilir.

Çünkü müslümanlar kendisini öldürmek istediklerinde onların eman verip vermiyeceğini seslenerek öğrenebilirdi. Sonra emin bir yerde de bulunuyordu.

Seslenerek eman istemeyi terkedince, elinde imkan olduğu halde böyle bir şey düşünmemiş demektir. Açıkçası müslümanlara karşı koymak istemiş, ancak imkan bulamayınca hile yoluna başvurmuştur.

389- Müslümanlar onu Öldürmek yahut esir etmek için ha­rekete geçmeden önce onlara gelse ve eman dilese, emin sayılır.

Çünkü onlara doğru gelmesi teslim olduğunun delilidir. Bu da eman dile­mek için seslenmek gibidir. Halbuki birinci durum böyle değildi. Müslüman­ların harekete geçmesinden sonra davranması onlara karşı koymak istediğini gösterir. Lakin müslümanların davranmasından önce gelişi teslim olma isteğini ifade eder. Onların tüccarları da eman istemeden müsliimanların yurduna girdiklerinde durum aynı olur.

390- Bir siperde bulunup da müslümanlar onun sesini duy-

mayacak durumda iseler ve tek başına hiçbir silah da taşı­madan çıkıp yanlarına gelse ve müslümanlara sesini duyuracak seviyede yaklaşınca eman isteğinde bulunsa, eman altında sayılır.

Çünkü kendi isteğiyle sığınağından çıkmış ve müslümanların duyacağı yere gelince eman talebinde bulunmuş ve silahını bırakmıştır. Bundan da anlaşılıyor ki eman istemek için gelmiştir. Eman verseler de vermeseler de o adam eman altındadır. Çünkü Şeriat onları eman altında saymıştır. Cenab-ı Hak buyuruyor:

"Müşriklerden biri sana sığınırsa, ona eman ver!"."[26]

"Eğer onlar barışa yanaşırsa, sen de yanaş..."[27]

391- Yine üzerinde silah taşısa bile savaşma pozisyonunda olmadığı sabitse, eman altında sayılır.

Çünkü silahı müslümanlara satmak yahut yerinde bırakırsa kaybolur endi­şesiyle silahı muhafaza etmek niyetiyle yanma almış olabilir.

392- Kılıcını çekmiş ve mızrağını hazırlamış olarak müslü­manların hakimiyet alanına girdikten sonra eman talebinde bulunsa, fey' sayılır.

Çünkü bu durumu onun savaşmak için geldiğini gösteriyor.

Netice olarak hakikatine vakıf olunması mümkün olmayan şeyde zahire göre hükmetmek caizdir. Hakikati bilinmiyen şeylerde kan dökmenin mübah-lığına götürse bile, galip kanaatla hükmetmek caizdir. Mesela bir kimse gece­leyin evine bir kimsenin girdiğini görüp hırsız veya hırsızlardan kaçan biri ol­duğunu kestiremediğinde şöyle düşünür: Hırsızlann alametlerini taşıyorsa veya yanında eşyalarım toparlıyan biri varsa kendilerine yaklaşmadan onları öldü­rürse, bir sorumluluğu olmaz. Üzerinde bu nevi alametler yoksa onu koruması gerekir. Vurmak için silah atması da caiz değildir.

Simaya bakıp hüküm vermenin caiz olduğunu şu ayeti kerime göster­mektedir.

"Suçlular simalarından tanınır."[28]

Duruma bakarak hüküm vermenin caiz olduğunu da bu ayet göstermek­tedir :

"Eğer savaşa çıkmak isteselerdi bir hazırlık yaparlardı."[29]

393- Asker geceleyin düşman yurduna indiğinde karşıdan bir müşrik gelerek müslümanların hakimiyet alanına girse ve ilk karşılaştığı silahlı kişilerden eman dilese, bu kişi emin olur.

Çünkü kendi iradesiyle çıkıp gelmiştir.. Ayrıca müslümanlara sesini du­yuracak yere geldiğinde onların etki alanı dışında sayılmaz. Zaten müslü­manlara sesini duyurmiyacak mesafeden bağırıp eman dilemek bir şey ifade etmez. Eman almak için bir şey şart koşması da bu durumda bir anlam ifade etmez

Meğâzî kitaplarında zikredildiğine göre Muhammed bin Mesleme, Beni Kureyza muhasarasında bir gece müslümanların başında bulunuyordu. Ansızın iki kişi kendisine doğru çıkıp geldi. Yanına varınca kendilerine sordu: Niçin geldiniz? Eman için geldik, deyince salıverdi ve ekledi: Allahım! İyi kişilerin hatalarını bağışlama faziletinden beni mahrum etme. Sonra onları bir daha gömıedi. Durumu Rasulullah'a bildirdiğinde kendisini kınamadı.

394- Askerin ardından, sağından veya solundan güçlükler çıkardığını gördükleri biri eman dilerse, kendisine eman veril­mez ve fey' sayılır. Başkan dilerse onu Öldürür.

Çünkü durumu casusluk için geldiğini yahut bazı müslümanlara gece bas­kın yapmayı tasarladığını göstermektedir. Daha önce de belirttiğimiz gibi böyle durumlarda galip zan ve galip kanaatle amel edilir.

395- Durumu anlaşılmayip eman için yahut başka bir şey için geldiği kestirilemezse başkan onu alıp İslam yurduna gön­derir ve onu zımmi olarak tutabilir.

Çünkü iki ihtimalin ortaya çıkması ve ihtimaller arasında tercih yapıla­maması halinde ihtiyat yolunu seçmek lazımdır. Öldürülmemesi ve fey yapıl­maması da ihtiyattandır. Çünkü eman istemek için geldiği muhtemeldir. Güven içinde olacağı yere göndermemesi yine ihtiyattandır. Zira askere saldırmak için geldiği muhtemeldir. İhtimal ile ne kanı akıtılabilir ne de bağışlanabilir.

Ömür boyu İslam diyarında tutulur. Müslüman olursa hür olur ve ona birşey düşmez, müslüman olmazsa haraca bağlanır.

İslam diyarına girmek isteyip de eman dilemek için seslerini ancak muslümanlann etki alanına girdikten sonra duyurabiliyorsa ve bu yere geldiklerinde eman isterlerse, emin olurlar.

Çünkü kendi iradeleriyle gelerek gerekli yollara başvurmuş sayılırlar.

396- Müslümanlardan emin ve etki alanı dışında oldukları halde gelip eman dilerlerse, müslümanlar onlara isterse eman verir, isterse vermez.

Çünkü düşmandan emniyet içinde olanlar yurdumuza geldiklerinde dârul-harpte yahut kalelerinde bulunuyorlardı.

397- Daha önce eman almış olduğu halde kalelerinde olan muhariplerin emanlarmı muslümanlann geri almaları caiz i-ken, kalelerinde yeni eman taleb edenlerin talebini müslüman­lar evleviyetle red edebilirler.

Ama emniyet içinde olmayıp daha önce eman almış olan­ların emanını emin olacakları yere ulaştırıncaya kadar bozmak caiz değildir.

Yine muslümanlann etki alanına girinceye kadar eman isteğiyle gelirlerse istekleri red edilmez. Ama devlet başkanının o bölge halkına daha önce eman vermiyeceğİni bildirmesi, onların da bunu bilmesi halinde eman istekleri kabul edilmez. Buna rağmen çıkıp eman istemeğe gelenler olursa fey' sayılırlar. Çün­kü durumu daha önce biliyordu. Nitekim Cenabı Hak şöyle buyuruyor: "Size bunu daha önce bildirmiştim"[30]

Netice olarak eman talebi için emniyet yerinden ayrılan (kale, siper, mevzi gibi yerleri terkeden) ler teamül olarak emin sayılırlar. Aksine bir sarahat bulunmadıkça teamül hüküm gibi kabul edilir. Ama aksini belirten bir sarahat varsa teamüle (adete) itibar edilmez. Önüne yemek sofrası konulan kimseye ev sahibinin : "yeme" demesi gibi. Teamüle göre sofra yemek için gelir. Ama ev sahibi yememeyi sarahatle ifade edince bu teamül geçersiz olur.

398- Müslümanlar İslam ülkesinde savaşçı düşman bîrini gördüğünde,   "eman  ile  girdim"   dese bile sözüne  itibar etmezler.

Çünkü İslam yurduna girmesi yasak olduğundan bu adam zorla yakalanan kimse hükmüne geçer. Eman iddiası ile de töhmet altına girmiş olur. Töhmet altında olan adam hüccet olamaz. Nitekim bir müslüman onu yakalayıp köle­leştirmek İsterse, onun "eman ile buraya girdim" sözüne itibar etmez.

399- Bir müslüman çıkıp kendisinin ona eman verdiğini söylese, sözü tasdik edilmez.

Çünkü yetkisi dışındaki bir şeyi bildirmiş olur. Zira köle edinme yahut harbe geri gönderme hakkı müslüman topluma intikal etmiştir. Müslüman top­lumla sabit olanı bir kişinin ifadesi iptal edemez.

400- Eman verdiğini söyleyen müslaman fert dışında iki müslüman daha buna şahitlik ederse, o adam eınan altında olur.

Çünkü delil ile sabit olan, görme ile sabit olmuş gibidir. Kendisinin eman verdiğini söyliyen kişinin bu meselede şahitliği geçerli değildir. Çünkü kendi yaptığı işi söylemektedir. Onun şahitliği, şahitlik değil, dava olur. Gayri müs-Kmlerin şahitliği de muteber değildir. Müslüman kitle ile sabit olan hak, bir kişinin söylemesi ile iptal olmaz.

401- Yîne: "Ben kralın halifeye gönderdiği elçisiyim" derse sözü tasdik edilmez.

Çünkü bu söz, eman altında olduğunu iddia etmesi demektir. Elçiler her iki taraftan da eman altındadır. Cahiliyette de, İslamda da teamül budur. Barış veya savaş meselesi ancak elçilerle anlaşılır. Görevini (haberleşmeyi) yerine getire­bilmesi için elçinin eman altında olması lazımdır. Bir toplumun elçisi Rasulul-lah'ın (s.a.v.) huzurunda söylememesi gereken sözleri söyleyince Rasulullah ona: "elçi olmasaydın seni öldürürdüm" buyurdu. Bundan da anlaşılıyor ki elçi eman altındadır. Onun için sırf iddia etmesiyle elçi olduğu tasdik edilmez.

402- Kralın yazdığına benzer bir mektubu çıkarır ve bunu kral yazdı, diyerek elçi olduğunu iddia ederse, galip zan ile emanı sabit olur.

Mektup uydurma olabilir. Ancak dârulharpte kendisinin elçi olduğuna şahitlik yapacak iki müslüman şahit bulamayacağından bu kadarla kendisinden iktifa edilir. Daha önceki şeylerde de durum böyledir.

Ebû Hanife'ye göre yanında bir mektup yahut bir delili yoksa ve müslü-manlardan biri onu dârulİslamda yakalarsa fey1 olur. Çünkü müslümanların kuvveti sayesinde onu yakalayabilmiştir. Dârulharpte müslüman askerler ara­sında bulunan kişiyi birinin yakalaması gibidir. Ancak bu durumda kendisinden beşte bir pay (hms) vermek gerekir. Bu konuda rivayet tektir.

Beşte birin vacip olduğuna dair Ebû Hânife'den iki rivayet vardır. îmam Muhammed'e göre bu adam, onu yakalayan müslüman için fey'dir. Çünkü islam diyarında bu adam mubahtır. Onu kim önce yakalarsa kendi mülkiyeti olur. Avı yakalayan ve otu toplayan kimse gibidir. Beşte birin vacip olduğuna dair İmam Muhammed'den de iki rivayet vardır.

Netice olarak İmam Ebû Hanife'ye göre bu adamın İslam yurduna girişi yasak olduğundan, girdikten sonra yakalanınca yenik düşmüş hükmünde olur ve yakalanmadan önce İslama girse bile fey1 sayılır. Daha önce yakalanan ve devlet başkanı tarafından henüz köleleştirilmeden müslüman olan esir gibidir.

İmam Muhammed'e göre ise, bir müslüman yakalamadıkça o adam İslam diyarında yakalanmış gibi olmaz. Müslüman olursa hür olur. Çünkü ele geçirmek esasında yurtla değil, elle olur. Bunun için yakalanmadan önce tekrar eski yurduna dönerse hür olur. Biri ele geçirirse sadece kendisi ele geçirdiği İçin onun mülkü olur.

"Yakalamadan önce kendisine eman verdim" derse İmam Muhammed'e göre emin olur. Çünkü zahirde onun kölesidir. Hür olduğunu da itiraf etmiştir. İtirafından dolayı da töhmet altına girmez.

Ebû Hanife'nin kıyasına göre bu sözünde tasdik edilmiş olmaması lazım­dır. Çünkü müslüman cemaatin hakkı onda sabit olmuştur. Haklarını iptal etme­de zaten tasdik edilmiş değildir. İslam yurdunda müslüman olduktan sonra yakalanmadan dârulharbe dönerse hür olur ve ona bir şey de gerekmez.

İmam Muhammed'e göre bu meselede bir kapalılık yoktur. Çünkü yurduna dönse de dönmese de hürdür. Ebû Hanife'ye göre bu adam devlet başkanı tara­fından köleleştirilmedikçe yakalanmış olsa bile köle olmaz. Dârul harbe döner­se köleliği kalkar. İslama girmesi halinde kesin olarak hürdür. Bundan sonra köle yapılmaz. Müslüman olduktan sonra tekrar dârulharbe dönen ve tekrar yakalanan köle gibi. Orada hür olduğu gibi burda da hürdür.

403- İslam ordusu düşmana ait şehirlerden birine uğradık­tan sonra başka bir tarafa geçeceği zaman şehir halkı onlara: "Sizden kimseyi öldürmemek şartı ile bu yoldan değil de başka yoldan gidebilirsiniz" diye teklif ederse ve müslümanların da şehrin sahibi düşmana gücü yetmiyorsa, her ne kadar daha uzak ve zor ise de onların yararına olursa bu teklifi kabul edebilirler.

Çünkü düşmanın orduyu takibederek arkadan birer ikişer müslümanları öldürmesinden emin değildir. Halbuki bu anlaşma onları bu tehlikeden kurtar­maktadır. Nitekim Rasulullah (s.a.v.) Hudeybiye'de bundan daha ağır şartlan kabul etmiştir. Mekkeliler müslüman olup Medine'ye gelen herkesi kendilerine iade etmesini şart koştular. Bu şart yürürlükten kalkıncaya kadar Rasulullah (s.a.v.) ona bağlı kaldı. Zira Mekkelilerle Hayber ehli arasındaki anlaşmaya göre taraflardan kim saldırıya uğrarsa diğeri onu koruyacaktı. Bu da müslü­manları ilgilendirirdi. Böylece Rasulullah (s.a.v.) Hayber'e yürüdüğü zaman Mekkelilerden emin olmak için kendileriyle anlaşma yaptı. Bundan da anlıyo­ruz ki müslümanlara yararlı olduğu sürece bu nevi şartı kabul etmede bir sakınca yoktur.

404- Bu şartı kabul ettikten sonra aynı yoldan geçmeğe tekrar karar verirlerse bu ahdi bozar ve durumu onlara bil­dirirler.

Çünkü bu, eman ve saldırmazlık ahdi mesabesindedir. Buna riayet etmek ve kendileri bozuncaya kadar bozmamak gerekir.

405- Müslümanlar: "Bu yoldan geçmemiz kendilerine zarar vermez" diye ısrar ederse, kendilerine şöyle denebilir: "Bu yol üzerinde herhalde onların ekinleri, hurmalıkları ve meraları olabilir. Bunlar kendilerine lazım olur. Onları kullanmanızı ve hayvanlarınızı otlatmanızı da istemiyorlar. Yahut hayvanları vardır. Onların olduğu yerden geçmenizi istemiyorlar.

"Hayır, bu en kolay yoldur. Geçerken hiç dokunmayaca­ğız" derlerse, kendilerine şöyle denilir: Hiçbir şey olmazsa bile mümkün değildir. Çünkü adamlar herhalde kalelerini ve hay­vanlarını görmenizi, yolunu bellemenizi istemiyorlar. Sonra başka sefer gelirsiniz ve zarar verirsiniz. Yahut burada onların açık bir tarafım görür ve gelir saldırırsınız. Onun için yapaca­ğınız bir tek şey var; O da Cenabı Hakkın şu kavline göre ya sözünüzü tutarsınız yahut ahdi bozduğunuzu bildirisiniz. O, şöyle buyuruyor: "Sen de onlara karşı anlaşmayı bozarak aynı şekilde davran"[31]

406- Şehir halkı "nehrimizin suyundan içmemek üzere bize söz vezin, der ve biz de kabul edersek, nehirden içmemizin ken­dilerine zararı olsun veya olmasın sözümüzü tutmamız lazım­dır. Ama kendilerine zarar dokunmıyacağını kesin olarak bili­yorsak, onların haberi olmadan da içmemizin ve hayvanlara su vermemizin bir sakıncası yoktur.

Çünkü şartın faydası varsa gözetilmesi gerekir. Fayda getirmiyen yahut zararı önlemeyen şartı koşmak İnadçılıktır. Bu işin kendilerine zarar vermiye-ceğini bildiğimiz anda bu şart yararsız ve geçersiz olur. Eğer kendilerine zarar veriyorsa bu şarta riayet etmek lazımdır. Fayda veya zarar belli değilse, zahire ,göre hükmedilir. O da bir menfaat sağlamadan yahut bir zararı önlemeden böyle şartı koş m ıyac aklarıdır. Çünkü aklı olan faydasız boş şeylerle uğraşmaz. Aksi sabit olmadıkça zahire göre hüküm vermek vaciptir.

407- Müslümanlar kendileri ve hayvanları o suya muhtaç iseler ahidlerini bozar ve kendilerine sudan faydalandıklarını bildirirler. Sonra sudan faydalanırlar. Mera için de durum aynıdır.

Çünkü kendi mülkiyetleri değildir. Rasulullah (s.a.v.) halkın su ve otlakta ortak olduklarını belirtmiştir. Böyle bir şartın kendilerine yararı olmadığını anlayınca bu ortaklık haklarını kullanırlar.

408- Ama ekine, bağlara ve meyvelere zarar vermemek üzere söz almışlarsa, kendilerine zararı olsun veya olmasın bunlardan bir şey almak yahut zarar vermek caiz değildir.

Çünkü bu onların mülkiyetidir. İnsanın tasarruf hakkı menfaat veya zarar açısından değil, malik olma hükmü ile geçerlidir. Ama müslümanlar bunlardan faydalanmak mecburiyetinde kalırsa, ahdi bozduklarını kendilerine bildirir ve kendileri ile hayvanları ondan faydalanır. Çünkü bu şartla mülklerindeki mü-bahlık sıfatı yok olmaz. Ancak ahdi bozmak (hıyanet) den sakınmak vaciptir. Bu da kendilerine bildirdikten sonra kendiliğinden yerine''gelir.

409- Ekin ve meralarını yakmamak üzere bizden söz almış iseler, yakmak dışında müslümanlar hayvanlarıyla beraber bu şeylerden faydalanabilirler.

Çünkü ahde bağlılık şart koştuğumuz kadariyle bizi bağlar. O da yakmak­tır. Ondan yemenin, yakma ile ilişkisi yoktur. Ayrıca insanın kendi mülkünden yemesi helal olduğu halde yakması caiz değildir.

Yine Şam alimleri düşmanın mallarını yakmayı mekruh gördükleri halde onlardan yemeyi mekruh saymamaktadır. Şehir halkı yakmanın zararını bildik­leri için bu şartı koşmuş olabilirler. Aslolan, şartnamede açıkça sabit olan şey­lere her yönden benzer ve aynı manada olmıyan şeylerin dahil olmamasıdır.

410- Köylerini yıkmamak üzere bizden söz alsalar bile ora­larda bulunan yiyecek, ot ve bina dışındaki şeylerden fayda­lanmada bir sakınca yoktur.

Çünkü yıkmak binalarda olur. Yiyecek ve benzeri şeyleri almak ise saklı şeylerde olur. Zaten yıkmadaki bozgunculuğu bildikleri için bu şartı koşmuş olabilirler. Yiyecek ve benzeri şeylerden faydalanmak caiz ise de kereste ve benzeri şeyleri almak caiz değildir. Ancak bina dışındaki keresteleri almak ve onunla ateş yakmakta bir sakınca yoktur. Çünkü bu yıkmak değil, faydalan­maktır. Bu şarta göre yıkarak veya yakarak evlerine zarar vermek yahut tahrip etmek helal olmaz. Çünkü bu tahripten de ötedir. Şartın hükmü bunda ön­celikle sabit olur.

Kilitli bir kapı bulup da açamazsak ahitlerini bozduğumuzu kendilerine bildirmeden önce onu kırmamız doğru olmaz. Ama açabilirsek bir sakıncası yoktur. Çünkü kapıyı açmak yıkmak demek değildir. Kilidini kırmadan aç­mamız mümkün değilse kırmak caiz değildir. Çünkü bu tahriptir. Şartın met­ninde kabul ettiğimiz şeylerin azı da, çoğu da aynıdır.

411- Ekinlerinden ve hayvanlarının yeminden faydalanma­mamızı şart koşmuşlarsa, bunlardan herhangi bir şey yak­mamız caiz değildir.

Çünkü yakmak, şart koştukları yememekten de öte bir zarardır. Evle-viyetle hükmün kapsamına girmektedir. Mesela anne babaya "üf' demek yasak ise, sövmek evleviyetle yasak olur. Bunda durum yakmamayi şart koşma­larının aksinedir. Çünkü yemek zarar bakımından yakmaktan daha hafiftir. Yakmak malın kendisini telef etmektir. Yemek ise kendisinden faydalanmaktır. Yememeyi şart koşmalarından maksat malın kendilerine kalmasıdır. Bu mal yeme ile yok olacağı gibi yakmakla da yok olur. Ama yakılmamasını şart koşmaları, mallarının bozulmaması demektir. Yemede ise bozmak yoktur. -

412- Ekinlerini yakmamayı şart koşmuşlarsa, yakmamız da caiz değildir.

Çünkü bu her yönden şartın metnine dahil olmuş gibidir. Çünkü her ikisi de ifsad etmektir.

413- Yine suya batırarak telef etmemeyi şart koşmuşlarsa, su ile telef etmek de caiz değildir.

414- Aynı şekilde gemilerini yakmamayı ve batırmamayı şart koşmuşlarsa, onları alıp götürmemiz de caiz değildir.

Çünkü bu şarttan maksat kendilerinden faydalanmaları için bizzat gemi­lerinin salim kalmasıdır. Onları alıp götürdüğümüz zaman yararlanma imkanları kalmaz.

Nitekim evlerini yakmamayı ve yıkmamayı şart koştuklarında evle­rini yıkıp kerestesini ve kapılarını alıp götürmek de caiz değildir.

Bundan maksatları adı geçen şeylerini telef etmemektir. Ancak hepsini şartın metnine dahil edememişlerdir. Telef etmenin açık sebeplerinden sadece yakma ve yıkmayı zikretmişlerdir.

415- Kendilerinden esir aldığımız kimseleri Öldürmemeyi şart koşmuşlarsa, yakaladığımız esirleri Öldürmeyip fey' say­mada bir sakınca yoktur.

Çünkü esir etmek, şart koştukları şekilde öldürmek demek değildir. Öl­dürmek bünyeyi yok etmektir. Nitekim düşmanın kadın ve çocuklarını esir almak caiz olduğu halde öldürmek caiz değildir.

416- Kendilerinden kimseyi esir etmemeyi şart koşmuş­larsa, esir almak yahut öldürmek bizim için caiz değildir.

Çünkü öldürmek esir almaktan daha kötüdür. Koştukları bu şart hem esir almak hem de öldürmek için geçerlidir.

Ancak kendileri de müslümanlardan kimseyi esir etmemek ve öldür­memek üzere verdikleri söze riayet etmiyerek hainlik ederlerse anlaşmayı bozmuş sayılırlar. Artık önceden olduğu gibi kendilerinden esir almamız yahut esirlerini öldürmemiz caiz olur.

Nitekim Mekkeliler Rasulullah'la anlaşmalı olan Huzaa oğulları aley­hine Bekr oğullarına yardım edince Rasulullah (S.A.V.) anlaşmayı bozdu­ğunu kendilerine duyurmadan üzerlerine yürümüş ve aniden bastırmak için işi gizli tutmuştur. Eğer içlerinden bir kişi bu fiili işlerse bu onların hepsinin ahdi bozdukları anlamına gelmez.

Çünkü bir kişinin bunu işlemesi aralarında yaygınlık kazanması demek değildir. Sonra, toplum adına bir kişinin anlaşmayı bozma yetkisi de yoktur. Nitekim bir müslümanın dinen haram olan bir şeyi işlemesi imanını bozması demek değildir. Yine bir zımmi bu şekilde davranırsa eman ahdini bozmuş demek değildir.

Şayet onlardan bir cemaat yahut başkanları veya bir ferd savaşmak amacıyla bunu işler de kendileri de bunu bildikleri halde değiştirmezse, o zaman bu davranış anlaşmayı bozmak sayılır.

Çünkü başkanın işlediği aralarında hemen yayılır. Aralarında biri işleyip de kendileri karşı çıkmazsa sanki kendileri ona emretmiş gibi olurlar. Nitekim, beyinsiz birinin yaptıklarına karşı çıkılmadığı zaman emredilmiş gibi sayılır. Bu işin aleni olarak işlenmesi iki taraf arasındaki anlaşmanın bozulması gibidir.

417- Her iki taraf esirleri öldürmemek üzere anlaştıkla­rında bizden esir aldıklarını öldürmedikleri takdirde bizim de onlardan esir aldığımız esirleri öldürmemiz caiz değildir.

Çünkü bu davranış onların anlaşmayı bozması demek değildir. Çünkü on­lar esir etmeme şartını değil, esirleri öldürmeme şartını kabullenmişlerdir. Şarta bağlı kaldıkları sürece aynı muamele ile biz de kendilerine karşı anlaşmaya bağlı kalırız.

418- Düşman taraftan biri eman ile islam yurduna girdik­ten sonra kasten veya yanlışlıkla bir müslümanı Öldürse veya yolkesenlik yapsa veya müslümanlar hakkında bilgi toplayıp düşmana vererek casusluk yapsa veya müslüman yahut zımmi bir kadınla zorla zina etse veya hırsızlık yapsa, bunlardan hiç­biri ile iki taraf arasındaki ahdi bozmuş sayılmaz.

Ancak İmam Malik, bu yaptıkları ile ahdi bozmuş sayılır görüşündedir. Çünkü eman ile ülkemize girince bu şeylerden birini yapmamayı peşinen ka­bullenmiş demektir. Bunlardan birini işlerse ahdini bozan bir iş yapmış sayılır. Bununla ahdini bozmuş olmazsa bile müslümanlara hakaret etmiş olur.

Görüşümüze göre müslüman, bu fiillerden birini işlediği zaman nasıl ki li­man ahdi bozulmuyorsa, muharip de işlediği zaman eman ahdini bozmuş olmaz.

419- Bu konuda delil, Hâtıb b. Ebi Belte'a hadisidir:  "Mu-hammed üzerinize yürüyor, tedbirinizi alın" diye Mekkelilere: mektup yazdı. Bunun hikayesi uzundur. Cenabı Hakkın şu ayeti onun hakkında nazil oldu: "Ey inananlar! Benim de düş­manım, sizin de düşmanınız olanları dost edinmeyin"[32] Ce­nabı Hak yine de onu mümin olarak vasıflandırmıştır.

Yine Ebû Lübâbe b. Abdilmunzir'e Beni Kureyza: Rasu-lullah'm hükmüne uyarsak bize nasıl davranır? diye danıştık­larında elini boğazına götürerek kafalarını vuracağını haber vermiştir. Cenabı Hak bu ayeti onun hakkında indirmiştir:

"Ey inananlar! AUaha ve Peygambere karşı hainlik et­meyin"[33]

Bunları işlemekle mümin imandan çıkmadığı gibi eman altında olan kimsenin işlemesiyle de eman ahdini bozmuş sayıl­maz. Ancak kasten bir mümin öldürürse kısas olarak o da öl­dürülür. Çünkü muamelat işlerinde kulların haklarına riayet edeceğini kabullenmiş demektir.

420- Bir müslümana iftira etse kendisine iftira cezası uygu­lanır.

Çünkü bunda da kulların hakkını çiğnemiş olur. Bu ceza kulların haysi­yetini korumak için konulmuştur. Onun için ceza uygulanacağı zaman iftiraya uğrayanın ifadesine başvurulur. Zarar gönen kişinin görüşü alındıktan sonra yerine getirilir. Ancak zina ve hırsızlık gibi cezayı gerektiren suçlardan birini işlediğinde Ebû Yusuf a muhalif olarak Ebu Hanife ve Muhammed'e göre had cezası uygulanmaz.

421- İmam Muhammed görüşünün sıhhatini şöyle delillen-dirir: Zımmîlere bu cezaların uygulanıp uygulanmıyacağı ko­nusunda Müslümanlar ihtilaf etmişlerdir. Medine alimlerine göre kendilerine uygulanmaz. Ancak bu cezaların kendilerine uygulanmak için davaları hakimlerine havale edilir. Bu görüş Hz. Ali'den rivayet edilmiştir. Zımmiler konusundaki bu ihti­lafları aynı zamanda eman altında olan birine bu cezaların tatbik edilmemesi üzerinde ittifak sayılır. Ancak bunda nass varid olduğundan biz bu görüşü almıyoruz. Çünkü Rasulullah (s.a.v.) yahudinin recmedilmesini emretmiştir. Ancak zımmi bakında varid olan nass, eman altındaki kişiye aynı hükmün uygulanmasını vacip kılmaz.

Çünkü zımmi muamelat işlerinde İslam ahkamına riayetle mükelleftir. Zi­ra ülkenin vatandaşıdır. İçki içme cezası dışında bütün cezalar kendisine tatbik edilir. Çünkü içkinin haram olduğuna kendisi inanmıyor. Haram olduğuna İnanmadan ceza sebebi meydana gelmez. Ama eman altındaki kişi vatandaş değildir. Hükümlerimizi de kabullenmiş değildir. Sadece ihtiyacını gidermek için yurdumuza gelmiş, sonra yurduna dönecektir. Kendi yurduna dönüşten alıkonulmaz.

422- Eman altındaki kişiyi bir müslüman veya zımmi öl­dürse, kısas gerekmez.

Bunun için sırf Allah'ın hakkı olan cezalar kendisine uygulanmaz.

Ancak yine bir zimmî, eman altındaki kişilerin malından aldığı şeyleri iade etmekle emrolunur. Tükettiği şeyler için tazminat öder. İliştiği kadına mehir öder.

Çünkü mülkiyetinde olmıyan bir kadına ilişmeğe ya ceza yahut mehirden biri mutlaka terettüb eder. Ceza vacip değilse, mehir vaciptir. Çünkü bu, kadının hakkıdır.

Yaptığına karşı ceza olarak dayak atılır ve devlet başkanının uygun göreceği kadar hapsedilir.

Tazir edilir. Çünkü tazirde temizleme ve tazim manası vardır. Nitekim Yüce Allah şöyle buyuruyor : "Ona yardım etmeni, Ona saygı göstermeniz için"[34] Kafir ise buna ehil değildir. Bunun için "Edebe aykırı davrandığı için dayak atılır" dedi.[35]



[26] Tevbe : 9/6

[27] Enfa! :8/61

[28] Rahman :55/41

[29] Tevbe: 9/46

[30] Kâf : 28

[31] Enfâl : 8/58

[32] Miimtahide: 60/1

[33] Enfâl : 8/27

[34] Feth : 48/9

[35] İmam Serahsî, İslam Devletler Hukuku, Şerhu’s-Siyeri’l-Kebir, Eğitaş Yayınları: 1/279-298