๑۩۞۩๑ Kitap Dünyası - İlim Dünyası Kütüphanesi ๑۩۞۩๑ => İslam Devletler Hukuku => Konuyu başlatan: Sümeyye üzerinde 19 Şubat 2011, 15:34:34



Konu Başlığı: Cihad ve yapılması caiz ve yasak olanlar
Gönderen: Sümeyye üzerinde 19 Şubat 2011, 15:34:34
Cihad Ve Yapılması Caiz Ve Yasak Olanlar


210- Ebû Hanife -Allah rahmet etsin- dedi ki: "Cihad etmek müslümanlara farzdır. Ancak ihtiyaç anına kadar beklerler. İmam Sevrî ise şöyle der: "Kendileri savaşı başlatmadıkça, müşriklere savaş açmak farz değildir. Onlar savaş açarlarsa, o zaman savunmak için savaşmak farz olur. Buna delil olarak da şu ayetleri getirir:

‘’... Onlar sizinle savaşırlarsa onları öldürün..[1]

‘’... Topyekün sizinle savaşan putperestlerle siz de topyekün savaşın..."[2]

Ancak biz, müşriklerle savaşı bizim başlatmamız gerekti­ğine inanıyor ve delil olarak da aşağıdaki ayetleri getiriyoruz: "Ey inananlar! Yakınınızda bulunan inkarcılarla savaşın..."[3]

"Allah yolunda savaşın..."[4] "...Allah'a iman etmeyenlerle savaşın..."[5] "Allah uğrunda gereği gibi cihad edin..." [6]

Netice olarak cihad ve savaş emri tedrici olarak gelmiştir. Başlangıçta Peygamber (s.a.v.), İslamı tebliğ ve müşriklere al­dırış etmemekle emrolunmuştu. Yüce Allah şöyle buyuruyor:

"Ey Muhammed! Artık sana emredilenleri açıkça ortaya koy, müşriklere aldırış etme."[7]...o halde yumuşak ve iyi davran..."[8]

Daha sonra iyi bir şekildfe tartışma emrolundu. Yüce Allah bu konuda şöyle buyurur :

"Ey Muhammedi Rabbinin yoluna hikmetle ve güzel öğütle çağır; onlarla en güzel şekilde tartış..."[9]

"Kitap ehli ile en güzel şekilde mücadele edin..."[10]

Daha sonra savaşa izin verildi:

"Haksızlığa uğratılarak kendilerine savaş açılan kimselerin karşı koyup savaşmasına izin verilmiştir ..."[11]

Sonra, gelen ayetlerle, müşrikler savaşı başlatınca onlara karşı savaşma emredildi.

Bundan sonra da Haram aylar geçtikten sonra savaşılması emredildi. Bu meseleyle ilgili olarak Yüce Allah şöyle buyu­ruyor:

"Haram aylar çıkınca, müşrikleri bulduğunuz yerde öl­dürün..."[12]

Daha sonra da mutlak savaş emrolundu: "Allah yolunda savaşın; bilin ki Allah işitir ve bilir."[13]

Son ayetle mesele bir sonuca bağlandı. Emrin mutlak oluşu, her halükarda ona uymayı gerekli kılmaktadır. Ancak savaşın farz oluşu, dini yüceltmek ve müşrikleri susturmak içindir.

Şayet istenen iş, mü si umanların bir kısmı ile yerine getirile-biliyorsa, farz diğerlerinden düşer. Tıpkı ölünün yıkanması, tekfini ve üzerinde namaz kılınması gibi. Çünkü her müslüman bizzat bu görevleri yapmakla emrolunsaydi, bu işler belli bir zamana bağlı olmadığı için kazanç temini ve ilim tahsili gibi işler aksardı. Ayrıca diğer işler yapılmadan cihadın yerine getirilmesi de mümkün değildir. Onun için cihad, farz-ı ayn değil, farz-ı kifayedir.

211- Hepsi cihadı terkedecek olsa, hepsi günaha ortak olurlar. Ama istenen, bir kısmıyla yerine getiriliyorsa, diğerleri de bu mesuliyetten kurtulur. Bu gibi durumlarda devlet başka­nının müslüman lan gözetmesi gerekir. Çünkü müslumanIarın tamamı namına bu makama getirilmiştir. Bu sebeple düşman­dan saldırı gelebilecek yerlere adam yerleştirip koruması, dinî daveti sağlaması ve müslümanları cihada teşvik etmesi onun görevidir.

Ayrıca müslümanları bu gibi görevlerle görevlendirdiği za­man onların da ona isyan etmemeleri gerekir.

212- Düşman, Arablardan puta tapanlar yahut mürtedler-den olup kendilerinden cizye kabul edilmeyenlerden ise, müslü-manlar onları İslama davet ederler. Reddederlerse tek bir yol kalıyor ki, o da savaştır.

Ama Arab olmayan mecûsî ve puta tapanlara gelince, mezhebimize göre onlar cizye verme konusunda kitap ehli durumundadırlar. Onun için müslü-manlar onları, ya İslamı kabul etmeğe ya da cizye vermeğe davet ederler. Bu tekliflerden birine evet derlerse, onlarla savaştan vazgeçilir. Ancak her iki tek­lifi de kabul etmezlerse, o zaman onlara savaş açılır.

Ehl-i kitab olan Arablarla Arab olmayanlar arasında fark yoktur. Yüce Allah şöyle buyurur :

"Kitab verilenlerden, Allah'a, ahiret gününe inanmayan, Allah'ın ve Pey­gamberinin haram kıldığını haram saymayan, hak dinini din edinmeyenlerle, boyunlarını büküp kendi elleriyle cizye verene kadar savaşın."[14]

Bu konuda her müslüman Rasulullah (s.a.v.)'in halifesidir. Açıkladığı­mız hususların davetcisi olup bunları kabul etmeyenlere savaş açmakla em-rolunmuştur.

213- İmam Muhammed dedi ki: Şayet düşman, müslüman-lara, "Bizi bırakın, ne biz sizinle savaşalım, ne de siz bizimle savaşın" derlerse, müslümanların bu teklifi kabul edip savaş­mamaları caiz değildir. Çünkü Yüce Allah şöyle buyurur :

"Gevşemeyin, üzülmeyin. İnanmışsanız, mutlaka en üstün­sünüz."[15]

Çünkü cihad bir farzdır. Müslümanların farz olan birşeyi terketmeleri dü­şünülemez. Nasıl ki oruç tutmamamızı, namaz kılmamamızı isterlerse, bu istek­lerini kabul etmeyeceksek, cihadla ilgili bu tekliflerini de kabul edemeyiz.

Ama düşman çok güçlü ise ve müslümanlar onlara karşı koyama-yacaksa, o başka.

O zaman müslümanlann güçleninceye kadar tekliflerini kabul etmeleri ve güçlendiklerinde antlaşmalarını bozduklarını bildirmeleri caizdir. Yüce Allah şöyle buyurur:

"Eğer onlar barışa yanaşırlarsa, sen de yanaş ve Allah'a güven."[16]

Rasulullah (s.a.v.) Hudeybiye yılı Mekkelilerle on yıl savaşmamak üzere antlaşma yapmıştı.

Çünkü cihadın hakikati, öncelikle müslümanların kendi güçlerini koru­maları ve ikinci planda müşrikleri yenmek ve güçlerini kırmaktır. Şayet müslü­manlar, müşriklerin güçlerini kırmaktan aciz iseler, güçleninceye kadar ateşkesi kabul ederek kendi güçlerini korumaya bakarlar. Güçlendikleri zaman ateşkesi bozar ve saldırıya geçerler. Bu, darda olan borçluya eli genişleyinceye kadar mühlet verilmesine benzer. Yüce Allah şöyle buyurur Borçlu darda ise, eli genişleyinceye kadar ona mühlet verin.”[17]

214- Yine şayet müslümanlara: "Ahkamınızdan bize birşey tatbik etmemek şartıyla yılda size şu kadar mal verelim" tek­lifinde bulunsalar, böyle bir antlaşma yapılamaz. Çünkü zim-

milikle ilgili şer'î hükümlerimizi kabul etmeyi reddediyorlar. Savaş, zimmîlik antlaşmasıyla biter. Bu da muamelât husu­sunda İslamın hükümlerine boyun eğmeleriyle gerçekleşir. Onlar yenilgiyi kabullenirler ve biz de onların İslam yurdunda kalmalarına rıza gösteririz.

Temel olarak savaşı sona erdirmemiz ancak bu şekilde gerçekleşir. Hal­buki onların isteklerinde bu temel yoktur. Şayet bu teklifleri kabul edilirse, bizim mal elde etmek için savaştığımızı sanabilirler. Hatta sanmanın ötesinde böyle olduğuna kesin kanaat getirebilirler. Oysa müslümanların mal elde et­mek (sömürmek) için savaşmaları yahut bunu izhar etmeleri asla caiz değildir.

215- Ancak güçlü iseler o zaman onlardan mal alınmazsa bile, onlarla anlaşmak caiz olur. Ama bununla beraber onlar­dan bir miktar mal alınırsa, evleviyetle caiz olur. Alınan bu mal, ateşkes antlaşmasının karşılığı olarak değil, malları bizim için mubah olduğu için alınır.

Mallarının bizim için mubah oluşu gözönünde bulundurularak verecekleri mal kabul edilir.

216- İmam Muhammed dedi ki: Cihada gitmek isteyen bir kimsenin ebeveyni var ise her ikisinin iznini almadan gitmesi caiz değildir.

Çünkü onlara iyilik etmek, onlara gelecek zarar ve zorluklara engel ol­mak kişi üzerine farz-ı ayndır. Cihad ise genel seferberlik ilan edilmedikçe farz-ı kifayedir.

Daha kuvvetli olan farz-ı aynı, farz-ı kifayeden önde tutmak gerekir. Mücahidin sağ olarak dönüp dönmeyeceği kesin değildir ve öldüğü takdirde onların zorluk ve meşakkatlerle başbaşa kalacakları kesindir.

217- Şayet kendisine izin verirlerse cihada gitsin. Ama biri izin verir de, diğeri vermediği takdirde yine, izin vermeyenin hakkını gözeterek cihada çıkmamalıdır. Her ikisi izin vermi­yorsa, haliyle çıkması caiz olmaz.

Bu konuda delil, şu rivayettir: Biri Rasulullah (s.a.v.) 'e gelerek : "Ana babamı ağlar halde bırakarak seninle cihada çıkmağa geldim" dedi. Rasulullah (s.a.v.) buyurdu ki: "Git onları ağlattığın gibi, güldür."

Cihadın en faziletlisi Rasulullah (s.a.v.) 'le birlikte yapılan cihad olma­sına rağmen Rasulullah (s.a.v.) ana babanın izni olmadığı için o zatı geri çevirmiştir.

Rasulullah (s.a.v.)'e amellerin en faziletlisinin hangisi olduğu sorul­duğunda :                                                        \

"Vaktinde kılınan namazdır. Sonra,anne-babaya iyi davranmaktır. Sonra da, Allah yolunda cihaddır." buyurmuşlardır.

Bu, anne ve babaya iyi davranmanın cihaddan önce geldiğine delildir. Anne-baba şiddetli bir zorluğa maruz kalacaklarsa, oğullarının cihada gitmesine izin vermeyebilirler. Bu, onlar için caizdir. Çünkü o kişi için daha güçlü bir farz olan kendilerine iyi davranmasına vesile oluyorlar.

Buradan da anlaşılıyor ki, onların iznini almadan kişinin cihada gitmesi caiz değildir. Çünkü gitmesi caiz olsaydı, ona mani olduklarında günah işlemiş olmaları gerekirdi.Ona engel olmakla günah işlemiş olsalardı, onların günaha girmelerine engel olmak için onun cihada gitmesi de caiz olurdu.

218- Biri ölmüş ve diğeri hayatta ise de durum aynıdır.

Çünkü onlardan hayatta olanın haklarına riayet için gerekli sebeb mevcuttur.

219- Şayet anne-babasının ikisi kafir yahut biri kafir ve diğeri müslüman olur da cihada çıkmasını istemezlerse veya kafir olan gitmesini istemiyorsa, bakılır; Eğer bu istememe ebeveynin yahut kafir olan birinin kendi şahısları için korkma­larından, hayatta karşılaşacağı zorluklar endişesinden kaynak-lanıyora yine kişinin cihada çıkması caiz olmaz.

Çünkü anne babanın haklarına riayet hususunda müslüman ile kafir anne baba arasında fark yoktur. Yüce Allah:"Dünya işlerinde onlarla güzel geçin..."[18] buyurmuştur.

Bu ayette kastedilen, müşrik olan anne-babadır. Bu konuda delilimiz, aynı ayetin baştarafıdır. Burada Yüce Allah:

"Ey insanoğlu! Ana-baba, seni körü körüne bana ortak koşman için zorlarsa..."[19] buyurmaktadır.

220- Ama, kendi dinine mensub olanlarla savaşmasın diye izin vermiyorsa, o zaman ona itaat etmez ve cihada gider.

Çünkü izin vermemesine sebeb, oğula duyulan şefkat değil, müşrikliktir. Şirk etkisiyle verdiği kararın uygulanması hususunda oğlu üzerinde bir hakkı yoktur. Niyetin şöyle mi, böyle mi olduğu, zann-i ğalib ve kanaatla tesbit edilir. Çünkü birşeyin gerçek mahiyetinin ne olduğunu bilecek bir vasıta yoksa, o konuda hüküm verilirken zann-ı galibe itimad edilir.

Ama anne babadan biri için perişanlık sözkonusu ise, oğul cihada gidemez.

Çünkü anne baba fakir ve hizmetine muhtaç iseler, kâfir de olsalar, onlara hizmet etmesi farzdır. Farz-ı aynı terkedip farz-ı kifayeye koşmak ise, doğru değildir. Ayrıca anne babasını yahut birini kaybederse, onlara tekrar kavuşmak mümkün değildir. Oysa ki, başka bir zaman cihada çıkması mümkündür.

221- İmam Muhammed dedi ki: Şayet ana ve babası ona izin verir de, iki dede ve iki ninesi izin vermezse, cihada gitmesi caizdir.

Çünkü anne ve baba mevcut iken, dedelerle nineler yabancı durumun­dadırlar. Görmüyor musun, çocuğa bakım, velilik ve miras konularında durum­ları, yabancıların durumu gibidir. Cihada gitme hususunda da durum aynıdır. Ana-baba hayatta kaldıkları müddetçe onların izin vermeme yetkileri yoktur.

222- Şayet ana ve baba ölmüş ve henüz hayatta olan baba tarafından dede ve ana tarafından nine ona izin verirken, ana tarafından olan dede ve baba tarafından olan nine izin vermez­lerse, onların izin vermemeleri geçersiz olup kişinin cihada gitmesi caizdir.

Çünkü babanın yokluğunda velayet, babanın babasınındır. Ana olmadığı takdirde de, ananın annesi onun makamındadır. Çünkü çocuğun bakımı ona verilir, Bunlar hayatta oldukları takdirde, diğerleri yabancı durumundadır.

223- Şayet diğerleri ona izin verir de, bunlar ona izin ver­mezlerse, cihada gidemez.

224- Şayet anne tarafından ninesi ve baba tarafından dedesi olmayıp diğerlerinden izin isterse ve diğerlerinin her ikisi ya­hut biri ona izin vermezse, müstahab olan, cihada gitmeme-sidir.

Çünkü annenin annesi olmadığında bakıcılık baba tarafından olan nineye aittir. Zira o, anne durumundadır. Anne tarafından olan dede ise her ne kadar velayet hususunda baba gibi değilse de, kısas lehinde şahidlik ve ona zekat ve­rilmeme gibi hükümlerde baba durumundadır. Daha yakın bir dede bulunma­dığı takdirde, cihada izin vermeme hususunda baba yerine geçer.

225- Şayet annesi ile baba babası hayatta olup bunlardan biri izin verir ve diğeri vermezse, yine gitmesi caiz değildir.

Çünkü babası olmadığı takdirde babasının babası, onun için baba duru­mundadır. Bu kişinin durumu ile, babası ve annesi hayatta olan kişinin durumu aynıdır.

226- Şayet anası hayatta değilse ve ana tarafından ninesi ile baba tarafından ninesi hayatta ise, izin verme hakkı anne tarafından olan ninenindir.

Görmüyor musun çocuk bakımında öncelik hakkı onundur. Baba tarafın­dan olan nine ise, baba yerine kaim olamaz. Çünkü babanın yokluğu durumun­da velayet hakkı dedeye geçtiği şekilde nineye verilmemektedir.

227- Ama anne hayatta ise, her iki ninenin izin hakkı yoktur.

Babanın hayatta oluşuyla da, dedelerin her ikisinin izin hakkı yoktur.

228- Şayet babası ile babasının annesi hayatta ise, her iki­sinin iznini almadan çıkmamalıdır.

Çünkü babanın annesinden başka anneler hayatta değilse, o, anne maka-mmdadır. Görmüyor musun, bakıcılık hakkı onundur?

İmam Muhammed kitabın metninde bu meselede farklı düşünen birinin bulunduğunu söyler, ama bunun kim olduğunu belirtmez. Sanırım muhalefet eden kişi, babanın annesi, babaya tabidir; baba henüz hayatta iken babanın babasının izin hakkı sözkonusu değilken babanın annesinin izin hakkı haliyle olamaz, demektedir.

Halbuki bu doğru değildir. Çünkü şayet kişinin annesi ile babasının anne­si hayatta ise, izin hakkı sadece annenindir.

229- İmam Muhammed dedi ki: Ticaret, hac, umre vs. gibi diğer yolculuklara anne ve baba izin vermez ve kişinin canı hususunda bir korkusu yoksa yolculuğa çıkması caizdir.

Çünkü bu gibi yolculuklarda genellikle emniyet hakimdir. Ayrıca anne ve baba bunlardan dolayı pek zorluk da çekmezler. Oğullarının yokluğundan dolayı üzüntüleri, dönüşü umuduyla hafifler.

Ancak deniz seyahati gibi can tehlikesi bulunan yolculuklar olursa [20], bunun hükmü cihadın hükmü gibidir.

Çünkü burada helak olma tehlikesi daha çok muhtemeldir.

230- İlim tahsili için çıkılan yolculuklarda yol emniyetli ve ilim tahsil edilecek yer güvenlikli ise, bu yolculuk, ticaret için yapılan yolculuktan daha az önemli değildir.

Aksine, ilim yolculuğu ondan daha önemlidir. Yüce Allah şöyle buyurur: "Her topluluktan bir grubun dini iyi öğrenmek ve milletlerini geri döndüklerinde uyarmak üzere geri kalma­ları gerekmez mi?"[21]

Ana babası istemezse bile, helak olmalarından korkmadığı takdirde ilim yolculuğuna çıkmasında bir sakınca yoktur. Çünkü bu yolculukta genellikle emniyet hakimdir. Bu yolculuk ile, dârü'l-İslam'dan herhangi bir şehre gitmek arasında bir fark yoktur.

232- Şayet yaz ordusu gibi büyük bir İslam ordusu ile dâ-rü'1-Harbe ticaret yolculuğuna çıkacak olursa ebeveyni iste­meseler de çıkması caizdir.

Burada da büyük ihtimal emniyettir. Çünkü kendisi savaşla meşgul ol­mayacak ve büyük ordu düşmandan kendisine gelecek tehlikeyi defedecektir.

233- Ama seriyye yahut ona benzer az sayıdaki orduyla çıkacak olsa izinlerini almadan çıkması caiz değildir.

Çünkü kendisini koruyamıyacak durumda olan askerî birliklerle çıkma­sında can tehlikesi ihtimali fazladır, Heİak olma korkusuyla cihad için izinsiz çıkması nasıl caiz değilse, ticaret için çıkması da caiz değildn\_

234- Cihada çıkması çocuklarının, kardeşlerinin, amca ve halalarının yahut hanımlarının hoşuna gitmese bile, onlar için helak olma korkusu yok ise ve sadece onların kendisi hakkında helak olmasından endişeleri sözkonusu ise, cihada çıkmasında bir sakınca yoktur.

Çünkü ebeveyni ile diğer akrabalarının onun üzerindeki haklan aynı se­viyede değildir. O halde cihada gitmesine izin verme huusunda da durumları bir olmamalıdır. Ancak onlardan birinin helak olmasından korkuyorsa, cihada çıkıp kendilerinin nafakasının temini ile mükellef olduğu kimseleri bu tehlikeye sokması caiz değildir. Çünkü onların nafakasnı temin etmek, bizzat kendisine düşen bir görevdir. Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyurur :

"Kişinin nafakasını sağlamakla yükümlü olduğu kimselerin yok olmasına yol açması, günah olarak kendisine yeterlidir."

Küçük erkek çocukları ile, küçük olsun, büyük olsun kız çocuklarının ve bir de başka bakacak yakın akrabası bulunmayan nafakasını teminden aciz akrabalarıyla hanımlarının hükmü budur. Çünkü nafakalarını temin etmesi şer'an ona aittir.

235- Ama yetişkin ve sağlıklı erkek çocukları ile özürlü/ sakat olmayan kardeşleri hakkında helak olma tehlikesi bu­lunsa bile, cihada çıkması caizdir.

Çünkü hazır bulunduğu takdirde, ölseler bile nafakaları şer'an ondan is­tenmez, Onun için ölmeleri sözkonusu olsa bile, bundan dolayı cihada gitmesi engellenemez. Bu söylediğimiz durumların hepsi, genel seferberlik olmadığı takdirde sözkonusudur.

236- Ama düşmanın genel bir saldırısıyla karşılaşılır ve bir şehir halkına: İşte düşman geliyor, sizi, çoluk-çocuğunuzu Öl­dürmek veya mallarınızı gasbetmek istiyor, denilse ana ba­banın izni alınmadan çıkmakta bir sakınca yoktur.

Çünkü böyle durumlarda savaşa katılmak, herkes için farzı ayndır. Yüce Allah :

"İsteyen-, istemeyen, hepiniz savaşa çıkın, Allah yolunda mallarınızla canlarınızla cihad edin..."[22] buyurmaktadır.

Çünkü savaşa çıkmadığı takdirde bir daha bu görevini yerine getirme etme imkanını bulamaz. Halbuki anne babasının iznini almadan çıkmakla ka­çırdığı görevini daha sonra yerine getirebilir. Cihada gitmekle daha önemli olan görevini yerine getirmiş olur. Çünkü cihada gitmemekle sebeb olacağı zarar, daha geneldir; Bunun zararı hem kendisine, hem anne babasına ve hem de diğer müslümanlara ulaşır.

Ayrıca anne babanın bu durumda ona izin vermemeleri de onlar için caiz değildir. Cihada çıkmakla onlara gelecek olan günahı da bertaraf etmiş olacak­tır. Kaldiki, isyan sözkonusu olan emirlere itaat edilmez. Görmüyor musun? Şayet biri, bir adamın malını gasbetmek yahut onu öldürmek yahut bir kadına tecavüz etmek istese, anne babasının izni olmazsa bile kişi buna engel olabilir­se, engel olması farzdır. Anne babası istemezlerse bile onlara itaati caiz olma­dığı gibi kendilerinin ona engel olmaları da onlar için caiz değildir. Çünkü bu durumda savaşması, kendisi için farzı ayındır, Yapmak ve yapmamak arasında muhayyer olduğu hususlarda anne babaya itaat edilir. Ama direkt olarak kendisi için farzı ayn olan hususlarda anne babası ona engel olamazlar. İmam Muham-med, bu durumda anne babanın ona engel olmalarının çirkin olduğunu açıkla­yarak şöyle der:

Şayet, anne babadan biri, kendisi için farzı ayn durumunda olan bir göre­vini yerine getirmek için oğlundan yardım istese ve ebeveynden diğeri de oğlu­na şefkatinden dolayı ona yardım etmemesini söylerse, ona itaat edip diğerini yüzüstü terketmesi doğru mudur?

237- İmam Muhammed dedi ki : Efendisinin izni olmadan kölenin savaşa çıkması caiz değildir. Ancak genel seferberlik ilan edilmişse, o zaman çıkabilir ve efendisi ona engel olamaz.

Çünkü genel bir seferberlik ilan edildiği vakit savaşa katılmak, oruç, na­maz farziyeti gibi bir farzdır. Bu farzlar ise, efendinin hakları dışındadır.

Köle hakkında durum bu olunca, kişinin anne babasıyla aralarındaki du­rumun da böyle olması daha evladır.

238- Genel seferberlikde savaşabilecek durumda bulunan kadınların da durumu budur.

Huneyn'de Ümmü Süleym'in yaptıklarını daha önce anlatmıştık. Uhud'da Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurdu :

"Ka'b'm kızı Nesibe'nin savaştaki durumu, falan ve filanın durumundan daha hayırlıdır."

Rasulullah (s.a.v.) bu hadiste savaştan kaçan erkekleri ismen zikrederek Nesİbe'nİn onlardan üstün olduğunu belirtmiştir. O zaman genel seferberlik ilan edilmişti. Rasulullah (s.a.v.) böylece kadınların bu durumda savaşa katılma­larını hoş karşılamış ve savaşa katılanları övmüştür.

Ama genel seferberlik yoksa kadınların savaşa katılmaları uygun değildir.

239- Gerek büyük ordularda ve gerekse seriyyelerde genç kadınların savaşa katılmaları uygun değildir.

Çünkü evlerinde kalmaları, fitneyi defetmeğe daha yakındır. Yaşlı kadınlara gelince,yaralıları tedavi etmek için büyük ordularla birlikte çıkmalarında bir sakınca yoktur.

Ümmü Atiyye'den rivayete göre, şöyle demiştir: Rasulullah (s.a.v.) le ye­di gazveye katıldım. Onlara yemek pişiriyor, yaralıları tedavi ediyor ve asker­lere su dağıtıyordum.

240- Bizzat savaşmalarını ise pek uygun görmüyorum. Bu işi erkekler yaparlar. Zaruret olmadıkça kadınlar bununla uğ­raşmamalıdır. Ama zaruret hasıl olur ve genel seferberlik ilan edilirse o zaman kadın, velisinin ve kocasının izni olmadan sa­vaşa katılabilir.

Bildiğimize göre Abdülmuttalib'in kızı Safiyye, kadınların bulunduğu yere girmek için duvardan atlayan yahudiyi öldür­müştür. Bu olay Hendek savaşında olmuştur. Peygamber (s.a.v.), kadınları Medine'nin muhkem evlerinden birine topla­mıştı. Hassan b. Sabit de başlarında bulunuyordu. Kurayza ka­bilesinden bir yahudi duvardan atlayıp buraya girmek istedi. Safiyye, yahudiyi taş ve sopalarla öldürmesi için Hassan b. Sa-bit'e emretti. (Gözleri görmeyen) Hassan: "Ben şiir söylemeyi bilirim, döğüş ve kavga adamı değilim." cevabım verdi. Bunun üzerine Safiyye, yahudiye saldırarak öldürdü. Rasulullah (s.a.v.) e bu haber ulaştırılınca safiyye'nin yaptığını onayladı.

Buradan da anlıyoruz ki, zaruret anında kadınların savaş­masında bir sakınca yoktur.

241- Savaşabilecek durumda bulunan çocukların da duru­mu aynıdır. Yani genel seferberlik ilanı halinde, ana ve ba­baları istemese de savaşa katılmalarında bir sakınca yoktur.

Bunun dışındaki durumlarda onların gönlünü almadan savaşa katılmaları uygun değildir.

242- İmam Muhammed dedi ki: Bize ulaştığına göre Ali Bin Ebi Talib Rasulullah (s.a.v.) in yanında henüz dokuz yaşın­dayken İslam'a girdi. Şayet bir savaş vaki olsaydı elbette ken­disi de savaşa katılırdı.

Hz. Ali (r.a.) in kaç yaşında İslama girdiği hususu ihtilaflıdır. İmam Mu­hammed, bu kitapta dokuz veya on yaşlarını bitirdiğini söylemektedir.

Bir rivayete göre yedi yaşındaydı.

Diğer bir rivayette ise, beş yaşındaydı.

Bu konudaki ihtilaf, öldürüldüğü zaman kaç yaşında olduğu hususundaki ihtilaftan kaynaklanmaktadır.

Ca'ferb. Muhammed, ellisekizinde öldürüldüğünü söylemektedir

Cahız, altmış yaşında olduğunu belirtmektedir.

Utbî ise, altmişüç yaşında olduğunu söylemektedir.

Ancak Rasulullah (s.a.v.)'e peygamberliğin gelişinin ilk yılında îslamı kabul ettiği hususunda ihtilaf yoktur.

Peygamber (s.a.v.), kendisine peygamberlik geldikten sonra onüç sene Mekkede kalmış ve Medine'ye hicret ettikten on sene sonra da vefat etmiştir. Hz. Ali'nin öldürülmesiyle son bulan hilafet müddeti ise otuz yıldır ve bu yılların toplamı elliüç yıl etmektedir.

Şayet öldürüldüğü zaman yaşı Ca'fer b. Muhammed'in dediği yaş ise, beş yaşında İslama girmiştir. Şayet Cahız'ın dediği doğruysa, yedi yaşında İslamı kabul etmiştir. Ama Utbî'nin dediği doğruysa, on yaşında müslüman olmuştur.

İslamı kabul ettiği zaman henüz ergenlik çağına ulaşmadığında ihtilaf yoktur. Nitekim kendisi şöyle demektedir:

"Sizden Önce İslamı kabul ettim ve henüz o zaman ergenlik çağına ermemiş bir çocuktum."

Bu meseleyi uzun uzadıya tahkik etmemizin sebebi, mezhebimiz alimle­rinin bu söze dayanarak çocuğun müslümanlığının kabul edildiğini söyleme­leridir.

243- İmam Muhammed dedi ki: Ordu savaşa çıktığında askerlerin sırf onlarla yatıp kalkmak ve hizmet etmeleri için hanımlarını beraber götürmeleri uygun değildir. Çünkü böyle durumlarda kadınların düşmanın eline geçmelerinden kor­kulur.

Çünkü kadınlar sofraya konmuş et gibidir. Korunmadıkça herkes ona elini uzatır. Savaşa çıkan kişi, olabilir ki kendi derdine düşer ve namusunu koruma imkanını kaybeder. Hanımıyla yatıp kalkması ise, temel ihtiyaçlarından değildir. Bunun için namusunu tehlikeye atması doğru olmaz. Hatta hanımıyla meşgul olup savaştan geri kalma korkusu bile, kadınları savaşa götürmemek İçin yeterli bir sebebtir.

Şayet kadınların savaşa katılmaları mutlaka gerekiyorsa, hür olanlar değil de, cariyeler katılırlar.

Çünkü kadınların erkeklerle karışması hakkındaki hüküm, cariyeler için daha hafiftir. Nitekim cariyelere bakma ve dokunma hususunda herkes onlar için mahrem gibidir. Mahrem bulunmadığı halde yalnız yolculuk yapabilirler. Halbuki hür kadın, kocası ve mahremlerinden biri olmadan yolculuk edemez. Yatıp kalkma ve hizmet gibi ihtiyaçları cariyeler de yerine getirebilir.[23]

244- Ancak bununla birlikte, mü si uman lar yenilgiye uğra­dıkları takdirde ya kendi gücüyle yahut yanındaki hizmetçi-lerin yardımıyla onları dârü'l-İslama kaçırabilecek durumda ise, hür kadınları ve cariyeleri beraberinde götürmesinde bir sakınca yoktur.

Nitekim Rasulullah (s.a.v.) bir savaşa çıktığı zaman hanımları arasında kur'a atar ve kurası çıkanı beraberinde götürürdü. Hz. Aişe (r.a.) dedi ki ; İfk meselesi çıktığı ve bana iftiraların yapıldığı savaşta benim kur'am çıkmıştı. Bu savaş, Huzaa kabilesinde Mustahkoğullarma karşı yapılan Müreysî1 gazvesidir.

Malumdur ki, Rasulullah (s.a.v.) hanımlarını beraberinde götürürken müsiümanlara güveniyordu ve onlara herhangi bir tehlikenin ulaşmamasından emindi. Bu durumda olan kimselerin beraberlerinde hanımlarını da götürmelerinde bir sakınca yoktur. Ama müslümanlar yenildiği takdirde kendi dertlerine düşüp hanımlarını tehlikeye maruz bırakma tehlikesi olduğundan, onları be­raberlerinde savaşa götürmeleri mekruhtur. Zaten bu gibi tenliklere maruz bırakıp kaçmak ise, haramdır.

245- Şayet ordu az olup seriyye kadar bir şey ise o zaman yaralıları tedavi ve hizmet düşüncesiyle yaşlı kadınları götür­mek de caiz değildir.

Çünkü onlar az sayıda askerlerdir ve zor durumda kaldıkları zaman kendi dertlerine düşerler, Kadınları savunamazlar. Bu kadınlar da kendilerini savun­maktan acizdirler. Ama zann-ı galip ile galip gelecekleri ve yenilip onları düş­mana terketmeyeceklerine kanaat getirirlerse büyük ordularla yaşlı kadınların çıkmasında bir sakınca yoktur.

Netice olarak; işin hakikati kestirilemediğinde hüküm zahire göre verilir.

246- Böyle büyük ordularla gidildiğinde okumak için Kur'-an-ı Kerim'in düşman topraklarına sokulmasında bir sakınca yoktur.

Ama bir müfrezeyle birlikte gidildiğinde Kur'an-ı Kerim'in

beraber götürülmesi uygun değildir.

Çünkü gazi, ezbere Kur'an okumayı beceremiyorsa yüzünden Kur'an o-kumak isteyebilir. Yahut teberrüken veya yardımını ummak için taşıyabilir. Çünkü o, Allah'ın sağlam ipidir. Kim ona sarılırsa. kurtuluşa erer. Fakat düş­manın onu hafife almasına fırsat verilmemelidir. Onun için zimmî bir kimse Kur'an satın aldığında (horlama endişesi varsa), satması için zorlanır. Zahire göre, büyük bir ordu ile beraber olduğunda Kur'an'a bir zarar gelmeyeceği düşünüldüğünde düşman topraklarına sokulmasında bir sakınca yoktur. Ama küçük bir müfrezede tehlike ihtimali çok olduğundan böyle bir durumda Kur'-an'ı savaş halinde bulunulan düşman topraklarına götürmek doğru değildir. Ara­daki fark budur.                                                -f~_      /-

Peygamber (s.a.v.) in, Kur'an'm düşman topraklarına sokulmasını ya­sakladığını belirten rivayetin izahına gelince; bundan maksat, güçlü olmayan bir atlı gurubuyla birlikte sokulmasıdır. İmam Muhammed de, böyle demektedir.

Tahâvî'nin beyanına göre, bu yasaklama o zaman içindi. Çünkü müslü-manlann ellerindeki Kur'an nüshaları azdı. Bu nüshalar düşman eline geçerse ona zarar vereceklerinden korkuluyordu. Halbuki günümüzde Kur'an nüshaları çoğaldığı gibi onu ezbere bilenler de çoğalmıştır.

Tahâvî, ayrıca şöyle demektedir: Hem ellerine geçtiği zaman onu hafife almazlar. Çünkü her ne kadar onun Allah kelamı olduğuna inanmasalar bile edebiyat ve belagatın zirvesinde olduğunu kabul ediyorlar. Onun için, diğer kitapları hafife almadıkları gibi onu da hafife almazlar.

İmam Muhammed'in söylediği daha doğrudur. Çünkü sırf müslümanlan kızdırmak için onu hafife alabilirler. Nitekim Karmatiler, Mekke'de galib gel­diklerinde böyle davranmışlar ve Kur'anla alakalarını silmişlerdi. Allah da, bu davranışlarından dolayı köklerini kurutmuştur. Zimmî'nin Kur'an'i satın alması­nın yasaklanması ve hem Kur'anı, hem müslüman köleyi satmaya zorlanması da bu sebebledir.

Fıkıh kitapları da, bu hüküm açısından Kur'an gibidir. Şiir kitaplarına gelince, bunların düşman topraklarına sokulmasında bir sakınca yoktur. Ayrıca bir kafirin bu tür kitapları varsa onları satması için zorlanamaz.

247- Bir müslüman eman dileyerek düşman topraklarına giriyorsa ve o düşmanlar da, sözlerinde vefalı insanlar ise bera­berlerinde Kur'an götürmesinde bir sakınca yoktur.

Çünkü zahire göre, düşmanın saldırısından emin bir durumdadır. , Ama sözlerinde vefalı olmayacakları tahmin ediliyorsa, eman dileye­rek topraklarına girilse bile, Kur'an'm götürülmesi doğru olmaz.

248- Şayet düşman yahut zimmî bir kimse, bir müslüman-dan kendisine Kur'an öğretmesini istese, ona Öğretmekte bir sakınca yoktur. Ayrıca ona dini konularda bilgiler de verir. Olabilir ki Allah onu hidayete kavuşturur.

Görmüyor musun, Peygamber (s.a.v.) müşriklere Kur'an'ı okuyordu. Hatta bununla emredilmişti. Yüce Allah şöyle buyuruyor :

"Rabbından sana indirileni tebliğ et..."[24] Yine:"Rabbımn yoluna hikmet ve güzel öğütle davet et..."[25]buyurmaktadır.

Bilindiği gibi ki bu nitelik Kur'an'da ve ondan çıkarılmış bulunan fıkıh­tadır. Hikmet de fıkıhtır. Nitekim Yüce Allah:

"Kime hikmet verilirse, ona çok hayır verilmiştir". [26]buyurmaktadır. Müfessirler burada geçen "hikmet" sözünü, fıkıh ile tefsir etmişlerdir. Şayet müslüman olmayan kişiye dini ilimleri anlatır ve öğretirse, onu Allah'ın dinine davet etmiş olur. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır.

"Ey Muhammedi Müşriklerden biri sana sığınırsa, onu güvene al. Böy­lece Allah'ın sözünü dinlesin. Sonra onu güven içinde olacağı yere ulaştır. Çün­kü onlar bilgisiz bir topluluktur."[27] Yani dinleyip anlamasına fırsat ver. Belki şeriatın güzelliklerine vakıf olunca iman etmeyi arzu edecektir.

Hz. Osman (r.a.) iri rivayet ettiği hadiste Peygamber (s.a.v.) :"İnsanların hayırlısı, Kur'anı Öğrenen ve öğretendir" buyurmaktadır.

Rasulullah (s.a.v.) bunu buyururken müslümanlara öğretme ile kafire öğretmeyi birbirinden ayırmamıştır.

Kendisiyle amel etmeleri için müslümanlara Kuran'ı okuyup öğretmesi kişinin görevi ise, okuyup müslüman olmalarını umarak müslüman olmayan­lara okuyup öğretmesi öncelikle bir görevdir.

249- Şayet müşrikler İslam yurduna girip mal, çocuk ve ka­dınları kaçırır, sonra düşmana güç yetirebilen müslüman bir cemaat bunu farkederse, İslam yurdunun sınırlarının dışına çıkıncaya kadar onları takip etmeleri farzdır. Bunu yapmak mecburiyetindedirler.

Çünkü dâru'l-İslamda bulundukları müddetçe yardım görme imkanları mevcuttur. Şayet yardımlaşmazlarsa, düşman onlara galib geleceğinden, yar­dımlaşmayı terketmeleri caiz değildir.

Düşmanın bu davranışları çirkin bir kötülüktür. Münkerden sakındırmak ise, müslümanlara farzdır. Düşman saldırısına maruz kalanlar mazlum duruma düşmüşlerdir; Mazlumu zulümden kurtarmak müslümanlarm üzerine farzdır.

250- Şayet dâru'l-harbe girinceye kadara onları yakalamaz­larsa, o zaman bakılır; eğer ellerinde kaçırdıkları müslüman çocukları ise ve onları takip ettikleri takdirde onlara güç geti­rip kaçırdıklarını geri alabilmeleri ihtimal dahilindeyse, onlar kalelerine ulaşıncaya kadar Darul-Harbte de takibe devam ederler.

Dâru'l-harbte de kaçırdıklarım geri alma ihtimali bulunduğu müddetçe onları takip etmek gerekir. Önemli olan müslümanlarm onlara güç getirecek du­rumda olmalarıdır. Bu ise, zahire bakılıp değerlendirilir. Bu nedenle onlar kale­lerine girdikten sonra takip sona erer.

251- Ama kalelerine ulaşıp girerlerse, şayet müslümanlar onlarla savaşmayı göze alıp ellerindekileri kurtarmaya çalı­şırlarsa ne ala. Ama vazgeçip geri dönerlerse, sanıyorum böyle davranmalarına ruhsat vardır.

Çünkü kalelerine girdikten sonra ellerindeki çocukların geri alınması güçleşmektedir. Bu uğurda sıkıntılara katlanmak, can ve mal fedakarlığında bu­lunmak gerekir. Şayet bunu yaparlarsa, bu azimettir. Ama bu zorluklara katlan­mak istemeyip vazgeçerlerse, onlar için ruhsat vardır. Görmüyor musun? Bizans ve Hindistan'da kafirlerin ellerinde bulunan bazı müslünıan esirleri kurtarmak için her birimizin çıkıp onlarla savaşmamız farz değildir.

252- Ama düşmanın kaçırdığı sadece mal ise ve düşman dâru'l-harbe girecek olursa, bu durumda onları takip etmek daha iyi ise de, takipten vazgeçme ruhsatı vardır.

Çünkü bu mallan, kendi ülkelerine kaçırmakla kurtarmış ve ona malik olmuşlardır. Artık onların mallarına eklenmiş durumdadır. Müslümanlar bu du­rumda kendi mallarından vazgeçme ruhsatına sahip olurlar. Ama dinin şerefini yüceltmek ve müşrikleri yenmek için takibi devam ettirirlerse daha iyi olur. İşte mallar için hüküm böyledir.

253- Şayet savaş yurduna mensup kimseler zimmîlerin ço­cuklarını yahut mallarını kaçırirlarsa, hüküm yine yukarıda zikrettiğimiz şekildedir.

Çünkü müslümanlar onlara zimmîliği tanıyınca, onlara gelecek zararı önlemekle yükümlü olurlar. Artık onlar da islam yurdunun bireyleri sayılırlar.

Görmüyor musun, mal ve can için zimmet akdiyle elde edilen dokunulmazlık garanti verme mahiyetindedir. Bundan sonra onlara karşı işlenecek suç, müs-lümana karşı işlenen suç gibidir, dâru'l-harbe girdikten sonra mal ile çocuklar arasındaki fark şudur: Şayet onlar İslamı kabul edecek olsalar, kaçırdıkları mal­lar onlara teslim edilir, ama çocukları geri vermeğe zorlanırlar. Ama dâru'1-İs-lamda iken İslam'a girecek olsalar hem mallan ve hem de çocukları geri verirler.

254- Şayet müslümanlar, İslam ülkesine giren düşmanı ko­valarken kaçırdıkları çocuklar için kalelerine varıncaya ve mallar için de dâru'l-harbe girinceye kadar onları yakalayama­yacaklarına daha çok inanıyorlarsa, onları takip etmekten vaz­geçmeleri hususunda muhayyer olacaklarını umuyorum.

Çünkü bu gibi durumlarda zahire göre hüküm vermek caizdir. Zahire göre de, onları takip etmekle boş yere kendilerini yormuş olacaklardır. Kaçırma olayını duyan herkesin onları takip ile mükellef olması için, takibe koyulduğu takdirde onlara ulaşacağına ve ulaştığı takdirde müslümanlarm yardımıyla on­lara galip gelinceğine büyük ihtimalle inanması lazımdır.

255- İmam Muhammed dedi ki: Stratejik öneme sahip sınır boylarında yaşayan müslümanlarm, düşman topraklarıyla ara­larında bir mesafe bulunmazsa bile, kadınlarını ve çocuklarını yanlarına almalarında bir sakınca yoktur.

Çünkü onlar bu stratejik noktalarda ikamet etmek üzere görevlendiril­mişlerdir. Şayet hanımlarıyla çocuklarını buraya getirirlerse tam yerleşme imkanına sahip olurlar. Çünkü kadınlar, erkekler için huzur vericidirler. Ayrıca kadın ve çocuklarıyla orada ikamet edecek olurlarsa zamanla çoğalacaklar ve orası müslümanlarm şehirlerinden biri haline gelecektir. Bundan böyle de düşmanlar bu noktadan İslam yurduna girme imkanını yitirmiş, olacaklardır.

Ancak bu, düşmandan bir atlı gurubun saldırısına maruz kalındığı takdirde onların şerrini defetme ve kadınlarla çocukları İslam yurdunun içlerine doğru kaçırma imkanına sahip iseler, geçerli olur.

256- Ama bu durumda değilseler, yani sayıları az olup düş­man saldırısına karşı koyamaz ve kadınlarla çocukları kurtar­ma imkanına sahip bulunmuyorlarsa, o zaman kadınları yan­larına almaları doğru değildir.

Çünkü zahire göre bu gibi yerlerde kaybederler. Halbuki birinci durumda kaybetmekten emin idiler. Bu, tıpkı daha önce anlattığımız kadınların büyük or­du ve küçük olan seriyyelerle çıkması arasındaki ayırım gibidir. Ancak sırf on­larla yatıp-kalkmak için büyük ordularla beraber kadınların götürülmesi mekruh olduğu halde stratejik yerlerde ikamet edenlerin sayısı çok ise hanımlarını yan­larına almaları mekruh değildir. Çünkü zahire göre ordu düşman topraklarında uzun müddet kalmayacak ve o derece kadına ihtiyaç duymayacaktır. Oysa stra­tejik yerlerde bulunanlar uzun müddet burada ikamet edeceklerdir. Hatta bura­lardan ayrılmamaları onlardan istenir. Şayet bekar iseler buna zorlanırlar da. Onun için hanımlarıyla çocuklarını yanlarına götürme lerinde bîr sakınca yoktur.

257- Şayet stratejik noktalarda bulunanlar düşman saldır-dığı takdirde yalnız başımıza onlara güç getiremeyiz, ama müs-lümanlardan yardım isteriz ve gelecek yardımla onları defede­riz derse, bu durumda kadınlarla çocukları yanlarına götüre­mezler.

Çünkü kendileri yalnız başlarına düşmana engel olamıyorlar. Onlara yardım gelmesi ise, bir ihtimaldir. Özellikle ihtiyatla davranmanın vacib olduğu durumlarda ihtimal üzere hüküm vermek doğru değildir. Müslümanların ara­sında bir fitnenin doğması ve onların kendi aralarında çekişmeğe girip buralara yardım göndermemeleri de bir ihtimaldir. Bu durumda o stratejik noktalarda bulunan kadın ve çocukları kaybetmek sözkonusu olmaktadır. Onun için gele­cek yardıma güvenerek kadın ve çocukları bu gibi yerlere götürmek doğru ol­maz. Orada bulunanlar kendi güçlerine güvenmeliler ki kadınlarla çocukları oraya götürebilsinler.

258- Şa'bî'den yapılan rivayete göre Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: "Kim bir hayvanı helak olmağa terkederse, o hayvan onu kurtarana aittir."

Bazı alimler bu hadisin zahirine bakarak şöyle demişlerdir: Şayet savaşçı, bir yenilgide hayvanını bırakıp kaçar ve başka bir müslüman o hayvanı kaçırıp kurtarırsa, o hayvan onu kurtaranındır. Çünkü daha önceki sahibi onu bırakıp kaçmıştır. Onu elinde bulundurduğu müddetçe bu hayvan onun mülkü idi. Onu elinden çıkardıktan sonra artık bir av mesabesindedir. Kim onu yakalarsa onun

olur.

Biz bu görüşte değiliz. Çünkü bu salıverme, cahiliye halkının adetidir ve şeriat bunu yasaklamıştır. Yüce Allah şöyle buyuruyor :

"Allah, kulağı çentilen, salıverilen... hayvanların adanmasını emretme-miştir."[28]

Salıverilen hayvanlar azad edilen köleler durumunda değildir. Azad etme­de mal olma sıfatı bozulur; mülkiyet son bulur. Halbuki hayvanların salıveril-meleriyle malik olma sıfatı ortadan kalkmaz. Mülkiyet devam ettiğine göre, o hayvan sahibinindir. Başkası onu almakla ona malik olmaz.

259- Şa'bi'nin şöyle dediği zikredilir: O hayvanı sahibi alır ve onu kurtaran kişinin ona verdiği yemlerin karşılığı da ken­disine verilmez. Bu da gösteriyor ki önceki hadis bir vehimdir. (Böyle bir hadis yoktur.) Çünkü bu hadisi Şa'bi'nin rivayet ettiği söylenmektedir. Halbuki o böyle bir hadis rivayet etmiş olsaydı, ona muhalefet etmezdi. Ayrıca böyle şaz bir hadisle

amel edilmez.

Çünkü bu hadis temel ilkelere muhaliftir. Bu durumda üzerinde ittifak

hasıl olan Rasulullah (s.a.v.) in şu hadisine dönmek gerekir :

"Gönül rızası olmadıkça müslüman bir kimsenin malı helal olmaz." Rasulullah (s.a.v.) yine şöyle buyuruyor :"Kim kendi malını bulursa o,

başkasından daha çok hak sahibidir." Bu hadis de, sözkonusu ettiğimiz husus

için bir delildir.

Ömer b. Abdülaziz (Allah rahmet etsin) şöyle diyordu: Sahibi hayvanı alır ve onu kurtaran kişiye yaptığı masrafları öder.

Şa'bî şöyle dedi: Şayet sahibinin izni olmadan bir harcamada bulunursa, harcadığının karşılığını alamaz. Biz de Şa'bî'nin bu görüşüne katılıyoruz. Çünkü iznini almadan başka birinin malına kendiliğinden hayır işleyerek harcamada bulunmuştur. Kendi yaptığı hayırdan dolayı başkasını ilzam edemez.

Ömer b. Abdülaziz ise şöyle diyordu: Zahire göre o hayvana harcamada bulunmak için sahibinden izin almış gibidir. Çünkü o hayvanı kurtarabilme imkanına sahip olsaydı kendisi ona yemini verecekti. Kendisi buna güç yeti-remediğine göre buna güç yetirecek kimseden yardım istemiş ve malından ona harcamada bulunmasına rıza göstermiş oluyor. Burada izin vermeğe delalet sarahaten izin verme gibidir. Lakin biz deriz ki : Bu yardım dileme ve rıza gösterme, hayvanı kurtaranın kendi hayrına bunu yapması istenebileceği gibi, harcamasının karşılığını bilahare ödeme şeklinde de olabilir. Böyle ihtimalli durumlarda kişiye bunu ödeyeceksin, şeklinde bir zorlamada bulunulamaz.

Başarı Allah'tandır. [29]


 

[1] Bakara: 2/191

[2] Tevbe: 9/36

[3] Tevbe: 9/123

[4] Bakara: 2/190

[5] Tevbe : 9/29

[6] Hacc : 22/78

[7] Hicr: 15/85

[8] Hicr: 15/85

[9] Nah! : 16/125

[10] Ankcbût: 29/46

[11] Hacc : 22/39

[12] Tevbe:9/5

[13] Bakara: 2/244

[14] Tevbe : 9/29

[15] ÂLi Imrân : 3/139

[16] Enfal : 8/61

[17] Bakara : 2/280

[18] Lokman: 31/15

[19] Lokman; 31/15

[20] Bugün için deniz yolculukları eskisi gibi tehlikeli olmadığından deniz yolculuklannda da izin şart değildir. Bu konuda Önemli olan tehlikenin söz konusu olup olmadığıdır, (çeviren)

[21] Tevbc: 9/122

[22] Tevbe:9/41

[23] bu ayınm doğru değildir. "Cariyenin örtmesi gereken yer, göbek ile diz arasıdır" diyen anlayış no kadar saçma ve İslam dışı ise, yukarıda belirtilen anlayış da o kadar islam dışıdır. Bu tür anlayışlar herhalde İslam öncesi cahiliyye toplumunun geleneklerinin uzantısıdır. (Çeviren)

[24] Mâide : 5/67

[25] Nahl: 16/125

[26] Bakara i 2/269

[27] Tevbe : 9/6

[28] Mâide: 5/103

[29] İmam Serahsî, İslam Devletler Hukuku, Şerhu’s-Siyeri’l-Kebir, Eğitaş Yayınları: 1/199-220