๑۩۞۩๑ Kitap Dünyası - İlim Dünyası Kütüphanesi ๑۩۞۩๑ => İmam-ı Zeyd => Konuyu başlatan: ღAşkullahღ üzerinde 15 Eylül 2010, 18:41:26



Konu Başlığı: Görüşleri ve fıkhı 3
Gönderen: ღAşkullahღ üzerinde 15 Eylül 2010, 18:41:26
Görüşleri ve fıkhı 3

3- Beda´ Fikrini Tanımama


179- Daha önce, Keysaniyye´ye göre Beda´ düşüncesinin temel ilke olduğunu, Allah´in fikrini değiştirdiğini, yani Allah Teala´nm ilim ve iradesinin değişiklik arzettiğini söylediklerini, Kaderiyye´nin de Kader diye birşey olmadığına , her olayın yeni bir olu­şum teşkil ettiğine, yani Allah Teala´nın bir olayı nüzulü anında veya nüzulünü irade et­mesi anında sevk ve idare ettiğine karar verdiklerini ifade etmiştik. Nihayet Beda´ dü­şüncesi diğer konulara da sirayet etti. Bunun neticesi olarak Allah´ın sıfatlarından birisi­nin de Beda´ olduğunu yani yeni olaylar meydana getirmek olduğunu zikrettiler. Kendi­lerinin debelirttiği gibi bu düşüncelerini nassların zahiri yönlerinden; ayrıca karşıt dü­şüncesi bulunmaksızın halkın dillerinde dolaşan kesinlik kazanmış Şer´i gerçekliklerden amışlardı. Diyorlar ki, Allah Teala Yüce Kitabında şöyle buyuruyor:

"Allah dilediğini, silip, İptal eder (dilediğini de) sabit bırakır. Bütün kitapların aslı O´nun yanındadır." (Ra´d 39)

Yina Allah Teala şöyle buyurmuştur: "Halbuki o gün onlar için, Allah tarafından, hiç hesaba katmadıkları şeyler ortaya çıkmıştır." (Zümer 47) Nitekim Rasulullah´tan dua konusunda birçok haberler nakledilmiştir. Allah Teala ise: "Bana dua edin, size icabet edeyim." (Gafir 60) buyuruyor. Duaya icabet etmek işte bu kabildendir, kevni olaylardaki beda´ hadisesinin, hükümlerdeki nesh olayının karşılığı olduğunu söylediler. Nasıl ki Alla teala´nm: "Biz, bir ayetin hükmünü yürürlükten kaldırır veya onu unuttu­rur (ertelersek) herhalde daha İyisini ve benzerini getiririz. Bilmedin mi ki, Allah her-şey kadirdir." (Bakara 106) buyurduğu gibi nesh olayı teklifi hükümlerde ayetlerde caiz görülmüşse, kevniyattaki nesh olayı da aynı şekildedir. Ve bu, Allah Teala´nın kudreti­nin bir göstergesidir.[27]

İmam Zeyd, bu görüşlerin tamamına karşı çıkmıştır. Allah Teala´nın ilminin kadim ve ezeli olduğuna, her şeyin Allah Subhanehu´nun takdiri ile meydana geldiğine kesin­likle inanmışür. "O gayb ve şehadet alemini bilendir. Çok büyüktür ve yücedir." (Ra´d 9) "Kendi katında her şey bir ölçüye göredir." (Ra´d 8  ) Kuşkusuz´ ilminin değişmesi nedeniyle iradesini değiştirmesi Allah Teala´nın ilmindeki eksiklikten meydana gelebi­lir. Peki O, her şeyi yerli yerince takdir etmişken ilmi nasıl değişebilir? Allah Teala, Yü­ce Zatının Kadim oluşuyla kadim ve ezeli oludğu gibi aynı şekilde Allah subhanehu ve teala´nın iradesi de Zatının Kadim oluşu nedeniyle kadim ve ezelidir. O´nun yazgısr dı­şında hiçbir şey meydana gelmez. Nitekim Allah, kulları tarafından meydana getirilecek şeylerle kendisinin kulların başına getireceği şeylerin tamamını Levh-i Mahfuz´unda yazmıştır. Allah Teala´nın ezeli ilmi ile ebedi ve Kadim İradesi, kulun serbestçe yapmış olduğu şeyleri gerçekleştirmesine engel teşkil etmezler. Çünkü yapılan o iş nzası ve muhabbeti olmasa bile Allah´ın ilmi ve iradesi kapsamı içerisinde gerçekleşmiştir.

Dua ve bir diğeri, kaderde yazılanı değiştiremez. Lakin onu ortaya çıkarır ve keşfe­der, Allah Subhanehu ezeli ilminde hem duayı, hem de icabetini takdir eylemiştir, Allah Teala´nın

"Allah dilediğini silip, iptal eder. (dilediğini de) sabit bırakır." (Ra´d 39) Kavli be-da1 düşüncesinin varlığını gerektirmez. Aksine ezeli ve sabit ilmi ile daimi iradesini bel­gelendirir. Allah´ın iradesinin üstünde hiçbir irade,yoktur ve O´nun ilmi her şeyi kuşat­mıştır, nitekim Allah Teala:

"Allah herşeyi ilmiyle kuşatmıştır." (Talak 12) Ve yine "Allah herşeyi hakkiyle bi­lendir." (Bakara 282) buyurmuştur. Ayrıca Yüce Allah´ın:

"Halbuki o gün onlar için Allah tarafından, hiç hesaba katmadıkları şeyler ortaya çıkmıştır." (Zümer 47) kavli, insanlar hesaba katmamış ve planlamamış oldukları halde, Allah Teala´nın onlara ait ilminin bir kısmı gizlenmiş yönlerinin, sonradan ortaya çıka­cağını göstermektedir. Lakin gizlenmiş olan o ilim, Allah´ın ilmi içerisinde sabit ve vazgeçilmeztir.

İmamiyye arasında görüşleri, cumhura ait olan bu görüşle bağdaşan kimseler bu­lunmaktadır. İşte bu, İmam Zeyd (r.a)´ın düşüncesedir. [28]



4- Ric ´at Düşüncesi Yoktur


180- Keysaniyye, mehdi ve ric´at düşüncelerini bid´at olarak uydurmuştur. İmamiy-ye´nin çoğunluğu, ric´at´ın, iman uğrunda samimi davranan ve isyan adına samimi davra­nan bir kimse için olacağı görüşündedirler. İmamiyye bu görüşü, İmam Ebu Abdullah Cafer Sadık´a nisbet eder. O , ric´at konusunda, kaim´in (yani Mehdi´nin) kıyamı anında dünyaya sadece iman uğrunda çok samimi davranan yahut küfür yolunda aşırı samimi­yet gösteren kişinin geri döneceğini söylemiştir. Bu ikisi dışında onlar için kıyamet gü­nüne kadar hiçbir geri dönüş sözkonusu değildir. Bu görüşe göre İmamiyye ric´atı, bek­lenen Mehdi´nin dönüşü anında hidayete ulaşıp, zulme uğrayan kişiler arasından seçtiği kavimleri, ayetlerini kendilerine göstermesi, batılı yok edip hakkı yükseltecek olan Mehdi´nin eliyle onlara yardım etmesi için geri getireceği biçiminde yorumlanmıştır. Ayrıca Allah Teala´nm şeytanın dostlarını da iade edeceği, azgınlıklarının çok artacağı, Allah´ın mü´min dostları adına Mehdi´nin eliyle onlardan intikam alacağı, Mehdi taraf­tarlarına, Deccal taraftarları üzerinde üstünlük vereceği biçiminde yorumlamışlardır. Onlar arasında kendilerine ilişen işkence nedeniyle sürekli (keder ve) sıkıntı içinde olandan başka hiç kimse kalmaz. Böylece yeryüzü Deccal yanlısı kötü insanlardan te­mizlenir ve din kesinlikle Allah Teala için olmuş olur. Onların ölümlerinden sonra azı­tarak ve zulmederek geri dönmelerinde garip karşılanacak durum yoktur. Nitekim Allah Teala ölümlerinden sonra, onlarla ilgili olarak şöyle buyuruyor: "Bilakis daha önce giz­lemekte oldukları şeyler kendilerine göründü: Eğer onlar, (dünyaya) geri gönderilseler yine menolunduklan şeylere döneceklerdir." (En´am: 28)[29]

Bir kısım îmamiyye ric´atın, Allah Tealanın ruhlarını kabzettiği cesedlerin dönüşü anlamında olmadığı, sadece devlet üstünlüğünü elde etmenin ric´at anlamında olduğu görüşündedirler. Bunun nedeni, "Beklenilen Mehdi´nin hakkın üstünlüğünü sağlaması ve batıl taraftarlarım yok etmesidir.

İmam Zeyd, "Beklenilen Mehdi" düşüncesini benimsemedi ve onunla birlikte ric´at düşüncesini de kabul etmedi. Çünkü İmamiyye ve daha önceleri Keysaniyye´nin dile ge­tirdikleri gibi, ric´at düşüncesi Mehdi´nin varlığını gerekli kılar. îmam Zeyd´in gözünde İmamın örtülü kalmaması ve kendi adına davette bulunması zorunlu olduğu için Meh-di´ye hiç de ihtiyaç yoktur. Bu nedenle gizlenmiş imam var olmadığı gibi, gayblere ka­rışmış imam da sözkonusu değildir. Aksine devlet otoritesini sağlayan ve kendi adına davette bulunan bir İmam vardır. Hem de bu kimse kendi üstünlüğünü sağlamak için muhaliflerine karşı kılıcını çeker. Halk tarafından seçilen daha az faziletli kişinin imam­lığı, eğer halk kendisinden razı olmuş ve imametinde toplumsal çıkar görmüşlerse, daha önce de gördüğümüz gibi, geçerli sayılır. [30]



5-İmamlara Ait Mucize Yoktur


181- İmamiyye, imamların hata ve yanılgılarından masum olduklarını, nebilerin makamına yakınlık arzeden mevkileri bulunduğunu, nebilerin onların karşısındaki üstün taraflarının sadece imamlara, vahiy inmemesinden ibaret olduğunu benimser. Yine der­ler ki imamların ilimleri ledünnidir. Yani o ilim, yüce, hakim, alim ve habir olan Al­lah´ın fuyuzatı sayesindedir. Onların konuşmaları, ister Kur´an-ı Kerim´in ve sahih ha­dislerin yorumlamasında, isterse karar verdikleri hükümler konusunda olsun, örnek alı­nan birer hüccettir. Verdikleri hükümler, kendi yapısı içerisinde birer sünnettir.

Bu nedenle onların nezdinde, imametlerini ve kendi vasiliklerini kanıtlayacak bir hüccetin bulunması zorunluydu. Allah Teala onlara görüşlerini açıklarken hataya düşür­meyecek ve davranışlarında yanılmayacak bir ilim aydınlığıyla kalplerini aydınlatması sayesinde bir fuyuzat vermiştir. İşte nass bulunmadığında bu fuyuzat mucizenin kendisi­dir. Bu durumda İmamiyye der ki: "İmam tanımak bazan nass ile olduğu gibi, bazan da mucize ile olur. Nakilciler ne zaman ki her türlü mazereti ortadan kaldıracak şekilde imamlıkla ilgili nassı naklederlerse, amaç elde edilmiş olur. Lakin o konudaki nassı nak­letmezler, o haberden yüz çevirirler ve başka haberlere yönelirlerse, o zaman Allah Tea-la´nın kendisini iyi tanıtabilmek, onunla diğerleri arasını belirgin kılabilmek için imamın ellerinden kendisini başkalarından ayırdedecek,ve onu yüceltecek bir ilmi açığa vurması icabeder.

Onlara göre, nebinin isbatına ihtiyaç duyduğu şeyi mucizeyle kanıtlamaya muhtaç olduğu sürece mucizenin nebi olmayan kimsenin elinde meydana gelmesine, hiçbir en­gel yoktur. Çünkü mucize, iddia ettiği konu hakkında elinde zuhur eden kimsenin doğ­ruluğunu gösteren şeydir. Böylece mucize tasdik mevkiinde bulunduğu için o kimse için açık bir belge teşkil eder. Mucize, muhatabın o kişiye söyleyeceği şu sözün yerine ge­çer: "Bana karşı iddia ettiğin şeyde doğru söyledin." Böyle bir mucize aciz bıraknın hükmü anlamım taşıdığına göre; Allah Teala´nın onu, nebilik iddia eden kişinin ellerin­de izhar etmesine bir mani olmadığı gibi, onun masumluğunu, kendisine itaat ile boyun eğilmesinin gerekliliğini belirtmek için imamın ellerinde açığa vurmasına da engel yok-

Bu görüşler, Muhtar es-Sakafi´nin hakkında ilk defa tartışmaya açtığı îmamiyye´nin görüşleridir. Daha sonraları Sakafi´nin ardından, îmamiyye´nin İsna Aşeriyye kolu bu konudaki görüşleri sistemleştirdi. Fakat İmam Zeyd´in, bu konunun hiçbir noktasına gönlü razı olmadı. Bunun nedeni Zeyd´e göre imamın Hz. Fatıma soyundan gelen bir ki­şinin, hatadan masum bulunmayan, ilmi iaydınlık saçsa bile fuyuzat olmayıp, aksine bir etüt ve araştırma sonucu meydana gelen herhangi bir insan gibi olmasıdır. Aynı zaman­da bu insanın diğer insanlar gibi düşüncelerinde isabetli olması veya hata etmesi doğal­dır. Madem ki böyledir, imam olağanüstü bir gösteride bulunmaya ihtiyaç duymaz. Çünkü o imamda mucize ile kanıtlamaya ihtiyaç duyacak bir pozisyon bulunmaz. Aksi­ne o, kendi adına davette bulunarak, hüccet ve burhanla halkın önüne çıkar. Kendisine saldırıda bulunanlara, sünneti yüzüstü bırakıp bid´atı da el üstünde tuttukları için kılıç kuşanır.

Bunun da ötesinde mucize, yani sayesinde meydan okunan olağanüstü bir durum, ancak nebiler için sözkonusu olabilir. Çünkü yalnız onlar Allah Subhanehu ve Teala´dan gelenleri söyleyen, bunun için de kendilerini doğrulayacak olan Allah katından bir bel­geye ihtiyaç duyan kimselerdir. İşte ihtiyaç duyulan o şeyde mucizedir. İmam Zeyd´in nazarında imamlar, Allah Subhanehu tarafından naklen açıklamalarda bulunma maka­mına ulaşmış kişiler değillerdir.

Bu noktada, meydan okumaya yaklaşım arzeden mucize ile meydan okumayla yak­laşım içerisinde olmayan olağanüstülüğün arasını ayirdetmemiz gerekir. Buna göre ola­ğanüstü durumun insanların elinde meydana gelmesi caizdir ve diğer insanların değil de sadece imamların bunlara has kılınması düşünülemez. Şüphesiz cumhur ulema, bu husu­sun caiz olduğuna karar vermişler ve adına da "Keramet" demişlerdir. Bilakis bir kısım alimler, bu olağanüstü hallerin müslüman olmayanların elinde meydana gelmesini de normal karşılamışlar ve bunun adına "istidrac" demişlerdir. [31]



6-İyiliği Emredip, Kötülükten Saknndırmak


182- İyiliği emredip kötülükten sakındırmak, Mu´tezile´nin gözünde itikada dayalı bir temel öğedir. Nitekim bu konuya ilişkin birçok ayetler gelmiştir. Allah Teala´nın şu sözü gibi:

(1) Tusî, Telhis eş-Şafi, 310. İran taş baskısı.

"Sizden, hayra çağıran, iyiliği emredip kötülüğü /neneden bir topluluk bulunsun. İşte onlar kurtuluşa erenlerdir." (AI-i İmran 104)

Yine Allah Teala şöyle buyurur:

"Siz, insanların iyiliği için ortaya çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz; iyiliği emreder, kötülükten men´eder ve Allah´a inanırsınız." (Al-i İmran 110)

Şüphesiz emr-i bi´1-ma´ruf, mü´minin hak uğrunda çağrıda bulunmasını, onu her yer­de söylemesini ve bu konuda hiçbir ayıplayanm ayıplamasından korkmamasını gerekti­rir. Ancak böylesi bir görevi meydana getirmede mutlak bir acziyete düşecek olursa ve bu hususta çaresizliğe düşen yahut zorlamaya maruz bırakılan kişinin durumu gibi bir pozisyonla karşılaşacak olursa, Allah Teala´nın şu sözü gereği sükut etmesi konusunda kendisine ruhsat verilmiştir:

"Kalbi İman İle mutmain olduğu halde (dinden dönmeye) zorlanan hariç..." (Nahl 106)

Fakat bununla beraber Rasulullah (s.a.v)´in şu ifadesi gerekçesiyle hakkı her yerde açıkça söylemek, en faziletli olandır: "Cihadın en faziletlisi, zalim sultanın huzurunda gerçeği haykırmaktır." Yine Aleyhisselam şöyle buyuruyor: "Şehidlerin en hayırlısı, Hamza b. Abdulmuttalib´dir. Bir de zalim hükümdarın karşısında gerçeği haykınp bu yüzden sultanın kendisini öldürdüğü kimsedir."

Bu görüş uyarınca şehitler atası, İmam Hüseyin b. Ali (r.a) tırmanan zulmü ve geri­lere itilen gerçeği gördüğü için Yezid b. Muaviye´ye karşı kıyam etti. Fakat Irak halkı onu perişan etti. Tıpkı daha önce babasına yardımcı olmaktan gerisin geri durdukları gi­bi.

Nihayet bundan sonra Hz. Hüseyin´in oğlu Ali Zeynel Abidin, babasının ve babası­na açıkça yardımda bulunanların başına gelenleri gören bir kimse olarak çikageldi. Ali Zeynel Abidin, beraberinde yeterli sayı ve kuvvet olmadan asla kıyam etmemeyi, hik­metin bir gereği saydığı, ayrıca bu olaylar kendisini itikadları konusunda dinamik yar­dımcıların bulunmasından şüpheye düşürdüğü için sakin bir hayat yaşadı. Böylece batıla rıza göstermeden ve gönül vermeksizin ilme yöneldi. Babası İmam Ali (k.a)´nin katle­dilmesinden sonra Muhammed b. Hanefiyye de aynı şekilde davrandı.

İşte bu noktada Şia nezdindeki takiyye ilkesi doğdu, takiyye, batıla rıza göstermek­sizin ona karşı direnmeyip pasifize olmaktır. Nitekim Allah Teala şu kavli ile takiyye konusuna ruhsat vermiştir:

"Mü´minler, mü´minleri bırakıp da kafirleri dost edinmesinler. Kim bunu yaparsa, artık Allah´tan başka şey beklemesin. Ancak kafirlerden gelebilecek bir tehlikeden sa­kınmanız başkadır. Allah, kendisine karşı (gelmekten) sizi sakındırıyor. Dönüş yalnızca O´nadır." (Ali İmran 28).

Kendilerini müdafaa edecek ve üstünlüklerini sağlayacak bir kuvvet bulunmadığı takdirde, şerlerinden korunmak, eziyetlerine karşı siper edinmek için kafirlerle karşılıklı dostluk kurma konusundaki bu nass imamiyye nezdinde meşhur olan takiyye ilkesinin ta kendisidir. Ayrıca İmamiyye, Ali Zeynel Abidin, oğlu Muhammed Bakır ve torunu Ebu Abdullah Cafer Sadık (R. Anhum Ecmain) gibi Ehl-i Beyt imamları takiyye ilkesini örnek aldıklarını kendilerinden nakletmişlerdir.

Bu esasa dayanarak İmamiyye, can korkusu anında takiyye yapmanın dinde caiz ol-du&uiıa karar vermiştir. Nitekim bazan mala taalluk eden korku durumunda bir çeşit ıs-tıslah nedeniyle bazan caiz olduğu gibi bazan da zorunlu olur. Ancak sükutun dinin de­ğer yargılarını dejenere etmeye neden olması durumunda caiz olmaması gibi şiilerle sa­vaşma veya onların katledilmesi halinde de caiz görülmez.

Caizliği veya zorunluluğu konusunda İmam Cafer Sadık´ın şöyle söylediğini rivayet ederler: "Takiyye hem benim şiarım, hem de atalarımın şiarıdır." Bir de şöyle dediğini naklederler: "Takiyyesi olmayanın dini de yoktur."[32]

183- Bu "emir bil ma´ruf ve nehy-i an´il münker" temel ilkesine Zeyd (r.a) iman et­miş ve İslamm temel öğelerinden birisi olarak görmüştür. Zeyd (r.a)´ın takiyye konusun­da da ruhsat verdiği rivayet olunur. O halde Zeyd bu iki ilkenin hangisini uyguluyordu? Bana öyle geliyor ki Zeyd gerek hayatının ilk yıllarında ve gerekse kendisini araştırma­ya verdiği dönemde takiyye ilkesini benimsiyordu. Çünkü Hişam b. Abdulmelik´e "Ya Emirelmü´minin" diye hitab etmekteydi. Böyle bir hitap, kendi şahsiyeti açısından ancak takiyye amacıyla söylediği takdirde doğru olabilir. Hatta kendi adına bir gücün ve yar­dımcıların toplandığı izlenimini edindiğinde bu ilkeyi hemen terkedivermiş, sonra da Hişam kendisine meydan okuyup aşağılamaya yeltendiğinde, iyiliği emredip kötülükten nehyederek ve de içerisinde hiçbir şüphe taşımayan gerçeğe çağırarak kıyam etmekten başka çare bulamamıştır. Hayatının seyri ne olursa olsun kesinlikle bilinmektedir ki Zeyd´te, çeşitli fırkaları araştırdıktan ve Iraklılarla bir araya geldikten sonra Emr-i bi´l-ma´ruf ve Nehy-i anil-münker duygusu üstünlük sağlamıştır. Böylece zulüm karşısında susmaktansa hak uğrunda davette bulunmayı tercih eder duruma gelmiş, Hakkın yolun­da şehit olarak göç etmiş ve Nebi (s.a.v)´in bu hususta söylediği şu sözünü doğrulamış­tır:

"Şehitlerin en hayırlısı, zalim sultan karşısında gerçeği haykırıp bu yüzden sultanın kendisini öldürdüğü kimsedir." [33]



7- Allah´ın Sıfatları Zatından Ayrı Değildir


184- Sıfatlar konusundaki tartışmalar bu asırda doğdu. Alimlerden bir gurup Allah Teala´nın, Kur´an-ı Kerim´in kapsamına aldığı sıfatların bütünüyle muttasıf olduğunu is-bat etmiştir. Buna göre, Allah kadir´dir, alim´dir, semi´dir, basir´dir, mütekellim´dir, mü- rid´dir... Sıfatları, zatından ayrıdır. Böylece Allah Teala´mn ilmi zatının dışındadır. Fakat Allah Teala´nm sıfatları isim yönünden yaratılanların sıfatlarıyla müştereklik arzedecek olursa, kuşkusuz Allah´ın sıfatlan kendi zatiyla bağdaşan bir durum arzeder ve sonradan meydana gelenlerin sıfatlarıyla hiçbir yönden benzeşmez. Bu noktada, bir gurup Has-viyye, Allah Teala´yı mahîukata teşbih etti. Bu gibiler, daha önce işaret ettiğimiz gibi Zeyd´in asrında türemiştir. Yine aynı asırda hristiyanlar baba, oğul ve ruhu´l-kudüs şek­lindeki üçlü temel ilkeyi ileri sürüyor ve bunların müslümanlarla birlikte yaşayan Nastu-rilerin revaç gösterdikleri gibi Allah Teala´mn sıfatları olduklarım zannediyorlardı.

Şüphesiz Vasıl b. Ata, sıfatların zatın gayrisi oldukları görüşündedir. Ayrıca Vasıl, Zeyd´in yakın dostudur ve Hz. Ali ile karşıtlarının savaşına ilişkin konular dışındaki bir yığın konuda görüş birliğine varıyorlardı. Nitekim Vasıl´m şöyle söylediği meşhurdur: "Taraflardan biri kesinlikle hak üzere, diğeri ise kesin olarak batıl üzeredir. Lakin onlar­dan hiç birinin durumu bilinemez." Ancak Zeyd bu görüşe katılmadığı gibi, müsîüman-ların cumhurundan hiç birisi de bu düşünceye muvafakat etmiyordu. Muaviye´ye karşı en ılımlı tavır takınan insanlar bile onun, Hz. Ali ile bir araya gelmeye layık durumda olduğunu söylemiyor, aksine Muaviye´mn batıl üzere bulunduğunu, ancak bu görüşün te´vile açık olduğunu ifade ediyorlardı.

Madem ki Zeyd bir yığın görüş etrafında Vasıl b. Ata ile bağdaşabiliyordu ve Va-sıl´ın sıfatlar konusundaki görüşü de bu yöndeydi, öyleyse bu durumda şöyle söyleme­miz yerinde olur: Şüphesiz Zeyd´in sıfatlar konusundaki görüşü, Vasil´ın düşüncesinin aynısıydı. Bu düşüncenin ayrıntılı açıklaması şöyledir: Allah Teala hayy, kadir, semi, basir sıfatlan ile sıfatlandırılır. Ancak bu sıfatlar, zatına eklenen bir kudret ve zatına ila­ve edilen bir sem´i sıfatı olmaksızın zatının aynısıdırlar. Bu ayrıntıya girme, Haşviyye ve "Ekanim-i Selase"nin (teslis inananın) yüce Zatın aynısı sıfatlar olduklarını ileri sü­ren hristiyanlann görüşü arasında değiş-tokuş sağlamaları içindir. Oysa Allah Teala, Al­lah´ın "üçün üçüncüsü" (Mâide 73) olduğunu ileri sürdükleri için hristiyanlan kafir say­mıştır.

Şeyh el-Müfid, Zeydiyye´nİn Kur´an ve sünnette geçen sıfatlarla Allah Teala´yı va­sıflandırmanın isbatma ilişkin olarak, o sıfatların Zatın dışında manalar olmadığını açıkr lamış ve bu hususa "Evail el-Makalat" adlı kitabında açıklık getirmiştir.[34]

Yine bu noktada, böyle bir asırda alevlendirilen kelam sıfatıyla ilgili bir durum, özellikle Ca´d b. Dirhem´in (ki onu Halid b. Abdullah el-Kasrî öldürmüştür.) hortlattığı "Kur´an´ın mahluk oluşu" konusu üzerinde alimlerin kelami tartışmalar yapmaları esna­sında ortaya çıktı. Böylece Allah Teala´mn kelam sıfatı adı verilen kadim bir sıfatı bu­lunduğu konusu bu tartışmalar nedeniyle alevlendi. Kuşkusuz Kur´an, bu sıfatı semi ve basar sıfatlan gibi yüce Zatla beraberlik arzeder şekilde zikretmemiştir. Sadece kelam fiilini Allah Teala´ya nisbet ederek zikretmiş ve şöyle buyurmuştur: "Ve Allah Musa ile de gerçekten konuştu." (Nisa 164)

Yine AHah şöyle buyurmuştur: "Allah bir insanla ancak vahiy yoluyla veya perde arkasından konuşur. Yahut bir

elçi gönderir..." (Şura 51)

İşte bu yüzden bazı alimler şöyle demişlerdir: Allah Teala kendisini onunla vasıf­landırmadığı, bilakis sonradan yaratılmış şekli kendisinden sadır olduğu için kelam sıfa­tı sonradan yaratılmıştır. Nitekim bu görüşü Şeyh el-Müfid en-Nu´mani, İmamiyye Şiasi "Ie Zeydiyye´nin çoğunluğuna nisbet etmiştir. Acaba İmam Zeyd bu görüşte miydi? İmam Zeyd´in böyle bir görüşü uygun karşıladığına ilişkin açıklama getiren bir delil bu­lamıyoruz. Dolayısiyle bu görüş hakkında dilimizi tutuyoruz ve her ne kadar bahsi ge­çen düşünce îmamiyye ile Zeydiyye´nin bir çoğuna nisbet edilmekte ise de İmam Zeyd´in aynı görüşte olduğunu zannetmiyoruz. [35]



8- Akd Sayesinde Yükümlü Olmak



185- Bu husus, fıkıhla bağlantılı bir konu olduğu gibi, aynca hem kelam ilmi ile il­gilenenlerin ve hem de onlar arasından usul fıkıh alimlerinin alevlendirdiği mevzulardan birisidir. Böylece bu alimler, aklın egemenliği veya eşyanın güzel-çirkin değerlerini al-gılamasındaki gücü, aynca bu algılamasına dayanarak yükümlü tutulması konusunda düşünce sistemi geliştirdiler. Ancak bu mesele hakkında şu üç görüş üzerinde aynlığa düştüler:

Birincisi: Akıl, ancak şeriat hükümleri ile yükümlü tutulabilir. Akıl, eşyadaki gü­zel-çirkin değerleri ancak kanun koyucunun ona getirdiği açıklık sayesinde algılayabilir. Öyleyse eşyada, kendi zatından sayılabilecek ve aklın otomatikmen idrak ve aklın ona göre uygulama yapmaya mecbur olacağı bir güzellik değer yargısı yoktur. Aynı za­manda eşyada, kendi zatından sayılabilecek ve aklın hükmü sayesinde kişinin onu yap­mamaya mecbur olacağı çirkinlik değer yargısı yoktur. İşte Ehl-i Sünnet alimlerinin ço­ğunluğu bu görüşü benimsemişlerdir.

ikinci görüş: Yukarıdaki görüşe yakınlık arzeden, Şeyh Müfid Muhammed b. en-Numan´ın açıklamasının kapsamı içerisindeki İmamiyye´nin düşüncesidir. Bu görüş akla mükellefiyetle hüküm verme yetkisi tanıyor. Ancak aklın bir mesaja ihtiyacı vardır ve buna göre Rasulün gelmesi zorunludur. Şeyh Müfid, bu hususta şöyle diyor: "İmamiy-, aklın edineceği ilim ve elde edeceği sonuçlar açısından bir mesaja ihtiyacı bulundu-> akim delil elde etmenin niteliğine göre gafil kişiyi uyaracak bir mesajdan ayrı düşü-U emıyeceği, ayrıca mükellefiyetin ilkinde ve dünyadaki ilk başlangıcında bir peygam­berin zorunlu olacağı noktasında ittifak etmiştir."[36]

u görüşün içeriği, aklın da yükümlülük konusunda bir işlevi olduğunu, ancak bu

işlevin belli bir mesajın gelişinden sonra oluşabileceğini ortaya koymaktadır. Buna göre, ilk yükümlülük, ancak belli bir mesajın gelmesiyle başlar. İlahi mesaj gelmeden de hiç­bir cezalandırma ve mükafatlandırma düşünülemez. Zira Allah Teala şöyle buyurmuş­tur: "Biz, bir peygamber göndermedikçe hiç kimseye azab edecek değiliz." (İsra 15).

Birinci bölüm: îmamiyye aklı teklifi hükmün kaynaklarından bir kaynak olarak gördüğüne göre, öyleyse bu mükellefiyet, sapıklığa düşmemesi için akla yol gösterici, tarif edici ve uyarıcı bir ilahi risaletin gelişinden sonra oluşabilir. İşte Zeyd´in görüşü budur.

Üçüncü görüş: Her türlü bağımlılıktan soyutlanmış akü eşyanın bünyesindeki gü-zel-çirkin değerleri idrak edebilir. İdrâk bu tür akıllarla sağlandığı gibi, mükellefiyet de böyle bir idrakle meydana gelir.

186- Bu noktada, konuyla bağlantısı olan bir durum daha bulunmaktadır; o da, Al­lah Teala için en uygun olanı yapma zorunluluğudur. Buna göre, Allah Sübhanehu ve Teala, ancak kullan için en uygun olanı yapar. İşte bu anlayış, İmamiyye Mezhebine ait­tir. Nitekim Şeyh Müfid b. en-Numan şöyle diyor: "Şüphesiz Allah Teala kulları hak­kında, yükümlülükleri devam ettiği sürece din ve dünyaları açısından en uygun şeyleri yapar. Kuşkusuz Allah Teala kullan salah ve menfaat yönüyle önceden yüklemez, Dola-yısiyle Allah kime zenginlik vermişse, dünyayı idare etme açısından en uygun olanı yapmıştır. Fakir kıldığı ve sıhhatli kıldığı da böyledir. Hasta ettiği kimse hakkında da aynı şey söylenebilir." Bu hususta yine şunları söylüyor: "Şüphesiz Allah Teala´nm ada­leti, (O´nun ismi, cömertliği ve keremi yüce olsun) sıfatların belirttiği şeyleri icabettirir ve Allah Teala o adeletle hüküm verir. Allah Teala hakkında abesle iştigal etmek veya cimri olmanın taalluku muhal olduğu için, ondan bunun aksine birşeyin meydana gel­mesi caiz değildir. İşte îmamiyye´nin cumhuru, Mu´tezile´nin bütünü içerisinde sayılan Bağdatlılar ile birçok Mürcie ve Zeydiyye bu görüştedirler. Mu´tezileden sayılan Bağ­datlılar ise bu görüşe karşı çıkmışlardır.[37]

Kul için uygun olanın, Allah Teala´nın seçimini yaptığı şeyin kapsamı içerisinde ol­duğuna ve Allah Teala´nın da kul için sadece uygun olanı seçeceğine inanmanın gerekli­liği tarzındaki bu görüşe karşıt olanlar, iki bölümdür:

Bir kısmı, Allah Teala´nın kul hakkında yaptığı şeylerden sorumlu olmayacağı gö­rüşündedir. Hayır, Allah´ın kulları hakkında işlediği şey, salih ise Allah´ın kullarının ba­şına getirdiği şeydir. Bu durum Allah´ın lehinde bir mecburiyet doğurmadığı gibi, aley­hinde bir mecburiyet de getirmez. Bilakis Allah Teala yaptığı bir işi yapmayı tasarladığı gibi, aksini işlemeyi de tasarlayabilir. Bu görüş ve bir önceki görüş, kul için uygun ola­nın sadece Allah tarafından bilindiği noktasında uyum içerisindedirler. Bu durum, eşya­nın zatında başlıbaşına bir güzellik değer yargısının bulunup-bulunmamasına ters düşmemektedir.

İkinci bölüm: Alimler ise; eşyanın kendi zatında başlıbaşına bir güzellik-çirkinlik değer yargısı bulunduğu, Allah Teala´nın, bünyesinde bizzat çirkinlik bulunan şeylerle emir vermesinin mümkün olmadığı, bünyesinde güzellik değer yargısı bulunanlardan da sakındırmasımn muhal olduğu görüşündedirler.

Şüphesiz bir kul için uygun olanın yalnızca Allah Teala´nın emir ve nehyinden kay­naklandığına inanmıyoruz. Bilakis onların kendimizden veya en azından bir bölümünün kendimizden meydana geldiğine inanıyoruz.

Muhakkak ki ilk görüş, en tutarlı görüştür. Nitekim "Evail eî-Makalat" adlı kitabın sahibi bu görüşün Zeydiyye´ye ait olduğunu, ayrıca İmam Zeyd (r.a)´m düşünce yapısı­na, en yakın bir görüş teşkil ettiğini söylemiştir. Dolayısiyle Zeydiyye, aynı görüş üze­rinde icma etmiş, böylece bu mesele, aralarındaki çekişmeli konular arasına girmemiş­tir.

187- Bu noktada, aynı konuya bağlı olan başka bir husus üzerinde konuşmak zorun­dayız. Biz, eşyanın bünyesindeki bizzatihi güzellik-çirkinlik değer yargısına ilişkin açıklamalara değinmiştik.

İşte bu konuda alimler üç ayn görüş şerdetmişlerdir:

Birincisi: Basra Mu´tezili´lerin görüşüdür. Bunlara göre güzellik-çirkinlik değer yargıları, bir kısım eşyanın bünyesinde bulunan başlı başına iki sıfattırlar. Ancak bu ara­da fayda-zarar, hayır-şcr noktasında tereddüt edilen bir kısım eşya vardır. Güzelliği ken­di zatında olan işler konusunda Allah ancak emredebilir. Çirkinliği kendi zatında olan işler hakkında da Allah Sübhanehu ve Teala ancak nehyedebilir. Güzellik-çirkinlik de­ğer yargılan tereddütle karşılanan durumlara gelince, eğer Allah Sübhanehu ve Teala o işlerle emretmişse, o güzellik değerini taşır; yok eğer Allah Sübhanehu ve Teala ondan sakındırmışsa o da, çirkinlik değer yargısını taşır.

Basra Mutezilileri görüşlerini, bu noktada, akıllı kişinin onları yapmaktan ve yap­mayanları kötülemekten, yapanları da övmekten başka çaresi bulunmadığı amellerle gö­rüşler bulunduğu, bunlann zıt anlamlılarının da diğer durumlan doğurduğu biçimindeki düşünce tarzına dayandırdılar. Buna göre Sıdk ve Adalet, güzelliklerinde şüphe bulun­mayan güzel değer yargı]anndandır. Zulüm, yalancılık, gadr ve hıyanet İse, kötülükleri üzerinde hiçbir akıl sahibinin şüphe etmediği değer yargılarını oluştururlar. İşte bu eşya­nın güzellik ve çirkinliğini bilmek, aklın ne bir delil, ne de burhan aramadan idrak ettiği zorunlu bir ilimdir. Dolayısiyle bu durum karşısında dinli-dinsiz farkı gözetilmeksizin bütün insanlar aynı anlayışı paylaşırlar.

Güzellik ve çirkinlik noktasında tereddüt edilen değerlere gelince, onların güzellik ve Çirkinlikleri kanun koyucunun emrine veya nehyine harfiyyen uyarak eğer kanun o Şekilde emretmişse güzel, eğer ondan nehyetmişse çirkindir denilir.

1- Buna göre fetret döneminde yetişenler ve dinden haber verecek kişilerin bulun­madığı yerlerde bulunanlar, akıllanyla kendi zatında güzellik değeri bulunan şeyleri yapmakla ve kendi zatında çirkinlik değeri bulunan şeylerden kaçınmakla mükellef ol­dukları tarzında bir düzenleme getirdiler. Böylece onların zulmetmeleri helal olmadığı gibi, yalan söylemeleri de doğru olmaz ve doğru söylemeleri, adaletli olmaları icab eder. ,

2- Yine bu görüşe dayanarak, nassm bulunmadığı durumlarda insanlar, aklın eşyaya hakimiyeti noktasında vereceği zati güzellik ve zati çirkinlik yasasıyla mükellef olduk­ları tarzında düzenleme yapmışlardır.

3- Buna dayanarak, Allah Teala´nm kendi zatında çirkinlik değeri taşıyan bir şeyle emredemiyeceği ve kendi zatında güzellik değeri bulunan şeyden sakındıramayacağı şeklinde getirdikleri düzenleme yanında Allah Teala kendi iradesiyle her şeyin yaratıcısı ve kendi otoritesiyle hükümlerini düzenleyendir.

İkinci görüş: Kelam alimlerinden bir taifenin görüşüdür. Bu görüş, İmam Zeyd´le bir araya gelen Ebu Hanife´den naklolunmuştur. Hulasası şudur: Eşyanın kendisinde zati bir güzellik ve zati bir çirkinlik değeri vardır. Allah Teala zatında çirkinlik değeri bulu­nanı emretmediği gibi, zatında güzellik değeri bulananı da nehyetmez. Onlar da birinci şıktaki görüş sahipleri gibi eşyayı, kendi zatında güzellik değeri bulunan ve zatında çir­kinlik değeri bulunan, güzeliik-çirkinlik veya hayır-şer arasında tereddüt edilen eşya şeklinde kısımlara ayırmaktadırlar. Bu alimler, buraya kadar birinci şıktaki görüş sahip­leri ile uyum içerisindedirler. Fakat bu noktadan itibaren onlardan ayrılmak ve ilahi me­sajdan soyutlanmış aklın hükmüyle hiçbir teklif ve sevap sözkonusu olmayacağı, bilakis teklif, sevap ve cezalandırmadaki emrin ilahi mesaja dayalı olduğu görüşündedirler. Bu­na göre mükellefiyet veren, mükellef kıldığı kişileri, hayır veya azapla karşılık takdir eden, herkese ameline göre; hayır işlemişse hayırla, şer işlemişse şerle karşılığım veren, yalnız Allah Subhanehu ve Teala´dır.

Bu görüş, Zeydiyye´den naklolunduğu ve Kufe´ye geldiğinde İmam Zeyd´e öğrenci­lik yapan Ebu Hanife´nin görüşü olması, ayrıca haddi zatında ılımlı ve akla yatkınlığı gerekçesiyle İmam Zeyd´in görüşüne en yakınıdır. Nitekim bazı alimler bu düşünce hak­kında şöyle demişlerdir: "Aklın bir davranışın güzel veya çirkin olduğunu mücerred id­rakini inkar, inatlaşma ve iftiralaşm aktan ibarettir. Ama aklın güzel bir davranışın seva­ba ilişkin olduğunu veya bir çirkin fiilin azaba ilişkin bulunduğunu idrak etmesi, kabul edilemez. Akılların idrak ettikleri şeyin gayesi, bu güzel davranışı işleyenin methedil-mesi, çirkin davranışı işleyenin de kınanması şeklindedir. Bu anlayışla, idrak edilen şe­yin sevaba veya azaba ilişkin olması arasında herhangi bir ayrılmazlık yoktur.

Üçüncü görüş: Hadis ve rivayet alimlerinin görüşüdür. Nitekim onların sayıları, İmam Zeyd (r.a) döneminde hayli fazlaydı. Bunlara göre, eşyanın zatında güzellik ve çirkinlik değer yargısı bulunmadığı gibi, bütün değer yargılan izafidir. Kanunlarda ve her şeyde Allah Teala´nm iradesi hiçbir şeyle sınırlanamayacak kadar mutlaktır. O her şeyin yaratıcısı olduğu gibi, güzellik ve çirkinlik değerlerinin de yaratıcısıdır. Güzellik ve çirkinliği belirleyen, yalnız onun emirleridir. Aklın mükellefiyet tayin etme yetkisi yoktur. Güzellikle emretmesi veya çirkinlikten nehyetmesi gerekmez. Onlar yaptıkların­dan sorumlu oldukları halde Allah Teala koyduğu değer yargılarından sorumlu değildir. Mükellef kılmak, Allah Teala´nm emrettikleri ve nehyettikleri iledir; sevap veya azap ise ancak kanun koyucu´ya itaat veya O´nun nehiylerine aykırı hareket etmek iledir. Ak­lın emirlerine veya nehiylerine itibar yoktur. İtibar, ancak hakim olan Kanun Koyu-cu´nun emirleri ve nehiyleridir. Bu konuyu, İmam Zeyd´in fıkhıyla ilgili açıklama yapar­ken inşaallah en ince noktasına kadar beyan edeceğiz. [38]



Hülasa


188- Bunlar, Zeyd´in yaşadığı dönemde, akide etrafında alevlendirilen meseleler ko­nusundaki derli toplu görüşlerdir. Bu düşünceler üzerinde derinlemesine durmamız ge­rekliydi. Çünkü gerek Şehristani el-MÜel ve´n-Nihal´inde ve gerekse Murtaza, İmam Zeyd´in Mu´tezili düşünce metodunun büyük bölümünü, itikatla ilgili bu meseleleri etüt etmek için prensip edindiğini kesin olarak vurguluyorlar. Biz de bu meselelerle ilgili. İmam Zeyd´e ait bir açıklama bulamadığımız için bu bilgileri istinbat tarikiyle örnek al­dık. Onun bu husustaki görüşünü istinbat edişimizdeki prensibimiz, şu üç ilkeye dayanı­yordu:

Birincisi: Bu görüşlerin, Zeyd´in arkadaşlık ettiği Vasıl b. Ata´ya ait düşünce olma­sıdır. Mezhepler Tarihi alimleri, Zeyd´in Vasıl´a ait metodu ve prensipi seçtiğini veya her ikisinin de aynı metot ve aynı görüşler üzere oldukları ortak kararına varmışlardır. Biz de bu meselelerdeki Vasıl´a ait bütün açıklamaları, İmam Zeyd´e ait görüşler olarak benimsedik. Sadece Vasıl´ın Muaviye ile Hz. Ali´nin savaşında hakkın kesin olarak Hz. Ali´nin olmadığı tarzındaki görüşü gibi, Zeyd´in aynı grüşü paylaşması akıl kân olma­yan veya söylemediği sabit olan şeyler hariç. Zira ittifakla Ehl-i Beyt´in görüşü böyle değildir. Şehristani, Zeyd´in, Vasıl´ın yukandaki görüşü dışındaki görüşlerini kaynak al­dığını belirtir. Dolayısiyle bu gerçeğe açıklık kazandırmak bize borç olmaktaydı.

İkincisi: Zeydiyye´ye nisbet edilen, haddizatında bizim de makul bulduğumuz, İmam Zeyd´in mantığına ve düşünce yapısına yakın gördüğümüz görüşlerin, Zeyd (r.a)´ın görüşü olduğu kanaatini taşıyoruz. Çünkü Carudiyye´yi istisna kabul edecek olursak, Zeydiyye çoğunluk görüşlerinde İmam Zeyd´le uyum içerisindedir. Zeydiler, genel olarak İmam Zeyd´e tabi olmaktadırlar.

Üçüncüsü: Zeyd ile şöyle-böyle fikir bağı olan veya onunla fikri bağlılığı kesin bu­lunan bir kısım kimselerin ortaya koydukları görüşleri, -bu görüşler Zeydiyye´nin söyle­dikleriyle veya Zeydiyye´ye nisbet edilenlerle uyum sağladıkları takdirde- Zeyd´e nisbet edilmesi noktasında bir referans kabul ederiz.

Şüphesiz İmam Zeyd´e ait görüşler olarak belirttiğimiz yukarıda geçen meselelerin istikrara kavuşması nedeniyle bu meseleler, fikirlerinin oluşumunda İmam Zeyd´le bir arada bulunduktan kesinlik kazanıp, İslam fırkaları tarihini oluşturan kişilerin görüşle­rinden yahut İmamın öğrencilerinin ortaya koyduğu ifadelerle tezkiye edilen Zeydiy-ye´ye ait yorumlamalardan dışan çıkmaz.

189- İmam Zeyd´in, usul-u´ddin konusundaki açıklamalarını bitirmeden önce şu iki gerçeğe değinmemiz yerinde olur:

Birincisi: İmam Zeyd (r.a)´a, bilimsel ve felsefi bir aklın verilmiş olmasıdır. Dola-yısiyle ona nisbet edilen meselelerde derinlemesine inceleme yapabilmek, ancak kendi­sine onun gibi felsefi, derin ve olayları geniş boyutlarıyla ele alabilen bir akıl verilen ki­şinin derinlemesine araştırma yapmasıyla mümkün olabilir. İşte bu, Zeyd´in yüksek ilmi payesidir. O, siyaset alanında bir İmam olmasının ötesinde aynı zamanda, derin düşün­celi bir bir fikir adamıdır da.

İkincisi: Hakkında ayrılıklar cereyan eden meseleler, hep akide etrafındadır. Fakat akidenin özünden kaynaklanmamaktadır. Öyleyse İslam akidesinin temel ilkelerinde hiçbir ihtilafa yer yoktur. Allah, en iyisini bilendir. [39]


[27] Bkz. el-Müfid, Tebriz baskısı, 94-95

[28] Prof. Dr. Muhammed Ebu Zehra, İmam Zeyd, Hayatı, Fikirleri ve Çağı, Şafak Yayınları: 195-197.

[29] Bkz. A.g.e. sh. 45 - Tashih´u-1 İtikad, slı.188, Tebriz baskısı

[30] Prof. Dr. Muhammed Ebu Zehra, İmam Zeyd, Hayatı, Fikirleri ve Çağı, Şafak Yayınları: 197-198.

[31] Prof. Dr. Muhammed Ebu Zehra, İmam Zeyd, Hayatı, Fikirleri ve Çağı, Şafak Yayınları: 198-199.

[32] Tashih el-İ´tikad Haşiyesi, 221.

[33] Prof. Dr. Muhammed Ebu Zehra, İmam Zeyd, Hayatı, Fikirleri ve Çağı, Şafak Yayınları: 199-201.

[34] Evail el-Makalat, 51,52, 53. Tebriz baskısı.

[35] Prof. Dr. Muhammed Ebu Zehra, İmam Zeyd, Hayatı, Fikirleri ve Çağı, Şafak Yayınları: 201-203.

[36] Evail el-Makalat, 44.

[37] A.g.e. 62-63

[38] Prof. Dr. Muhammed Ebu Zehra, İmam Zeyd, Hayatı, Fikirleri ve Çağı, Şafak Yayınları: 203-207.

[39] Prof. Dr. Muhammed Ebu Zehra, İmam Zeyd, Hayatı, Fikirleri ve Çağı, Şafak Yayınları: 207-208.