๑۩۞۩๑ Kitap Dünyası - İlim Dünyası Kütüphanesi ๑۩۞۩๑ => İslam Akaidi => Konuyu başlatan: Eflaki üzerinde 15 Mart 2010, 15:02:40



Konu Başlığı: Peygamberlere İman
Gönderen: Eflaki üzerinde 15 Mart 2010, 15:02:40
PEYGAMBERLERE ÎMAN


1. PEYGAMBERLİK VE PEYGAMBERLERE ÎMAN..

1. Mucize.

2. Meleklere İman.

3. Kitaplara İman.

4. Miraç Mucizesi

2. KERAMET..

PEYGAMBERLERE ÎMAN


1. PEYGAMBERLİK VE PEYGAMBERLERE ÎMAN

“Peygamber göndermede hikmet vardır”

Rusül, resul kelimesinin çokluk şeklidir. “Feûl” vezninde bir kelime olan resul, risâ1et kökünden gelir. Risâlet, Allah. Taâlâ ile, onun mahluklarından akıl sahibi olan (temyiz ve rüşd çağına ulaşan) insanlar arasında (peygamber olan bir) insanın sefirlik yap­masıdır. Allah, bu sefaretle, insanların dünya ve âhiretteki çıkarla­rıyla ilgili olan, fakat mahiyetini kavramaya düşünceleri kafi gelme­yen illetleri ve kusurları giderir. Resul ve nebinin ne olduğunu bu eserin baş tarafında görmüş bulunuyoruz.

Hikmet, maslahat ve iyi neticeye denir. Bu ifadede, “Peygam­ber göndermek vâcibtir”, konusuna işaret vardır. Fakat buradaki “vâcib olma”, Allah Taâlâ üzerine vaciptir (vücûb ale´İlah), manâ­sına gelmemektedir. Aksine bu, “hikmetin hükmü ve gereği bunu icab ettirir. Zira bunda hikmetler, maslahatlar ve menfaatlar var­dır”, manâsına gelmektedir. Peygamber gönderme Brahmanların ve Sümeniyye (veya Semeniyyenin) iddia ettiği gibi imkânsız da değil­dir. Peygamber göndermek -bazı (Eş´arî) kelâm âlimleri tarafın­dan benimsendiği gibi- iki tarafı birbirine eşit olan (yani olması ve olmaması, gönderilmesi veya gönderilmemesi yekdiğerine müsavi olan) bir mümkün de değildir [1].

Bundan sonra müellif Ömer Nesefî, peygamber gönderme hadisesinin vukuuna, faydasına, sübût yollarına ve peygamberliği sabit olanlardan bazılarının belirlenmesine işaret ederek der ki:

İman ve taat sahiplerini Cennet ve sevapla “Müjdelemek”, kâ­firleri ve günahkârları Cehennem ve ceza ile “korkutmak için Allah Taâlâ insanlardan insanlara resuller ve elçiler gönder­miştir”

Bu gibi hususlara ulaşmak ve onları kavramak konusunda akı! için yol yoktur. (Hangi işlerin insanı Cennete, hangilerinin Cehenne­me götüreceğini akıl idrâk edemez). Akıl için (bunlardan bazılarını) idrâk etmek mümkün olsa bile, bu tek-tük kimselerden başkasının başaramayacağı çok ince düşünceler sayesinde kabil olur.

“Allah, dünya ve din işleriyle ilgili olarak ihtiyaç duydukları hususları açıklasınlar, diye insanlara peygamberler göndermiş­tir”

Allah Taâlâ Cenneti ve Cehennemi yarattı. Bunların birinde mü­kâfatı, diğerinde cezayı hazırladı. Bunların halleriyle ilgili tafsilatı; birincisini elde etme, ikincisinden sakınma konusu, aklın yalnız ba­şına anlayamayacağı işlerdendir. Bunun gibi Allah his ve aklın müs­takil olarak mahiyetini kavrayamâyacağı faydalı ve zararlı (helâl ve haram olan) maddeler yaratmıştır. Bundan başka, öyle kaziyeler (ve dinî hükümler) ortaya koymuştur ki, bunlardan bir kısmı hadd-i zatında mümkün olmakla beraber, mümkün olan iki şıktan birini kestirmeye akıl için yol yoktur. (Akşam namazının 2 veya 4 rekât olması aslında mümkündür. 3 rekât olması gerektiğini şeriat bildirmeseydi akıl bilemezdi). Bu hükümlerden bir kısmı vâcib ve zaruri veya muhal ve imkânsız olmakla beraber; akıl bunların böyle oldu­ğunu mükemmel bir araştırma ve sürekli bir düşünme neticesinde anlayabilir. İnsan bu neticeye varmak için o kadar vakit ayirsa, iş­lerinin çoğu muattal olur, görülmeden kalır. O sebeple, bu gibi hususları acıklasınlar diye Allah lütfunun ve rahmetinin eseri olarak göndermiştir. Nitekim Hakk Taâlâ: “Biz seni, sadece rahmet olasın, diye gönderdik”(Enbiya, 21/107) buyurmuştur. [2]

1. Mucize

“Allah, peygamberleri, âdetleri makzeden mucizelerle teyid et­miştir”

Mucize kelimesinin çoğul şekli mücizâttır. (Kur´an´da mucize yerine daha çok delil ve delâil, Kelimeleri kullanılmıştır). Mucize, inkarcıların benzerini getirmekten âciz kalacakları şekilde, münkirlerin meydan okumaları halinde peygamberlik iddiasında bu­lunan zattan âdetin hilafına (ve tabiat kanunlarının aksine) olarak zuhur eden (harikulade ve fevkalâde) bir iştir.

Bunun sebebi şudur: Peygamberler mucize ile te´yid edilmemiş olsalardı, sözlerini kabul ve kendilerini tasdik etmek vâcib olmazdı. Peygamberlik davasında sâdık ile kâzib olan, doğru ve samimi olan­la yalancı olan yekdiğerinden ayırd edilemezdi. Mucize zuhur edin­ce, peygamberin doğru söylediği tabii bir şekilde ve kesinlikle anla­şılmış olur. Zira Allah Taâlâ mucizenin zuhur etmesinin ardından, peygamberin doğru söylediğine dair bir bilgi yaratır. Fakat bu bil­ginin yaratılmaması da hadd-i zatında mümkündür.

(Mucizeden sonra ilmin meydana gelmesi şöyle olur:) Bir cema­atın huzurunda bir adam gelip: “Ben şu kralın size gönderdiği bir elçiyim”, dese; sonra bu krala dönerek, “Eğer beni elçi tayin etmede sâdık isen, âdetine muhalefet et, üç defa yerinden kalk”, dese, kral da bunu yapsa, o topluluk için o adamın doğru söylediği hakkında örf ve âdete dayanan zarurî bir bilgi hasıl olur.

Her ne kadar bu hususta o adamın yalancı olması hadd-i. zatın­da imkân dahilinde ise de. “Bir işin akıl yönünden mümkün olması”, manâsına gelen “zatî imkân”, kesin bir bilginin hasıl olma­sına engel değildir. Meselâ, hadd-i zâtında- mümkün olmakla beraber Uhud dağının altın haline dönüşmediğini bilmemiz (ve bu bilginin kat´i olması) böyledir. Aynen bunun gibi, âdetin gereği olarak pey­gamberin doğru söylediğine dair bir bilgi hasıl olur. Çünkü âdet de his gibi bir bilgi edinme yoludur.

(Mucize ile hâsıl olan kesin) bilgi konusunda, “Mucizenin Allah Taâlâ´dan başkasından olması veya tasdik maksadı için olmaması veyahut yalancılığı tasdik için olması... imkânı vardır”, gibi akla da­yanan ihtimaller, bir itiraz ve tenkit olarak ileri sürülemez. Nite­kim “Ateşin sıcak olmaması mümkündür”, denilmek suretiyle, ateş hakkındaki hisse dayanan zarurî bilgi de itiraz ve tenkit konusu ya­pılamaz. Buradaki “Ateşin sıcak olmaması mümkündür” cümlesi, “Sıcak olmadığı farzedilse, bundan bir imkânsızlık ortaya çıkmaz”, manâsına gelmektedir. (Kelâmcılara göre tabiat kanunları hadd-i zatında mümkündür, vücûb ve zaruretlerini Allah´tan almaktadırlar. Onun için de vâcib li-gayrihîdir [3].

Peygamberlerin ilki Adem (a.s.) sonuncusu Muhammed (s.a.)dir.

Âdem (a.s.) in peygamberliği, kendisine bazı şeylerin emir, diğer bazı hususların nehyedildiğini ifade eden Kur´an´la sabittir. Halbuki O´nun zamanında başka bir peygamberin bulunmadığı kesindir. Şu halde bu emir ve nehiyler, ona diğer herhangi bir yoldan değil, sade­ce vayih yoluyla gelmiştir. Ayrıca Âdem (a.s.) in peygamberliği, bu­na ilaveten hadis ve icma ile de sabittir. Bu sebeple, bazılarından naklolunduğu gibi, onun peygamberliğini inkâr etmek küfürdür [4]

Muhammed (s.a.) in peygamberliğine gelince, O hem peygam­berlik davasında bulunmuş, hem de mucize göstermiştir. Peygamber­lik davasında bulunduğu tevatürle sabittir. Gösterdiği mucizeler ise iki nevidir:

1. Bir mucize olmak üzere Allah´ın kelâmı olan Kur´an´ı ortaya koymuş, belagat (ve fesahat) yönünden en yüce mertebede bulunan, beliğ konuşan şahıslara ve edebiyatçılara bununla meydan okumuş, onlar da son derece arzu etmelerine (ve bu yolda hırsla gayret gös­termelerine) rağmen Kur´an´ın en kısa suresine bile muârazada bulunmaktan (ve bir mislini vücûda getirmekten) aciz kalmışlardır.

Nihayet, sözle karşı koymayı (ve muârazayı) bir tarafa bırakarak kılıçla vuruşmaya girişmek suretiyle kendilerini tehlikeye atmışlar­dı. (Edebî alanda Kur´an´a ve Islâmî harekete karşı koymaya güçleri yetmeyince işi zorbalığa dökmüşlerdi). Kur´an´ın muarızlarından hiç birinin (Kur´an´ın mislini değil) ona yakın olan bir şey bile ortaya koyduğu bize nakledilmiş değildir. Halbuki onların böyle bir işe girişmesmi gerektiren pek çok sebep vardı. Bu durum kesinlikle göster­mektedir ki, Kur´an Allah Taâlâ tarafından gönderilmiştir. Peygam­ber (s.a.)in davasında hak üzere olduğu Kur´an´la tabii bir şekilde malum olmuştur, örf ve âdete dayanan diğer tabiî bilgilerde olduğu gibi bu bilgi de aklî ihtimallerden herhangi bir ihtimal ileri sürüle­rek tenkit ve itiraz konusu yapılamaz.

2. Hz. Peygamberden harikulade hususlar zuhur ettiği naklolunmuştur. Zuhur eden mucizelerle ilgili nakiller -bu nevi nakiller her ne kadar teferruat itibariyle âhâd olsa da- ortak noktalar iti­bariyle tevatür haddine ulaşmıştır. Hz. Ali (r.a.)nin cesareti ve Hatem (Tâî) nin cömertliği gibi. Şüphe yok ki, teferruat yönünden âhâd olsa da, bunlardan her biri tevatürle sabit olmuştur. Bunlarla ilgili hususlar siyer kitaplarında kaydohınmuştur.

Basiret sahibi olan kimseler Hz. Muhammed´in peygamber oldu­ğuna iki şekilde daha istidlal ederler:

1. Hz. Peygamberin, halkı dine davet etmeden evvelki, davet esnasındaki ve daveti tamamladıktan sonraki halleri, yüce ahlâkı, verdiği hikemî (ve isabetli) hükümler, cengâverlere hücum etmesi sırasındaki kararlı ve sarsılmaz tutumu, her halükârda Allah Taâlâ´nın kendisini koruduğuna dair beslediği güven duygusu, korkunç durumlarda bile vaziyetini değiştirmemesi... öyle ki, onu kötülemek için hırsla çalışan en azılı düşmanları dahi kendisini bu durumlar itibariyle karalamaya ve yermeye imkân bulamamışlardı. Şüphesiz ki, bu gibi hususların, peygamberlerden başkasında toplanmasının imkânsız olduğuna akıl kesinlikle hükmeder. Allah Taâlâ bu nevi kemâl ve üstün halleri, kendisine iftira edeceğini bildiği bir zatta topluca bulundursun, sonra bu şahsı (kendisine iftira ettiği için ce­zalandırmadan) 23 sene ihmal etsin, sonra onun dinini öbür dinlere üstün kılsın, düşmanlarına karşı muzaffer kılsın, bıraktığı eseri (ve açtığı çığın) ölümünden sonra kıyamete kadar payidar kılsın... bü­tün bunlar olacak şeyler değildir. (Bir yalancı peygamber bu kadar mükemmel bir karaktere sahip olamaz, bu nisbette başarılı olamaz, bu ölçüde büyük bir hareketi başlatamaz ve yürütemez).

2. O, bu büyük davayı kitap sahibi olmayan, ve hikmetten anIamayan bir kavim içinde ortaya atmış (Bk. Bakara, 2/151), onlara kitabı ve hikmeti izah etmiş, hukukî ve şer´i hükümleri öğretmiş, ah­lâklarım mükemmelleştirmiş, halkının pek çoğunu hem ilmî ve hem de amelî fazilet bakımından kemâle erdirmiş, bütün âlemi iman ve iyi amelle nurlandırmiş, ve Hakk Taâlâ va´d ettiği gibi onun dinini, öbür dinlerin tümüne üstün kılmıştır. (Bk. Tevbe, 9/33; Feth, 48/28; Saff, 61/9). Esasen resûllüğün ve nebiliğin bundan başka bir manâsı (ve gayesi) de yoktur [5].

Hz. Muhammed´in peygamber olduğu bu şekilde ispatlandıktan sonra deriz ki: Gerek Resûlüllah´ın; gerekse, O´na indirilen Allah Taâlâ´nın kelâmı (Bk. Ahzab, 33/40), Hz. Peygamber´in, nebilerin so­nuncusu, Hâtemu´lenbiya olduğuna delâlet eder. Ve yine O bütün insanlığa gönderilmiştir, daha doğrusu ins ve cinne gönderilmiştir. Böylece peygamberlerin sonuncusu olduğu ve Hıristiyanların iddia ettikleri gibi nübüvvetinin Araplara mahsus olmadığı da sabit olmuş olur.

İtiraz: Hz. Muhammed´den sonra İsa (a.s.)nın nüzulü konusun­da hadis vardır.

Cevap: Evet, Hz. İsa gökten yere inecek, lâkin Muhammed (s.a.)in şeriatına tabi olacak. Zira Hz. İsa´nin şeriatı neshedilmiştir. Hz. îsa´ya vayih gelmeyecek, (yeni ve aslî) hükümler de koyamayacaktır. O sadece Resûlüllah (s.a.)ın halifesi olacaktır. En doğru olan görüşe göre, Hz. îsa halka namaz kıldıracak, onlara imam olacak, Mehdi de ona tabi olacaktır. Zira Hz. îsa daha efdaldir, şu halde imam olmaya (Mehdiden) daha uygundur [6].

“Peygamberlerin sayılan bazı hadislerde açıklanmıştır”

Rivayete göre Peygamber (s.a.)e nebilerin sayıları sorulduğun­da 124.000, diğer bir rivayete göre 224.000 dir, buyurmuşlardır

“Cenab-ı Hakk ´Bazı peygamberlerin hayat hikâyelerini sana anlattık, diğer bazilarınınkini anlatmadık” (Gafir, 40/78) bu­yurduğundan, isimlendirmede bir sayı üzerinde durmamak (ve belli bir rakam tayin etmemek) daha doğru olur. Çünkü bir sa­yının tesbit edilmesi (ve isimlerin belirlenmesi) halinde pey­gamber olmayanların peygamberlere dahil edilmeleri veya pey­gamber olanların, peygamberlerin dışında kalmaları durumun­dan emin olunamaz”

Eğer rakam büyük olursa nebi olmayanlar nebilere, küçük olur­sa nebi olanlar nebi olmayanlara dahil edilebilir. Yani haber 4 vâhid, fıkıh usûlü´nde anlatılan şartların hepsini üzerinde toplaması halin­de bile, sadece zan ifade eder. İtikadı konularda ise zanna itibar edil­mez. Özellikle vâhid bir haberde rivayet ihtilafı olur ve o haberi ka­bul etmek, Kur´an´m zahirine muhalefet edilmesi neticesine´ ulaşma­yı gerektirirse ona hiç itibar edilmez. (Yukardaki hadiste, 124.000 mi, 224.000 mi olduğu konusunda bir rivayet farkı vardır, ayrıca bu ha­dis, Gâfir suresinin meali yukarda verilen 78. âyetinin zahirine de uygun düşmemektedir). Zira bu âyete göre Hz. Peygamber´e (s.a.) anlatılmayan nebiler de vardır. Onun için bir nebiyi sayı dışında bı­rakmak veya nebi olmayanı sayıya dahil etmek sonucunu doğuran sayı tesbiti, vakıaya aykırı olabilir. Zira bir sayı, ifade ettiği manâya delâlet etmek konusunda özel bir isimdir. Onun için de fazla veya eksik olması gibi bir ihtimal taşımaz. (Nebiler 124.000 veya 224.000 dir denildi mi, bu rakamın daha fazla veya eksik sayıya delâlet etmesi ihtimali ortadan kalkar. O zaman peygamberlerin adedi bu rakam­dan fazla ise bazı resuller nebi sayılmamış olur, şayet aded bu ra­kamdan az ise o zaman da resul olmayan bazı kişiler nebi sayılmış olur. Bu sebeple bir sayı üzerinde durulmaması daha uygundur).

“Peygamberlerin hepsi Allah Taâlâ´dan aldıkları bilgileri (ek­siksiz olarak ümmetlerine) haber vermişler ve tebliğ etmişler­dir” zaten nebî ve resul (haberci ve elçi) olmanın manâsı da budur. “Peygamberlerin hepsi de doğru sözlü ve samimi idiler”

Risâlet ve bi´ set (elçilik ve gönderme) konusundaki fayda­nın yok olmaması için böyle olmaları gerekir.

Bu ifadede, özellikle şer´î işlerde, dinî hükümlerin tebliğ edilme­sinde ve ümmetin irşadiyle ilgili konularda; peygamberlerin yalan­cılıktan masum (korunmuş, hatasız ve günahsız) oldukları hu­susuna işaret vardır. Bu gibi konularda peygamberlerin kasten ya­lancılıktan (ve günahtan) masum olduklarına dair icma vardır.

Ekseriyetin kanâatma göre sehiv konusu olan hususlarda da durum böyledir. (Kadı Ebu Bekir, tebliğle ilgili konularda bir sehiv ve nisyan eseri olarak onlardan kizbin vukuunu caiz görmüştür).

Diğer günahlardan masum olduklarına dair bir takım teferruat­lı görüşler vardır:

1.  Peygamberler, kendilerine vahiy gelmeden önce de sonra da küfür ve şirk günahından masumdurlar. Bu konuda icma ve ittifak vardır.

2. Cumhura göre peygamberler kasten büyük günah işlemek­ten de masumdurlar. Fakat bu konularda Haşeviyye aksi kanâattadır. İhtilaf konusu olan husus, peygamberlerin kasten büyük günah işlemelerinin aklen mi yoksa şer´an mi imkânsız olduğu konusudur. (Nebilerin büyük günahları kasten işlemeleri, Eş´arilere göre din, Mutezileye göre akıl yönünden imkânsızdır).

3. Sehven işlenen günahlar:  Ulemanın ekseriyetine göre nebi­lerin sehven büyük günah işlemeleri mümkündür.

4. Cumhura göre nebilerin küçük günahları kasdet işlemeleri de mümkündür. Fakat Cübbaî ve ona tabi olanlar aksi kanâattadırlar.

5. Nebilerin küçük günahları sehven işlemeleri ittifakla müm­kün görülmüştür. Bazıları bu nevi günahlara ve hatalara ze11e adını verir. Sadece aşağı ve düşük karakter sahibi olmaya delâlet eden fiiller bir istisna teşkil eder. Bir lokma yiyecek çalmak, tartıda ve ölçüde bir tane eksik çıkarmak gibi.

Fakat muhakkik: olan kelâm âlimleri, işlenen günahlar konusunda nebilerin uyarılacaklarını, bunun üzerine günahtan vazgeçecek­lerini şart koşmuşlardır. (Allah onları uyarınca, bundan vazgeçer­ler).

Bütün bu anlatılanlar vahiyden sonrası içindir. Kendilerine va­hiy gelmeden evvel nebilerden kebîrenin sâdır olmasının imkânsız olduğunu gösteren bir delil mevcut değildir. Mutezile vahiyden ön­ce kebîre işlemelerini de imkânsız görmüştür. Çünkü onlara göre, önceden işlenen kebîre, halkın kendilerine tabi olmalarına engel olan bir nefret (ve güvensizlik duygusunun) meydana gelmesini gerekti­rir. Böylece peygamber göndermedeki maslahat ve menfaat ortadan kaybolur [7].

Doğrusu şudur: Anne ile zina etmek, fücur, seciyenin düşüklü­ğüne delâlet eden küçük günahlar gibi nefreti gerektiren günahları, nebilerin vahye mazhar olmadan evvel işlemeleri de mümkün de­ğildir.

Şiilere göre ne vahiyden evvel ne de sonra nebiler büyük ve kü­çük günah işlemezler. Fakat Şiîler, nebilerin takiye icabı küfür izhar etmelerini caiz ve mümkün görmüşlerdir.

Bu husus böylece ifade edildikten sonra deriz ki: Nebî (a.s.)den yalan veya günah olduğu kanâatini ve hissini veren bir şey naklolun­duğunda; şayet bu nevi haberler âhâd yollardan bize gelmişse reddolunur. Tevatür yoluyla naklolunmuşsa, bu takdirde mümkün olur­sa zahirî manâları te´vil olunur. Bu mümkün olmazsa “terk – ievla” (Daha iyi olanı terketme. Aslında nebilerin yaptıkları işler günah değildir, fakat daha doğru olan hareket tarzını tarkettikleri için Allah tarafından kınanmışlardır) formülü ile mesele halledilir. Veya bu günahın vahiy gelmeden evveline ait olduğu ileri sürülür. Bu gibi hususlar hacimli eserlerde daha teferruatlı olarak izah edil­miştir.

“Nebilerin en üstünü Muhammed (a.s.)dir”

“Siz, halka iyi olanı enir, kötü olanı nehyetmek için çıkarılmış en hayırlı bir ümmetsiniz” (Ali îmran, 3/110)  âyeti bunun delilidir. Şüphesiz ki, bir ümmetin en hayırlı olması, dindeki kemâl ve olgun­lukları itibariyledir. Bu ise, kendisine uydukları peygamberin kemâ­line tabidir. Hz. Peygamber´in “Övünmek için söylemiyorum ama âdemoğlunun Efendisi benim” [8], hadisinin delil gösterilmesi zayıf bir istidlaldir. Çünkü bu hadis, Hz. Peygamber´in Âdem´den üstün olduğuna delâlet etmez, ama onun evlatlarından daha üstün olduğu­na delâlet eder.[9]


Konu Başlığı: Ynt: Peygamberlere İman
Gönderen: Ceren üzerinde 08 Kasım 2014, 20:09:36
Aleykümselam.rabbim razı olsun paylaşımdan hocam.Peygamberlere iman etmek,İmanın şartındandır.

Nisa / 136. Ey iman edenler! Allah'a, Peygamberine, Peygamberine indirdiği Kitab'a ve daha önce indirdiği kitaba iman (da sebat) ediniz. Kim Allah'ı, meleklerini, kitaplarını, peygamberlerini ve kıyamet gününü inkâr ederse tam manasıyle sapıtmıştır.


Konu Başlığı: Ynt: Peygamberlere İman
Gönderen: Ceren üzerinde 24 Nisan 2022, 05:16:20
Esselamu aleyküm.allahin insanlığa rehber olarak gönderdiği peygamberlere iman eden onların yolunda giden kullardan olalım inşallah.rabbim razı olsun paylaşım dan kardeşim..