๑۩۞۩๑ İslami İlimler Dunyası ๑۩۞۩๑ => İslam Alimleri => Konuyu başlatan: Zehibe üzerinde 06 Temmuz 2012, 14:26:39



Konu Başlığı: İmamı Rabbani
Gönderen: Zehibe üzerinde 06 Temmuz 2012, 14:26:39
İMÂM-I RABBÂNÎ AHMED FÂRÛK ES-SERHENDÎ

 

HAYATI VE DAVETÇİ KİŞİLİĞİ


İmâm-ı Rabbânî'nin Yaşadığı Dönemde Hindistan'da Genel Durum:

      İmam-ı Rabbânî'nin yaşadığı döneme (1564-1624) bakıldığında Hint Alt kıtası Müslümanlarının çok kritik ve sancılı bir süreci yaşadıkları görülür; Moğol hükümdarı Ekber Şah İslâmî hayatı doğrudan etkileyen bir takım uygulamalar başlatmıştı. Ona göre Hz. Peygamber'in getirmiş olduğu İslâm dîni miadını doldurmuştu ve bu din başka bir din ile değiştirilmeliydi. Sonuçta da kendi ürettiği eklektik bir dini (dîn-i ilâhîyi) uygulamaya koydu. Diğer taraftan dönemin sûfîleri, sûfîlik adı altında farklı inançları yaygınlaştırıyor ve politeist (çok tanrılı) Hindu kültüründen zaten etkilenmiş olan halk arasında şirke kapı aralayan sözde dînî olduğunu sandıkları bir dizi uygulamalarda bulunuyorlardı[1].

     Şeyh Mübârek Nagorî, Ebû'l-Fazl el-Allâmî, Feyzî-i Hindî, Fethullah Şirâzî ve Şerif Âmûlî gibi kendilerinden dîni korumaları beklenen âlimlerin büyük bir çoğunluğu da resmî ideolojinin yanında yer alarak birikimlerini, dindışı olan bu uygulamaları meşrulaştırmak için kullanmaktaydılar.

      İşte İmâm-ı Rabbânî Hazretleri böyle bir ortamda devasa bir gayretle yürüttü çalışmalarını. Toplum içinde önemli mevkiler edinmiş olan müridlerinin de yardımıyla toplumdaki dejenere olmuş İslâm anlayışını aslına döndürerek  tecdid/yenileme çalışmalarına başladı. Aynı şekilde İslâmî kanunları ve müesseseleri de ihya ederek Hindistan Müslümanlarının toplum içinde aktif olmalarını amaçladı. Bunlardan daha önemlisi İmâm-ı Rabbânî'nin fikir ve düşünce sahasındaki çabalarıydı. Dönemin yüksek mahkemesinde görevli olan bir grup din adamı, sultanın nezdinde itibar ve nüfuz kazanmak adına İslâm'ın temel prensiplerine karşı çıkıyordu. Peygamberin gerekliliğini inkar ediyorlardı. Şerî'atın gerekliliği konusunda halk arasında şüpheler uyandırmışlardı. Aklın yegane kriter olduğunu, vahye ve peygambere gerek olmadığını ileri sürüyorlardı. İmam-ı Rabbânî vaazlarıyla ve yazılarıyla/mektuplarıyla tüm bunlara karşı bir mücadele başlatmıştı. O, önde gelen şahsiyetlere yazdığı mektuplarında îman konusunda aklın sınırlarını belirlemiş, vahyin kaynaklığının altını çizmiş ve peygamberin gerekliliğini ispat etmiştir. Hatta bu isimde bir de kitap yazmıştır (İsbâtu'n-Nubuvve).

      O dönemin sûfîleri de tasavvufun aslından uzaklaşarak, dejenere olmuş ve şerî'atı yadsıyan yanlış bir sûfîlik anlayışı geliştirmişlerdi. Şerî'atın, hakikatten uzaklaştıran anlamsız bir şekil olduğuna inanmaktaydılar. Onlar "keşf"i, "vahy"in üstünde tutmaktan çekinmiyorlardı. Vahdet-i vücûd felsefesini panteizmle karıştırmışlardı ve tamamıyla panteist bir tevhid anlayışını savunuyorlardı. İmam-ı Rabbânî bunlarla mücadele etmeyi kendine amaç edindi. O şöyle der: "Hakikati şerî'atın dışında arayan sûfî serâbın peşinden koşmaktadır". O vahdet-i vücûd anlayışını da yeniden ele almış, Kur'ân ve Sünnet'e göre sınırlarını belirleyerek ona vahdet-i şuhûd adını vermiştir. Dolayısıyla bu tür konularla uğraşmak İmam-ı Rabbânî'yi tasavvufun tabiatı, seyr u süluk mertebeleri, tevhid anlayışı, bilgiye kaynaklık etme noktasında sûfî ilhamlarının ve  keşfin yeri v.b. netâmeli konular üzerinde kafa yormaya götürmüştür. İmam-ı Rabbânî bu konuları incelerken tasavvuf tarihinde eşi görülmemiş bir netlikle konulara yaklaşmış ve önde gelen sûfî âlimler de olsa hatalı bulduğu yerlerde onları eleştirmekten çekinmemiştir.

       Hz. İmam bir mektubunda bu konuya şöyle değinir:

"Âlimlerin ilimleri, nübüvvet kandilinden alınmış ve kesin olan vahiy ile te'yid edilmiştir. Sûfîlerin bilgilerinin dayanağı ise içinde hataya giden yol bulunan keşif ve ilhamdır. Keşif ve ilhamın doğruluklarının göstergesi ehl-i sünnet ve'l-cemâ'at âlimlerinin bilgilerine uygun olmasıdır. Eğer bir kıl kadar dâhi olsa muhâlefet sözkonusuysa, bu keşif ve ilhamlar 'doğru' dairesinin dışında kalır. Gerçek ilim ve apaçık hakîkat  işte budur. "Gerçeğin ötesinde sapıklıktan başka ne vardır?" (Yûnus 32)."[2]

     Bir başka mektupta ise şöyle der:

"İşin künhüne ve hakîkatine varmadan önce sâlik, keşfi ve ilhamına ters olsa bile Hakk ehli âlimleri taklid etmeyi kendisine zorunlu kılması gerekir. Âlimlerin doğru, kendisinin ise hatalı olduğuna inanmalıdır. Çünkü âlimlerin dayanağı, kesin vahiyle desteklenmiş, hata ve yanılgıdan korunmuş olan peygamberleri (aleyhimu's-selâm) taklittir. Sâlikin keşif ve ilhâmı ise kesin hükümlere aykırı olması durumunda hata ve yanlıştır.

Âlimlerin sözleri karşısında keşfi öncelemek gerçekte keşfi, Allah tarafından indirilmiş olan kesin hükümlerin önüne geçirmektir. Bu ise katıksız sapkınlık ve hüsrandır.

Kitap ve Sünnetin gerektirdiği şekilde inanmak kaçınılmaz olduğu gibi müctehid imamların çıkardığı şekilde Kitap ve Sünnet'in gereğince amel etmelidir."[3]

     İmâm-ı Rabbânî Hazretleri'nin yaşadığı ortama ve ele aldığı konulara biraz daha yakından bakıldığında o ortamın ve o dönemde tartışılan konuların yer yer içinde bulunduğumuz şartlarla benzeştiği görülür. Günümüzde olduğu gibi o zaman da bir takım insanlar sırtlarını hakim güçlere dayayarak Sünnet'in hatta Kur'ân'ın bağlayıcılığını sorgulamışlar ve dini dekonsakre etme çabası içine girmişlerdi.

     İmâm-ı Rabbânî Hazretlerinin Dünyaya Teşrifleri:

      İmâm-ı Rabbânînin soyu Hz. Ömer'e (r.a) dayanır. Hz. Ömer'in (r.a) yirmi sekizinci kuşaktan torunu olması sebebiyle kendisine "el-Fârûkî" denmiştir. Nesebi şöyledir: Şeyh Ahmed (el-İmâm Serhendî) b. Abdi'l-Ahad b. Zeyni'l-Âbidîn b. Abdi'l-Hayy b. Muhammed b. Habîbillah b. el-İmâm Rafî'i'd-Dîn b. Nasîri'd-Dîn b. Suleyman b. Yusuf b. İshâk b. Abdillah b. Şu'ayb b. Ahmed b. Yusuf b. Şihâbuddin Ali Farah Şah b. Nûri'd-Dîn b. Nasri'd-Dîn b. Mahmûd b. Suleymân b. Mes'ûd b. Abdullah el-Vâ'iz el-Asğar b. Abdillâh el-Vâ'iz el-Ekber b. Ebî'l-Feth b. İshâk b. İbrâhîm b. Nâsır b. Abdillâh b. Ömer b. el-Hattâb (r.a)[4].

     İmam Rabbânî 15 Şevval 971 Cuma gecesi (Miladî 1563) yılında, şu anda Delhi'nin kuzeybatısında, Pencap eyaleti sınırları içinde bir şehir olan Serhend'de doğdu. Küçüklüğünden itibaren parlak zekasıyla ve olgun davranışlarıyla özellikle İmâm-ı Rabbânî'nin babası Şeyh Abdulahad es-Serhendî'yle çok yakın ilişkileri olan Şeyh Kemâl başta olmak üzere çevredeki hocaların, âlimlerin ve şeyhlerin dikkatini çekti. Bu âlimler ve şeyhler kendisine özel önem gösterdiler.

     İmâm-ı Rabbânî'nin Tahsil Hayatı:

     Tahsil hayatına Kurân-ı Kerim'i ezberleyerek başladı. İlk hocası, babasıydı.  Babasından başlangıç düzeyinde ilim tahsili yaptı. Bu arada çevredeki bazı hocalardan da dersler aldı. Daha sonra, dönemin büyük ilim ve eğitim merkezlerinden biri olan Siyalkot şehrine gitti. Burada, Usûl-i Fıkıh, Kelam, Mantık ve Felsefe ilimlerine vukûfiyetiyle tanınan Şeyh Kemâl Keşmîrî'den dersler aldı. Şeyh Muhaddis Şihâbuddîn Ahmed b. Hacer el-Heytemî el-Mekkî'nin talebesi olan Şeyh Yakûb es-Sarfî el-Keşmîrî'den hadis dersi alarak temel hadis kitaplarını okudu. Kâdî Behlûl Bedahşânî'den tefsir ve hadis metinleri okudu [5].

      Tahsil hayatını bu şekilde devam ettirerek aklî ve naklî ilimleri, usûl ve fürû'u  öğrenince talebe yetiştirmeye başladı. Bu arada Arapça ve Farsça risâleler yazdı. "er-Risâletu't-Tehlîliyye" ve "Risâletun fî'r-Raddi 'alâ Mezhebi'l-İmâmiyye" bu dönemde yazdığı risâlelerdendir. Bir süre sonra, muhtemelen hocası Şeyh Yakûb'un aracılığıyla İmparator Ekber'in başkenti ve o zamanki adı Ekberâbâd olan Agra'ya gitti. Burada Feyzî Hindî ve Ebû'l-Fazl ile dostluk kurdu. Ancak bu dostluk çok uyumlu değildi. Aralarında zaman zaman tatsız tartışmalar yaşandı. Felsefecilerden fazlasıyla etkilenmiş olan Ebu'l-Fazl'ın ağzından çıkan cüretkar ve ölçüsüz sözler karşısında rahatsız oldu ve kendisini terk etti. Bunun üzerine Ebû'l-Fazl, aracı göndererek kendisinden özür diledi. Bu arada "Sevâtı'u'l-İlhâm" adlı bir tefsir çalışması yapmakta olan Feyzî Hindî'ye yardım etti. Feyzî'nin zorlanıp içinden çıkamadığı yerleri çözüme kavuşturunca Feyzî, İmâm'ın ilmî üstünlüğünü kabul etti.

     İmam, Agra'da uzun süre kaldı. Ancak babası, İmâm-ı Rabbânî'yi çok özlemişti. Yaşının ilerlemesine ve yolun uzunluğuna aldırmadan Agra'ya kadar geldi. İmam, babasıyla birlikte Serhend'e dönmeye karar verdi. Yolları üzerinde, Delhi ile Serhend arasında yeralan Tehânîser şehrine uğradılar. Burada kendilerini şehrin ileri gelen saygın şahsiyetlerinden biri olan ve aynı zamanda ilim ve faziletiyle de tanınan Şeyh Sultan ağırladı. Şeyh Sultan İmâm-ı Rabbânî'ye kızını vermek istedi ve böylece İmâm-ı Rabbânî evlendi [6].

Dervişliğin ikmali ve Şeyh Abdulbâkî el-Bedahşî en-Nakşibendî ile tanışma:

     İmâm-ı Rabbânî Hazretleri, Serhend'e geldi ve babasının vefatına kadar burada kalıp babasına hizmet etti. Babasının denetiminde seyr u sülûkünü devam ettirdi. Babasından Kelâbâzî'nin et-Ta'arruf, Suhreverdî'nin 'Avârifu'l-ma'ârif ve Muhyiddîn İbnu'l-Arabî'nin Fusûsu'l-hikem adlı eserlerini okudu.[7] Bir taraftan da dînî ilimleri tedris ve öğretme faaliyetlerini sürdürdü.

     Bu arada kalbinde bir hacc arzusu belirdi. Beytullahı haccetmek ve Rasûlullah'ın (s.a.v) mescidini ziyaret etmek istiyordu. İçindeki bu arzu kendisini o denli kaplamıştı ki gözlerine uyku girmiyordu. Ancak babasının yaşının ilerlemiş ve görünürde ecelinin yaklaşmış olması içindeki bu şevki ve arzuyu ertelemesine sebep oldu. Hicrî 1007 senesinde babası vefat edince artık hac yolculuğuna çıkmaması için hiçbir neden kalmamıştı. Yolculuk hazırlıklarını tamamladı ve 1008 yılında hacc yapmak üzere yola çıktı. Serhend'den Delhî'ye geçti. Delhî'ye geldiğinde daha önce ilmini ve faziletini duyan herkes kendisiyle tanışmak ve selamlaşmak için İmâm-ı Rabbânî'nin huzuruna koşmuştu. Aralarında İmam'ın önceden tanıdığı Şeyh Hasan el-Keşmîrî de vardı. İmam, Şeyh Hasan el-Keşmîrî ile sohbet ederken Büyük Şeyh Abdulbâkî Hazretleri'nden sözaçıldı. Şeyh Hasan, Abdulbâkî Hazretleri'nin faziletlerini, ilmini ve tasavvuftaki dirayetini anlattı. İmâm-ı Rabbânî Hazretleri'nin babası hayattayken bazen Nakşibendî tarikatını anlatır ve ona olan meylini belli ederdi. Nakşibendîlikle ilgili babasından bir çok şey dinleyen İmâm-ı Rabbânî, Şeyh Abdulbâkî Hazretleri ile görüşmek istedi. Bu sohbetin (beraberliğin) hacc yolculuğunun bir azığı ve kaçırılmaması gereken bir nimet olabileceğini düşünmüştü. İmâm-ı Rabbânî, Şeyh Abdulbâkî Hazretleri'ne giderken Şeyh Hasan el-Keşmîrî kendisine refakat etti. İmâm-ı Rabbânî Hazretleri, Muhammed Bâkî Billâh Hazretleri'yle tanışmasına vesile olan Şeyh Hasan el-Keşmîrî'ye Mektûbatında teşekkür ederek kendisini minnetle anar:

 "Bu fakir, rehberlik nimetinizin şükrü konusunda kusurlu olduğunu itiraf etmekte ve ihsânınıza karşılık verme konusundaki acziyetini kabul etmektedir. Nasıl etmeyebilirim ki! Tüm bu işler o nimetten kaynaklanmaktadır. Bütün bu haller hep o ihsanınıza bağlıdır. Güzel aracılığınız sebebiyle çok az kişiye nasip olan hallere şahit oldum. Yine bu aracılığınızın bereketiyle çok az kişinin tattığı zevkler yaşadım. Çoklarına nasip olmayan özel ihsanlar ve bu ihsanların ilimleri bana verildi. Hâller, makamlar, zevkler, vecdler, ilimler, marifetler, tecellîler, zuhûrât... bunların hepsi benim için yükselme basamakları kılındı."[8]

     Bu muhteşem karşılaşmaya ve o esnada olanlara ve yaşanan hallere geçmeden önce Şeyh Abdulbâkî Hazretleri'ni tanımaya çalışalım:

Şeyh Bâkî Billâh Hazretleri:

İsmi, Mueyyidu'd-Dîn er-Radî (Radıyyu'd-Dîn) Muhammed Bâkî Kâbulî Nakşibendî Uveysî olup daha ziyade Bâkî Billah olarak bilinir. Babası Kâdî Abdusselâm Halacî Semerkandî Kâbil'e gelip orada evlenmiş ve Bâkî Billah bu şehirde dünyaya gelmiştir. Anne tarafından nesebinin Ubeydullâh Ahrâr'ın(k.s) ecdadından Şeyh Ömer Bâğıstânî'ye ulaştığı söylenir. Bâkî Billah 971 veya 972 senesinde doğdu. Küçük yaşlarında babası Mevlânâ Sâdık Halvâî'den ders okumaya başladı, sonra Semerkand'a giden hocasıyla birlikte bu şehre gidip tahsiline orada devam etti. Ancak tasavvufa olan ilgisi, medrese tahsilini yarıda bırakmasına sebep oldu. Hakkında bilgi veren kaynaklara göre, önce Nakşibendiyye-Kâsâniyye'den Lutfullah Çûstî'nin halifesi Hâce Ubeyd Kâbulî'ye intisab etti. Sonra Semerkand'da  Yeseviyye'den Kâsım Şeyh Kermînegî'nin halifesi İftihâr Şeyh'e, ardından da Yeseviyye ve Aşkıyye'den Emîr Abdullah Belhî'ye intisap etti. Ancak aradığı mürşidi henüz bulamamıştı.

      Hindistan'a doğru yola çıkan Bâkî Billâh'a bazı arkadaşları devlet memurluğunda maddi imkanların iyi olduğunu söyleyip askerlik mesleğini seçmesini tavsiye ettiler ama o bunu kabul etmedi. Bir süre ikâmet ettiği Lahor'da bir çok sûfînin sohbetinden istifade etti. O dönemde bir kıza aşık olduysa da başarısızlıkla sonuçlanan bu maceradan sonra kendisini tamamen tasavvufa ve tasavvufî eserleri okumaya verdi. Aynı dönemde rüyasında Bahâuddîn Nakşibend Hazretleri'ne intisap ettiğini gördü. Bu rüya onun Nakşibendîliğe olan ilgisini daha da arttırdı. Sonra Keşmir'e gelip Nakşibendîlikten de icazeti olan Kubravî şeyhi Şeyh Baba Vâlî Bedahşânî Keşmîrî'ye (v. 1001/1592) intisap etti. Bir süre sonra Baba Vâlî vefat edince Mâverâunnehr'e doğru yola çıktı. Bu dönemde otuz yaşlarında idi. Mâverâunnehr'e bu ikinci yolculuğunda Belh ve Bedahşân'a da uğradı. Kâsâniyye'den Mevlânâ Eke Şibirgânî (v. 1004/15595-6) ile sohbet etti.

      Semerkand'a geldiğinde rüyasında Ubeydullah Ahrâr'ı (k.s) gördü. Ahrâr, bu rüyada ona Hâcegî İmkenegî'ye intisap etmesini tavsiye etti, o da gidip İmkenegî'ye mürîd oldu. İmkenegî onunla üç gün halvet halinde sohbet etti. Bu süre sonunda onu tasavvufi yönden yeterli görüp irşâd icazeti verdi ve Hindistan'a gidip Nakşibendîliği orada yaymasını tavsiye etti. Bâkî Billâh kendisini bu göreve hazır ve yeterli görmediği için kabul etmek istemedi. Bunun üzerine şeyhinin tavsiyesi ile istihâre yaptı. Rüyasında dala konmuş bir papağan gördü ve "bu papağan o daldan inip elime konarsa bu Hindistan seferi çok hayırlara vesile olacaktır" diye düşündü. Böyle düşünürken papağanın uçup eline konduğunu gördü. Ağzının suyunu papağanın gagasına akıttı, papağan konuşmaya başladı ve Bâkî Billâh'ın ağzına şeker döktü. Sabah uyandığında rüyasını İmkenegî'ye anlatınca o: "Papağan Hindistan kuşlarındandır, hemen Hindistan'a gidiniz, orada sizin bereketli varlığınızdan hakîkatleri konuşan bir azîz meydana gelecek, bize de onun sayesinde bir bereket ulaşacaktır" dedi.

      Şeyhinin tavsiyesi ile Hindistan'a doğru yola çıkan Bâkî Billâh Hazretleri bir sene Lahor'da kaldı, sonra Delhi'nin Fîrûzâbâd mahallesine gidip tekke kurdu ve halkı irşada burada devam etti. Delhi'deki tekkesinde iki üç sene kadar halkı irşad ile meşgul olan Bâkî Billâh ömrünün son yıllarında mürîdlerinin eğitimini halifelerine, özellikle de İmâm-ı Rabbânî Hazretleri'ne havâle etti. Bâkî Billâh'ın tekkesinin masraflarını Ekber Şah dönemi bürokratlarından Şeyh Ferîd Buhârî'nin karşıladığı kaydedilmektedir. 1010 (1601) senesinde iki hanımından birer erkek çocuğu dünyaya geldi. Büyüğüne Ubeydullah (Hâce Kelân), küçüğüne Muhammed Abdullah (Hâce Hord) ismini verdi. İki sene sonra kırk yaşına geldiğinde hastalanan Bâkî Billâh 25 Cemâziye'l-âhir 1012 (30 Kasım 1603) tarihinde genç yaşta vefat etti ve Delhi'de Kademgâh denen mevkide defnedildi.[9]

İmâm-ı Rabbânî'nin Şeyh Bâkî Billâh'a intisabı:

    İmâm-ı Rabbânî Hazretleri nihayet Şeyh Bâkî Billâh Hazretleri'nin huzurundaydı. Hazret-i Şeyh sanki kendisini bekliyor gibiydi. İmâm-ı Rabbânî'yi güler yüzle karşılayıp iltifatlarda bulundu. Allah Teâlâ Hz. İmam'ın sülûkunu bu büyük şeyhin sohbetinde tamamlayacağını taktir etmişti. Nitekim yukarda zikredilen rüyanın yorumunda da Bâkî Billah'ın  (k.s) şeyhi İmkenegî (k.s) "Papağan Hindistan kuşlarındandır, hemen Hindistan'a gidiniz, orada sizin bereketli varlığınızdan hakîkatleri konuşan bir azîz meydana gelecek, bize de onun sayesinde bir bereket ulaşacaktır" diyerek rüyanın İmâm-ı Rabbânî'yi müjdelediğine işaret etmişti. Hz. Şeyh Bâkî Billâh İmâm-ı Rabbânî'ye hitap ederek "Bir ay, en azından bir hafta misafirimiz ol" dedi. İmâm-ı Rabbânî, Hz. Şeyh'in bu teklifini kabul etti ve nihayet bir buçuk ay tekkede kaldı. Bu süre içinde Nakşibendî tarikatına olan  rağbeti daha da arttı. Bu tarikatın faydalarından ve feyizlerinden yararlanmak istedi. Bu isteğini Hz. Şeyh'e aktardığında Hz. Şeyh hemen kabul etti ve onu halvetine alarak kalp zikrini öğretti. Hz. İmam'ın kalbi adeta zikirle birlikte akmıştı. Acayip bir tat ve gün geçtikçe artan ve kendisini manevi iklimlere uçuran bir neşe hissediyordu. Hz. Şeyh, Hz. İmam'daki bu halleri ve onun seyr u sülûk yolundaki bu hızlı yükselişini görünce rüyasında gördüğü papağanın Hz. İmam'a işaret ettiğinden emin olmuştu. Bu papağan kadife sesiyle, ulvi nağmesiyle, güzel fıtratıyla Hint bahçesine, hatta İslam bahçesine baharı getirecekti. İki buçuk aylık süre içinde Hz. İmam'ın yaşadıkları, manevi derecelere yükselmesi, yaşadığı kerametler, kalbî ve bâtınî keyfiyetler kelimelerle ifade edilemeyecek türden durumlardır.

    Hz. İmam, yaşadıklarını Hz. Şeyh'in oğullarına yazdığı 1. Cilt, 266. Mektupta şöyle anlatır:

    "Değerli dostlarım bilsinler ki, bu fakir baştan aşağıya kıymetli pederinizin ihsanlarına gömülmüştür. Bu tarikatın elifbasını ve diğer bilgilerini kendilerinden öğrendim. Onun sohbetinde bulunmanın bereketi ile İndiracü'n-Nihâye fi'l-Bidâye bahtiyarlığını elde ettim. Sıdk ile onun hizmetinde bulunmam sebebiyle sefer der vatan nimetine nail oldum. Değerli teveccühleri sayesinde bu kabiliyetsiz fakir iki buçuk ay zarfında Nakşibendî nispetini elde etmiş oldu. Kendileri bu tarikatın büyükleri ile özel bir birlikteliği lütfetmiş oldular. Ona tabi olmakla çok az bir zamanda elde etmiş olduğum tecellileri, zuhuratları, nurları, renkleri, renk ve keyfiyetin olmadığı halleri nasıl izah edebilir, nasıl açıklayabilirim!...

     Değerli teveccühleri sayesinde tevhid, ittihat, kurb, ihata ve sereyan gibi marifetlere ait inceliklerinden hiçbiri bu fakire kapalı kalmamış, haberdar olmadığı tek bir şey bulunmamıştır. Kesrette vahdeti müşahede etmek, vahdette kesreti müşahede etmek gibi bu marifetlerin başlangıcı ve ilk bilgilerinden olan şeylerin lafı bile olmaz!"[10]

      Hz. İmam bundan sonra Serhend'e döndü. Bu ilk görüşmesinde Hz. Şeyh kendisine Nakşibendî nisbetine ulaştığını müjdelemişti. Hz. İmam, şeyhini ikinci defa ziyaret etmek üzere Delhi'ye geldiğinde Hz. Şeyh kendisine hilafet ve icazet hırkasını girdirerek onu mürîd yetiştirmeye yetkili kıldı. Kendi seçkin dostlarının ve müridlerinin bir kısmının manevi terbiyesini de Hz. İmam'a havale etti.

     Hz. İmam, şeyhini üçüncü ve son defa ziyarete gittiğinde Hz. Şeyh kendisini karşılamak üzere uzun bir mesafeyi yürüdü, onu bir çok manevi nimetle müjdeledi ve irşad halkasının başına geçirdi. Dost ve müritlerine de şöyle dedi: "Bundan başka hiç kimseye meyletmemelisiniz".

Şeyh Bâkî Billâh Hazretleri'nin İmâm-ı Rabbânî ile ilgili şehâdeti:

      Şeyh Bâkî Billâh Hazretleri dostlarından birine yazdığı bir mektupta İmâm-ı Rabbânî Hazretleri'nden şöyle sözeder: "Serhend ahâlisinden olan derin bilgi sahibi ve âbid Şeyh Ahmed bir süre bu fakirle birlikte oldu. Bu fakir, kendisinin acayip hallerine ve yüce vasıflarına şâhit oldu. Şeyh Ahmed'in dünyayı aydınlatan bir ışık olmasını umuyorum. Ben, onun hallerinin kemâlinden ve makamının yüksekliğinden eminim."

      İmâm-ı Rabbânî Hazretleri bu ilmî üstünlüklerine ve seyr u sülûkte bu derece ilerlemesine rağman şeyhinin huzurunda hiçbir zaman edepten taviz vermedi ve saygıda kusur etmedi. Hz. Şeyh kendisinden bir şey istediğinde rengi değişir ve titremeye başlardı. Hz. Şeyh'in, Hz. İmam'a davranışı da tipik mürid-mürşid ilişkisi şeklinde değildi. Bir gün Hz. İmam'dan şöyle sözetmişti: "Ahmed öyle bir güneştir ki onun ışığında benim gibi binlerce yıldız görünmez olur."

İmâm-ı Rabbânî Hazretleri'nin tekrar Serhend'e dönüşü:

       Hz. İmam şeyhiyle bu son karşılaşmasında kendisine lütfedilen ve iç eğitimini tamamladığını gösteren manevî hallerin müjdesini aldıktan sonra irşad ve davet faaliyetlerini sürdürmek üzere memleketi Serhend'e döndü. Ancak burada bir takım manevi haller yaşadı. Bu manevi hallerin yoğunluğu ve baskınlığı içinde mürîdleri ve talebeleri yönlendirmesi zorlaşmıştı. Kemal basamaklarında çok hızlı yükseliyordu. Dünyadan ve dünyaya ait olan her şeyden bütünüyle koparak zirveye/maksûda varmak istiyordu. Halbuki telebe ve müridlerini yönlendirip irşad etmesi için o makamdan inmek gerekiyordu. Hz. İmam bu yüzden kendisini eksik ve yetersiz görüyordu. Bu yaşadıklarını şöyle anlatıyor:

"İşin sonunda noksan olduğumu anladım. Büyüklerin, işin sonu dediği şimşek tecellisinin (tecellî-i berkî) bu yolda bana hiç zuhur etmediği ortaya çıktı. Seyr-i fillâh ve seyr-i ilallâhın ne olduğu da bana bildirilmedi. Bu kemâlâta mutlaka ulaşmak gerekmektedir. Bu vakitte ilim, noksan olduğumu gösterdi. Bunun üzerine, etrafımdaki dervişleri toplayarak, noksanlığımı bildirdim ve kendilerine veda ettim. Ancak onlar bunu tevazu olarak anladılar ve nefsimi ezdiğime yordular. Hiçbir yere gitmediler. Sonunda Hak Sübhânehû, Habîbinin (s.a.v.) hürmetine, beklenen bu hâller ile beni rızıklandırdı."[11]

      Hz. İmam irşad ve davet faaliyetlerine başladı. Hakk yolcularını irşad ediyor, müridleri yönlendiriyor ve dervişlere rehberlik yapıyordu. Kendisinin ve müridlerinin yaşadığı halleri, karşılaştıkları sorunları ve katettikleri manevî makamları Şeyh Abdulbâkî Hazretleri'ne mektupla bildiriyordu. Hz. İmam bu süre içinde bir çok ihsanla müjdelendi. Lütf-i ilâhîler ardı ardına tecelli etti. Allah Teâlâ'nın kendisini büyük bir iş için hazırladığına dair işaretler aldı ve rüyalar gördü. Ancak Hz. Şeyh'i dördüncü kez ziyaret etmesi, meclisinde ve sohbetinde bulunması nasip olmadı. Hz. İmam kendisine ulaşmadan önce Hz. Şeyh vefat etti.

      Hz. İmam, Şerhend'deki bu ikametinin ardından şeyhinin işaretiyle Lahor'a gitti. O zaman Lahor, Delhi'den sonra ikinci büyük ilim merkezi olarak kabul edilirdi. Şehirde bir çok âlim ve şeyh yaşıyordu. Hz. İmam'ın geldiğini duyan bütün Lahor ulema ve meşâyıhı kendisini karşılamış ve tanışmak istemişti. Hz. İmam'ın daha sonra en önemli halifelerinden olacak olan Şeyh Tâhir Lahorî, Şeyh Hacı Muhammed ve Şeyh Cemâluddîn et-Tulevî kendisine biat etmişti.

       İmâm-ı Rabbânî Hazretleri Hz. Şeyh'in vefat haberini Lahor'da aldı. Büyük bir üzüntüyle hemen Delhi'ye yola çıktı. Memleketi Serhend yolu üzerinde olduğu halde memleketine ve evine uğramayarak yoluna devam etti. Delhi'ye ulaştığında ilk durağı şeyhinin kabri oldu. Ardından Hz. Şeyh'in çocuklarına ve dervişlere giderek taziyede bulundu. Hz. İmam, Hz. Şeyh'in yakınlarının ve dervişlerin ricası üzerine bir süre burada kalarak onları teselli etti. İrşadının tesiri, feyzlerinin tazeliği dervişleri azimlendirdi, ruhlarını dinçleştirdi ve Hz. Şeyh'in sağlığında olduğu gibi yeniden çalışmalarına başladılar.[12]

       İmâm-ı Rabbânî Hazretleri Delhi'deki bu kısa ikametinden sonra memleketi Serhend'e döndü. Hz. İmam her sene şeyhinin kabrini ziyaret etmek üzere Delhi'ye gider sonra tekrar Serhend'e dönerdi. İki defa da Agra'ya gitmişti. Bunun dışında Serhend'den ayrılmamıştı. Ancak ömrünün sonlarında Sultân-ı Vakt'in ısrarı üzerine iki üç sene kadar bazı şehir ve köylerde askerlerin arasında bulunmuştu. Uğradığı her yerde davet ve irşad faaliyetlerini sürdürmüştü. Böylece bir çok insan Hz. Şeyhin sohbetinden ve feyzinden istifade etmişti.[13]

Davet ve irşad faaliyetlerinin yaygınlaştırılması:

       Hicrî 1026 senesinde Hz. İmam bölgenin muhtelif yerlerinde davet ve irşad çalışması yapmak üzere bir çok halife gönderdi. Şeyh Muhammed Kâsım'ın önderliğinde yetmiş kişiyi Türkistan'a; Şeyh Farah Huseyin önderliğindeki kırk kişiyi Hicaz, Yemen, Rum ve Şam bölgelerine; Şeyh Ahmed el-Berkî önderliğindeki on seçkin müridini Tûran, Bedahşân ve Horasan'a gönderdi. Bu davet ekipleri gittikleri her yerde çok önemli irşad çalışmaları yaptılar. Bir çok insanın hidâyete ermesine sebep oldular. Hidayet ehli olanların da dinle olan irtibatını güçlendirerek davet ve irşad yolunda büyük başarılar kaydettiler.[14]

      İmâm-ı Rabbânî'nin bu çalışmalarını duyan bir çok değerli âlim ve şeyh yolculuğun zorluğuna rağmen Serhend'e doğru yola çıktı. Hz. İmama biat edip sohbetinden ve eğitiminden yararlandılar. Bedahşan sultanının mutemedi, özel kâtibi ve sırdaşı Şeyh Tâhir Bedahşî, büyük âlim Şeyh Abdulhakk Şâdmânî, Şeyh Sâlih el-Kûlâbî, Şeyh Ahmed el-Bersî, Şeyh Yâr Muhammed ve Talekânlı Şeyh Yûsuf, Serhend'e gelerek Hz. İmam'dan istifade eden zatlardandır. Hz. İmam bu değerli zatların bir çoğuna halifelik ve icazet verdi ve memleketlerine dönerek davet ve irşad faaliyetleri yapmalarını emretti.

       Hindistan'ın dört bir yanına öğrencilerini ve halifelerini gönderdi. Mesela Mîr Muhammed Nu'mân'ı hilafet ve icazet vererek Dekken'e göndermişti. Mîr Muhammed'in dergahında yüzlerce insan toplanarak Allah Teâlâ'yı zikir ve murâkabe ederler ve ilim okurlardı. Şeyh Bedîuddîn Sihârenpûrî'ye halifelik vererek önce Sihârenpûr'a gönderdi, ardından da davet ve irşad faaliyetlerini Agra'da sürdürmesini emretti. Bir çok devlet görevlisi davet ve irşad halkasına katıldı. Binlerce askerî görevli Hz. İmam'ın elinde tevbe etti.

        İmâm-ı Rabbânî Hazretleri'nin etrafındaki topluluk gün geçtikçe daha da büyüyordu. Cemaat artık o denli çoğalmıştı ki dönemin eşraf ve yetkili sahsiyetlerinin Hz. İmam'ı ziyaret etmeleri izdiham sebebiyle oldukça zorlaşmıştı. Şeyh Abdulbâkî Hazretleri'nin halifelerinden olan Mîr Muhammed Numân'ın biatını yenileyip icazet vererek kendisini Burhanpûr'a gönderdi. Mîr Muhammed Numân burada davet ve irşad faaliyetlerini bütün hızıyla sürdürdü. Bir çok insanın durumu düzeldi. Bir çok kimse kötülüklerden uzaklaşarak tevbe etti.

         Şeyh Tâhir Lahorî'yi, Delhi'den sonra ikinci önemli siyasî ve ilmî merkez olan Lahor şehrinde görevlendirdi. Şeyh Nûr Muhammed el-Betnî'ye icazet vererek Betne'ye gönderdi. Şeyh Nûr'un gayretleriyle burada muazzam bir eğitim ve irşad halkası oluştu. Medrese ve davet çalışmaları başladı. Şeyh Nûr'u ayrıca Bengâl'e gönderdi. Şeyh Tâhir Bedahşî eğitimini tamamladıktan sonra Hz. İmam kendisine ilim ve tarikat icazeti vererek Cûnpûr'a gönderdi. Şeyh Ahmed el-Berkî'ye icazet vererek Berk'e gönderdi. Şeyh Ahmed el-Berkî burada önemli davet ve tarikat çalışmaları yaptı. Bu arada talebe ve dervişlerin durumunu mektuplar yazarak Hz. İmam'a bildirdi.

       Mektûbât'ın ikinci cildini toplayan ve düzenleyen Şeyh Abdulhayy'e ilim ve tarikat icazeti vererek kendisini Betne şehrine gönderdi. Şeyh Hasan el-Berkî'yi memleketine göndererek sünnete ittibayı ve tarikatı yaygınlaştırmasını emretti. Seyyid Muhibbullah Mânkpûrî'ye hilâfet vererek önce Mânkpûr'a gönderdi, ardından da Âbâd'da ikamet etmesine izin verdi. Şeyh Kerîm Bâbâ Hasan el-Abdâlî kendi memleketinde irşad ve davet çalışmalarını sürdürdü.

       1027 yılına gelindiğinde İmâm-ı Rabbânî Hazretleri'nin ünü, eğitiminin tesiri, irşad ve yönlendirme gücü bölge sınırlarının dışına taşmış, hareketi ve faaliyetleri çok uzak ülkelerde yankı bulmuştu. Dünyanın muhtelif uzak bölgelerinden insanlar fertler ve gruplar halinde İmâm-ı Rabbânî Hazretleri'ne gelip kendisini ziyaret ediyor, sohbetinde bulunuyor, ilminden ve eğitiminden faydalanıyorlardı. İmâm-ı Rabbânî'nin Mâverâunnehir ülkelerinde, Bedahşan'da, Kâbil'de ve diğer acem ülkelerinde bir çok halifesi olduğu gibi bu Rabbânî hareketin ünü Arap ülkelerine kadar da ulaşmıştı. Hindistan'da ise Hz. İmam'ın, insanları Allah'a davet eden, hayra yönlendiren ve eğiten talebelerinin, müridlerinin ve halifesinin bulunmadığı hiçbir yer kalmamıştı.[15]

Ekber Şah Dönemi ve İmâm-ı Rabbânî:

      O günlerde, Ekber Şah namıyla meşhur padişah Celâleddin Ekber Şah'ın saltanatı Hindistan'ın her tarafında en şaşaalı dönemini yaşıyordu. Ekber Şah, idare işlerinde Müslüman olmayanlara da büyük mevkiler vermişti. Böylece herkes tarafından itibar görmeyi umuyordu. Haremine Hindu kadınları almıştı. Bu kadınların akraba ve yakınlarına önemli araziler ve malikaneler tahsis ediyordu. Onun yanında İslam âlimlerinin kıymeti, gayr-i Müslim bilginlerin kıymetinden daha azdı. Hatta zaman zaman Müslüman alimlerin tebliğlerine karşı çıkıyordu. Daha sonra İslâm dininin hükümlerini keyfince değiştirip "Dîn-i ilâhî" adında yeni bir din ortaya attı ve bu dini yaymaya başladı. Daha da azıtarak büyüklük taslayıp kendisinse secde edilmesini emretmişti. Halkı zorla kendisine secde ettiriyor, muhalefet eden ve secde etmek istemeyen kimseleri de öldürtüyordu.

       Dünyaya bağlı, dünya-perest kimseler de kendileri için çıkar sağlamak ve siyasi nüfuzlarını güçlendirmek için Ekber'e dalkavukluk ediyor, yaptığı her şeyi alkışlayarak İslam'da daha fazla tahribat yapmasına fırsat veriyorlardı. Bazı Hindu ritüelleri kutsal ilan ediliyordu.

     Çocuklara Ahmed ve Muhammed gibi isimlerin konulması kerih görülür olmuştu. Paraların üzerine Dîn-i İlâhînin zorunluluğuna dair ifadeler basılmıştı. Yeni dinin kelime-i tevhidi, "Lâ ilahe illallah, Ekber (Şah) halifetiullah" şeklindeydi. İnek kesmek yasaklanmış. Nevruz günü şarap içmek farz olarak ilan edilmişti. Dîn-i İlâhînin özelliklerinden biri de sakalları tıraş etme zorunluluğuydu. Domuz, helal, temiz ve son derece saygı duyulması gereken bir hayvan olarak kabul edilmişti. Resmi dil Farsça'dan Hintçe'ye çevrilmişti. Helallar haram, haramlar da helal sayılmıştı. Zekat ve cizye uygulaması kaldırılmıştı. Hicrî takvim yürürlükten kaldırılmıştı. Cuma hutbelerinde Hz. Peygamber ve ashâbının adlarının okunması yasaklanmıştı.

      Ekber'in peygamber olduğu ima ediliyordu. Ebu'l-Fazl ve diğer bazı saray uleması Allah'a inanmak için peygambere inanmanın şart olmadığına dair görüşleri ileri sürerek insanların kafasının karışmasına sebep oluyorlardı. Hz. İmam bu akıma reddiye olarak "İsbâtu'n-nubuvve" adlı eserini kaleme aldı. Aynı zamanda Hindistan'da İslam'ın saygınlığını yeniden kazandırma amacına yönelik dinî, tasavvufî ve siyasî görüşlerini yaymak için tebliğ amaçlı mektuplar yazdı. Bu mektupların bir kısmı Ekber'in uyguladığı politikaları açık bir şekilde kınıyordu.

İmâm-ı Rabbânî Hazretleri o dönemi şöyle anlatır:

"Hint bölgelerinde ehl-i küfürden alınan cizye, kökünden kaldırılmıştır. Bu, ehl-i küfrün bu diyarın sultanlarıyla olan beraberliklerinden doğan uğursuzluk sebebiyledir (.)

     Sultanlar cizyeyi engellemeye nasıl cesaret edebiliyorlar! Halbuki Hak Sübhânehû cizyeyi kafirlerin zilleti için koymuştur. Onun alınmasındaki maksat o kafirlerin zillet ve alçaklık içinde yaşamaları, ehl-i İslâm'ın ise üstünlük ve izzet sahibi olmasıdır."[16]

Bir başka mektubunda da şöyle anlatır:

     "Hint kafirleri pervasızca Müslümanların mescitlerini yıkmaya başlamış ve yerlerine kendi mabetlerini inşa etmişlerdi. Mesela Taniser'de Gergiht havuzunun içinde bir mescid ve büyüklerden birine ait kabir vardı. Hint kafirleri bunları yıkıp yerlerine büyük bir manastır bina etmişlerdi. Ayrıca kafirler küfür merasimlerini topluluk halinde diledikleri gibi icra ederken Müslümanlar İslam'ın hükümlerini icra etmekten aciz kalmışlardı. Hintliler, bayram kabul ettikleri ve yemek içmekten uzak durdukları Kades günü Müslüman şehirlerinde bile hiçbir Müslüman'ın ekmek pişirip satmasına müsaade etmiyorlardı. Fakat kendileri mübarek Ramazan ayında meydanlarda ekmek pişirip satmakta ve İslam'ın zayıflığından hiç kimse kendilerine mani olamamaktaydı."[17]

"Geçen dönemde Müslümanlar İslâm'ın hükümlerini açıkça yerine getiremez hale geldi. Eğer biri İslâmi bir hükmü açıkça yerine getirecek olsa derhal öldürülmekteydi. Yazıklar olsun! Nedir bu başımıza gelenler! Alemlerin Rabbi olan Allah'ın habibi Muhammed'e (s.a.v.) inananların nedir bu başına gelen! Nedir, onları kıymetsiz ve değersiz eşya haline getiren! Oysa Muhammed'i (s.a.v) inkar edenler o zamanlar (Ekber döneminde) izzet ve saygınlığın zirvesindeydiler. Müslümanlar yaralı kalpleriyle birlikte İslam'ın taziyesinde iken kafirler alaylı tavırlarla onların yaralarına tuz basmaktaydı. Hidayet güneşi sapıklık ufkunun altında gizlenmiş, hakkın nuru batılın perdeleri ardında inzivaya çekilmişti."[18]

      İşte böyle karanlık bir dönemde Ekber Şah'ı ve avanesini doğru yola çağırmak üzere Allah Teâlâ, İmâm-ı Rabbânî'yi görevlendirdi. İmâm-ı Rabbânî Serhend'den Ekberâbâd'a geldi. Ekber'in yakınlarını çağırtıp:

     "Şah, Hakk Teâlâ'ya ve O'nun Rasûlüne âsî olmuştur. Benim tarafımdan kendisine söyleyip hatırlatın ki; onun şahlığı da, kudreti de, iktidarı da, ordusu da her şeyiyle birlikte büyük bir bela ile dağılıp perişan olacaktır. Tevbe etsin, Allah ve Rasûlü'nün yolunu tutsun. Aksi halde Allah'ın kahrını, gazabını beklesin!" dedi.[19]

     İmâm-ı Rabbânî'nin bu sözlerini şaha ulaştırdılar. Hân-ı Hânân Bayram Han, Hân-ı A'zam Abdurrahim Han ve Murtaza Han, Ekber'in sarayında önemli mevkilerdeki bürokratlar idi. Aynı zamanda bunlar Hz. İmam'ın da müridiydiler. Hz. İmam bu bürokrat müridleri aracılığıyla Ekber'i yola getirmeye çalıştıysa da Ekber'in nasipsizliği devam etti. Ekber kendi uydurduğu yeni dinin muvaffak olmasından çok memnundu ve bu mutluluğun sarhoşluğunu yaşıyordu. Ekber yeni dinin başarısını sarayda törenler düzenleyip kutlamakla meşgul iken, ileri gelen müneccimler, kendisini uyarıp devlet ve saltanatının helakinin yakın olduğunu haber verdiler. Ekber'in kendisi de o günlerde korkunç bir rüya gördü. Rüyadan o kadar korkmuş ve etkilenmişti ki, eski sapıklığını kısmen düzelterek şöyle bir ferman yayınladı:

"İsteyen Müslümanlığa sarılır, isteyen Dîn-i İlâhî'ye bağlanır. Zorlamak ve mecbur tutmak yoktur."[20]

     İmâm-ı Rabbânî'ye atfedilen bir rivayette ilginç bir olay anlatılır. Ekber Şah bir tören tertipler. Çadırlar kurdurur. Dîn-i İlâhî mensuplarının çadırlarını süslü yapar ve bol yiyecek ve içecekle doldurur. Müslümanlarınkini eski çadırlardan yapar ve içlerine kuru ekmek koydurtur. Dîn-i İlâhînin bu çadırlar gibi yeni ve süslü olduğunu, İslam'ın da artık eskidiğini ve durumunun eski çadırlara benzediğini göstermek ister. Tören başlayınca, İmâm-ı Rabbânî, Müslümanların bulunduğu bölümü bir çizgi içine alarak, elinde tuttuğu bir kesek parçasını Ekber'in çadırına doğru fırlatır. Birdenbire şiddetli bir fırtına çıkar. Ekber'in saray çadırlarında bir hengâme kopar. Herkes paniğe kapılır. Bu kargaşada, Dîn-i İlâhî  mensuplarının bulunduğu tarafta birkaç ölü, çok sayıda yaralı olmasına rağmen, Müslümanların bulunduğu tarafta en ufak bir zayiat olmaz. Bu durumu gören Ekber Şah'ın adamlarından çoğu, tevbe ile İmâm-ı Rabbânî'ye biat eder[21].

      Ekber Şah'ın çok geçmeden oğulları arasında şiddetli bir saltanat mücadelesi ortaya çıkar. Selim (Cihangir), sarayda babasının dinî siyasetini benimsemeyen - ki bunların bir kısmı Hz. İmam'ın mürîdleridir- üst düzey yöneticilerin desteğini arkasına alır. Sonunda Ekber Şah vefat eder (1014/1605). Selim (Cihangir) tahta çıkar[22].

Selim Cihangir Döneminde İmâm-ı Rabbânî ve Çalışmaları:

      İmâm-ı Rabbânî Hazretleri bu karmaşa ve fitne döneminde yıkılan değerleri yeniden canlandırma, Müslümanları bilinçlendirme, yani İslam'ı hayata hakim kılma yolunda devasa bir mücadele içindeydi.

      Çok olumsuz şartların kuşattığı bir zamanda, fesada uğramış bir topluluk içinde yetişmiş olsa da İmâm-ı Rabbânî Hazretleri, mürşidinin verdiği müjdeyi doğruladı. Bilindiği üzere Bâkî Billâh Hazretleri, İmâm-ı Rabbânî'nin "İslam bahçesine baharı getireceği" müjdesini vermişti. İmâm-ı Rabbânî bu fitne ortamına ve şirk egemenliğine karşı çıkan ve Hz. Peygamber'in (s.a.v) dinine yardım eden ön önemli isim idi.

    Yönetim nezdinde dinin ihyası için cihad etti. Hükümetin himayesi altında bulunan dinsizlik faaliyetlerine açıkça ve uygun yöntemlerle karşı çıktı. Şeriatın hükümlerini ve iman esaslarını hiç korkmadan ve çekinmeden savundu. Bu dönemde Hz. İmam'ın işbirliği içinde olduğu önemli bir şahsiyet daha vardır. Hz. İmam'ın 1. ciltteki 115. Mektubu kendisine yazdığı bu zat Şeyh Abdulhak ed-Dihlevî'dir. Şeyh Abdulhak 958/1551 yılında Delhi'de seçkin bir Türk ailesinin çocuğu olarak dünyaya gelmişti. Ataları Buhâra'dan geldiği için Dihlevî Buhârî nisbesiyle de anılır. İlk öğrenimini âlim olan babası Şey Seyfeddîn'den yapmıştı. Daha sonra hocası Muhammed Mukîm'den ve Delhi medresesindeki diğer hocalardan islâmî ilimler tahsil etmişti ve yirmi iki yaşında tahsilini tamamlamıştı. Bir süre Hicaz'da ilmî faaliyetlerde bulunmuştu. Daha sonra Delhi'ye dönerek burada bir medrese kurmuş ve hadis öğretimiyle meşgul olmuştu. Hükümetin ileri gelen şahsiyetlerini sünneti ihya etmeye ve bid'atları ortadan kaldırmaya teşvik ederek bu konuda çeşitli kitaplar ve risaleler yazmış, dersler ve konferanslar vermişti. Bu maksatla halk üzerinde ki etkinlikleri tartışmasız olan Şeyh Ahmed Serhendî (İmam-ı Rabbânî) ile iş birliği yapmıştı.[23]

      Ancak yönetim, bütün araç ve imkanlarını kullanarak Hz. İmam'ın bu destansı direnişini kırmak ve etkisiz hale getirmek istiyordu.

    Ekber'in ölüp yerine oğlu Cihangir'in geçmesiyle birlikte Hz. İmam'ın işi biraz kolaylaşır gibi oldu. Çalışmaları daha da hızlandı.

       Hz. İmam, ülkede İslamî değerleri hakim kılmak için büyük bir kampanya başlattı. Ordunun ve halkın islama aykırı hiçbir emri dinlememesi için yine ordunun yardımını sağladı.

       Bir yandan İslamiyete dışarıdan eklenmiş yabancı düşünceleri ortadan kaldırmak, halkın İslam'la irtibatını güçlendirmek için, yetiştirdiği talebe ve müridlerini halk arasına gönderirken, bir yandan da kendisi ülkede ve yönetimde söz sahibi olan hemen herkesle geniş münasebetlere girişmişti. Her tarafa yayılan mektup ve risalelerinde şeriata ve Hz. peygamberin sünnetine uymanın önemini açıklıyor, serdettiği fikirleriyle zihinlerde adeta bir devrim yapıyordu.

      İmâm-ı Rabbânî Hazretleri Ekber'in yerine geçen Cihangir'i kendi yanına çekmeye çalıştı. Bu yeni imparatorun tahta geçmesinde Hz. İmam'ın bürokrat ve asker müritleri önemli rol oynamıştı. Diğer taraftan Hz. İmam'ın çalışmalarından rahatsız olan hasetçi ve din düşmanı bazı kimseler kendisiyle ilgili yoğun bir karalama kampanyası başlatmıştı.

     Hz. İmam'ın tesiri tüm Hindistan'a yayıldığı için Cihangir'e, askerlerin ve yönetimde olan kimselerin onunla ve müritleriyle görüştürülmemesi tavsiye olundu.

"İmâm-ı Rabbânî devlet yönetimini eline geçirmek istiyor" şeklinde söylentiler çıkartıldı.

       Hz. İmam'ın tasavvufun ancak erbabınca anlaşılabilen girift  meselelerini içeren mektupları Cihangir'e sunuldu. Aynı zamanda bu mektuplarda sâlikin seyr u sülûk yolunda yaşadığı ve mutlaka şeyhine haber vermesi, şeyhinin yorumu müvacehesinde anlaması ve şeyhinin onaylamadıklarını reddetmesi gereken kalbî vâridât ve keşifler  de yer almaktaydı[24]. Sultan Cihangir ise böylesine derinlikli hakikatleri bilmeyen sade bir Müslümandı. Keşif, müşâhede ve vâkıa gibi tasavvufî konuları bilmiyordu. Cihangir bu mektupları dinleyince içerdiği konuları garip ve tuhaf karşılayarak dehşete kapılmış ve ehl-i sünnet itikadına ters düştüğünü zannetmişti. Hz. İmam'ın bu mektuplarda anlattıklarını batıl iddialar ve kendini ön plana çıkarma gayretleri olarak yorumlamıştı. Nitekim Cihangir Tûzuk adlı kitabında bu konuya değinmiş ve bu mektuplar karşısındaki şaşkınlığını burada anlatmış, hatta Hz. İmam'la ilgili alaylı ifadeler kullanmıştır. Bu satırlar, Cihangir'in, Hz. İmam'ı tanımadığını, onun islama olan hizmetini kavrayamadığını  ve İslam akâidini yalnızca ana hatlarıyla bilip ince meselelerden habersiz bir sultan olarak o kitabı kaleme aldığını göstermektedir[25].

       Esas mesele Cihangir'in, Hz. İmam'ın saraydaki nüfuz ve etkisinden rahatsızlık duymasıydı. Çünkü Hz. İmam'ın sarayda ve hükümette etkin yerlerde olan Hân-ı A'zam Mirzâ Azîzuddin, Hân-ı Cihân Hân el-Lûdî, Başkomutan Hân-ı Hânân Mirzâ Abdurrahîm, Mirzâ Dârâb ve Kılîc Hân gibi bürokrat ve yönetici müridleri vardı. Hz. İmam bu müridlerine mektuplar göndererek şeriatın hakimiyetini sağlamaya çalışıyordu. Mesela Sadr-ı Cihân'a yazdığı mektupta şöyle diyordu:

     "Bu gün artık devletin içinde büyük bir değişim söz konusudur. Gayr-i müslimlerin dirençleri kırılmıştır. Binaenaleyh İslâm ümmetinin büyükleri olan ulu vezirlerin, değerli alimlerin bütün enerjilerini şeriatın yayılması için kullanmaları, yıkılmış olan İslâm'ın temel direklerini ayağa dikmek ve ilk önce bunları güçlendirmek için çalışmaları bir zorunluluktur. Bu hususta gecikmenin hiçbir hayrı yoktur. Gariplerin gönülleri bu durumdan son derece muzdariptir.

Geçen dönemin (Ekber döneminin) kaba kuvvetinin etkisi hâlâ Müslümanların yüreklerinde tazedir. Bu imkanın elden kaçmasından şiddetle korkmaktadırlar. Böyle olursa İslâm'ın garipliği daha uzun süreler devam edecektir. Şayet sultanlarda sünnet-i seniyyeye geçerlilik kazandırmak gibi bir hedefleri olmazsa, sultanın yakın çevresi de bu hususta gevşeklik gösterir ve birkaç günlük dünya hayatını ganimet bilirler. Bu durum en çok İslâm âleminin dervişlerine zor ve zifiri karanlık gelir. (.)

İslâm alametlerinden biri de İslâm diyarlarında kâdılar tayin etmektir. Geçen asırda bunun izi silinmişti. İslâm diyarlarının en büyüğü olan Sirhend'de yıllar var ki tek bir kâdı bile bulunmamaktadır."[26]

Hân-ı Cihân Hân el-Lûdî'ye ise şunları yazıyordu:

"Fakat sultan size kulak verip sözünüzü itibara alacağı için, bu konumunuzu büyük bir nimet olarak görmeniz ve kendisine hak sözü yani Ehl-i Sünnet ölçülerine uygun biçimde İslam'ı anlatmanız üzerinize bir vazifedir. Artık bu vazifeyi ya aleni olarak ya da ima yoluyla yapmanız sizin takdirinize kalmıştır. Kendisine elden geldiğince Ehl-i Sünnet ölçülerini bildirmelisiniz. O kadar ki bunu yapabilmek için konuşma esnasında devamlı surette fırsat kollamalısınız. Ta ki İslam'ın hak olduğu ve küfrün batıl olduğu ayan beyan ortaya çıksın."[27]

    Bütün bu olanları yakından takip eden Cihangir, Hz. İmam'ı hapse atmaya karar verdi. Serhend'den huzuruna çağırttırdı ve "Mektuplarıyla,  İslam'a uymayan fikirleri yaymakla itham etti." Hz. İmam bu suçlamaları reddedince Cihangir Hz. İmam'dan önünde yere kapanarak bir tür secde etmesini emretti. Fakat Hz. İmam bunu şiddetle reddetti.

     Cihangir'in oğlu Şah Cihan'ın Hz. İmam'a karşı gizli bir muhabbeti ve sevgisi vardı. Allâme Afdal Han'ı ve Müftü Hâce Abdurrahman'ı fıkıh kitaplarıyla birlikte İmâm-ı Rabbânî'ye gönderdi. İmâm-ı Rabbânî'ye bir de mektup yazmıştı. Mektupta şöyle diyordu: "Bazı fıkıh kitaplarında sultanların önünde eğilmeye izin verilmiştir. Eğer sultanın önünde eğilirseniz size hiçbir zararın gelmeyeceğini garanti ederim."

Hz. İmam şöyle cevap verdi:

- Bu fetva zaruret zamanı için bir izindir. Yani bir insan ölümle korkutulacak olursa ancak o zaman böyle bir fetvayla amel edebilir. Ancak gerçek din ölçüsü ve din bütünlüğü Allah'tan başka kimsenin önünde secde etmemeyi gerektirir. Azimet ruhuna göre bu caiz değildir. Ecel gelince zaten kimse kimseyi kurtaramaz.

      Sultan Cihangir'in huzuruna tekrar çağrıldı. Sultanın huzurunda çok güzel bir konuşma yapıp bütün suçlamalara karşı kendini savundu. O kadar güzel ve doyurucu fikirler ortaya koydu ki, sultan yüksek hakikatleri anlayacak birisi olmadığı halde, ikna oldu. Hatta, Hz. İmam kendisi hakkındaki ithamlara cevap verirken orada bulunan büyük bir Hindu komutanı, onun dinde olan kuvvetinin, sözlerinin derin ve etkileyici muhtevasının etkisinde kalarak Müslüman oldu. Ama orada bulunup, sultanın ikna olduğunu ve entrikalarının boşa çıktığını görenler hemen harekete geçtiler:

"Bunun adamları ve taraftarları çoktur. Sözleri ve fikirleri bütün memlekette etkindir. Bu serbest bırakılırsa ülkede karışıklık çıkartabilir" diyerek, uzun konuşmalardan sonra sultanı tekrar eski kararını uygulamaya ikna ettiler ve Sultan Cihangir, Hz. İmam'ı Guvalyar kalesine hapsetti. Tutuklanmasından sonra kitaplarına, bahçesine, kuyusuna ve evine el konuldu ve ailesi başka bir yere nakledildi.

     O zaman Guvalyar kalesinde devlete karşı gelmiş bulunan bir hayli gayr-i Müslim de tutuklu bulunmaktaydı. Hz. İmam burada da sürdürdüğü irşad ve davet çalışmaları sonucu bütün mahkumların hidayetine sebep oldu. Dr. Arnold "Preaching of Islam" adlı kitabına bu hadiseyi şöyle anlatır:

"Sultan Cihângir zamanında (1605-1628) Şeyh Ahmed el- Muceddid diye bilinen Sünnî bir âlim vardı. Şia'ya karşı mücadelesiyle meşhur oldu. Şia'nın sarayda etkinliği ve nüfuzu vardı. Şeyh Ahmed'i tutuklatıp hapse attırdılar. Hapiste iki sene kaldı. Bu iki senelik süre içinde hapishanedeki yüzlerce gayr-i müslimin islama girmesine sebep oldu."

Encyclopedia of Religion and Ethics adlı ansiklopedi ise bu konuyu şöyle işler:

"17. asırda Hindistan'da Şeyh Ahmed el-Muceddid adında bir Müslüman âlim vardı. Haksız yere hapse atılmıştı. Hapse girdiğinde kendisiyle birlikte olan yüzlerce mahkumun İslam dinine girmesini sağladı."[28]

Demir parmaklıkların arkasında yaşanan lütuf ve ihsanlar :

     İmâm-ı Rabbânî Hazretleri hapisteyken, Allah Teâlâ samimi kullarına hep yaptığı gibi Hz. İmam'a da lütuf ve ihsanlarını bol bol gönderdi. Hz. İmam seçkin dostlarına yazdığı mektuplarda hapiste kendisine lutfedilen manevî halleri ayrıntılı bir şekilde anlatır. Mesela Guvalyar Kalesi Hapishanesinden Şeyh Mîr Muhammed Numân'a yazdığı uzun mektupta şöyle der:

"Allah'a hamd, peygamberlerine selam olsun. Hapishaneye girip Allah'ın gazap ve celal sıfatlarının tecellisiyle şereflenmeden önce şühûdî imanın darlığından tamamen kurtulabilmiş, hayal ve sembollerin gölgelerinden tam olarak kendimi alabilmiş değildim. O dönemde henüz tam olarak gaybî imana erebilmiş, huzur halinden gayp haline, ayne'l-yakinden ilme'l-yakine ve müşahededen istidlale geçebilmiş değildim. Bu dönemde tam olarak başkalarının güzelliklerini kusur, kusurlarını güzellik olarak göremiyordum. Henüz tam anlamıyla tevazu ve boyun büküklüğü halini yaşayamıyor, muhtaçlık duygusunu kalbimin derinliklerinde hissedemiyordum. İnsanlardan gördüğüm sözlü ya da fiili eziyetler karşısında memnuniyet duyup gassalin elindeki ölü misali irademi kökten Allah'a teslim edemiyordum. Afakî ve enfüsî alakalardan tam olarak kurtulamıyor; tazarru, iltica, inabe, istiğfar, mezellet ve boyun büküklüğü hallerinin özünü idrak edemiyordum. Yine o dönemde şanı yüce Allah'ın eşyaya olan ihtiyaçsızlığının ölçüsünü tam kavrayamamış ve kendimi tam olarak alçak ve miskin bir kul gibi görememiştim.

"(Bununla beraber) nefsimi temize çıkarmıyorum. Çünkü nefis aşırı şekilde kötülüğü emreder; Rabbim acıyıp korumuş başka. Şüphesiz Rabbim çok bağışlayan, pek esirgeyendir."[29]

       Eğer hapishanede ilahi feyizler ve ihsanlar imdadıma yetişmeseydi kendimden ümidi kesecek ve karamsarlığa kapılacaktım. Beni bela içinde afiyete kavuşturan, eziyet içinde bana ikramda bulunan, zorluk sırasında benden ihsanını esirgemeyen ve sevinç ve üzüntü hallerinde beni kendisine şükretmeye muvaffak kılan Allah'a hamd olsun. Beni peygamberlerin ve velilerin takipçisi ve alim ve salih kimselerin düşkünü kılan Allah'a bir kez daha hamd olsun. Allah'ın salat ve selamı önce peygamberlerin sonra onlara inanan kimselerin üzerine olsun." [30]

     Hz. İmam'ın, Sultan'ın emriyle tutuklandığı haberi dervişler ve Hz. İmam'ın sevenleri arasında infiale sebep oldu. Tepkiler oldu. Hz. İmam değerli dostlarından Şeyh Bedîuddîn'e hapisten yazdığı bir mektupta şöyle der:

"Bu fakir hapishaneye ilk girdiği zamanlar, kendisiyle ilgili olarak dört bir yanda çıkan söylentileri adeta bir nur bulutu gibi görmekteydi. Artık Allah ile olan muamele daha yüksek mertebelere varmış durumdadır. Bunca yıl Allah'ın cemal sıfatıyla terbiye edildiniz. Bundan böyle celal sıfatının terbiyesiyle yola devam edeceksiniz. Artık sabır ve rıza makamında bulunmanız ve Allah'ın celaliyle cemalini birbirine denk bulmanız gerekiyor."

Hz. İmam hapishanedeyken, değerli oğullarını da sabra ve şükretmeye teşvik ediyordu. Allah Teâlâ'dan gelen her şeye rıza göstermelerini, duayla, zikirle, Kuran tilavetiyle meşgul olmalarını ve mâsivâdan yüz çevirmelerini istiyordu.[31]

     Cihangir İmâm-ı Rabbânî'yi üç sene hapiste tuttuktan sonra serbest bıraktı. Bunun sebebi tam olarak bilinmemekle birlikte Hz. İmam'a haksızlık yaptığını anladığı için pişman olması veya bu kadar hapsin İmâm-ı Rabbânî için yeterli olduğunu düşünmüş olması muhtemeldir.[32] Daha sonra Hz. İmam'ı saraya davet etti. Bir cübbe giydirdi ve bin rupi hediye etti. İmâm-ı Rabbânî'yi kendi memleketine dönmek veya karargahta kalmakta serbest bıraktı. O da yönetim çevresine yakın olmak için karargâhı seçti.

     Dünya menfaati veya şahsi çıkar için değil, bilgilendirmek, uyarmak, toplumun dertlerini dile getirmek için devlet adamlarına yakınlaşmayı gerekli gördü, bunu diğer âlimlere de tavsiye etti. Ona göre, eğer iyi niyetli, dünya menfaatinden uzak âlimler, sultana yaklaşıp onu iyi ve doğruya yönlendirmez ve şeriatın kurallarını uygulaması için telkinde bulunmazsa dünya menfaati gözünü bürümüş birtakım çıkarcı, bidatçı ve yaltakçı âlimler, devlet adamlarını yoldan çıkarır, halka zulmettirirler. Bunları engellemenin en geçerli yolu onlara bu fırsatı vermemektir.

Hz. İmam bu konuyu şöyle anlatır:

"Şimdi ise İslam'ın açığa çıkmasına mani olan unsurların yok olduğu ve Müslümanların sultanının tahta geçtiği müjdesi yediden yetmişe herkese ulaştı. Artık Müslümanların sultana yardım etmeyi kendilerine bir borç bilmesi gerekir. Şeriatı yüceltme ve dini güçlendirme hususunda sultanı yönlendirmeleri icap eder. Sultana olan bu destekleri gerek sözlü gerekse fiîli olabilir. En acil destek sözlü olanıdır. Bunun da en iyisi şer'i meseleleri beyan ve kelâmı inanç esaslarını Kur'ân, sünnet ve icma-ı ümmete uygun biçimde bildirmektir.

Böylece aradan bir takım sapık ve bidatçilerin çıkıp yolu tıkamaları ve durumun bozulmasına yol açmaları engellenmiş olur. Bu tür yardım âhireti gözeten Ehl-i Sünnet alimlerine mahsustur. Zira dünyalık alimlerin tek hedefi dünya metaına üşüşmek ve onun döküntülerini toplamaktır. Bunlarla arkadaşlık etmek öldürücü zehirdir. Bunların bozukluğu başkalarına da sirayet etmektedir.

Eğer ilim sahibi nefsine esir olursa
Onu bu durumdan kim kurtaracak!

Nitekim geçen asırda ne musibetler geldiyse hep bunların fenâlığından geldi. Zira sultanı doğru yoldan saptıran bunlar olmuştur. Sadece sultan değil, yetmiş üç fırka içerisinde bir fırka yoktur ki, sapkınlığa düşmelerinde onların önderi kötü alimler olmasın. Sapkınlığı seçenler içinden kötü alimler gibi sapkınlığı başkalarına tesir eden başka bir sınıf yok denecek kadar azdır. Günümüzde sûfilere benzeyen çoğu cahiller de kötü alimler hükmündedir. Zira bunların da bozuk fikirleri başkalarına tesir etmektedir."[33]

       İmâm-ı Rabbânî Hazretleri hapisten saygı ve sevgi gösterileri arasında çıktı. Memleketi Serhend'e gidip üç gün kaldıktan sonra Sultan'ın davetine icabet ederek karargâha geldi. Burada kendisini Sultan Cihangir'in veliahdı Hürrem Şahcihân karşıladı. Sultan, Hz. İmam'dan birkaç gün karargahta kendisiyle birlikte kalmasını istedi. Hz. İmam, Sultan'ın bu davetini de kabul etti. Bu beraberlik çok yararlı oldu. Sultan ve askerler üzerinde büyük bir etki bıraktı.

      İmâm-ı Rabbânî Hazretleri karargahta bulunmasının faydalarını, oğullarına yazdığı bir mektupta şöyle anlatır:

"Karargâhta -bu şekilde, isteksiz ve arzusuz da olsa- kalmayı ganimet olarak görüyorum. Burada geçirdiğim bir saatin başka yerlerde geçirilen uzun zamanlardan daha faziletli olduğunu düşünüyorum" [34].

Başka bir mektupta da şöyle der:

"Hamd, âlemlerin Rabbi olan Allah Teâlâ içindir. Selâm olsun O'nun seçtiği kullara.

Bu taraflarda durumlar ve gidişat hamdolsun çok iyidir. Buralarda acayip ve garip sohbetler olmaktadır. Allah Sübhânehû'nun inâyetiyle bu sohbetlerde dînî işlere ve İslâmî asıllara kıl kadar bile olsa bir sahtekarlık, tavizkarlık ve şarlatanlık bulaşmamaktadır. Allah Teâlâ'nın tevfîkiyle, yalnızlık anlarında ve hususî meclislerdeki ifadeler, bu tartışmalarda da ayniyle açıklanmaktadır."[35]

Diğer bir mektupta da şöyle der:

"Kıymetli yavrularımın değerli mektupları geldi. Allah Sübhânehû'ye hamd u senalar olsun ki, sıhhat ve afiyette olduklarını öğrendik.

      Bu gün henüz yeni olarak ortaya çıkmış bir muameleyi yazıyorum, kemal-i dikkatle dinlenmesi gerekir. Cumartesi gecesi akşam vakti Sultanın yanına gitmiştim. Döndüğümde henüz akşam olalı üç saat olmuştu. Hafızdan da üç cüz Kur'an-ı Kerim dinledim. Artık akşam olalı altı saati geçiyordu. Ancak uyku müyesser olmuş, gecenin yorgunluğu da olduğu için sabah halkasından sonra uyumuştum."

Şeyh Hâce Hüsâmuddîn'e yazdığı mektupta şöyle der:

"Burada birlikte olduğumuz evlat ve dostlarımızın vakitleri cemiyyet üzere geçmekte ve hâlleri yükselip ilerlemektedir. Karargâh onlar için bir tekke olmuştur."[36]

İmâm-ı Rabbânî Hazretleri'nin vefatı:

       Hâce Muhammed el-Keşmî anlatıyor: "1032 senesiydi. Hz. İmam Ecmîr'de yaşıyordu. Bir gün bana, "Âhiret seyahatinin günleri artık iyice yaklaştı" dedi. Serhend'de bulunan oğullarına ise şöyle yazmıştı: "Ömrün bitmesi yakınken evladımız uzaktadır". İmâm-ı Rabbânî'nin oğulları bu mektubu alır almaz hemen yola çıkıp Ecmîr'e geldiler. Hz İmam bir gün oğulları Muhammed Masum ve Muhammed Saîd'e şöyle dedi: "Dünyadaki hiçbir şeye ilgim ve meylim kalmadı. Âhiret yurdunu düşünmek bütün duygularımı kuşattı. Öyle görünüyor ki yolculuk yaklaştı."

      Hz. İmam karargahtan ayrıldıktan sonra Serhend'de on ay dokuz  gün kalmıştı. Ecmîr'den Serhend'e döndüğünde ise dünyayla bütün ilişkisini kesti. İnsanlardan uzaklaşarak uzlet ve halvet hayatı yaşamaya başladı. Evladından ve seçkin iki dostundan başka kimsenin kendisiyle görüştürülmesine izin verilmedi. Yalnızca vakit namazları ve Cuma namazı için dışarı çıkıyordu. Bütün vakitlerini zikir ve istiğfar ile geçiriyordu. "Bütün varlığınla O'na yönel." (Muzzemmil 8) âyet-i kerîmesinin canlı tefsiri gibiydi.

    Zilhicce ayının ortalarına doğruydu. Hz. İmam nefes darlığı hastalığına yakalanmıştı. Birkaç gün ömrünün kaldığını söylüyordu.

     Hicrî 28 Safer 1034/10 Aralık 1624 tarihinde evladını ve müridlerini topladı ve şöyle dedi: "Hakk Teâlâ bir insana verebileceği her şeyi bana vermiştir"

       Bu sözleri söylerken artık son anının gelmiş olduğunu hissediyordu. Bütün elbiselerini fakirlere taksim etti. Ve o gecenin sabahı Mevlâsına kavuştu.

Eserleri:


1- Mektûbât

2-İsbâtu'n-Nubuvve: Allah inancına paralel olarak peygamberliğe inancın da zorunlu olduğunu ispat etmeyi amaçlayan eser, Ekber Şah'ın "Dîn-i İlâhî" adıyla savunduğu sinkretizm (bütün dinlere aynı anda inanma anlayışı) tarafından desteklenen şüpheciliğe karşı kaleme alınmış bir kitaptır. Hz. İmam'ın Arapça yazdığı kitap Gulâm Mustafa Han tarafından Urduca tercümesiyle birlikte, 1963 yılında Karaçi'de yayımlanmıştır.

3-Te'yîd-i Ehli's-Sunne (Redd-i Ravâfıd): İran Şii uleması ile Mâverâunnehir Sünnî uleması arasındaki bir tartışmanın ürünü olan eser Şiâ'ya bir reddiyedir. Bu kitabı, Gulâm Mustafa Han Farsça metni ve Urduca çevirisiyle birlikte, 1964 yılında Karaçi'de neşretmiştir.

4-Mukâşefât-'Ayniyye: 1965 yılında Karaçi'de neşredilmiştir.

5-Havâşî ve Ta'lîkât ber Şerh-i Rubâ'iyyât-ı Hâce Bâkî Billâh: 1966 yılında Karaçi'de neşredilmiştir.

6-Ma'ârif-i Ledunniyye: 1968 yılında Karaçi'de neşredilmiştir.

7-Mebde' u Me'âd: 1983 yılında Karaçi'de neşredilmiştir.

8-Risâle-i Tehlîliyye: 1983 yılında Karaçi'de neşredilmiştir[37].

9-Risâle fî Âdâbi'l-Murîdîn: Tasavvuf yoluna girenlerin uyması gereken edepleri anlatmaktadır.

10-Ta'lîkât 'alâ'l-'Avârif: Suhreverdî'nin 'Avârifu'l-Ma'ârif adlı eseri üzerine yapılan bir tâlîkât çalışmasıdır.

11-Risâle-i Hâlât-ı Hâcegân-ı Nakşbend: Nakşibendî şeyhlerinin hallerini anlatan bir eserdir.

12-Risâle-i Silsile-i Hadîs: Hadislerdeki isnad zinciriyle ilgili bir eserdir.

13-Keşfu'l-Gayn fî Şerhi'r-Rubâ'iyyeteyn: Bu eser Bâkî Billâh Hazretleri'nin iki rubâîsinin şerhinden ibaret olup, 1892'de Delhi'de basılmıştır.

14-İmâm-ı Rabbânî Hazretleri'nin bunların dışında cezbe ve sülûk ile ilgili bir risâlesinin olduğu da kaynaklarda belirtilmektedir.[38]

-------------------------------------------------------------------

[1] İmâm-ı Rabbânî Hazretleri bazı mektuplarda bu konuya değinerek  kendi dönemindeki sapkın sûfileri sert bir dille eleştirmektedir. Mesela bkz. Mektûbât c. 1, Mektup 266.
[2] Mektûbât, c. 1, Mektup 112.
[3] Mektûbât, c. 1, Mektup 286.
[4] Ebû'l-Hasan Ali el-Hasenî en-Nedvî, Ricâlu'l-Fikri ve'd-Da'veti fî'l-İslâm, III. 120-121
[5] Ebû'l-Hasan Ali el-Hasenî en-Nedvî, Ricâlu'l-Fikri ve'd-Da'veti fî'l-İslâm, III. 128.
[6] Muhammed Halim Şarkpûrî, İmâm Rabbânî, s. 17.
[7] T.D.V İslam Ansiklopedisi, xxıı. 195.
[8] Mektûbât, c. 1, Mektup 279.
[9] Necdet Tosun, Bahâeddîn Nakşbend,s. 200-202, İstanbul 2002.
[10] Mektûbât, c. 1, Mektup 266; İmâm-ı Rabbânî Hazretleri'nin şeyhiyle son görüşmesinde yaşadığı hallerin kendi dilinden anlatımı için ayrıca bkz. c. 1, Mektup 290.
[11] Mektûbât, c.1, Mektup 290.
[12] Muhammed Hâşim Kışmî, Zubdetu'l-Makâmât, s. 155-156.
[13] Muhammed Hâşim Kışmî, Zubdetu'l-Makâmât, s. 156-157.
[14] Ebû'l-Hasan Ali el-Hasenî en-Nedvî, Ricâlu'l-Fikri ve'd-Da'veti fî'l-İslâm, III. 144.
[15] Ebû'l-Hasan Ali el-Hasenî en-Nedvî, Ricâlu'l-Fikri ve'd-Da'veti fî'l-İslâm, III. 146.
[16] Mektûbât, c. 1, Mektup 163.
 [17] Mektûbât, c. 2, Mektup 92.
[18] Mektûbât, c. 1, Mektup 47.
[19] Muhammed Halim Şarkpûrî, İmâm Rabbânî, s. 31.
[20] Muhammed Halim Şarkpûrî, İmâm Rabbânî, s. 32.
[21] Muhammed Halim Şarkpûrî, İmâm Rabbânî, s. 32-33.
[22] Ethem Cebecioğlu, İmam-ı Rabbani, s.75
[23] Ülkemizde pek tanınmayan bu değerli âlimin hayatı ile ilgili daha geniş bilgi için bkz: T.D.V. İslâm Ansiklopedisi, IX. 291-293.
[24] Bu mektuplara örnek olarak 1. Ciltteki 11. Mektuba bakılabilir.
[25] Ebû'l-Hasan Ali el-Hasenî en-Nedvî, Ricâlu'l-Fikri ve'd-Da'veti fî'l-İslâm, III. 149.
[26] Mektûbât, c. 1, Mektup 195.
[27] Mektûbât, c. 1, Mektup 67.
[28] Ebû'l-Hasan Ali el-Hasenî en-Nedvî, Ricâlu'l-Fikri ve'd-Da'veti fî'l-İslâm, III. 154.
[29] Yusuf, 53.
[30] Mektûbât, c. 3, Mektup 5.
[31] Bkz. Mektûbât, c. 3, Mektup 2.
[32] Bir rivayete göre Cihangir rüyasında Peygamberimizi (s.a.v) görür. Hz. Peygamber, İmâm-ı Rabbânî'yi hapiste tuttuğu için Cihangir'e kızgınlığını ifade eder ve "Bu büyük insanı neden tutukladın ey Cihangir!" der. Bunun üzerine Cihângîr tevbe edip pişman olarak Hz. İmam'ı serbest bırakır (Ebû'l-Hasan Ali el-Hasenî en-Nedvî, Ricâlu'l-Fikri ve'd-Da'veti fî'l-İslâm, III. 156).
[33] Mektûbât, c. I, Mektup 47.
[34] Mektûbât, c. 3, Mektup 78.
[35] Mektûbât, c. 3, Mektup 43.
[36] Mektûbât, c. 3, Mektup 72.
[37] T.D.V İslam Ansiklopedisi, xxıı. 198-199.
[38] Ethem Cebecioğlu, İmam-ı Rabbani, s. 86-88.
                                                                                                                                                                                                                                   (Ömer Faruk tokat)