๑۩۞۩๑ Kitap Dünyası - İlim Dünyası Kütüphanesi ๑۩۞۩๑ => İman ve Hayat => Konuyu başlatan: Hadice üzerinde 30 Ocak 2011, 21:37:10



Konu Başlığı: Önsöz
Gönderen: Hadice üzerinde 30 Ocak 2011, 21:37:10
ÖNSÖZ

 
Hamd Allah’a, Salat ve Selam da O’nun Resulune, al ve ashabına olsun.

“İman” meselesi; varlık aleminde, gaflet edilecek, küçümsenecek, veyahut nisyan (unutma) köşesine atılacak tali bir mesele değildir. Nasıl olabilir ki, o, insanın varlığı ve akibeti ile ilgilidir, hatta bana göre iman meselesi “insanın akibeti ile ilgili meselelerin” en büyüğüdür.

İman meselesi; ya edebi saadet veya ebedi mutsuzluktur; ya ebedi cennet veya ebedi cehennemdir. Bunun içindir ki, aklı olan herkesin bunun üzerinde düşünmesi ve hakikatine ermesi lazımdır.

Akıllı kimselerden birçokları bunun üzerinde düşünmüş; Allah’a inanmayı kendilerine mahsus yollarla isbat etmişlerdir.

Bunların kimileri insan ruhunun derinliklerinde fıtratın sesine dayanmışlardır:

“Hiç gökleri ve yeri yaratan Allah’ın birliğinde şüphe edilir mi?” (İbrahim: 14/10)

“O halde gerçek müslüman olarak kendini dine doğrult, Allah’ın dinine ki, insanları onun üzerine yaramıştır” (Rum: 30/30)

Mütefekkirlerden bazıları da bu konuda “sebeplilik” prensibine dayanıyorlar. Bu prensip, her sanat eserinin bir yapanı, her hareketin bir hareket ettireni olduğunu ve her düzenin arkasında bir kurucusu bulunduğunu kabul eder. Bu prensip aklen bedihi derecede sabittir.

Kimileri de meseleyi matematiksel açıdan ele alıyor ve şu kanaate varıyor ki, insanın dünya ve ahiret hayatı için en gearentili yol; Allah’a, ahirete, cennet ve cehenneme inanmasıdır. Filozof fiair Ebu’l-Ala elMaarri bu konuda şöyle diyor:

“Müneccimle tabip, ölüler dirilmez, dediler. Ben de onlara dedim ki, savulun bire adamlar; eğer sizin dediğiniz doğru çıkarsa, benim bir zararım olmaz. Ama benim dediğim doğru çıkarsa siz zarar edersiniz.”

Matematikçi filozof Pascal da şöyle diyor:

“Ya Allah’ın var olduğunu kabul edeceksin veya etmeyeceksin. Hangisini beğeniyorsun? Birini seçmek için aklın tamamen acizdir. Bu, seninle tabiat arasında geçen bir oyundur. Her ikiniz de okunuzu atıyorsunuz. Muhakkak biriniz kazanacaksınız. Kazanman muhtemel olanla kaybetmen muhtemel olanı ile karşılaştır. Eğer Allah’ın varlığını kabul eder de bunun için bütün varını ortaya koyarak bahse girersen, kazandığın zaman ebedi saadeti elde etmiş olursun. Kaybettiğin zaman mühim bir şey kaybetmiş olmazsın. Bu kaybettiğin şey de fani, gelip geçici bir şeydir. Fani olan mali ceza-muhakkak da olsa-tahammül edilebilir ve akla sığar.”

Biz buna şöyle bir ilavede bulunarak deriz ki, Allah’a ve ahirete inan kimse ebedi hayatı kazanmak için fani tehlikeye atmış olmaz... Hayır, insan inanmakla her iki hayatı birden kazanır ve dünya ve ahiretin her iki güzeiğini birlikte elde eder. Bu konuda Allah Teala ne kadar doğru söylüyor:

“ Kim dünya mükafatını isterse, bilsin ki, dünyanın da, ahiretin de bütün mükafatı Alah’ın katındadır” (Nisa: 4/134)

“Bu dünyada güzel amel işleyenlere, güzel bir mükafat var. Ahiret yurdu ise, elbette daha hayırlıdır” (Nahl: 16/30)

Dinin farz kıldığı ibadetler, mü’minin nefsini temizlemek ve ruhunu yüceltmek için birer vesileden başka bir şey değildir. Bu uğurda sarf edilecek çaba ve gayret, arkasındaki hayra nisbetle çok azdır.

“Din bir takım şeyleri yasak etmekle insanın aklını, vücudunu, malını, canını, namusunu ve neslini korumak istemiştir. O, “Kendilerine iyiliği emrediyor, onları fenalıktan alıkoyuyor, onlara (Nefislerine) haram ettikleri temiz şeyleri helal kılıyor, murdar şeyleri de üzerlerine haram kılıyor, onların ağır yüklerini, üzerlerindeki bağları indiriyor” (Araf: 7/157)

Din; insanlara birşeyi haram etti mi, ona karşılık, içinde haramın kötüükleri bulumayan başka şeyler verir.

Mü’min Allah’a ibadet etmekle, haramlardan sakınmakla hiçbir şey kaybetmez; aksine hakka doğru istikamet, hayır üzerinde sebat ve şehvetten korunma imkanları kazanır. Bütün bunların ötesinde de ruhunda huzur, hayatında sükünet elde eder.

 

Asrımızda insanlar faydanın arkası sıra soluk soluğa koşuyorlar. Hatta bunlardan çoğu, gerçeği vakıaya mutabık olan veyahut doğruluğu delillerle isbat edilen şeylerde değil de fayda sağlayan şeylerde görüyorlar.

Bu konuda “Gerçeğin ölçüsü faydadır” diyen felsefi bir ekol bile kurulmuştur. Bu ekol, her şeyde önemli olan sonuçtur, ameli hayatımızdaki etkileridir, dar ve bunun üzerinde ısrar eder. fiunda da diretir ki, doğruluk, haberin vakıaya uygun olması değil, vakıa ile uyuşmasıdır. Diğer şeyler de böyledir; eğer sonuç gayemize uygun ise hayırdır, doğrudur, gerçektir. Değilse şerdir, yalandır, batıldır. Sonucu bilinmedikçe bir fiil güzel veya çirkin, diye; bir söz de doğru veya yanlış, diye nitelendirilemez. 1 İşte bu görüşe pragmatizm, denir.

(6) Dr. mahmud Hububullah’ın William James’in “İnanmak İsteği” ve “Akıl ve Din” kitaplarına yazdığı son sözden alınmıştır.

Biz, bu görüşe tümü ile katılmıyorsak da bunun inancımıza zarar vereceğinden de korkmuyoruz. Çünkü biz kesinlikle inanıyoruz ki, insanlara en çok yararı dokunacak şey, gerçektir ve en çok zararı dokunacak da batıldır. Kur’an-ı Kerim; gerçeği akar suya ve faydalı madene, batılı da selin yüzendeki köpüğe ve erimiş madenin üzerindeki cürufa benzetmiştir. Ve sonra da Cenab-ı Hak şöyle buyurmuştur:

“İşte Allah, hak ile batılı şöyle misallendirir. Köpüğe gelince atılır. İnsanlara faydası olan ise yerde kalır. Allah işte böyle misaller verir.” (Ra’d: 13/17)

Ayetle, yerde kalır, dediği haktır, gerçektir. Kur’an-ı Kerim buna “İnsanlara faydası olan” tabirini kullanıyor. Onun insanlara maddi ve manevi bedeni ve akli, ferdi ve içtimai, dünyevi ve uhrevi faydaları vardır.

Az da olsa faydaya önem vermekle maddecilere mutabakat ediyorsak da faydanın ölüçüsünde, nev’inde ve sınırında onlara katılmıyoruz. Biz faydayı yalnız miktar ve madde ile ölçmeyiz. Yalnız şahsi faydaya önem vermeyiz. Bilakis onu miktar, nitelik, madde ve ruh ile, fert ve cemiyet ile ölçeriz. Dahası var, biz faydayı hep bu dünyaya özgü de saymayız. Biz daima insan için hazırlanan ve insanın da ona hazırlandığı ahiret hayatını, sonsuzluk hayatını hesap ederiz.

 

Bu satırlar “İman ve Hayat”2 kitabını yazmaktaki gayemizi anlatmak için lüzumlu bir giriş idi.

(2) Daha önce bu kitaba “akide ve Hayat” adnı koyduğumu duyurmuştum. Ancak akide yerine Kur’an-ı Kerim’in kullandığı “İman” kelimesini koymayı tercih ettim. fiüphesiz bu kilmenin ilham ettiği mana daha derin ve daha kuvvetlidir.

Dinin insan hayatındaki mübarek etkileri üzerine biraz ışık tutmak isityoruz. Tabi dinin burada yalnız itikadi yönü üzerinde; Allah’a, Peygamberlere, ahirete, cennet ve cehenneme iman yönü üzerinde duracağız.

Bu kitapta Marksistlerin iddia ettikleri gibi, dinin miletler için bir uyuşturucu ve hayat için bir engel olduğunu iddia eden o kuru iftirayı açığa çıkaracağız.

Evet, yalnız fayda ölçüsünün hükmünü kabul etsek ve yararlı olandan, hatta dünyada yararlı olandan başkasını kabul etmeyenlerin mantığını benimsesek dahi dinin bu konuda da haklı ve tutamaklı olduğunu görürüz. Tarih ve insan hayatı araştırmaları dinin vaz geçilmez bir zaruret olduğunu göstermiştir: Din ferdin huzur ve saadeti, ruh temizliği için bir zarurettir. Din toplumun istikrarı, yükselmesive ilerlemesi için bir zarurettir.

Fert dinsiz, rüzgarın önündeki bir tüy gibidir; bir hal üzre karar kılmaz, yönü belli olmaz, emniyetli bir yerde durmaz. Fert dinsiz, kıymeti olmayan, köksüz sir insandır, muzdarip ve şaşkın bir insandır. Nefsinin hakikatini bilmez, varlığının sırrını bilmez. Kendisine hayat elbisesini giydirenin kim olduğunu, niçin giyirdiğini ve bir müddet sonra niçin soyacağını da bilmez. O, din ve iman olmadan obur bir hayvan veya yırtıcı bir canavardır. Tek başına ne kültür, ne de kanun onu oburluğundan çeviremez, tırnaklarını sökemez.

Cemiyet din ve iman olmadan orman cemiyetidir, isterse tepesinde medeniyet şimşekleri çaksın. Orada hayat zorbanın ve kuvvetlinindir; faziletlinin ve muttakinin değildir, O cemiyet mutsuz ve bedbahttır; ister ki, refah içinde yaşasın ve nimet içinde yüzsün. O cemiyet basit ucuz bir cemiyettir. Çünkü onu meydana getiren fertlerin gayesi karın ve göbek şehvetlerini ileri geçmez. Onlar: “Hayvanlar gibi zevklenir, hayvanlar gibi yer, içerler”.

Maddi ilim ne kadar ilerlerse ilerlesin, ne kadar genişlerse genişlesin insanlara huzur ve saadeti gerçekleştirmeye gücü yetmez. Çünkü ilim yalnız hayatın maddi tarafını yükseltir; uzağı yakın eder.Bunun içindir ki asrımızda “Sürat çağı” ve “mesafeleri yenme çağı” adını vermişlerdir.

Fakat hiç kimse ona”fazilet” veya “sükunet” ya da “Beşerin mutluluk” çağı adını verebilir mi?

İlim bugünkü insana yaşama şartlarını sağlamış, ancak ona hedefe gidecek yolu göstermemiştir. İlim hayatın dış yüzünü süslemiş, ancak hayatın derinliklerine inememiştir. İmkanların içine gömülüp de gayesine erişemeyen, yüzeyle oyalanıp da derinliğe inemeyen ve kabuğu yakalayıp da özü ele geçiremeyen insan ne mutsuzdur!

Maddi ilim insana birçok alet ve adevat vermiştir, ancak ona kıymet vermemiş ve uğrunda ölümü göze alabilecek bir hedef göstermemiştir.

Çünkü bu, ilmin vazifesi değildir ve onun ihtisas sahasına da girmez. Bu, ancak ve ancak dinin ihtisasına girer.

 

Bazı mütefekkir ve filozofların Allah’a inanmadıklarını görüyoruz. Ancak bunlar, Allah’a imana inanıyorlar, yani yol gösterici, itici ve yaratıcı bir güç olması itibarı ile bu imanın yararına inanıyorlar.

Bunlar Allah’a inanmanın ferd ve toplum hayatı üzerindeki olumlu etkilerini inkar edemiyorlar. Birisi şöyle diyor: Eğer Allah yoksa onu var etmelidir3. Yani insanların inanacakları, rızasını arayacakları ve hesaba çekeceğinden korkacakları bir Tanrı yaratmalı ki, kötü ruhlular ondan korkarak titresinler ve toplumun da ahlakı düzelsin.

(3) Müellifin sözün kime ait olduğunu belirtmemişse de Ord. Prof Dr. Ali Fuad Başgil, Din ve Laiklik adlı kitabında (S. 19) bunun Voltair’e ait olduğunu söylemiştir. Mütercim.

Biri de şöyle diyor: Neden Allah’ın varlığından şüphe ediyorsunuz? Eğer Allah olmasa idi karım bana hiyanet eder, hizmetçim de malımı çalardı.

Biz bunların mantıklarına yüzde yüz katılmıyoruz. Çünkü gerçek, sonu ne olursa olsun ona uymalı; batıl da sonucu ne olursa olsun def edilmelidir. Ancak bu iman düşmanlarınnın sözlerinin bizi ilgilendiren tarafı, dinin ve imanın ruh ve hayat üzerinde etkisi olduğudur ki, bunu da, insafı olan hiç bir kimsenin inkar etmsi mümkün değlidir, isterse o kimse imana düşman olsun.

Gerçek, herhangi bir fayda sağlamasa veya herhangi bir zarar önlemese dahi bizatihi hürmete layıktır; kaldı ki arkasında büyük yararlar ve iyi neticeler varsa...

Halbuki Allah’ın varlığı, bütün güç ve kuvveti tekelinde bulundurması, Kainatı idare etmesi, ibadetin yalnız O’na yapılması, peygamberlerin gönderilmesi ve ahiret hayatı ile ilgili haber verdikleri şeylerin doğruluğu, bütün bunlar haktır, delilerle sabittir. Buna iman etmek farzdır; çünkü haktır. Hak olmakla birlikte iç ve dış temizliği, ferdin ve cemiyetin yükselmesi, dünya ve ahiret saadeti hep buna bağlıdır.

 

Biz imanın semerinden, ruh va hayat üzerindeki etkilerinden bahsederken ancak ve ancak kuvvetle fışkıran, son haddine varan kalplere ışık saçan ve ruhun derinliklerine sızan imanı kasdediyoruz. Zayıf ve sarsık imandan, uyuşuk ve uyuşturucu imandan bahsetmiyoruz. Biz ancak diri ve uyanık imandan bahsediyoruz. Bu imana sahip olanların azlığı bize zarar vermez. Çünkü biz burada İmanın değerinden şüphe eden maddecilerle mürakaşa ediyoruz. Bunlar bilsinler ki, savaşmak istedikeri iman; kalplerde derinleştikçe, gönüler üzerinde hakimiyet kurdukça fert ve toplum üzerindeki iyi etkiler artar. Genellikle imanın etkisi böyle olursa, özelikle İslam imanı daha yararlı ve daha temiz meyvelidir. Zira başka dinlerdeki imanın içine onun ağırlığını bozacak şeyler karışmıştır. Bazı dinlerin öğretilerinden ve din adamlarının davranışlarından imanın hayata düşman ve milletler için afyon olduğu sonucunu çıkarmak mümkün olabilir. Netekim Yahudi Karl Marks böyle iddia etmiş, papağanlar da bunu ağzından kapıp, etraflarına bakmadan, iyiyi kötüden ayırt etmeden gramafon gibi tekrar etmişlerdir. Çünkü bu din o dinlere benzemez, bu toplum da o toplumlar gibi değildir.

Gerçekten İslam itikadı; ruha ve maddeye, hakka ve kuvvete, dine ve ilme, dünyaya ve ahirete birlikte kucak açar. O, ruhlarda değer ve hürriyet fidanı diken tevhit itikadıdır. Bu itikat Allah’dan başkasına boyun eğmeyi küfür, fisk ve zulüm sayar; insanların birbirlerini tanrı edinmelerini şiddetle reddeder.

 

Din ve imanın dünyanın her tarafında böyle etkileri olunca, Müslüman ülkelerdeki, bilhassa Araplar üzerindeki etkilerin daha derin ve ona duyulan ihtiyaç daha da büyüktür. Çünkü her sağlam kilidin belli bir anahtarı vardır. Onu başka bir anahtarla açmaya kalkarsan gayretin boşa gider; başarısız denemelerle vakit ve enerji kaybetmekten başka bir yarar da sağlayamazsın.

Müslüman bir şahsiyetin özellikle bir Arabın anahtarı dindir, imandır, İslam itikadıdır.

Ne zaman bu şahsiyeti, din ve iman anahtarından başkasıyla açmaya kalkar, onu tezkiye etmek veya onda saklı bulunan güçleri ortaya çıkarmak istersek boşuna uğraşmış oluruz; su üzerine yapı yapan veya havaya yazı yazan gibi oluruz.

İslam inancı sayesinde Araplar adalarından çıktılar, dünyayı karanlıklardan nura çıkardılar. Kılıçları ile Kisra ve kayserleri ve asık suratlı zorbaları terbiye ettiler. İnsanları halka ibadetten Halka ibadete, dünyanı darlığından dünya ve ahiret bolluğuna, dinlerin zulmünden İslamın adaletine naklettiler.

İslam itikadı sayesinde Arap milleti, Avrupayı da yendi. Hani o Avrupa ki, Haçlı Seferlerinde dokuz saldırıda bulunmuş ve Müslüman şarktaki her şeyi yalayıp yutmak istemişti.

İslam inancı sayesinde Araplar, fiarkın üzerine fırtına gibi atılan Tatarları da yendiler.

“Öyle bir rüzgar ki, uğradığı bir şeyi bırakmıyor, mutlak onu kül gibi savuruyor” (Zariyat: 51/ 42)

Tatarlar nerede ise bütün insanlık medeniyetini altüst edeceklerdi. Bereket versin ki Allah Mısır ve Suriye Müslümanlarını gönderdi de onları “Aynıcalut” ta gerisin geri ettiler ve Allah’ın izni ile onları ezdiler. O günkü zaferin anahtarı Memlük Kumandanı Kutuz’un bir sayhası idi. Bu sayha duyguları tahrik etti, Müslamanlara azim ve karar verdi, onları gayrete getirdi, gazilerin üzerine cennet rügarları estirdi. Bu tarihi sayha “Vah Müslümanlık!” idi.

Arap milleti bugün göğsüne çöken, ülkenin kalbini işgal eden kötü bir düşmanla savaşmaktadır. Bu düşman da, doğulu olsun, batılı olsun bütün küfür kuvvetlerinin desteklediği “İsrail” dir.

Bu düşmanla savaşırken imandan daha geçerli ve daha dayanıklı birsilah bulamayız.

Allah’ın ve bizim düşmanımızı korkutmak için harp hazırladıkları ve madi kuvvet de gereklidir. Fakat silah ancak kahramanların elinde iş görür. Kahramanı da yalnız ve yalnız iman yetiştirir.

Kimimiz batının bize fırlatıp attığı yeni maddeci akımların fitnesine kapıldılar. Bu akımlar hayatta ne Allah’a, ne ahirete yer vermezler. Dini de tanımazlar. Ancak zaruret anında mütedeyyin halk kitlelerini memnun etmek, oyalamak veya geçici bir gaye uğruna onları kışkırtmak için dinin, kullanlıması mümkün bir hizmetçi veya bir alet olduğunu itiraf ederler.

Bu yüzden din milleti yönetmede ve terbiye etmede yerinden saptırıldı. Eğitim ve öğretimden, kültür ve yönetimden ve fikri ameli, içtimai ve siyasi alanlardan uzaklaştırıldı. Geriye birtakım şekil ve kabul kaldı ki, ne oldurur, ne öldürür.

5 Haziran 1967 düşmanla aramızda savaş çıktı. Silahımız çok, imanımız azdı. Silahın bize hiç faydası dokunmadı. Tanklar, uçaklar, filolar, füzeler kar temedi. Çünkü, yeni ve ağır olmasına rağmen bu silahların başında imanlı askerler yoktu. Merhum fiair Mütenebbi bu konuda ne güzel söylemiş:

“Asıl atın sütünde kahramanlar olmadıkça ne at, ne de mızrak fayda vermez”.

Bu, acı da olsa bi rgerçektir. Bunu itiraf edecek kadar cesur olmalıyız. Ve bu tecrübeden ders ve ibret almalıyız. Hayatımızı iman ve imanın gerekleri üzerine kurmalıyız. Önce biz kendimizi değiştirelim ki, Allah da bu halimizi değiştirsin. Yoksa dolap beygiri gibi hep yerimizde sayarız.

Düşmanımız çocuklarını din esası üzerinde yetiştiriyor, onları İsrail’in şerefi, Süleyman’ın mülkü ve Teevrat’ın kehanetleri etrafında dolaşan dini hülyalarla savaş alanının ortasında sürüyor. Artık İmanın rolünü nasıl inkar eder, mü’minleri ondan nasıl uzaklaştırıbiliriz? Ama biz ise mü’inleri sıkıştırıyor ve bu yüzden onlara işkence ediyoruz. Meydanlarda “Zafer ihtilalcilerindir” , “Üstünlük Halklarındır” naraları atıyoruz. Halbuki bizim milletimiz böyle şeyleri bilmez. Onları bildiği “Zafer Mü’minlerin, Sonuç Müttakilerindir” mübarek kelimelerdir4.

(4) bkz. Müellifin “İkinci Musibetin Verdiği Ders: Neden Yenildik ve Nasıl Kazanırız?” kitabı.

fiunu biliniz ki bizim ülkemizde dine ve imana yöneltilen her iş düşmancadır, varlığımızın özüne hayatımızın ruhuna ve kalkınmamızın temeline yöneltilmiştir.

“Biz imanlı bir milletiz”. Bu iman şahsiyetimizin temel, kuvvetimizin sırrıdır. Sancağımızı kaldıran budur. Ve eski şerefimizin sırrı, bugünkü silkinmemizin sebebi ve gelecekteki ümitlerimizin dayanağı da budur.

“Biz imanlı bir milletiz”. Bu bedhi (apaçık) bir kaziyedir. Yazarın kalemi, hatibin dili, filozofun fikri, şairin duygusu, ressamın fırçası, kanun koyucusunun esprisi, idarecinin yetkisi, ordunun gücü ve halkın denetimi bunu himaye etmede, desteklemede ve yaymada birleşmelidirler.

Evde babanın, okulda öğretmenin konferansta profesörün, haberde gazetecinin, kitapta müellifin ve sanatçının buna riayet etmesi elzemdir.

İmanın göğsüne şüphe ve inkar oklarının hedef olması için kültürel, fenni (kanatla ilgili) ve tatbiki hayatımızın herhangi bir tarafından açılan her delik; milletimize büyük bir hiyanet sayılır, onun prensiplerine karşı gelme sayılır, onunsafından ayrılma ve düşmana katılma sayılır ve öbü rtraftaki aktif ve yapıcı gayretleri engeleme sayılır.

Ben şuna yakinen inanıyorum ki, iman kelimesi yükselecek ve kazanackatır. Küfür ve şüphe kelimesi de alçalacka ve çiğnenecektir. Bu konuda Allah Teala ne kadar güzel söylüyor:

“Gördün ya,Allah nasıl bir temsil yaptı: Hoş bi rkelime olan tevhid ve şehadet (iman), kökü yerde sabit ve dal-budağı yukarda olan hoş bir ağaca benzer. O ağaç Rabbinin izni ile, her Allah diledikçe yemişini verir. Allah insanlara böyle misaller verir ki, iyi düşünüp ibret alsınlar. Kötü kelime de (küfür), yeryüzünden gövdelenmiş meyvası kötü bir ağaç gibidir ki, onun bir yararı yoktur”.

 




Konu Başlığı: Ynt: Önsöz
Gönderen: mıneozbay üzerinde 08 Nisan 2015, 22:42:02
Allah bize peygamberleri gondermis bunlara uysunlar diye yani iman olmadan kulluk olmaz namaz dinin diregidir Allah kimseyi imansiz kitapsiz birakmasin