Konu Başlığı: İmanın Mahiyeti Bazı Sem'iyyât Bahisleri Gönderen: Eflaki üzerinde 24 Mart 2010, 22:05:21 İMANIN MAHİYETİ BAZI SEM´İYYÂT BAHİSLERİ
Günah İşleyenlerin Durumu. İman ve İslâm.. İmanın Mâhiyeti Mukallidin İmanı Bazı Sem´iyyât Bahisleri İMANIN MAHİYETİ BAZI SEM´İYYÂT BAHİSLERİ Günah İşleyenlerin Durumu Ehl-i sünnet (Allah zaferlerini dâim kılsın) şöyle dedi: Küfürden başka büyük günah işleyen kimse (mürtekib-i kebîre) ne kâfir, ne de münafık olur böylesi imandan çıkmaz. Şayet tevbe etmeden ölürse, Allah taâlâ, ya bir şefaatçinin şefaati sayesinde veya kendi lûtf-u keremiyie onu affeder, yahut da işlediği suç mikdarınca cezalandırıldıktan sonra mutlaka cennete koyar. Büyük günah işleyen kimse Havarice göre kâfirdir, Mu´teziieye göre ise imandan çıkar, fakat küfre girmez; tevbe etmeden öldüğü takdirde ebedî olarak cehennemde kalır. Hasen-ı Basrı[1] (Allah rahmet eylesin), böylesi için önceleri münafık» diyordu, fakat sonra bu sözünden rucû´ etmiştir. [2] Mürci-eye gelince, onlar, «Küfür haiinde sevabın bir fâidesi dokunmadığı gibi imanın mevcudiyeti halinde de işlenen günahın zararı olmaz» dediler. İsâbetü oian Ehl-i sünnetin görüşüdür. Çünkü Cenâb-ı Hak, «Ey iman edenler, samimi bir tevbe ile Allah´a dönün»[3] buyurarak günah işledikleri halde kişilere iman kelimesiyle hitâbetmiştir. Bu hususta başka âyetler de mevcuddur. [4]Br de şu var ki bütün müslüman-lar, Asr-s seâdetten bugüne kadar, ehl-i kıbleden ölen kimselerin büyük günah işlediklerini bildikleri halde cenaze namazlarını kılmak, onlar için dua ve istiğfar etmek adetini sürdüregelmişlerdir. Yine müslümanların beş vakit namazda, anne-babalarına, akraba ve ta-nıdıklanna-hiç bir tefrîk yapmadan-aff-ı ilâhî diledikleri meşhurdur, halbuki onlar kâfir için İstiğfar edilemiyeceğini pek âlâ bilmektedirler. Meselenin derinleştirilmesine gelince, imanın mâhiyeti kalbin tas-dîkından ibarettir, ikrar da bu tasdikin bir alâmetini teşkil eder. Kimde kalbdeki tasdikin alâmeti olan ikrar mevcûd olursa mü´min vasfına hâiz olur. Binâenaleyh ondaki tasdik tekzîb ile, ikrar da inkâr ile yer değiştirmedikçe o kişi kâfir diye vasıflandınlamaz. Kâfir olmayınca da mü´min sayılır, çünkü tasdîk ile tekzîb arasında sadece tered-düd ve duraklama vardır ki bunun küfür olduğunda ihtilâf yoktur. İlâhî emre muhalefet ve nehyolunanı irtikâbetmeye gelince -ona muhalefeti helâl telâkki etmemek ve yasağını hafife almamak şartıyle - bu, ne tekzîb sayılır, ne de ilâhî emir ve yasağı red mânâsı taşır; bu hal olsa olsa aşağı arzuların ağır baskısından, taassubdan, kibirden ve tenbellikten doğan bir şeydir. Kaldı ki böyle bir hâlet-i ru-hiyye ile günah işlemeye azab korkusu, af ümidi ve tevbe azmi de umumiyetle eşlik eder. Bütün bunlar imanın meyvesi ve kalbde mevcûd ilâhî mükâfat ve mücâzâtı tasdîk alâmetidir. Bu durumu şuna benzetebiliz ki bir doktor, hastasına ilâç içmesini emreder, zarar veren şeylerden de onu sakındırır. Hasta da doktorun söylediklerini doğru kabul edip benimser. Buna rağmen bazan kendisine zarar verecek şeyleri yer, veya faidesi dokunacak ilâçları içmekten imtina1 eder. Bununla beraber zarar görmekten korkar, yaptığına pişmanlık duyar, doktorundan utanır, kınamasından endişe eder ve aönlünü almayı umar. İşte nasıl ki bu, doktorun emrini reddetmek, onun mevcudiyetini hiçe saymak mânâsına gelmiyorsa bizim meselemizde de durum aynıdır. Şimdiye kadar anlattıklarımız sayesinde büyük günah işleyen mü´minin imanı üzerine bâkıy kaldığı sabit olduğuna göre, aynı hal üzere öldüğü takdirde cennet ehlinden olacağı da ortaya çıkmış olur. Çünkü Cenâb-ı Hak, «Allah mü´min erkeklerle mü´min kadınlara cennetler va´detmiştir»[5] buyuruyor. Cennet ehlinden olunca da cehennemde ebedî kalması düşünülemez, zira hem cennete girmek, hem de cehennemde ebedî kalmak aklın tasavvur edebileceği bir şey değildir. Şu da var ki cehennemde ebedî kalış kâfir için kesilen bir ceza olduğuna ve bu, cezaların en ağırı, küfür de suçların en büyüğü bulunduğuna göre cehennemde ebedî kalış küfür suçuna denk bir ceza teşkil etmiş olur. Eğer küfrün dûnundaki bir suça mukabil, cehennemde ebedî kalış gibi bir ceza verilerek azab edilecek olursa işlenen suçun ötesinde bir ceza verilmiş olur, bu ise adalete sığmaz. Soru : Büyük günah işleyenlerin azab edileceğine dair ilâhî teh-did haberi (vaîd) mutlak olarak (istisnasız) vârid olmuştur. Eğer bazılarının affedilmesi caiz olsaydı ilâhî habere yalan karışmış (huluf etmiş, caymış) olur, bu ise caiz değildir? Cevap : Bazı âlimlerimiz, Allah taâlânın azab haberinin bütün âsîlere şâmil olduğunu kabul etmişler ve fakat «önce haber verilen azabdan vazgeçmek bir iûtuftur, binâenaleyh yüce Allah hakkında caizdir» demişlerdir. Muhakkik âlimlerimiz ise Allah taâlânın ne mükâfat, ne de ceza haberinde hulfetmesini tecviz etmemişlerdir. Çünkü bu, verilen hükmün (sözün) değişmesi demektir. Halbuki Cenâb-ı Hak, «Benim nezdimde söz değiştirilemez...» [6] buyurmuştur. Hem de Allah taâlâ Kur´ân-t kerîminde, vaîdi (tehdidi) va´d ile ifade buyurmuş ve onda hulf olamıyacağını beyan etmiştir: «Senden azabın çabuk gelmesini isterler. Allah va´dinden (tehdidinden) asla.caymaz». [7]Şu kadar var ki muhakkik âlimlerimiz affın mümkün olduğuna hükmetmişlerdir. O halde affolunan azabın ilâhî tehdidin şümulüne dâhil kılınmadığı anlaşılmıştır. Binâenaleyh Allah taâlânın affı filân günahkârın umumî tehdidden tahsis (ve tefrik) edildiğinin beyanı mânâsına gelir. Tahsis ise istisna yerine geçer. Âsîlerden bazılarının tehdidin şümulünden istisna edilmesi nasıl bir hulf sayılmazsa tahsîs (ve tefrîk) ediimesi de sayılmaz. [8] Soru : Allah taâlâ, «Kim bir mü´mini kasden öldürürse cezası, içinde ebedî kalacağı cehennemdir»[9] buyurmuştur. Yine o şanı yüce Allah «Kim Allah´a ve Peygamberine isyan eder, O´nun sınırlarını çiğneyip geçerse, onu, içinde ebedî kalacağı ateşe koyar»[10] buyurmaktadır. Bu âyetlerde Cenâb-ı Hak kati ve isyan fiilleri İçin cehennemde ebedî kalış azabını haber vermiştir? [11] Cevap : Bu âyetlerin birincisi, tefsirde zikrolunan sebeb-i nüzulden anlaşılacağı üzere, [12] mü´mini öldürmeyi helâl telâkki eden kimse hakkında nazil olmuştur, böylesinin kâfir olduğu ise şüphesizdir. İkinci âyet de kâfir hakkında nazil olmuştur. Çünkü bütün sınırlan çiğneyip aşmak ancak kâfirin yapacağı bir şeydir. Şu da var ki «Hulûd» maddesi bazan zikrolunur, fakat ondan ebediyet değil «uzun müddet» kasdolunur. [13] Bahis mevzuu edilen mürtekifcH kebîre meselesi üzerine diğer ba) konular istinad ettirilir: [14] A) Birincisi: Şefaat meselesidir. Şefaat bize göre vardır, Mu´tezile ise muhalif kalmıştır. Bunun izahına gelince, biz Ehl-i sünnet, Allah taâlânın, vâsıta olmaksızın affetmesini mümkün gördüğümüze göre peygamberlerin ve hayırlı kulların şefaati ile affetmesi ise evieviyetle mümkündür. Mu´tezileye göre af mümkün olmadığından şefaatin da birfaidesi yoktur. Bu mevzu´daki delilimiz şu âyet-i kerîmelerden müteşekkildir: «Artık onları bağışla, günahlarının yarlıganmasını iste»[15] «Hem kendinin, hem erkek mü´minlerle kadın mü´minlerin günahının yarlıganmasını dile».[16] Bu ilâhi ifadeler şefaati emretmektedir. Yine yüce Allah´ın şu âyet-i kerîmesi: «Artık şefaat edicilerin hiç bir şefaati onlara fâide temin etmiyecek». [17]Eğer şefaat mü´minlere de faide vermiye-cek olsaydı kâfirleri tahsîs (ve tefrîk) etmenin bir mânâsı olmazdı. Şu meşhur hadîs de bizim için bir delil teşkil eder. Peygamber efendimizin «Benim şefaatim ümmetimden kebâir işleyenler içindir»[18] mealindeki sözleri. Şefaat mevzuundaki hadîsler tevatüre yakındır, en azından şöhret derecesindedir, haber-i meşhuru İnkâr etmek İse bidattir. [19] B) İkincisi: Küfür ile şirkin affedilmesi meselesi, aklen caiz midir değil midir? Âlimlerimiz (Allah kendilerinden râzî olsun) bunun (aklen bile olsa) caiz olmadığını söylemişler. Eş´ariyye ise «caizdir» hükmünü vermiştir. Yine onlara göre mü´minlerin cehenneme, kâfirlerin de cennete konulup ebedî bırakılmaları (aklen) mümkündür.Hatta bu, abes de sayılmaz; şu kadar var ki nas bunun vuku1 bulmıyacağını haber vermiştir. Bize göre ise caiz değildir. Bu telâkkilerin içinde isabetli olan bizim ileriye sürdüğümüz görüştür. Çünkü hikmet, iyilik yapan ile kötülük işleyen kimseyi birbirinden farklı muamelelere tâbi, tutmayı gerektirir. Nitekim Cenâb-ı Hak, »İyiliğin mükâfatı iyilikten başka bir şey midir?»[20] ve yine «Kötülüğün karşılığı ona denk bir kötülüktür»[21] buyurmuştur. Allah taâlânın, iyilik yapan ile kötülük yapanın eşitliğine hükmeden kimseleri tenkide tâbi´ tutması da meseleyi ayrıca vuzuha kavuşturmaktadır. O sânı yüce söyleyici şöyle buyurmuştur: «Yoksa o kötülükleri kazananlar, kendilerini, iman edip de iyi amellerde bulunanlara eşit, dirim ve ölümlerini müsâvîmi kılacağız sanmışlar! Doğrusu, ne kötü bir hükme varmışlar».[22] Yine şu âyet-i kerîme aynı hususu ifade etmektedir : «Öyle ya, hiç müslümanlan o günahkârlarla eşit tutar mıyız biz! Size ne oluyor? Ne tuhaf bir hükme varıyorsunuz?». [23] Mâtürîdî âlimlerine göre küfür ile diğer günahlar arasındaki fark şudur: Küfür son noktasında bir suçtur, onun suç sayılmamasına ve yasaklısının kalkmasına hiç bir ihtimal yoktur. Şu da var ki kâfir kendi küfrünün hak ve gerçek olduğuna inanır, bu sebeple de onun için bir bağışlama ve yarlığanma talebinde bulunmaz. O halde böylesini affetmek hikmete uygun değildir. Hem küfür, diğer günahların aksine, devamlı bir inanıştır, binâenaleyh devamlı bir cezayı gerektiricidir. [24] C) Üçüncüsü : Zulüm, hikmetsizlik ve yalan yüce Allah´ın kudret sahasına dâhil midir, değil midir? Bize göre bunlar muhal şeylerdir. Allah taâlâyı bunlara muktedir olmakla vasıflandırmak mümkün değildir, Mu´tezile bu görüşe muhalefet ederek «muktedirdir, fakat yapmaz» demiştir. Gerçekte onların iddiası yanlıştır, çünkü Allah´ın kudreti dahilinde olan bir şeyle daima vasıflanması caizdir, halbuki yukarıda zikredilen mefhumiarla vasıflanması mümkün değildir. Bir de şu var ki bahis konusu edilen husus Allah taâlâ için caiz olsaydı adi sıfatının ya varlığı veya yokluğu halinde caiz olacaktı. Birinci şıkkı kabul etmeye imkân yoktur, çünkü iki zıddın (odl ile zulmün} içtimâi hâsıl olur. İkinci şık da mümkün değildir. Zira, adi yüce Allah hakkında vâcib bir sıfat olup yokluğu muhaldir. [25] D) Dördüncüsü : Büyük ve küçük günahların ta´rifi (kebâir ve sa-öâir): Bazıları, «Kişiyi Allah´a âsî kılan her günah büyüktür» demiştir. Bu söz Allah taâlânın Kur´ân-ı kerîminde beyan byurduğu hakikate muhalif düşmektedir. Cenâb-ı Hak şöyle buyurur: «Şu kitaba ne oluyor ki küçük büyük hiç bir günah bırakmayıp hepsini saymış». [26]Bazıları da, «Kişinin, üzerinde ısrar ettiği günah büyük, istiğfar ettiği günah da küçüktür» demiştir. Bu hususta isabetli olan görüş şudur: Küçük ve büyük (günah) kendi başlarına ta´rîf edilemiyen iki zâff isimdir, tıpkı sevaplarda olduğu gibi. Her ma´sıyet, fevkındeki günaha nisbet edildiği takdirde kü-jçük, dûnunda bulunan günaha nisbet edilirse büyüktür. Mutlak kebîre ise küfürdür; çünkü ondan büyük günah yoktur, diğer günahlar ona nisbetle küçüktür. Nitekim şu âyet-i kerîmeden maksûd olan da budur : «Eğer men´ olunduğunuz büyük günahlardan sakınırsanız Öbür günahlarınızı örteriz»,[27] Demek ister ki - en doğrusunu Allah biiir ya - küfürden kaçınırsanız onun dûnundaki günahlarınızı affederiz, tıpkı şu âyet-i kerîmede ifade edildiği gibi: «O, şirkin dûnundaki günahları dilediği kimse için yarlığar».[28] Bir önce zikrettiğimiz âyette (küfür yerine kullanılan) «Kebâir»în cemi´ sıygasıyla zikredilmesi, vah-yolunan kişilerin cemi1 sıygasıyla anılmasına denk gelmesi içindir. Böylece kebâir ferdlerinin her biri nehyolunan ferdlerden birine ait olmuş olur. Bu, Arab dilini isti´mal edenlerin, «Topluluk hayvanlarına bindiler, urubalarını giydiler» mealindeki sözlerine benzer. [29]Şunu da belirtelim ki bahis mevzuu âyet-i kerime tarzında müf-red olarak da okunmuştur. [30] Bu kıraate göre müşkil kendiliğinden ortadan kalkmış olur. Tevfîk ve hidâyete erdiren yalnız Allah taâlâdır. [31] İman ve İslâm Ehl-i kıble (Allah sayılarını artırsın), Cenâb-ı Hakka İman etmenin farziyetinde, ona küfretmenin de haram olduğuna ittifak etmiştir. Ancak imanın insan üzerine farz oluşunun akıl yoluyia mı tahakkuk ettiği, yoksa nakil ile mi sabit olduğu noktasında ihtilâf vâki´ olmuştur. Buna bağlı olarak kendisine peygamber davetinin ulaşmadığı kimse küfr üzere öldüğü takdirde azaba ma´ruz bırakılıp bırakılmıya-cağı hususu da münakaşaya konu teşkil etmiştir. Hâkim eş-Şehid, «el-Muntekaa»[32] adlı eserinde Ebû Hanîfe´nin (r.a) şöyle dediğini nakleder: «Göklerin, yerin, kendi vücûdunun ve diğer yaratıkların fevkal´âde yaratılışını müşahede edebilen bir insan için Yaradan´ını bilmemesinde hiç bir mazeret mevcûd değildir». Yine Ebû Hanîfe (r,a.) şöyle demiş: «Şayet Allah taâlâ hiç bir peygamber göndermemiş olsaydı bile, yine de insanların, akıllarını kullanmak suretiyle Yaradan´ı bilmeleri gerekli olurdu». Eş´ariyye, «Hiç bir şey akıl yoluyla insan üzerine gerekli olmaz. Akıl vasıtasıyla olsa olsa bazı şeylerin iyiliği, diğer bazılarının da kötülüğü anlaşılabilir, bunun yanında kâinatın hadis, yüce Yaratıcının kadîm olduğu da bilinebilir» demişti. Melâhide (Dehriyye), Revâfız, müşebbihe ile Havâricin Muhakkime kolu, «Akılla hiç bir şey bilinemez, onun yoluyla hiç bir şey insana vâcib olmaz» demişlerdir. Mu´tezile de, aklın, müstakıllen, Allah taâlâya imanı ve onun ni´metlerine şükrü gerektirici (farz kılıcı) olduğuna, dinî hükümleri kendi başına isbata kâfi geldiğine hükrnetmistir. Ehl-i sünnete göre ise akıl bir vâsıtadır: sayesinde eşyanın güzelliği ile çirkinliği, imanın gerekliliği ve ni´metlerini lütfeden Yara-dan´a şükretmenin lüzumu anlaşılabildiği bir vâsıta; hakîkatte bu hususları anlatan ve gerekli kılan da Allah taâlâdır, fakat akıl vâsrtasıyla. Aklî melekesi teşekkül etmiş çocuğa gelince, istidlale muktedir bir durumda bulunan böyle bir çocuğa acaba yüce Allah´ı tanımak vâcib midir, değil midir? Üstad Ebû Mansûr el-Mâtürîdî (Allah rahmet eylesin) ile Irak ulemâsından bir çok zat «vâcibdir» demişlerdir. Bazıları da «Bulûğdan önce çocuğa hiç bir şey vâcib olmaz» demiştir. Aklın gerektirici ve mes´uliyet getirici bir delil olduğunun isbatı az"cz ve celîl olan Allah´ın şu âyet-i kerîmesidir: «Kulak, göz ve kalb. Bunların her biri ondan mes´uldür».[33] Bunlardan kulak işitilecek şeylere, göz görülecek nesnelere, kalb (zihin) de akıl yoluyla idrak olunacak hususlara hâstır. Bununla beraber ne kulak, ne de göz akıldan müs-tağnî kalamaz. Çünkü kulak hakkı da, bâtılı da işitir, göz doğru olanı da, yanlış olanı da görür, bu iki şıkkı (hak ile bâtılı) ancak akıl yoluyla birbirinden ayırdetmek mümkün olur. Bu hakîkatı ayrıca şu husus da isbat etmektedir: Peygamberin söylediği söz aslında bir «haber-i vâ-hid»dir. Haber-i vâhid ise haddizatında, doğruya da yalana da ihtimali bulunan bir şeydir. Burada yalan ile doğruyu birbirinden ayırdetmek ancak mu´cize ile mümkündür. Mu´cize ile diğer hârikul´âde hadisleri birbirinden tefrîk eden de akıldır. O halde bilgilerin ve vecîbelerin hakîkatte istinad ettiği zemin akıldır. Şunu da belirtelim ki peygamberler, ümmetlerine, bilhassa aklî deliller ileriye sürerek tebliğde bulunmuşlar, onlarla mücadele etmişlerdir. Hz. İbrahim de gerek devrinin hükümdarıyla, gerek babası ve kavmi ile aynı şekilde münazara ve mücadele etmiştir. Nitekim Cenâb-ı Hak Kur´ân-ı kerîminde şöyle buyurur: «Bir zamanlar İbrâhîm atası Azer´e : Sen putları tanrılar mı kabul ediyorsun? demişti». [34]«Onlara İbrâhîm´in haberini de oku. Hani o, babasına ve kavmine: Siz neye tapıyorsunuz? demişti». [35]«Nedir tapıp durduğunuz bu heykeller?».[36] Bu nevi´ aklı delillerle insanlarda bilginin hâsıl olması aslında peygamberin sözüne bağlı değildir; aksine, insanlar, akıllarını kullanmak suretiyle böyle bir bilgiyi pekâlâ elde edebilirler. Bu sebepledir ki Allah taâlâ Ku/ân-ı kerîmin bir çok âyetlerinde onları tefekkür ve muhakemeye teşvik etmiştir. Nitekim O sânı yüce söyieyici «Onlar düşünmezler mi?» [37] «Onlar tefekkür etmezler mi?» [38] buyurmuştur. Şimdiye kadar verilen izahattan anlaşılmış oldu ki akıl kendi sahasına giren hususlan müstakıllen idrak edebilir. Fakat (meselâ) işitme kuvveti akıl olmaksızın böyle bir idrakten âcizdir. İmanın akıl yoluyla vâcib olmasının mânâsı, kişinin, yapmakla mükâfata, veyahut terketmekle cezaya müstahak olması demek değildir. Çünkü mükâfat ile ceza ancak nas ile bilinebilir. Bize göre bunun mânâsı, yüce Yaratıcının varlığını benimsemek onu inkâr etmekten daha ma´kul, Allah taâlâyı birlemek ona başkasını ortak koşmaktan daha doğru olduğu noktasında aklın bir nevi´ tercih yapmasıdır; öyle ki akıl bu iki şeyin aynı değerde olmadığına hükmeder. Aklın şükrü gerektirmesi de nimetlerini esirgemeyen yüce Allah´ın lütufkârlığını rtiraf etmekten ibarettir; öyle ki insan, bu lütufkârlıkta Allah taâlâya kimsenin şerîk olamıyacağını kestiriverir. [39] İmanın Mâhiyeti Hadîs âlimleri (Allah cümlesine rahmet eylesin), «İman, dil ile ikrar, kalb ile tasdik ve uzuvlarla amel etmekten ibarettir» dedi. Mâtürîdiy-ye âlimlerinin çoğu, «İman, ikrardan ibarettir» Cehm b. Safvân ile Kaderiyyeden Hüseyn es-Sâlihî[40] de, «İman bilmekten ibarettir» demişlerdir. Âlimlerimizin muhakkik olanları ise şöyle elemiştir: «İman kalb ile tasdiktir. Dil ile ikrar sadece dünyada (müslüman) ahkâmının yürütülmesi için şarttır». Bu hükmü Ebû Hanîfe «el-Âlim ve´l-müteallim»[41]adlı kitabında zikretmiştir. Üstâd Ebû Mansûr el-Mâtürîdî ile Hüseyn b. el-Fadl el-BecelTnin[42]de tercihi bu olmakla beraber Eş´ari´den gelen iki rivayetten sahîh olanıda bunu desteklemektedir. Çünkü iman lügatte tasdik demektir. Nitekim Cenâb-ı Hak, Yûsuf aleyhisselâmın kardeşlerinin sözünü naklen şöyle buyurur: «Ey babamız! .. Sen bize iman edici değilsin»[43] ya´ni tasefik edici. Şu kadar var ki «tasdik» derûnî bir hâdise olup üzerine hüküm kurmak mümkün olmadığından İslâmiyet, dil ile ikrarı, tasdikin bir belirtisi ve dünyaya ait hükümlerin yürütülebilmesinin şartı olarak gerekli kılmıştır. Nitekim Peygamber (a.s,) efendimiz şöyle buyurmuşlardır: «İnsanlarla, Lâ ilahe iliellah deyinceye kadar savaşmakla emrolundum; bunu söyledikleri anhayattan ve mallan hususunda benden emin olurlar, ancak hukukT mes´ûliyetlert müstesna. İçyüzlerinin muhasebesi ise Altah´a aittir»[44]Bunun İçindir ki dil İle İkrarın Ömür boyunca bir defa vuku´ bulması kâfirdir. Ameller imandan değildir. Zira Cenâb-ı Hak İman edenler ve sâlih ameller işleyenler»[45] âyet-İ kerîmesinde amelleri iman üzerine atfetmiştir. Oysaki ma´tûf ma´tûfunaleyhin gayn olur. Yine «Mü´min olmak şartıyla iyi amel işli-yenler...» [46] mealindeki âyet-i kerîmesinde görüldüğü üzere iman, amellerin makbul olmasının şartı kılmıştı, şart ise meşrutun gayn olur. Şunu do belirtelim ki «dil İle ikrar etmek» demek kolbdekl tasdiki haber vermek demektir. Binâenaleyh bir kişi «inandım» der de kalbinde tasdik mevcûd olmazsa bu haber verişi vakıa uygun düşmez. Bunun İçindir ki Allah taâlâ, şu âyet-i kerîmesiyle, dil ile ikrar ettikleri halde münafıklardan imanı nefyetmlştir: «Bedeviler «iman ettik» derler. De ki: hayır, siz iman etmediniz».[47] O halde dil ile ikrar ettiği halde kalb ile tasdik etmiyen kimse biz İnsanlar nazarında mü´min, Allah taâlâ nezdinde ise kâfir olur. Aksine, kalbinde tasdîk bulundurduğu halde dil ile ikrar etmiyen kişi de Allah nezdinde mü´min, dünya ahkâmı muvacehesinde ise kâfir sayılır. [48] Mukallidin İmanı Ehl-i kıble «mukallidin[49] imanın sıhhati hususunda ihtilâf etmiştir. Ebû Hanîfe. Süfyân-İ Sevrf, [50] Mâlik, [51] Evzâî, [52] bütün fukahâ ile hadîs âlimleri (Allah cümlesine rahmet eylesin), «İmanı sahîhtir, fakat istidlali terketmesi sebebiyle günahkârdır» demişIerdir.Rüstüğfeni[53] ile Halînrû (r.h.) «İmanın makbul olmasının şartı, mu´cizenin yardımıyla Peygamber aleyhisselâmın sözünün doğruluğunu bilmesidir» demişlerdir. Eş´arTye göre ise bunu aklın yardımıyla bilmesi gerekli olup dili ile ifade etmesi ve muânzı iie münakaşa ve münazara yürütmesi şart değildir. Bütün kelâm âlimlerinin görüşü de aynıdır. Mu´tezile de, «Her bir meseleyi, aklının yardımıyla, mukabil şüpheyi bertaraf edebilecek şekilde bilmedikçe mü´min sayılmaz» demiştir. Sahîh olan bütün ehl-i ilmin (kelâm âlimlerinin) benimsediği görüştür. Zira iman mutlak tasdikden ibarettir. Nasıl ki bir kimseye bir haber verilir de onu tasdik eder, onun için «Habere inandı» denilmesi doğru olursa; mukallide de inanılması gerekli hususlar haber verilirde onlan tasdik ederse mü´min olur ve yüce Allah´ın mü´minlere va´dettiği mükâfata hak kazanır. «Bilme»ye (ma´rifet) gelince, o, imandan başka bir şeydir, zira ma´rifet bulunduğu halde iman bu-lunmayabilir.Nitekim Ehi-i Kitâb (oian Yahudi ve Hıristiyanlar) Mu-hammed aleyhisselâmın nübüvvetini kendi oğullarını tanıdıkları gibi biliyor, fakat onu tasdik etmiyorlardı, Kur´ân-ı kerîm de bunu haber vermektedir.[54] Bahis mevzuu edilen bu görüş ayrılığı, bir dağ başında doğup yaşayan ve kâinatın yaratılışı ile onun Yaratıcısı hakkında asla düşünmediği halde bundan haberdar edilmesi üzerine tasdik eden kimse hakkındadır. Müslüman beldelerde yaşayan ve yüce Allah´ın eserlerini müşahede edip de ululayan kimse ise taklid sınırının ötesindedir. Tevfîk Allah´tandır. [55] Şimdiye kadar verilen izahattan, imanın tasdikten ibaret olduğu, dil ile İkrarın ise sadece dünya ahkâmının yürütülebilmesi için şart bulunduğu anlaşılmış oldu. O halde tasdikin mevcudiyetiyle iman teşekkül eder; bu imanda ziyâde ve noksan (artma ve eksilme, azlık ve çokluk) düşünülemez. İmam Şafiî (r.h.) bu görüşe muhalefet ederek amelleri imandan saymış ve amellerin artmasıyla imanın artmasına, onların eksilmesiyle de imanın eksilmesine hükmetmiştir. Biz bu görüşü bir önceki bölümde reddetmiştik. Cenâb-ı Hakkın«... imanlarını artırır, [56] mealindeki âyet-i kerîmesine gelince, bu nevî âyetlerin bir kaç mânâya gelmesi muhtemeldir. Bir defa, Peygamber aleyhisselâmın asrında, iman mevzularının ayrıntıları bakımından ziyâde ihtimali bahis konusu olabilir. Şöyle ki Asr-ı seâdette her an bir âyet nâzi! oluyor, her an yeni bir hüküm vücûd buluyordu. Böylece ashâb-ı kirama, aslında icmâlî imanlarına dâhil bulunan bu nevi" âyet ve hükümlere ayrı ayn iman etmek gerekiyor (ve iman maddelerinde bir nevi1 ziyâde hâsıl oluyor) du. Saniyen, bahis mevzuu edilen âyetin, diğer arazlarda olduğu gibi «teceddüd-İ emsal»[57] bakımından ziyadeleşme mânâsına alınması mümkün olmakla beraber imanın bereket ve tesirinin artması ve nurunun parlaması mânâsına da gelmesi ihtimal dahilindedir.Tevfîka erdiren yalnız Allah´tır. Kendisinde tasdik ile ikrarın mevcud olduğu kimse hakkıyle mü´mindir; böylesinin «Ben inşallah mü´minim» demesi doğru değildir, Şâfiye göre ise caizdir. Zira iman mevzuunda «inşallah» demek şüpheyi gerektirir, en azından şüphe ihtimali taşır. Tıpkı hayatta olan bir kimsenin «Ben inşallah canlıyım» demesi mümkün olamıyacağı gibi. Tasdik ile ikrara sahibolan kimse (son nefesiyle dünyadan nasıl ayrılacağını ve buna bağlı olarak Allah nezdindeki nihâî durumunu bilmemesi sebebiyle de «Ben inşallah mü´minim» diyemez, çünkü) şu anda kendisinde iman mevcud olduğundan Allah taâlâ nezdin-de de mü´mindir. Yüce Allah, onun, bir müddet sonra kâfir olacağını bilse bile (şu andaki durumu değişmez), tıpkı Allah taâlânın, hayatta olan bir kimseyi, şu anda hayat taşıması sebebiyle canlı bilmesi gibi, halbuki bir müddet sonra öleceği de mü´lûm-i ilâhîdir. Bu düşünce iledir ki «Şeytan, Cenâb-ı Hakka ibadet ettiği müddet içinde mü´min ve makbul bir kuldu, her ne kadar yüce Allah onun bil´âhare kâfir olacağını biliyor idiyse de» diyebilmektedeyiz. Şeytanhakkında nazil olan[58]âyet-i kerimesine gelince;buradaki mânâsıdır[59] tıpkı Hz. Nuh´unoğlu hakkında «boğulanlardan oldu» mânâsına [60] buyurulduğu gibi. iman İle islâm terimleri biz Ehi-i sünnete göre aynıdır. Zevahir ulemâsına göre ise ayn ayn şeylerdir. EhH sünnet görüşünün Isbatı şöyledir ki «iman», aziz ve celîl olan Allah´ı, haber verdiği emir ve yasaklarında tasdik etmekten İbarettir, «islâm» ise onun ulûhiyetine boyun eğip İtaat eylemektir, bu da ancak onun emir ve nehyini benimsemekle gerçekleşebilir. O halde taşıdıktan hüküm bakımından iman, İslâmdan aynlmaz ve aralarında mugayeret bulunmaz, iman ile Isiâ-mın birbirinden ayri şeyler oldukiannı İddia eden kimseye sorulur: «Mü´min olup da müsllm olmiyan, yahut da müslim olup da Mü´min olmıyan kimsenin hükmü nedir?» Eğer biri için mevcud olup da öteki İçin bulunmayan bir hüküm isbat edebilirse na a´iâ, aksi takdirde sözünün yanlışlığı ortaya çıkmış olur. Tevfîk ve hidâyete erdiren yüce Allah´tır. [61] Bazı Sem´iyyât Bahisleri Deriz ki: «Vuku´ bulması aklen mümkün olan bir şey hakkında ncis vârid olunca onu kabul etmek ve ona inanmak gereklidir». A) Bunlardan biri ölümden sonraki (Münker ve Nekîr meleklerinin kabirde soracakları) suâl ve kabir azâbı´dır. Bunlar Eh!-i sünnete göre haktır, vuku´bulucudur, Mu´tezüe ise muhalefet etmiştir. Kabirdeki suâl ve azab ruhun cesede iade edilmesi suretiyle mümkündür. Peygamber (s.a.) efendimiz, ölüyü defnettikten sonra, «Kardeşiniz için Allah´tan mağfiret dileyiniz, çünkü o, şu anda sorguya çekilmektedir»[62] buyurmuşlardır. Yine o, şöyle buyurmuştur: «İdrardan sakınınız, zira kabir azabının çoğu ondandır».[63] B) Yine kıyamet gününde cesedlerin tekrar diriltilip hayata iade edilmesi haktır, vuku´ bulacaktır. Bunu Dehriyye (Materyalistler) kökünden inkâr etmiş, İslâm filozofları da hasrın cesedler için değil ruhlar âlemi için vuku´ bulacağını iddia etmiştir. Hakikatte ise (ölüm hadisesiyle) değişikliğe ma´ruz kalmasından sonra bile bedene, eski şekli verilerek ve ruhu iade edilerek vuku´ bulacak olan ba´s, aklen mümkündür. Cenâb-ı Hak da, «Şüphe yok ki Allah kabirlerde olan kimseleri tekrar diriltecek»[64] buyurmuştur. Yine o azameti yüce Allah, «Çürümüş kemiklere kim can verecektir?» diyene cevaben, «De ki onları ilk defa yaratan tekrar çürütecektir», [65]buyurmuştur: C) Kıyamet gününde amel defterlerinin okunması da haktır. Zira yüce Allah, «Kıyamet günü herkes için bir kitab çıkaracağız ki açılmış olarak önüne konulacak»[66] buyurmuştur. Mü´minlerin amel defterleri - Kur´ân-ı kerîmin haber verdiği üzere[67] sağ taraflarından, kâfirlerinki ise so! ve arka taraflarından verilecektir. D) Mizan da haktır . Çünkü Cenâb-ı Hak, «O gün tartmak da haktır»[68] buyurmuştur. «Mizan», amellerin mıkdarlarını tesbite yanyan bir şey olup akıl, onun keyfiyetini bilmekten âcizdir, dünya terazilerine benzetilmesi mümkün değildir. Bu hususta nakle, olduğu gibi teslim olmak en selâmeti! yoldur. E) Sırat da haktır. «Sırat», cehennemin sırtı üzerinde uzatılmış bir köprüdür, Bütün mükellef canlılar üzerinde yürüyecek, cennet ehli onu geçecek, cehennemlikler ise ayaklan sürçüp ateşe düşeceklerdir. F) Cennet ile cehennem, biz Ehl-İ sünnete göre, yaratılmış olup el´an mevcuddur, Mu´tezile ise buna muhalif kalmıştır. Görüşümüzün isbatı şudur ki yüce Allah, cennet hakkında (mâzî sıygasıyla) «... takva sahipleri için hazırlandı»[69]cehennem hakkında da, «... kâfirler için hazırlandı»[70] buyurmuştur. Mezhebimize göre cennet ile cehennem, içindekilerle birlikte ebediyen yok olmıyacaktır, Cehmiyye ise buna muhalefet etmiştir. Zira Allah taâlâ her ikisinin sakinleri hakkında «... orada ebediyen kalıcıdırlar»[71] buyurmuştur. G) Yine Allah taâlânın haber verdiği, cennet ehline ait huriler, köşkler, türlü meyveler, nehirler, ağaçlar, çeşitli yiyecek ve içecek gibi nimetler ile cehennem ehline dair zakkum yemeği, kaynar su, zincirler, bukağılar, ateşten halatlar nevinden azap da haktır, vuku´ bulacaktır. [72]Bâtıniyye ile filozoflar bu gerçeğe karşı çıkmakta ve cennet ile cehennem ahvâli hakkında vârid olmuş nasları zahirî mânâlarına aykırı olarak te´vil etmektedir. Hakikatte bu, ortada bir zaruret ve eide bir delil olmaksızın nasları zahirî mânâlarından çıkarmaktır; o da apaçık bir inkârdır. [73] [1] Hasan b. Yesâr el-Basrî, Ebû said; tabiîdir. Basraîıların imamı ve asrındaki müslü-manların allâmssi idi. Menâkıbı zengindir. Dillerde dolaşan güzei sözleri vardır. 110 h, /728 m. yılında vefat etmiştir (el-A´lâm, 2/242). [2] Hasan-ı Basrî, münafıklık alâmetlerine dair meşhur hadîs-i şerife istinad ederek büyük günah işleyen kimse için «münafıktır» demiştir. O, bu hadîste zikredilen üç kötü haslet dışındaki günahları da ma´siyet olma bakımından bu hasletlerle mü-sâvî kabul etmiştir (bk. el-Kifâye, varak 79a). «Rivayet olunduğuna göre Atâ, Ha-san-i Basrî´nin bu görüşünden haberdar olduğu zaman kendisine şöyle bir haber göndermiş : Yûsuf aleyhisselâmın kardeşleri onu kuyuya atmak suretiyle emanete hiyanet ettiler, «Yûsuf´u kurt yedi» demekle yalan söylemiş oldular, «Biz onu mutlaka koruyacağız» va´dinden de caydılar; oniar bütün bunlarla münafık mı oldular? Hasan-i Basrî bu haberi alınca, «Aîö´ doğru söylüyor» demiş ve daha önce benimsediği görüşten rucû´ etmiştir» (el-İ´timöd, varak 87b). [3] et-Tahrim, 66/8. [4] el-İ´timâf da şöyle denilmektedir (varak 86a): «Sahih olan biz Ehil sünnetin söylediğidir. Çünkü Cenâb-ı Hak, «Ey iman edenler, öldürülenler hakkında size kısas farzedildi» (el-Bakara, 2/178) buyurarak kasden adam öldüren kimseye mü´min adını yermiştir, halbuki kati büyük bir günahtır. Şu âyette de durum aynıdır; «Eğer mü´minlerden iki zümre birbirlerini öldürürlerse aralarını barıştırın» (el-Hucuröt. 49/ 9). ... Bir de şu âyet-i kerîmeye bakalım : «Ey iman edenler, ölüm herhangi birinizin karşısına gelip çattığı zaman vasiyet ettiğiniz takdirde içinizden adalet sahibi İki şahid tutun...» (el-Mâide, 5/106). Eğer adaletin yokluguyla iman ortadan kalkacak olsaydı âyette sadece «içinizden iki şâhid» denilirdi, çünkü âyet-i kerimenin başı zaten müminlere hitâb ile başlamaktadır. Böylece mü´min kimsenin adi de, gayr-ı adi d©, olabileceği sabit oldu. Üstâd (mâtürîdD, «et-Tevhid» inde böyle demıştir.l» (bk. Kllâbu"t-Tevhid, Dr, f, Huleyf neşri, Beyrut, 1970, s. 354). [5] et-Tevbe, 9/72. [6] Kaaf. 50/29. [7] el-Hacc, 22/47. [8] Nûreddin Es-Sâbûnî, Mâtüriyye Akaidi, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 161-164. [9] en-Nisa, 4/93. [10] ervNlsû.4/14 [11] Nûreddin Es-Sâbûnî, Mâtüriyye Akaidi, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 164. [12] İbni Cerîr et-Taberî. İbni Cureyc tankıyla İkrime´den rivayet ettiğine göre Ensâr-dan bir zât Mıkyes b. Subâbe´nin kardeşini öldürmüş, Rasûlüllah (s.a.) ona kardeşinin diyetini yermiş, oda kabul etmiş. Bir müddet sonra kardeşinin kaatiline saldırarak onu öldürmüş. Bunun üzerine Rasûl-i ekrem efendimiz de şöyle buyurmuştur; «Onu ne Harom´in içinde, ne de dışında emin klimam (hayat hürriyetini garanti etmem)». Söz konusu kişi Mekke´nin fethi gününde öldürülmüştür. İbni Cureyc, bu âyetin bahis konusu şahıs hakkında nazil olduğunu söylemiştir (bk. Lübâbu´n nukuul ve TaberîTefsiri, âyetin tefsirinde). [13] «Hulûd maddesinin bu «uzan müddet kalma» mânâsına kullanılması zikrine ihtiyaç hissettirmeyecek derecede çok yaygındır» (Şerhu´l-Umde, Carullah Kütüphanesi, nu. 1164, varak 36b.) Nûreddin Es-Sâbûnî, Mâtüriyye Akaidi, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 164. [14] Nûreddin Es-Sâbûnî, Mâtüriyye Akaidi, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 165. [15] Âl-ilmrân, 3/159. [16] Muhammed, 47/19. [17] el-Müddessir, 74/48. [18] Sünen-i Ebî Dövûd. 2/537, es-Sünen/20; Sunen-ı Tirmızı, hadîs nu. 2435-ned-i Ebî Dâvûd et-Tayâlisî, s. 270, Hz. Enes´den; el-makaasıdu l-hasene. nu.597. [19] Nûreddin Es-Sâbûnî, Mâtüriyye Akaidi, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 165. [20] er-Rahmân, 55/60. [21] eş-Şûrâ, 42/40, [22] el-Câsiye, 45/21. [23] el-Kalem, 68/35-36 [24] Nûreddin Es-Sâbûnî, Mâtüriyye Akaidi, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 165-166. [25] Nûreddin Es-Sâbûnî, Mâtüriyye Akaidi, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 166. [26] e!-Kehf, 18/49. [27] en-Nisâ´4/31. [28] en-Nisâ1 4/48,116. [29] Ehl-i sünnet âlimleri metinde yer alan en-Nisâ´ sûresinin 31, öyetindeki «kebâir» kelimesini «küfür» ile tefsir etmişlerdir. Bu tefsir karşısında kendilerine şöyle bir soru yöneltilebilir: «Kebâir» den maksad küfür olsaydı -küfür tek olduğundan kelime cemi´ değil, müfred olurdu. Müellif cevaben diyor ki : Küfür mânâsına alınan «kebâif»in cem´i olarak kullanılması âyette kendilerine hitâbedilen kişilerin cemi´ sıygasıyla anılmasına denk gelmesi içindir. Sanki muhâtab sayısınca küfür varmış gibi, her birinin İrtikâp edebileceği küfür kasdolunmuştur. Böylece her bir ferdö bir küfür tekabül edecek şekilde «küfürler» mânâsına gelen (kebâir» sıygası kullanılmıştır. Nitekim Araplar, «Topluluğun her bir ferdi kendi hayvanına bindi» «mânâsına» Topluluk hayvanlarına bindiler,..» derler. [30] bk, el-Bahru´l-muhit, 3/233; Tefsiru´I-Keşşaf, 1/503, [31] Nûreddin Es-Sâbûnî, Mâtüriyye Akaidi, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 167. [32] Muhammecl b. Muhammed b. Amed , Ebûl-Fadl; Merv´li, Hâkim eş-Şehîd diye tanınmış, kadı ve vezir. Devrinde Merv şehrinin bilgini ve Hanefîlerin imamı idi. 334 h. /945 m. yılında Rey´de şehid edilmiştir (el-A´lâm, 7/242; el-Cevâhiru´l-mudıyye, 2/112). el-Muntekaa, bu zâtın Hanefî fıkhına dair bir eseri olmakla beraber nüshası mevcûd değildir (bk. Keşfij^-Zunûn, 2/1851; Tabakatu´l-kefevî, varak 68a). [33] eHsrâ´ 17/36. [34] el-En´âm.6/74. [35] eş-Şuarâ, 26/69-70. [36] el-Enbiyâ1 21/52. [37] el-A´râf, 7/185; Kaaf, 50/6. [38] el-A´raf, 7/184; er-Rûm. 30/8. [39] Nûreddin Es-Sâbûnî, Mâtüriyye Akaidi, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 168-170. [40] Bu zâtın adı gerek elimizdeki el-Bidâye nüshalarında, gerek Makaalâtül-islâmiyyîn´de (1/151) «el-Hüseyn es-Sâfihî» olarak geçmektedir. Tabakaat kitabla-rında ise şöyle kaydedilmiştir: el-Hasan b. Salih (b. Salih) b. Hayy el-Hemedani es-Sevrl el-Kûfi, Ebû Abdillah;Zeydiyyenin Betriyye koluna mensûb âlimlerinden, fakîh müetehid, kelâm âlimi ve hadîs ehlinden. 168/ h. /785 m. tarihinde vefat etmiştir (bk. Fıraku´ş-Şîa, s. 57; Tehzîbu´t-Tehzîb, 2/285; Mîzânu´l-İ´tidâl, 1/230; TûsTnin Fihristi, 50/1; el-Ensâb, varak 347 a-b; el-A´lâm, 2/208). [41] MuhammedZöhidel-Kevserî´nintahkîkıyia, Kahire, 1367 h. baskısından s. 12-13. [42] el-Hüseyn b, el-Fadl b. Umeyr ei-Becelî, Ebû Alî; Küfede ve Nisâburda bulunmuş, müfessir; 284 h. /897 m. yılında vefat etmiştir CTabakaatü´l-müfessirîn, nu.33). [43] Yûsuf, 12/Î7. [44] Sahîh-I Buharî, 1/11, öl-İman/17,102. es-SalörY /28; Muşum, hadfc nu. 20-22 ef-lman/8; Sünen-I bnf Mâce, hadfe nu. 3927-3929, el-Rten/1. [45] el-Bakara, 2/227. [46] Töh.20/112. [47] et-Hucurât. 49/14. [48] Nûreddin Es-Sâbûnî, Mâtüriyye Akaidi, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 171-172. [49] Mukallid : Aklî veya nakfi bir delit aramaksızın başkasına ait söz veya fl´lin doğruluğuna inanan, ona bağlanan kimse, demektir. [50] Süfyân b. Saîd b. Mesrûk es-Sevrî, Ebû Abdillah; Hadis ilminde bütün mü´minlerin emîri, hadis hıfzında hüccet. Bu ilme dair «el-Cömiu´l-kebîr» ve «el-Câmiu´s-sağîr» adlı eserleri ve «Ferâiz» mevzuunda kitabı vardır. 161 h. /778 m. yılında vefat etmiştir (el-Cevâhir, 1/250; el-A´lâm, 3/158). [51] Mâlik b. Enes b. Mâlik el-Asbahî el-Hımyerî, Ebû Abdiilah; Ehl-i sünnetin dört mez-heb imanlarından biri, Eserleri vardır, 179 h./795 m. yılında vefat etmiştir (el-A´lâm, 6/128). [52] Abdurrahman b. Amr b. Yuhmid el-Evzâî CEvzû´ kabilesinden) Ebû Amr; Fıkıh ve takvada Şam ülkesinin imamı. Fıkıh mevzuunda «es-Sünen»i İle «ei-Mesâil» adlı eserleri vardır. 157 h./774 m. yılında vefat etmiştir (el-A´lâm, 4/94). [53] Alî b Saîd er-Rüstügfenî, Ebû´l-Hasen; Hanefi bir fakın, Semerkandlî (Rüsrügfen Se-merkand köylerin dendir), Mâtürîdînin ögrencilerindendi. 354 h. /956 m. yılında vefat etmiştir (el-Cevâhir. 1/362; et-A´lâm. 5/102). [54] Müellif şu âyet-i kerimeye işaret etmektedir. meâ!en;«Kendilerlne Kitâb verdiğimiz kimseler o Peygamberi öz oğulları gibi tanırlar, öyle İken içlerinden bir zümre - bilip durdukları halde-habire hakkı gizlerler» (el-Bakara, 2/146). [55] Nûreddin Es-Sâbûnî, Mâtüriyye Akaidi, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 173-174. [56] el-Entöl.8/2 [57] «Teceddüd-i emsal» için s. 137 deki 7 numaralı dipnotuna bakınız, el Kifâye´de şöyle denilmektedir, (varak 89b): «Benzerlerinin devamlı yenilenmesi yoluyla imanın ziyadeleşmesi mânâsı da ihtimal dahilindedir. Çünkü imanın (insan nefesinde) devamı ancak bu yolla düşünülebilir. 2ra iman bir arazdır, araz iki zaman içinde devam edemez, onun devamlılığı ancak benzerlerinin ardarda yenilenmesiyle mümkün olur.» [58] el-Bakara, 2/34 [59] lafa daha ziyâde maziye doğru devamlılık arzeden bir mânâ İfade eder W türkçede «îdi» diye karşılanır. İse başka şekle girme (îahavvüi) manas taşır ve «oldu» diye karşılanır. Metindeki ayet-i kerimede İse mânâsı ifade eder ve âyet «kâfirlerden oldu» diye tercüme edilir. Böylece «kâfir» vasfi şeytana sonra verilmiş olur. [60] Hûd. H/43. [61] Nûreddin Es-Sâbûnî, Mâtüriyye Akaidi, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 174-176. [62] Ebû Davud´un, Sünen´inde (2/192. el-Cenâiz/67) Osman b. Affân´dan rivayet ettiğine göre Peygamber efendimiz (s.a.) ölüyü defnetme işini bitirince kabrin üzerinde durur ve «Kardeşiniz için Allah´tan mağrifet isteyiniz, onun için sükûnet dileyiniz, zira o, şu anda so.rguya çekilmektedir» buyururdu. [63] Bu hadîs için bk. el-Câmiu´s-sagîr, «Tenezzehû» maddesi. Kabir a2abı hakkında vârid olmuş hadisler için bk. Sahih-i Buhârî, 1/60, el-Vudû´/55; Sahih-i Müsiim, hadîs nu. 292, el-İmân/34; Sünen-i Ebî Dâvûd, 1/5, et-Tahâre/11; Tirmizi, hadîs nu., 70, İbni Kesir Tefsiri. İbrâhîm, 14/27 âyetinde. [64] el-Hacc, 22/7. [65] Yâsîn. 36/78-79, [66] el-İsrâ, 17/13. [67] bk.el-İsrâ1 17/71; el-Haakka, 69/19-26; el-İnşikaak, 84/*7, 10. [68] el-A´râf. 7/8. [69] ÂH İmrân. 3/133. [70] el-Bakara, 2/24; Âl-Î İmrân. 3/)31. [71] en-Nisâ,4/57, 122, 169; el-Ahzâb, 33/65. [72] Cennet ehlinin kavuşacağı nimet ve cehennem ehlinin dûçâr olacağı azap hakkında bk. Tafsîlü âyâîi´l-Kurân, «el-Akaaid-Cehennem-el Cenneh.» [73] Nûreddin Es-Sâbûnî, Mâtüriyye Akaidi, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 177-178. Konu Başlığı: Ynt: İmanın Mahiyeti Bazı Sem'iyyât Bahisleri Gönderen: Ceren üzerinde 13 Aralık 2014, 00:29:23 Esselamu aleykum.Rabbim razı olsun paylaşımdan kardeşim.Rabbim bizleri ona laik bir kul eylesin.Allah dan korkan,kuldan utanan,sünnete tabi yaşayan,farz uygulayan...,
|