๑۩۞۩๑ İslami İlimler Dunyası ๑۩۞۩๑ => İslam Alimleri => Konuyu başlatan: Zehibe üzerinde 28 Haziran 2012, 16:37:22



Konu Başlığı: Hamdi Yazır
Gönderen: Zehibe üzerinde 28 Haziran 2012, 16:37:22
ELMALILI  HAMDİ YAZIR
 (1878-1942)

Hak Dini Kur 'an Dili adlı tefsiriyle tanınan son devir din alimlerinden.



            1878'de Antalya'nın Elmalı ilçesinde doğdu. Aslen Burdur'un Gölhisar ilçesine bağlı Yazır köyünden olan babası Numan Efendi Elmalı Şer'iyye Mahkemesinde başkatipti. Dedeleri Mehmed, Bekir, Hasan ve Bedreddin efendiler ilmiye sınıfına mensuptu. Annesi Fatma Hanım Sarlarlı Mehmed Efendi'nin kızıdır. İlk ve ortaöğreniminin yanı sıra hafızlığını Elmalı'da tamamlayan Muhammed Hamdi, tahsiline devam etmek üzere dayısı Mustafa Efendi ile birlikte İstanbul'a gitti ve Küçük Ayasofya Medresesi'ne yerleşti 1895 Beyazıt Camii'ndeki derslerine devam ettiği Kayserili Mahmud Hamdi Efendi'den icazet aldı. Bundan sonra hocası Büyük Hamdi, kendisi de Küçük Hamdi diye anılmaya başlandı; yazılarında da bu imzayı kullandı. Soyadı kanunu çıkınca babasının köyünün ismini (Yazır) soyadı olarak aldıysa da daha çok doğum yerine nisbetle Elmalılı diye meşhur oldu. Tahsili esnasında Bakkal Arif Efendi ile Sami Efendi'nin hat derslerine devam ederek onlardan da icazet aldı. 1904 yılında girdiği ruus imtihanını kazandı. Bu sırada devam ettiği Mekteb-i Nüvvab'ı birincilikle bitirdi, Bir taraftan da kendi gayretiyle edebiyat, felsefe ve musiki öğrendi. Ülkeyi çağdaş ilim ve medeniyet seviyesine ulaştırmaya vesile olabileceği ümidiyle meşrutiyet idaresini hararetle savunmaya başladı ve bu görüşü temsil eden İttihat ve Terakki Cemiyeti'nin ilmiye şubesine üye oldu. Avrupai tarzda bir meşrutiyet yerine şeriata uygun bir meşrutiyet modeli geliştirmek için çalışmalar yaptı. Beyazıt Medresesi'nde iki yıl süren dersiamlık görevinden sonra II. Meşrutiyet'in ilk meclisine Antalya mebusu olarak girdi. II. Abdülhamit'in tahttan indirilmesine rıza göstermeyen fetva emini Nuri Efendi'yi ikna edip fetva müsveddesini yazmak suretiyle bu konuda etkili bir rol oynadı. Daha sonra Şeyhülislamlık Mektubat Kalemi'nde görev aldı. Mekteb-i Nüvvab ve Mekteb-i Kudat'ta fıkıh, Medresetü'l-mütehassısin'de usul-i fıkıh, Süleymaniye Medresesi'nde mantık, Mülkiye Mektebi'nde vakıf hukuku dersleri okuttu. 1915- 1917 yıllarında huzur derslerine muhatap olarak katıldı. 1918'de şeyhülislamlık bünyesinde kurulan Darü'l- hikmeti'l- İslamiyye azalığına, bir müddet sonra da bu müessesenin reisliğine tayin edildi. Israrlı teklifler üzerine Damad Ferid Paşa'nın birinci ve ikinci hükümetlerinde Evkaf nazırı olarak görev yaptı. Bu görevde iken ikinci rütbeden Osmanlı nişanı ile ödüllendirildi. 15 Eylül 1919'da ayan heyeti üyeliğine tayin edildi: İlmi rütbesi de Süleymaniye Medresesi müderrisliğine yükseltildi. Cumhuriyetin ilanı üzerine memuriyet yaptığı kurumlar lağvedilince açıkta kaldı. Milli Mücadele sırasında İstanbul hükümetlerinde görev yaptığı için İstiklal Mahkemesi'nce gıyabında idama mahkûm edilmesi üzerine Fatih'teki evinden alınarak Ankara'ya götürüldü ve kırk gün tutuklu kaldı. Mahkeme sonunda muhtemelen İttihat ve Terakki Cemiyeti'ne üye olması sebebiyle suçsuz bulunarak serbest bırakılınca İstanbul'a döndü. Bundan sonra camiye gitme dışında evinden hiç çıkmadı. Bir geliri olmadığından maddi sıkıntı çektiği bu dönemde Metalib ve Mezahib adlı tercüme eserini tamamladı. Türkiye Büyük Millet Meclisi'nde Türkçe bir tefsir hazırlatılması kararı alınınca Diyanet İşleri Reisliği bu işi kendisine teklif etti. Elmalılı teklifi kabul ederek tefsiri yazmaya başladı: Hak Dini Kur'an Dili adını verdiği eserini vefatından önce bitirmeye muvaffak oldu. 27 Mayıs 1942'de, uzun müddet müptela olduğu kalp yetmezliğinden Erenköy'de damadının evinde vefat etti ve Sahrayıcedid Mezarlığına defnedildi.

            Çağdaşları arasında benzerine az rastlanan geniş kültürlü mütefekkir bir din âlimi olan Elmalılı Muhammed Hamdi aynı zamanda sanatçı bir kişiliğe sahipti. Türkçe, Arapça ve Farsça şiirler yazmasına rağmen edebi yönüyle pek tanınmamıştır. Eserlerinde kullandığı dil üzerinde yapılan incelemelerden anlaşıldığına göre Elmalılı yazılarında genellikle sade Türkçe kelimeleri tercih etmiş, ancak Türk dilinin öz malı haline gelen Arapça, Farsça ve Batı kaynaklı kelimeleri de ihmal etmemiştir. İlmi ve dini konulara ilişkin yazılarında ise oldukça ağır ve ağdalı bir üslup kullanmış, yer yer secili cümleler kurmuş, mantık örgüsü sağlam uzun cümleler kullanmakta başarılı olmuştur.

           Musikiye de aşina olan Elmalılı'nın sanatçı kişiliği daha çok hattatlığında ortaya çıkar. Sülüs, nesih, talik ve celi türünde çeşitli levhalar yazmıştır. Çoğu torunlarına ait koleksiyonlarda bulunan hatlarında arayış psikolojisinin hâkim karakter haline geldiği kabul edilir. Muhammed Hamdi rik'a ve icazet hattında da başarılı görülmüş, böylece son devrin seçkin hattatları arasında sayılmıştır.

            İlmi Şahsiyeti. Elmalılı, İslam ümmetinin içtimai vicdanını kaybetmesinin büyük felaketlere sebep olacağını, müslümanları Avrupalılaştırmanın bir hata olduğunu ve kurtuluşun Avrupa'yı içimizde eritip kendi değerlerimizi korumakla mümkün olabileceğini yazılarında ısrarla belirtmiştir. Ona göre Batı'nın değerlerinden değil ilminden faydalanmak gerekir. Çünkü insanlar ancak İslami esaslara bağlı kalmakla mutlu olabilirler. Esasen insanlık kendi türünü devam ettirebilmek için bir gün mutlaka İslamiyeti benimsemeye mecbur kalacak ve gelecekte İslam dini daha iyi anlaşılıp uygulanacaktır. Muhammed Hamdi, İslami ilimlerdeki derin vukufunun yanı sıra felsefi düşünce ve pozitif ilimler alanında da sağlam bir anlayışa sahipti. Nitekim dini endişelerle pozitif ilimlerin önüne engel konulmaması gerektiğini kuvvetle savunmuştur. Dini, kendi arzularıyla iyilik yapacak ve kemale erecek insanlar yetiştiren bir eğitim müessesesi veya insanları kendi istekleriyle tabiatta gözlenen zorunluluk ve baskıların üstüne yükseltecek olan bir hürriyet yolu olarak görür.

            Elmalılı'ya asıl ününü kazandıran eseri Hak Dini Kur'an Dili adlı meşhur tefsiridir. Ona göre Kur'an-ı Kerim hiçbir dile hakkıyla tercüme edilemez. İhtiva ettiği manaları keşfetmek çok zor olmakla birlikte Kur'an'ı tefsir edebilmek için kelimelerin gerçek anlamını belirlemek, lafız ve mana bakımından ilişkili olan kelimeler arasında bağlantı kurmak, lafızların yer aldığı metnin genel kompozisyonunu dikkate almak ve neticede kastedilen asıl mana ile tali manaları ayırt etmek gerekir. Eski ve yeni ilmi teorilerin hepsi doğru veya yanlış addedilmemeli, Kur'an tefsirini, bir zaman için geçerli görülen belli ilmi ve felsefi görüşlerin sınırlarına çekerek fikirleri ve vicdanları daraltmamalıdır. Tefsirde hem rivayet hem dirayet metodunu kullanan Elmalılı lbn Cerir et-Taberi, Zemahşeri, Ragıb el-İsfahani. Fahreddin er-Razi, Ebu Hayyan el-Endelüsi, Şehabeddin Mahmud el-Alusi gibi belli başlı müfessirlerin eserlerinden geniş ölçüde faydalanmış. tasavvufi konularda Muhyiddin lbnü'l-Arabî'nin kitaplarından alıntılar yaparak fikirlerini bazen tasvip etmiş bazen eleştirmiş, fıkhi konularda genellikle Hanefi kaynakları ile yetinmiştir. Kur'an'ı tefsir ederken döneminin tartışma konularına da yer verip bunlardan Kur'an'a uygun olan görüşleri belirlemeye çalışmıştır. Akli bir zaruret olmadıkça ayetleri mutlaka zahiri manada anlamayı gerekli görmüş, Muhammed Abduh'un, Fil süresini tefsir ederken ebabil kuşlarının Ebrehe ordusuna attığı taşların kızamık veya çiçek mikrobu taşımış olabileceğini ileri sürmesi örneğinde olduğu gibi zorlama tevilleri Kur'an'ı tahrif olarak kabul etmiştir. Elmalılı ilmi tefsir tarzına da önem vererek çiçeklerin rüzgar vasıtasıyla aşılanmasından söz eden ayetin(el-Hicr 15/22) çiçeklerin de erkek ve dişilerinin bulunduğuna işaret ettiğini belirtmiş, bu tür bilgileri Kur'an'ın ilahi menşeli bir kitap olduğunu kanıtlayan mucizeler saymıştır. Hak Dini Kur'an Dili'nin umumiyetle geleneksel tefsir çizgisinde yer aldığı kabul edilmekle birlikte Hz. İsa'nın babasız olarak dünyaya gelişini, monomer (bir analı) bir hücreden teşekkül etmiş olabileceği şeklinde açıklayan yorumunda olduğu gibi çağdaş ilmi verilerden hareketle Kur'an'a yeni yorumlar getiren Muhammed Hamdi'nin önceki alimlerin bazı ayetlere verdiği manaları isabetsiz bularak onlara yeni anlamlar vermesi onun orijinal tefsir yapabilen bir alim olduğunu kanıtlar mahiyettedir.

          Kendi ifadesine göre ictihad ehliyetine haiz bir âlim olan Elmalılı, fıkıh ve usul-i fıkıh sahasında derin vukuf sahibi idi. Ona göre delillerini ve illetlerini anlamadan hükümleri ezberleyip nakletmek fıkıh bilmek demek değildir. Fıkıh bilmenin en aşağı mertebesi mansus bir illetin tatbikinden ibaret bir tahkik'tir. Müslümanlar meselelerini çözmek için mucize beklememeli, bunları yetiştirecekleri âlimlerin yapacakları ictihadlarla halletmelidirler. Müslümanların İslami esaslara dayanmayan kanunlara boyun eğmesi zor olduğundan ihtiyaç duyulan kanuni düzenlemeler mutlaka İslam hukuk felsefesine göre hazırlanmalı, bunun için uzmanlardan oluşan bir ilim heyeti oluşturulmalı, bu heyet öncelikle Hanefi fıkhından başlayıp cem' ve telif yapmalı, kanun haline dönüştürülmeye uygun hükümler hangi mezhebe ait olursa olsun alınmalı, hiçbir mezhepte hükmü bulunmayan meselelerde ise Avrupa kanunlarından aktarmalar yapmak yerine usül-i fıkıh esasları çerçevesinde ictihadlar yapılmalıdır. Bu şekilde bütün medeniyetlerin takdir edeceği kanunların hazırlanması mümkündür. Bu ameliye mezheplerin telfiki olarak da anlaşılmamalıdır. Zira burada bir meselede iki mezhebe göre amel etmek söz konusu değildir. Hanefi usul-i fıkıh ekolüne bağlı olan Elmalılı'ya göre icmaa dayalı meselelerin esasını teşkil eden şura müzakereleri ashap devrinden sonra Kur'an'ın konuya atfettiği öneme uygun şekilde geliştirilmemiştir. Her ne kadar bir kişinin şaz görüşlerle amel etmesi caizse de icmai hususlarda ittifak noktaları araştırılmadan şaz görüşlerin dikkate alınması tevhid şiarına aykırıdır. Naslardaki hükümlerin değişmesi mümkün değildir. Zira bu nevi hükümler insanların değişmeyen özellikleriyle ilgilidir. İctihada dayanan hükümler ise zamana ve fertlere göre değişebilir. Hüküm koymakta kıyasın kullanılmasını Kur'an'ın bir emri olarak gören Elmalılı'nın seferle ilgili görüşleri dikkat çekicidir. Ona göre yolculuk sırasında namazların kısaltılmasından maksat rekat sayısını azaltmak değildir. Çünkü ilgili ayete bu şekilde verilecek bir mana akşam ve sabah namazları için geçerli olmaz. Şu halde namazları kısaltmaktan maksat, "kıyam" yerine "kuud" veya "rüküb" (binekli), rükü ve sücud yerine de ima ile iktifa ederek namazın keyfiyetinde kısaltma yapılması olmalıdır. Tren gibi vasıtalarla üç günden az bir süre yolculuk yapanlara seferi ruhsatı verilemez. Çünkü yolculuk için kullanılan nakli vasıtası kendi yolu ve kendi hızıyla nazarı itibara alınır. Yolculuk süresi ise asgari üç gündür. İki gün yaya yolculuk yapan kimseye sefer ruhsatı verilemezken bir gün, hatta yarım gün yolculuk yapan tren yolcusuna sefer ruhsatı tanımak şeriata aykırıdır ve dolayısıyla günahtır. Bu görüşünden dolayı dönemin Diyanet işleri Reisi Ahmed Hamdi Akseki tarafından tenkit edilen Elmalılı fikrinde ısrar ederek karşı görüşleri eleştirmiştir

         Muhammed Hamdi tasavvufla da ilgilenmiştir. Tefsirini hazırlarken vahdet-i vücud konusunda yer yer tenkit ettiği İbnü'l-Arabî'den bol miktarda iktibaslar yapması ve zaman zaman sufi meşrepli bir üslup kullanması tasavvufi temayülünün işaretleri sayılmalıdır. Ayrıca onun şabaniyye tarikatına mensup olduğu da söylenir. Elmalılı'ya göre insanın ferdi ve içtimai hayatına ait hazlarını ve fıtri ihtiyaçlarını akamete uğratacak bir hayat tarzı, başka bir ifadeyle insanı beşeri ve cismani bütün özelliklerinden ayırıp onu sırf ruhani bir varlık gibi yaşatma eğilimi İslam'da makbul sayılmamıştır. Zühd ve takvanın manası nefse eziyet etmek değil onu itidal çizgisine çekmektir. "Her mevcut Allah'tır" demek şirktir. Bununla birlikte. "Allah'tan başka mevcut yoktur" tarzında özetlenen vahdet-i vücud nazariyesini Allah'ı yegâne vacibü'l-vücud, masivayı da ona bağlı olan mümkin ve izafi varlıklar şeklinde anlamakta sakınca yoktur. Keşfe mazhar olan havas marifetullah konusunda ileri merhalelere ulaşabilir. Ancak bunların görüşleri vahiy gibi telakki edilmemeli, zahir ulemasının her söylediği de mutlaka doğru görülmemelidir. "Hakikat-i Muhammediyye'in zuhuru bütün hilkatin gayesidir.

            Üç dört yıl aralıksız felsefe ile meşgul olan Muhammed Hamdi. Batılı bazı yazarların mantık ve felsefe kitaplarını tercüme etmek, pozitivizm, materyalizm ve tekâmül nazariyesi başta olmak üzere çeşitli felsefi sistemleri eleştirmek suretiyle felsefede de söz sahibi bir âlim olduğunu göstermiştir. Bilgiler arasındaki ilişkileri düzenleyerek mutlak senteze varmayı önemli gören Elmalılı, diğer mütefekkir ve alimlerden bağımsız olarak düşünebilmesi ve onları yer yer eleştirerek farklı görüşler ortaya koyması açısından müslümanların tefekkür hayatının canlanmasına katkıda bulunmuştur. Elmalılı varlık şuurundan insanın açık seçik bilgisine, oradan da Allah'ın varlığına ve idealist bir âlem anlayışına ulaşabilmiş, nübüvvet konusunu felsefi problemler arasına alarak felsefe - din kavgasına köklü bir çözüm getirmeye çalışmıştır. Ona göre mutlak olarak dinle çatışan filozoflar gerçeğe ulaştıklarından değil gerçeği kavrayamadıklarından bu tavır içine girmişlerdir. Gözlem ve deneycilikte bir taassup olan pozitivizm gerçekte fikri taassuba kapılmış ve duyu ötesini inkâr etmek suretiyle aklın ilkelerine, hatta tecrübî verilere aykırı düşmüştür. Zira hiçbir akli ilkeye veya deneye göre "tecrübe sınırlarının ötesi yoktur" denemez; aksine bütün deneylerin verilen bize gözlemle deneyin ötesinde bilemediğimiz bazı gerçeklerin bulunduğunu öğretir. Mukaddesatı ortadan kaldırmak isteyen ve sonunda kendi vicdanında mahkûm olarak putperestliğe yakın bir inanca sığınma ihtiyacını duyan Auguste Comte, "üç hal kanunu" teorisini ileri sürerek önce Allah'ın varlığına ilişkin bilginin kendi fıtratında bulunduğunu itiraf etmişse de daha sonra bu selim yaratılışının sürekli olarak bozulduğunu ilan etmiş oldu. Ancak Comte kendisindeki değişikliğin bütün insanlarda da mevcut olduğu vehmine kapılmıştır. Elmalılı'ya göre gerçeği kavramak için akıl tek başına yeterli değildir, onun da ötesinde iman alanı vardır. Akıl bu alanın gerçekliğini kavrayıp doğrulayabilir. Gerçekliğin bütününü felsefi tefekkürüne konu edinen Elmalılı tekâmül nazariyesinin tutarlı olmadığını söyler. Zira canlı varlıkların meydana geliş biçimlerini ortaya koyarken spekülasyon yerine gözlem ve deneye dayanmak gerekir. Ancak hiçbir gözlem ve deney, tekâmül nazariyesinde iddia edildiği gibi bir canlı türünün başka bir canlı türünden meydana geldiğini göstermemiş, aksine her canlının kendi türünden bir canlıdan doğduğunu kanıtlamıştır. Bundan dolayı insanların maymunlardan türediği iddiasının kesinlikle ilmi değeri yoktur. Esasen insanla maymun arasındaki gerçek fark kıl ve kuyruk farkı değil akıl, mantık ve ahlak farkıdır. Bütün hüneri taklit içgüdüsünden ibaret olan maymun, önünde günlerce ateş yakılsa ve kendisine ateş karşısında ısınma eğitimi verilse bile tek başına terk edildiği soğuk bir ortamda önündeki kibritle ateş yakıp ısınmayı düşünme mantığını yakalayamaz, aklın ürünü olan ahlaki davranışları ise hiçbir zaman gösteremez. Ontolojik delile yönelttiği tenkitlerden ötürü Kant'ı da eleştiren Elmalılı, onun vacibü'l -vücud kavramını tahlil ederken hataya düştüğünü söyler. Elmalılı, gerçeği veya doğru olanı değil sadece faydalı olanı bulmayı amaçlayan pragmatizme de ciddi eleştiriler yöneltmiştir.

            Kelami Görüşleri.
İtikadi konuları desteklemek maksadıyla felsefeye yönelen Elmalılı aynı zamanda yeni devrin önemli bir kelam âlimidir. Her ne kadar kelam ilmine dair müstakil bir eseri yoksa da tefsirinde kelami problemlere büyük bir yer ayırmış ve hemen hemen hepsine çözümler getirmeye çalışmıştır. Ona göre bir din felsefesi sayılması gereken kelam ilmi İslam felsefesinin asıl temsilcisidir ve varlık problemiyle marifetullah bahsinde büsbütün ayrıldığı Stoacılar'a benzer bir yaklaşım içindedir. Bilgi probleminde ise kelam ekollerini iknai (dogmatik) ve tedribi (tecrübeci) olmak üzere iki gruba ayırır. Ehl-i sünnete bağlı olan Elmalılı, İslam akaidine aykırı bütün akımları takip ederek bunlar karşısında yeni deliller geliştirmiş, Vehhabilik gibi yeni ortaya çıkan bazı mezhepleri de tenkit etmiştir.

            1. Bilgi Problemi. Cevheri ruhta bulunan, ışığı ise beyinde zuhur eden bir nur yani ruhi bir meleke olan akıl bilginin mucidi olmayıp onu keşf ve idrak eden bir alettir. Akıl soyut tefekkürle değil realiteden aldığı malzemeye dayanarak düşünür ve duyuların ötesinde bulunan bazı gerçekleri algılar. Aklın gerçeği bulmasına engel olan yegâne unsur duygudur. En büyük akli imkânsızlık alameti de çelişkidir. Sebepten sonuca veya sonuçtan sebebe giderek varlığı açıklığa kavuşturma imkânına sahip olmakla birlikte akıl mutlak gerçeğin bütün sınırlarını çizemez, bundan dolayı da verdiği her hükümde gerçeği yakaladığı söylenemez. Nitekim aklın, asırlarca benimsemeye yanaşmadığı bir gerçeği kendisiyle ilgili bir olayın müşahedesiyle hemen doğrulaması bu görüşü kanıtlayıcı mahiyettedir. Dinin haber verdiği hususlardaki durumu aklın ilmi keşifler karşısındaki durumuna benzer. Bu sebeple dinin kesinlik derecesinde haber verdiği hususlar akli imkânsızlık sahasına girmez. Bilginin meydana gelmesi zihnin harici varlık ve olayları idrak etmesiyle gerçekleşmekte, ancak akıl bu olayın mahiyetini kavrayamamakta ve filozoflarca konuya getirilen açıklamalar da yeterli görünmemektedir. Bu durumda zihnin harici idrak etmesini Allah'ın varlığına bağlamak, sadece süjenin kendini ve objeyi idrak etmesini değil bütün ilmi keşiflere ilişkin bilgileri de insan kalbine şimşek gibi çakan ilahi telkinlerin sonucu olarak kabul etmek gerekir.

            Geçmiş ve gelecek konusunda en önemli kaynak nakildir. Duyular ise sadece şu anı tanıtmaya yarar. Nakilde genel tecrübeye aykırı bilgiler bulunsa bile imkânsızlığa götürmedikçe aklın bunları tasdik etmekten başka çaresi yoktur. Zira naklen sabit olan bilgilerin doğruluğunu bilmek asırların geçmesine bağlı olabilir. Akıl Allah'ın varlığını ve birliğini bilse de iman ve diğer hususlara dair yükümlülükler nakille yani vahiy ile vacip olur. İlham ve rüya yoluyla mutlak gayba dair bazı bilgiler sezilebilirse de bunların hiçbiri zan ve vehimden arınmış kesin bilgiler niteliğinde değildir.

            2. Uluhiyyet. Allah'ın varlığını kabul etmeden âlemin mevcudiyetine rasyonel bir açıklama getirmek imkânsızdır. Materyalizmin âleme bakışı bütünüyle irrasyonel bir yaklaşımdır ve tamamen felsefi bir çıkmazdır. Allah'ın varlığına ilişkin bilgi her insanda doğuştan vardır. Bu bilgi benlik şuuruyla insanda gerçekleşen, fakat açıkça hissedilmesi dikkat etmeye veya uyarılmaya bağlı olan gizli bir bilgidir. Allah'ın varlığını kanıtlamaya ilişkin istidlallerin insana kazandırdığı bilgiler bu fıtri bilginin korunmasına yöneliktir. Çünkü insanın, "Ben benim, ben varım, benim dışımdaki varlıklar da vardır" deyip kendisiyle kendi dışındaki varlıkların mevcudiyetini idrak edişini, yani süje ile objenin yekdiğerine intibak edip gerçek bir bilginin ortaya çıkışını sağlayan fail illet ancak Allah olabilir. Zihinle dış dünya arasındaki birleşmeyi ve ikisi arasındaki isabetli ilişkiyi gerçekleştirip sonunda "bu böyledir" diye gerçek bir hüküm verdiren fail illet "zihin" ile "hariç olamaz. Çünkü her ikisi de gerçeğin kendisi olmadığı gibi aynı zamanda gerçeğe ait kemale sahip bulunmayan eksik varlıklardır, Hangi açıdan bakılırsa bakılsın Hakk'ın dışındaki varlıkların hakka kılavuzluk edebileceklerini düşünmek çelişki doğuracağından süje ile objenin ilişki kurmasını ve neticede inkâr edilemeyecek şekilde gerçek bir bilginin meydana gelmesini sağlayan bir fil illet vardır, o da Allah'tır.
İnsan aklı, bütün ilimlerin esasını teşkil eden illiyet kanununu uygun şekilde idrak edip mevcudata uygulamak suretiyle Allah'ın varlığına ulaşır. "Yoktan bir şey olmaz, mevcudun illeti madum olamaz, hiçbir hâdis muhdissiz meydana gelemez, yok olanı var eden fail illet yokluktan ibaret bir 'la şey' olamaz" tarzında ifade edilen illiyet ilkesi, hem ontolojik hem de epistemolojik açıdan Allah'ın varlığını kanıtlayan en önemli delildir. Duyulur âlemdeki varlıkların tedrici bir surette meydana gelmesi duyular ötesinde kalanların da aynı sisteme bağlı olduğunu gösterir. Bu gerçekten hareketle âlemin kendi kendine değil mutlaka kendi dışında mevcut bir illetin tesiriyle yaratıldığını kabul etmek illiyet ilkesinin vazgeçilmez bir sonucudur. Zira bu ilkeye göre sebebin sonuçtan önce müstakillen var olması gerekir. Kuvve halinde bulunsun veya bulunmasın bir şeyin bilfiil var olabilmesi için onu fiilen icat edecek bir illete mutlaka ihtiyaç vardır.

            Kâinatta herkesi hayrete düşüren yüksek bir sanatın yanı sıra değişik nitelikli canlı ve cansız varlıkların bulunuşu da ilim ve irade sahibi olan bir yaratıcının mevcudiyetini gösterir. Âlemde tedrici olarak gerçekleşen mükemmel düzeni görüp de bunu sağlayan yüce mürebbinin varlığını sezmemek mümkün değildir. Nizam delili sadece ilim sıfatını değil tabiatçılığı kökünden yıkan ilahi iradeyi de ispat etmektedir. Çünkü tabiat teorisinde hâkim olan unsur ıttırattır, yani tek bir düzende olmak ve hiç değişikliğe uğramamaktır. Bu ise âlemde hiçbir çeşitlilik ve farklılığın bulunmamasını gerektirir. Hâlbuki evrende gerek ani gerekse tedrici bir tekâmül neticesinde çok zengin bir çeşitlilik ve değişikliğin meydana geldiği bilinmektedir. Bunları tabiata isnat etmek onun bizzat kendisini değiştirmesi anlamına gelir ki bu tabiat farz edilen şeyin aslında tabiat olmadığını itiraf etmektir.

            Âlem Allah'ın masivası, Allah da onun maverası olduğundan Allah âlemin içinde değil ondan aşkındır, Arşı zaman, akıl, ruhlar âlemi; kürsiyi de mülk ve saltanat manasında anlamak mümkünse de her ikisinin reel bir varlığı bulunmadığını kabul etmek ayetlerin zahirine aykırı düşer. Bu sebeple mahiyetlerinin bilinemeyeceğine inanmak daha isabetlidir. Zatının hakikati akıl tarafından kuşatılamayan Allah'ın birliği kainat üzerindeki hükümranlığı ile sabittir. Allah'tan başka tapacak gizli veya açık mabud ve hükmüne uyulacak hakem tanımak şirktir. Her mümin Allah'ın hükmünden başka hükme uyulmayacağına inanmakla yükümlüdür. Bir müslüman bu inancını hayatında uygulayamazsa itikadi açıdan mümin sayılsa da ameli bakımdan şirke düşmekten kurtulamaz. Büyüklerini Allah'ı sever gibi sevmek ve onların ilahi buyruklara aykırı olan emirlerine uymak suretiyle Allah'a isyan edenler şirke düşerler ki putperestliğin esası da bundan ibarettir. Allah'ın zatı sıfatlarından meydana gelen bir mahiyet değildir, yani zatı sıfatlarının gereği değil sıfatları zatının gereğidir; bu sebeple fiillerinin çokluğu gibi sıfatlarının çokluğu da zatında bir tecezzi veya taaddüdü ifade etmez. Naslarda Allah'a atfedilen 'yed, vech, istiva" gibi sıfatları mecazi bir mana ile te'vil etmek teşbihin nefyi bakımından gerekli olmakla birlikte bunları beşer idrakinin üstünde kabul ederek tevakkuf etmek daha isabetli bir tutumdur.

            3. Nübüvvet. "İnsanın bütün benliğini kuşatıp irade gücünü yok eden ve kendi arzusu dışında salt ruhun kabiliyeti üzerinde ilahi bir hitap olduğunu zorunlu olarak telkin eden kesin bilgilere (vahiy) mazhar olmak" şeklinde ifade edilebilen nübüvveti akli temellere dayandırmak mümkündür. Her şeyden önce nübüvvet yüksek derecede gerçekleşen ruhi bir hadisedir. Farklı ruhi özelliklere sahip olmaları bakımından hayvanlardan ayrılan insanların zekâ ve akıl yürütme gücü gibi noktalarda farklı yetenekleri bulunduğu bir gerçektir. Bu husus, ruhi melekeleri üstün olan bazı insanların aynı tür içinde ayrı bir grup oluşturabildiklerini gösterir. Böylece peygamberlerin ilk yaratılışta, beşer türü içinde madde ötesi alemle ilişki kuracak yüksek ruhi melekelere mazhar kılınmış bir grup teşkil etmeleri aklen mümkündür. Bundan dolayı onlar insanlarda bulunan normal ilim ve idrakin üstünde bir ilim ve tasarruf gücü ile temayüz etmiş olabilirler. Peygamberlerin ilahi bir "ıstıfa "ile mazhar oldukları bu üstün yaratılışa her insanın sahip olmaması veya onların yaşadığı ruhi tecrübelerin herkeste gerçekleşmemesi sebebiyle nübüvveti gayri makul görüp inkar etmek mantıklı değildir. Kaldı ki peygamberler mucize göstermek suretiyle de nübüvvetlerini delilini ortaya koymuşlardır. Bizzat müşahede etmeyenlerce de bu nevi olayların tasdik edilmesi gerekir. Zira bunların hiçbiri aklen imkânsız değildir. Mucizeler nadiren vuku bulduğu veya düzenli tabiat olaylarına aykırı olduğu gerekçesiyle akıl tarafından inkâr edilemez. Çünkü akıl mucizeyi tabiat olaylarına kıyas ederek değil imkânını inceleyerek değerlendirmelidir. Varlık ve olaylar hakkındaki bilgimizin cüzi, eksik ve izafi olduğu da dikkate alınırsa her şeye gücü yeten Allah'ın kudretiyle meydana gelen mucizelerin mümkün olduğunu kabul etmek gerekir.

            4. Ahiret. Kıyamet alametlerinden kabul edilen Ye'cüc ve Me'cüc aslı nesebi belirsiz, din ve millet tanımaz bir topluluk demektir. Deccal ise Hıristiyanlık taklidi altında uluhiyyet iddiasıyla ortaya çıkacak bir yalancı olmalıdır. Nitekim Hz. İsa'nın nüzulüyle öldürüleceğine ilişkin rivayetler bunu teyit etmektedir. Hz. İsa ile ilgili ayette geçen "tevefti" kelimesine "ruhu kabzetmek"ten başka bir mana vermek caiz değilse de İsa'nın ölmediği ve kıyametten önce döneceğini haber veren hadisler karşısında söz konusu kelime zahirine aykırı bir mana ile te'vil edilmelidir. Buna göre İsa'nın ref'i şöyle yorumlanabilir: Mesih İsa'nın ruhu henüz kabzedilmemiş, Kelime (İsa) henüz Allah'a dönmemiştir, onun dünyada göreceği işler vardır. Cismi Allah'a. ruhu manevi göğe yükseltilmiştir. Her peygamberin ruhani eceli ümmetinin ecelidir; onun ümmetinin eceli ise henüz gelmemiş olup ruh-ı Muhammedi'nin maiyetine girmiştir. İslam ümmetinin sıkıntıya düştüğü bir zamanda Hz. İsa'nın ruhu ortaya çıkıp onlara hizmet edecek ve daha sonra vefat edecektir.

            Ahirete ait inançlar tarihi olaylar gibi nakille bilinir. Bunlar akıl dışı değil akıl üstü olmakla birlikte imkân dâhilindedir. Allah'ın uyuyan insanları her sabah diriltmesi, yıpranıp ölen hücreleri ve her gece kesintiye uğrayan idrakleri "iade-i emsal" sistemi içinde yenileyerek aynı hayatı devam ettirmesi ölümden sonra dirilişi fiilen gösterdiği gibi ruhun sürekliliğini de ispat eder.

            İnsanın varlıkla olan alakası ölümle birlikte kesilmemekte, başka bir aleme intikal etmektedir. Ölüm anında bedeni terkeden ruh berzah âlemine geçer ve duyularla idrak edilememekle beraber gerçek anlamda hayatını sürdürür. İnsanların Allah'a döneceklerini belirten ayetle (el Bakara 2- 156), bedenden ayrıldıktan sonra nice müddet varlığını sürdürecek olan ruhun da kıyamet koptuğu gün fena bulacağını ve Allah'tan başka her şeyin helak olacağını bildiren ayette (el-Kasas 28- 88) insanların zati (ruhi) yok oluşunun gerçekleşeceğine ve sadece Allah nezdinde bilinen hakikatlerinin yok olmayacağına işaret vardır. Buna göre insanların ruhları, kıyamet koptuktan sonra dirilişe kadar geçen süre içinde yalnız Allah'ın ilminde mevcut kalır, daha sonra da yeni dirilişlere mazhar olur.

            Kâfirlerin Allah'ı inkâr edip emirlerine itaatsizlik göstermeleri ebedi bir kötülük olduğundan onların ilahi rahmetten ebedi olarak uzak kalmaları gerekir. Allah'ın rahmetinin gazabını geçtiği düşüncesine dayanarak kalplerinde zerre kadar iman bulunmayan ve kötülükleri kendilerini kuşatmış olan kâfirlerin cehennemde ebedi azapta kalmayacaklarını söylemek ilahi adaleti inkâr etmektir. Ayrıca affı gördükçe şımaran ve kötülüğü bir karakter haline getirenleri affetmek de bir şerdir. Bu ise bütün hayırların kaynağı olan Allah hakkında muhaldir.

            5. İman-Küfür Meselesi. İman kalbin ve dilin fiillerinden ibaret iki unsurdan teşekkül etmekle birlikte her ikisi aynı seviyede birer asli unsur değildir. Kalbin fiili olan tasdik yükümlülüğü hiçbir mazeretle insanın sorumluluk alanından çıkmazken dilin ikrarı, baskı altında kalındığı takdirde imanın gerçekleşmesi için aranan bir şart olmaktan çıkar. Allah'a gerçekten iman etmek zatına ve sıfatlarına, gönderdiği vahiylere ve koyduğu hükümlere O'nun muradına uygun olarak inanmakla mümkün olur. Kur'an-ı Kerim'de Ehl-i kitaba, kendi vahiylerini de tasdik edici olan son vahye inanmaları emredildiğinden kurtuluşa ermeleri için ( el-Bakara 2- 41; en-Nisa 4- 47) onların da iman etmesi gerekir. Allah'ın haram kıldığını helal, helal kıldığını haram telakki edenler ve kimden gelirse gelsin ilahi emirlere aykırılığı apaçık olan ilkelere itaat etmeyi caiz görenler tekfir edilir. Kur'an'da icmali olarak geçen bir ayeti ilmi esaslara uygun bir tarzda te'vil edenler ise tekfir edilmez.

            Osmanlı Devleti'nin son devrinde yetişip Cumhuriyet'in ilk yıllarını idrak eden Elmalılı felsefi, itikadi, fıkhi, tasavvufi ve içtimai meseleler üzerinde derinliğine düşünen bir din âlimidir. Dini problemleri yeni ilmi verilerle teyit etmesi, özellikle Allah'ın varlığına ilişkin delilleri materyalist, pozitivist ve evrimci fikirleri reddeden bir yaklaşımla ele alması, nübüvvete felsefi temeller bulmaya çalışması ve bu hususu tartışma ortamına çekmesi, Hz. İsa'nın nüzulüne ilişkin meselede olduğu gibi itikadi konulara yeni yorumlar getirmesi onun mütefekkir bir âlim olduğunun delilleridir. Haberi sıfatları te'vil etmekle birlikte onları beşer idrakinin üstünde görmesi bu noktada Selefi bir temayül içinde olduğunun, tekvini müstakil bir sıfat kabul etmesi, peygamberlik için erkekliği şart koşması, insanı fiile sevk eden kararın Allah tarafından yaratılmadığı görüşünü benimsemesi gibi hususlar da genelde Maturidi bir çizgide yer aldığının işaretleridir.

             Elmalılı'nın nüzul-i İsa meselesinde olduğu gibi ahad hadisleri Kur'an'ın önüne geçirmesi isabetli görünmemektedir. Çağdaşlarından Mustafa Sabri Efendi, inkarcı akımlara karşı verdiği fikri mücadeleyi takdir etmekle birlikte onu Eş'ariyye ve Maturidiyye'yi epistemoloji bahsinde septisizme dâhil etmesinden dolayı haklı olarak eleştirmiştir. 4-6 Eylül 1991 tarihinde Elmalı'da düzenlenen sempozyumda sunulan tebliğlerde Muhammed Hamdi bütün yönleriyle tanıtılmış ve bunlar Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır adıyla yayımlanmıştır. Tefsiri ve tefsirciliği üzerinde İsmet Ersöz ve Fahri Gökcan tarafından doktora tezleri yapılmıştır.

 Eserleri.


1. Hak Dini Kur'an Dili. Kırk sekiz yaşında iken başlayıp altmış yaşında tamamladığı tefsiri olup en meşhur eseridir, ilk defa Diyanet işleri Reisliği tarafından yayımlanan eserin daha sonra birçok baskısı yapılmıştır.

2. İrşadü'l-ahlâf fi ahkami'l- evkaf. Mülkiye Mektebi'nde okutmak üzere hazırladığı bir ders kitabıdır.

3. Hz. Muhammed'in Dini İslam. Anglikan Kilisesinin sorularına şeyhülislamlık adına verdiği cevaplardan oluşan bir risaledir. Tefsirinin sonraki baskılarının baş tarafına eklenerek yayımlanmıştır.

4. Metalib ve Mezahib. Fransız felsefe tarihçisi Paul Janet ve Gabriel Sealles tarafından yazılan Histoire de laphilosophie adlı eserin tercümesidir. Tahlili Tarih-i Felsefe başlığını da taşıyan esere yazdığı mukaddime ile tahlil ve tenkit mahiyetindeki geniş dipnotları felsefi bakımdan büyük değer taşımaktadır.

5. İstintcai ve İstikrai Mantık. İngiliz müellifi Alexander Bain'e ait eserin Fransızcaya yapılan tercümesinden Türkçeye çevirdiği bu kitabı Süleymaniye Medresesi'nde öğrencilere ders notu olarak vermiştir.

            Bunların dışında ilhadın temelsizliği, inkar ve şirkin insan ruhunda uyandırdığı ıstırap, İslamiyet'in ilerlemeye engel olmadığı, orduya yapılan yardımların zekat yerine geçebileceği gibi değişik konularda Beyanülhak ve Sebilürreşad dergilerinde Küçük Hamdi veya Elmalılı Küçük Hamdi imzaları ile yayımlanmış yirmiyi aşkın makalesi vardır.

                                                                                                                                                          
 (T.D.V. İslam Ans. 11/ 57-62)