๑۩۞۩๑ Kitap Dünyası - İlim Dünyası Kütüphanesi ๑۩۞۩๑ => İmam-ı Zeyd => Konuyu başlatan: ღAşkullahღ üzerinde 15 Eylül 2010, 18:34:42



Konu Başlığı: Görüşleri ve fıkhı 2
Gönderen: ღAşkullahღ üzerinde 15 Eylül 2010, 18:34:42
Görüşleri ve fıkhı 2

2- Süleymaniyye


168- Bunlar Carudiferden daha az sapıtmış kişilerdir. Görüşlerinde, bazı söyledikle­rine karşı olsalar bile, Zeyd (r.a)´a en yakın olanlardır. Onlar, Süleyman b. Cerir´in taraf-farlarıdır. Şöyle diyorlardı: İmamet, halkın kendi aralarında oluşturdukları meşveret ile seçilir. Aynı anda müslümanlann en seçkinlerinden iki zatın anlaşarak yönetim organi­zesi oluşturmaları sahihtir. Ayrıca daha az faziletimin imameti geçerli sayılır.

Böylece Cerir, Hz. Ebubekir ve Hz. Ömer´in halifeliklerini benimsemiş, onların se­çilmelerini, aslında hata olan bir ümmet içtihadı kabu etmiştir. Lakin bu düşünce fasık sayma ve sapıklığa kadar varmaz. Ancak o, bir içtihat hatasıdır. Fakat Süleyman´ın ta­raftarları dillerini Hz. Ebubekir ve Hz. Ömer (r.a) konusunda ta´netmekten uzak tutarlar­ken, Hz. Osman (r.a) hakkında ağır suçlamada bulunurlar. Çok sert bir şekilde hücum ederek onun küfrüne ve mü´minlerin annesi Hz. Aişe ile Talha ve Zübeyr´in de kafir ol-duklanna hükmederler.[16]

"Onların ağızlarından çıkan bu söz ne büyük oldu! Çünkü "Yalandan başka bir şey söylemiyorlar." (K f: 5)

Bu seçkin sahabeyi ağır suçlamaları yanında aynı şekilde İmamiyye´ye mensup rafı-ziler konusunda da suçlamalarda bulundular ve onların temel görüşleri arasından ikisini apaçık bir sapıklık olarak değerlendirdiler.

İmamiyye´ye yakıştıramadıkları bu iki görüşten birincisi, "Beda"´ düşüncesidir. Bu­nunla gelecek hakkında ileri geri konuşuyorlardı. Böylece gelecek zaman içinde kendi­leri için kuvvet ve şevkat vadeden bir söz söylediklerinde, sonra kararlaştırdıkları şekil­de sonuç elde edemeyince hemen "Allah Teala sözünden vazgeçti" diyorlardı. Şüphesiz böyle bir düşünce, Muhtar b. Ubeyd es-Sakafi´nin geliştirdiği sapık bir bid´at olarak Keysanilerdc ortaya çıkmıştır.

İkincisi de "Takiyye" ilkesidir. Onlar, takiyye ilkesine çağıranları, içinde zalimlere övgü dolu olan, gerçekle ilgisi bulunmayıp, aksine tümüyle batıldan müteşekkil sözleri söylerken gördükleri için bu ilkeyi kendilerine yakıştıramamışlardır. Takiyyeyi benim­seyenlere, söylediklerinin batıl olduğuna dair bir delil gösterildiği zaman "biz bunu ta­kiyye olarak söyledik" derler. Böyle bir laf, Al-i Beyt imamlarının şahıslara nisbetle de­ğil de onların aşırı taraftarlarına nisbetle tutarlı sayılabilir.

Süleyman b. Cerir, halk tarafından seçilen kişinin imameti ile ilgili görüş hakkında bir grup Mu´tezili ile bir kısım hadisçiyi Örnek almıştır. Nitekim böyle bir görüşü benim­seyen bu Mu´tezililer ve hadisçiler, imametin dinin öngördüğü çıkarlardan biri olduğu­nu, onu elde etmenin de nass ile değil, akılla mümkün olabileceğini söylemişlerdir. Çünkü had cezalarına işlerlik kazandırmak, hasımlaşanlar arasında yargıda bulunmak, yetimlerin haklarını üstlenmek, bekarları evlendirmek, sözleşme hükümlerini koruma altına almak, kanunun üstünlüğünü sağlamak ve din düşmanlarına karşı savaşı belirle­mek için imamet makamına ihtiyaç duyulur. Ayrıca, müslümanlar için birleştirici bir ce­maatın oluşması ve o cemaat içerisindeki durumun ahali arasındaki anarşiye dönüşme­mesi için. İmamın ilim yönünden ümmetin en faziletlisi, düşünce ve hikmet açısından en güçlüsü olma şartı yoktur. Zira ihtiyaçlar, faziletli ve daha faziletli şahsiyetlerin var-"ğı yanında halk tarafından seçilen daha az faziletlinin başa geçmesiyle giderilebilir. Şehristani şöyle diyor: Ehl-i Sünnetten bir topluluk böyle bir anlayışa ilgi duydular. Hatta imamın müçtehid olmayan, hatta içtihad edüecek yerler hakkında uzmanlığı bulunmayan birisi olabileceğini de caiz gördüler. Ancak maiyyetinde içtihat yapmaya yetkili kişinin bulunması gerekir ki, kanunları hazırlarken ona başvursun; helal ve haramın tesbiîi konusunda fet­vasını alsın. Ayrıca o imamın genel çizgileriyle sağlam görüş sahibi ve olaylara çok yönlü bakan birisi olması icabeder."[17]

Faziletli ve daha faziletlinin yanında halk tarafından seçilen imametini uygun gören Ehli Sünnet, Fatıma soyundan olan Hz. Ali çocuklarının her zaman daha üstün oldukla­rı tarzındaki Şia görüşünü benimsememiştir. Ancak Ehli Sünnet bu görüşü, sadece ken­di ekollerinin çıkış noktasını teşkil eden "yöneticinin Kureyş´ten getirilmesi" genel kai­desi biçiminde algılamaktadır. [18]



3- Butriyye


169- Bunlar Kesir en-Nevevi el-Ebter´in taraftarlarıdır. Hasan b. Salih b. Hayy, onun ekolünü olumlu karşılamıştır. Dolayisiyle bu fırkadan Butriyye diye söz edildiği gibi, aynı zamanda "Salihiyye" diye de söz edilmektedir. Bu fırka yanlıları, Süleyma-niyye´nin daha önce geçen görüşleriyle uyum içerisindedirler. Ancak bu kimseler daha çok ılımlıdırlar. Şöyle ki, Hz. Osman´ın küfrü ile hükmetmeyip, aksine onun durumu hakkında çekimser kalırlar. Hz. Osman´ın daha önce geçen yaşantısının kendisini cennet ehlinden kıldığını, Nebi (s.a.v)´in cennetle müjdelediği kişilerden olduğu gibi, ayrıca İs­lam´ın onun servetiyle zafere ulaşmasında eşsiz mevkilerinin bulunduğunu, fakat halife­liği süresi içerisinde Emevi oğullarından zalim kimseleri yönetime getirdiğini ve Hz. Ömer´in şura düsturunu terkettiğini söylerler. Böylece Hz. Osman´ın hilafet öncesi ya­şantısıyla hilafet sonrasında olayları değerlendiriş indeki durumu noktasında hayrete düşmüşler, bundan dolayı çekimserliği yeğlemişler ve onun işini Ahkamu´l-Hakimin olan Allah´a havale etmişlerdir.

Şöyle derler: "Hz. Ali, Rasulullah (s.a.v)´den sonra insanların en faziletlisi ve ima­mete en layık olanıdır. Ancak o, bu görevi kendi rızasıyla teslim etmiş, idareyi seve se­ve başkalarına vermiş ve isteyerek hakkını terketmiştir. Onun rıza gösterdiğine biz de razı oluruz. Onun teslim olduğu şeye biz de teslim oluruz. Bizim için bunun dışında hiç­bir davranış helal olmaz. Eğer Hz. Ali bu duruma rıza göstermeseydi, Ebubekir helak olurdu." Böylece bu fırka yanlıları, halk tarafından seçilenin imametini, daha faziletli olan kişi rıza gösterdiği takdirde hem faziletli olanın, hem de daha faziletlinin imameti­nin sonraya bırakılmasını caiz görmüşlerdir. Bu nedenlerle onların, halk tarafından seçi­lenin imameti konusunda İmam Zeyd´in açıklık getirmediği noktayı aydınlatmışlardır. Çünkü İmam Zeyd, faziletli olanın imametinin sağlıklı oluşu hakkında daha faziletli kimsenin rıza göstermesi hususunu açıkça şart koşmamıştır. Lakin ifadelerinden anlaşıl­dığı üzere İmam Zeyd´in açıklığa kavuşturduğu husus, müslümanların durumlarının içerisinde istikrara kavuştuğu genel toplumsal çıkarları göz önünde bulundurmaktır.

Yine derler ki: "Hz. Hasan veya Hz. Hüseyin´in evladından olup kendisini imam ilan eden kişi bir de alim, zahid ve yiğit kişi olursa işte imam odur. Bir kısmı yüzünün parlak ve güzel olmasını şart koşmuşlardır. Eğer Hz. Ali´nin Hz. Fatıma soyundan olan iki evladı aynı anda kıyam hareketinde bulunursa, daha faziletli ve daha takva sahibi olan göz önüne alınır. Yine de eşit olurlarsa, daha sağlam görüşlü ve daha kararlısı göz önünde tutulur. Fatıma soyundan iki imamın iki ayrı bölgede bulunması caizdir. Ancak birbirlerine karşı her birinin kavmi içerisinde saygınlığı koruması zorunludur. Eğer içle­rinden birisi diğerinin aksine fetvada bulunursa, her ikisi de isabet etmiş olur. İsterse bi­ri diğerinin kanının helal sayılmasına fetva versin."[19]

Bu ise garib bir görüştür. Çünkü böyle bir düşünce, bir gurup müslümanın, diğeri­nin kanını fikir yürütmek suretiyle hela! sayması sonucuna götürür. Bu Butriyyelerin görüşü esas alınacak olursa hem katilin, hem de maktulün gözünde kanları helal kabul edilir. Şehristani onların iki ayrı imam konusundaki görüşlerini pervasızlıkla nitelendir­miştir. Bu ifade gayet yerindedir. Belki de fırkanın içerisinde bulunduğu pervasızlığın en açık şekli, böylesine kural dışı ve garib görüşün ta kendisidir.

Bu Butriyyeleri Şehristani kendi döneminde yani h. 6. yüzyılın ikinci yansında şu şekilde tanıtarak diyor ki:

"Onların zamanımızda yaşayan çoğunluğu taküdcidirler. Hiç içtihad görüşüne yer vermezler. Temel görüşlerinde ise Mu´tezilenin düşüncesini adım adım takib ederler. Al-i Beyt imamlarını yüceltmekten daha çok Mutezile imamlarım yücelerde tutarlar. Fer´i konulara gelince, Şafii Rahimehullah´ın görüşleriyle uyum içerisinde oldukları bir­kaç mesele dışında tamamen Ebu Hanife´nin mezhebi üzere amel ederler."[20]

Bu açıklamalar gösteriyor ki, Butriyye fırkası mensupları İmam Zeyd´in mezhebini tümüyle Örnek almamaktadırlar. Gerek İmam Zeyd´Ie aralarındaki zamanın uzaklığı ge­rekse yaşadıkları topraklar itibariyle Zeydiyye´ye ait ilmin vatanından kopmuş olmaları, onları Zeyd´in fıkhını unutur duruma getirmiş, yahut da tutarlı bir nakil yoluyla Zeydiy-ye´nin fıkhı kendilerine intikal etmemiştir. Böylece o zaman dilimi içinde Irak´ta ve Ma-veraünnehir beldelerinde egemen olan Ebu Hanife mezhebini benimsemişlerdir. [21]



USULUDDİN KONUSUNDA ZEYD´İN GÖRÜŞLERİ


170- İmam Zeyd´in yaşantısı ve çağı konusunda açıklamalarda bulunurken, Irak´a gittiğini, Basra alimleriyle sohbetlerde bulunduğunu, Kufe´de Şiilerle bir araya geldiğini söylemiştik. Ve yine onun çağının, İslami fırkaların gelişimiyle ün saldığını, itikad ala­nında başlıbaşına varlığı ve bir de belirli ismi olan mezhebe sahip her insan kitlesinin kendi bağlıları dışındakilerin sapıklık içinde olduğunu zanneder duruma geldiğini ifade etmiştik. Bu taifeler, Allah katında günah açısından daha büyük olsa dahi ve gerçekliği itibariyle daha çirkin de olsa, alenen söyledikleri görüşleri dışında kalan hususlarda di­ğerleriyle hoşgörülü oluyorlardı. Mesela Hariciler, hakem olayı´nı reddedenleri hatta ba­zılarına göre had cezasını gerektirecek büyük günahlara varıncaya kadar, hakem olayını kabullenmekten daha çirkin şeyleri işleyenleri müsamaha ile karşılarlarken, hakem olayı ile ilgili herhangi bir şey söyleyenleri asla affetmiyorlardı.

İmam Zeyd, bütün bu görüşlerin sahipleriyle tartışmalarda bulunmuş, bir kısmıyla mücadele ederken, düşüncesine yatkın bir delil getirildiği zaman bir bölümünün de ciddi taraftan olmuştur. Nitekim daha önce Zeyd´in Vasıl b. Ata ile buluştuğunu, Vasıl´la Mutezile fikirleri konusunda uyum sağladığını öğrenmiştik.

Fakat Mut´ezüiler, Vasıl´ı kendi mezheplerinin kelam sistemini oluşturan ilk kişisi saymazlar; aksine ondan önceki Al-i Beyt imamlarını ve Hasan el-Basri´yi benimserler. İmam Zeyd´i kendi imam listeleri arasında gördükleri gibi, İmam Ali Zeynel Abidin´i de Mut´ezile´nİn tabakalı içerisinde sayarlar. El-Munyetu ve´î-Emeî sahibinin benimsediği görüşü bu açıdan bakıldığında Zeyd Ehl-i Beyt içerisindeki Mut´ezile akımını, almış ol­duğu hadis, fıkıh ve Kur´an ilimleri arasında onlardan edinmiş oluyor. Madem ki bu ilim kendi aile ocağında bulunuyordu, öyleyse Zeyd´in bu konudaki ilmi, onun Basra´ya git­mesi ve Vasıl´la müzakerelerde bulunması nedeniyle oluşmamıştır. Zeyd´in, üzerinde derinlemesine araştırma yaptığımız akaidle ilgili bu özel bilgileri elde etme işi meydana geldiğine göre, elbette ki onun bu konudaki görüşleri, Mutezile´nin görüşleri ile yakınlık arzedecektir.

Şimdi bu görüşler üzerinde duralım. Bunların ilki gerek İmam Zeyd asrım, gerekse tabiin asrını meşgul eden büyük günah işleyenin durumu meselesidir: [22]



1- Büyük Günah İşleyenin Durumu


171- Hariciler ve diğerleri, hakem olayı üzerinde tartışırlarken, bu konunun yayga­rasını ayyuka çıkarmışlar ve hakem olayını normal karşılayanların kafir olduklarına hükmetmişlerdir. Daha sonraları bu husustaki görüşler farklılık arzetmiştir.

1- Hariciler, özellikle Ezarika, hakem olayına başvurmayı normal karşılayanları ka­fir saymışlar, kendilerine karşı çıkanların yurdunu da "dar´ül-harb" olarak nitelendirmiş­lerdir. Bunun nedeni, onların mezhebine göre yanlışlıkla dahi olsa büyük günah işleyen­lerin ve çocuklarının kafir olmaları, öldürülmelerinin de mubah sayılmasıdır. Bu ise, ak­lın ve dinin kabul etmediği anormal bir görüştür.

2- Yine onlardan oian İbadiyye, böyle bir kimsenin imuna karşı tavır alma anlamın­da değil, sadece nimete karşı nankörlük etme anlamında kafir sayılacağı, ancak sultanın kışlası dışında kalanların öldürülebileceğini ileri sürmüşlerdir. Nitekim bu konuda bir kısım Harici fırkaları, İbadiyye ile yaklaşım içerisinde bulunurlar.

3- Hasan el-Basri şöyle diyordu: "Büyük günahları işleyenler ve bu günahlar üze­rinde ısrar edenler, içlerinde gizlediklerini davranışlarıyla gösteren münafıklardır. Çün­kü şayet mü´min olsaydı, o büyük günahı işlemeyecekti. Diliyle alenen söylediği yemin­ler kalbinin derinliklerinden gelmemektedir." onun şu söylediklerini iyi düşün: "İnsanlar üç gruptur: Mü´min, kafir, münafık. Mü´min, kavmi kendisinden sitayişle bahsettiği hal­de Allah korkusu onu disipline eder. Kafir ise, onu ancak kılıç hükmü altına alabilir ve bu korku onu darmadağın eder. Böylece cizyenin hatırı için boyun eğer ve vergi ile yu­muşar. Münafığa gelince, onlar da alenen söylediklerinin dışındakileri sadece kapalı odalarda, gizlice söylerler ve açığa vurdukları davranışların gayrisini vicdanlarında sak­larlar. Öyleyse onların, Rablerini inkar edişlerini, çirkin davranışları oranında hesaba katınız. Yazıklar olsun sana, Allah´ın dostu olanı öldürüyorsun da, ardından cennetini is­tiyorsun."

4- Bu noktada, iki fırkaya Mürcie bölünmüş olur.. Bir fırkası, tüm iplerden ve ka­nun maddelerinin sınırlamalarından kendisini serbest saymakta ve iman varken günah işlemenin zarar vermeyeceğini söylemektedir. Öteki fırkası ise, günah işleyenin azaba müstehak olacağına, ancak Allah´ın onu rahmetiyle örteceğine artık onun işinin Allah´a kalacağına hüküm vermektedirler.

172- Özetle bu durum, düşüncelerin bir kısır döngüsünden ibarettir. Nitekim bu hu­susu fırkalar üzerinde inceleme yaparken zikretmiştik. Peki, Öyleyse Zeyd´in görüşü ne­dir? Çünkü Zeyd, bu kısır döngünün ortasında yaşıyordu. O, böyle bir kişinin imanla küfür arasında bir yerde bulunduğuna, hem fasık ve hem de müsîüman olabileceğine hükmetmiştir. Düşüncenin bu kadarına İmamiyye de muvafakat etmiştir. Ancak Mut´ezile bu konuya eklediği bir noktayla onlara karşı çıkmıştır. O nakta da, büyük gü­nah işleyenin ebediyyen cehennemde kalacağıdır. Oysa Zeyd, İmamiyye ile birlikte gay­ri müslimlerin dışında büyük günah işleyenin ebediyyen cehennemde kalmayacağı, ehl-i kıblenin günahları ölçüsünde azap görüp sonra da cennete gidecekleri görüşünü benim­serler.[23]

O, durmak mümkün olmayacağından büyük günah işleyenin yalnızca "el-menziletu beyne´I-memileteyn" de bulunacağı konusunda Vasıl b. Ata ile mülakatta bulundu. Vasıl bu konuya ilişkin hüccetleri ortaya koydu. Aralarındaki buluşmanın bu dozajda olduğu belgelenmiştir. Hatta Şehristani, Zeyd´in Vasıl´a Öğrencilik yaptığını da ileri sürmüştür. Bu anlayışa biz karşı çıktık ve dedik ki, bu buluşma ancak bir müzakere ve bazı konu­larda fikir üretme noktasında bir araya gelmektir; yoksa bir öğrencilik ve ders alma biçi­minde değildir. Şimdi bu görüş üzerinde serdedilen hüccetleri zikredelim.

Birincisi: Mü´minin Allah´ın dostu olması Allah´ın onu sevmesiyle ve yine cennetle müjdelenmekle nitelendirilmesidir. Nitekim Allah Teala şöyle buyurur: "Allah inanan­ların dostudur." (Bakara 257). Aynca Yüce Allah şöyle buyurmuştur: "Allah mü´minle-rin dostudur." (Al-i İmran 68). Yine Allah Teala: "Allah´tan büyük bir lutfa erecekleri-nimü´minlere müjdele." (Ahzab 47) buyurmuştur. Yüce Allah yine: "Allah, mümin er­keklere ve mü´min kadınlara altında ırmaklar akan cennetler va´detti." (Tevbe 72) bu­yurmuştur. Ayrıca Allah Teala: "Allah´ın Peygamberi ve onunla birlikte iman edenleri utandırmayacağı günde..." (Tahrim 8  ) buyurmaktadır. Müslümanların vasıflan ve ka­rakterleri bu şekilde olunca, bu vasıflarla beraber büyük günah işlemek ve bu günahlar üzerinde ısrarla durmak mümkün olmayacağından Allah´a karşı isyan eden kimsenin Al­lah´ın dostu olması nasıl mümkün olabilir. Kıyamet gününde, kitabı önüne konulmak suretiyle işlediği kötülükler tek tek sayılan, ne küçük ne de büyük hiçbirisi ihmal edil­meyen bir kimse nasıl rezil olmaz? Böylece adı geçen nasslar, büyük günah işleyen kişi­nin mü´minlerin saflarından çıktığını açıkça gösteriyor.

İkincisi: Allah Sübhanehu ve Teala´mn, kafirlerin, kendileriyle savaşılması mubah sayılan iki gruba ayrıldıklarını zikretmesidir.

Birinci grup: Mü´minlerle savaşan kitap ehlidir. Nitekim onların hakkında Allah Te­ala şöyle buyurmuştur: "Kendilerine kitap verilenlerden Allah´a ve ahiret gününe inan-? mayan, Allah ve Rasulünün haram kıldığım haram saymayan ve hak dini (kendine) din edinmeyen kimselerle küçülerek elleriyle cizye verinceye kadar savasın." (Tebve: 29) Ayet-i Kerimenin içerdiği bu hüküm, büyük günah işleyeni kapsamına almamaktadır. Çünkü onlar savaşmazlar ve öldürülmezler.

Kafirlerin ikinci grubu ise müşriklerdir. Allah Teala, bu grubun hükmüne aşağıdaki Şu sözüyle açıklık getiriyor:

"(Savaşta) inkar edenlerle karşılaştığınız zaman boyunlarını vurun. Nihayet onları iyice vurup sindirince bağı sıkıca bağlayın (esir alın). Savaş sona erince de, artık ya karşılıksız veya fidye karşılığı salıverin." (Muhammed 4) Allah Teala´mn gerek Araplar ve gerekse diğerlerinden müşrik olanlar konusunda vermiş olduğu bu hüküm, Nebi (a.s)´ı tasdik eden, fakat emrettikleriyle amel etmeyen isyankar büyük günah işleyenler hakkında uygulanamaz. Bu ifadelerden, büyük günah işleyenlerin bu kafirler kapsamın­dan olmadıklarını, öyleyse küfrün çeşitlerinden herhangi biriyle kafir sayılmayacakları sonucu çıkmaktadır.

Üçüncüsü: mürtekib-i kebire´nin müslümanlarm mezarlıklarında gömülebileceği, namazının kılınacağı ve müslümanlara yakınlıkları nedeniyle varis olacağının sünnetle sabit oluşudur. Oysa aynı hüküm kafirlere uygulanmaz. Böylece büyük günah işleyenin kafir sayılamayacağı ortaya çıkıyor. Çünkü kafir müslümanlarm kabristanlarına gömü-lemez, cenaze namazları kılınamaz ve bir müslümandan miras yoluyla mal alamaz.

Bu delillerin bütününden ortaya çıkıyor ki, büyük günah işleyen kişiye, yukarıdaki birinci delilde geçen ayetlerden mladığımiz üzere inanan kişinin vasıfları uygulanamadiği için bir taraftan mü´min sayılması mümkün görülemezken, diğer yandan Kur´an´da ve sünnette kesinlik kazanan kafirlerin hükmü de kendisine tatbik edilmediği için kafir sayılamaz. Böylece o kimse küfrün derecesine alacalamadığı gibi, imanın yü­celiğine de erişemez. Bu nedenle büyük günah işleyen kişi, iki menzile arasındaki bir menzilede bulunur ve münafık addedilmez. Çünkü Nebi (s.a.v)´in getirmiş olduğu şeyle­re inanmayan münafıklar kafirdirler. Nitekim bütün İslam ümmeti o kimseye fasık adını vermişlerdir. Böylece o kimse, kendisini iman derecesine yükseltmeyecek ve küfür de­recesine indirmeyecek bu isimlendirme üzere kalır. Ona müslüman ismi verilmesinin doğru olacağını, fakat mü´min denmesinin mümkün olamayacağını, çünkü imamn itaati gerektirdiğini, o kimseden ise hiçbir taatm meydana gelmediğini söylemişlerdir.

173- Böyle bir yorumlama, fasık kişinin işlediği günahlarda ısrar edip tevbe etmedi­ği sürece iman ile küfür arasındaki bir yerde kalacağına kesinlik kazandırmanın ifade edilmesine imkan sağlar.

Vasıl b. Ata, bu delilleri serdetmiş ve ondan da "el-Munye ve´l-Emel" sahibi naklet-miştir. Böylece biz, İmam Zeyd (r.a)´m bu meselede ve diğerlerinde Vasıl ile müzakere­de bulunduğu, bu konulardaki fikri oluşumuyla onun fikri oluşumunun genel çizgileri itibarıyla uyum arzettiği kanaatine vardık.

Konunun vardığı bu boyutta Zeyd´in mezhebinin görüşleri daha sonraları İmamiyye tarafından üne kavuşturulan görüşle paralellik arzetmektedir. Fakat Mu´tezile, fasıkın tevbe etmeden Öldüğü takdirde cehennemde ebediyyen kalacağı üzerinde ısrar ederek iş­lemiş olduğu büyük günah ölçüsünde azap görmeyeceği kararındadırlar. Belki de Vasıl büyük günah işleyenler için, büyük günah işleyip tevbe etmeden günahlarda ısrarlı oluşu üzerine, cennetle müjdelenen mü´minlerin vasıflarının uygulanamayacağı delilini getirir. Madem ki cennetle müjdelenenlerin dışında kalmaktadırlar, öyleyse onlar için cehen­nemden başka hiçbir seçenek bulunmamaktadır. Ahiretteki menzile ya ebedi cennet, ya da ebedi olarak cehennemdir. Bu duruma göre o kimseyi iman barınağından çıkarması, kesin olarak cennete girmemesi ve ebediyyen cehennemde kalmaya mahkumiyet hükmü izler. Bu görüşlerini, bir kısım büyük günah işleyenlerin ebediyyen cehennemde kala­cakları konusundaki Allah Teala´mn sözüyle temize çıkarırlar. Allah Teala´mn şu sözü bunlar arasındadır:

"Kim bir mü´mini kasten öldürürse cezası, içinde ebediyyen kalacağı cehennemdir. Allah ona gazab etmiş, ona lanet etmiş ve onun için büyük bir azab hazırlamıştır." (Ni­sa 93)

Fakat İmam Zeyd ile İmamiyye, mürtekib-i kebirenin kıble ehli arasında olduğunu, d°layısiyle işlediği suç oranında azap görüp sonra cennet ehliyle birlikte olacağı görü­şündedirler.

174- İmanın artması ve eksilmesi konusundaki tartışmalar, büyük günah işleyen kimse hakkındaki münakaşaların üzerine bina edilir. İman artar ve eksilir mi? Alimler bu konuda ayrılığa düşmüşlerdir. Bir kısım alimler şöyle demişlerdir: İman tasdik ve ka­bullenmekten ibaret olduğu için, artmaz ve eksilmez. Ayrıca amel imanı artırmaz ve ek­siltmez. Böylece ameller imanın bir parçası değildir. Bir kısım alimler de şöyle demiş­lerdir: İman artar ve eksilir. İtaatlerin çokluğuyla artar ve isyanın çokluğuyla eksilir. Ba­zı bilginler de şu yorumu getirmişlerdir: Madem ki kabullenme ve tasdik meydana gel­miştir, öyleyse iman artar fakat eksilmez.

Şayet biz İmam Zeyd´in mürtekib-i kebire konusundaki görüşünden imanın artması ve eksilmesi hakkındaki düşüncesini elde etmek istersek, büyük günah işleyen kişi ko­nusundaki görüşünün delalet ettiği biricik anlayışı, bir taraftan masiyetin İmanı eksilte-meyeceği, taatın da artıramayacağı anlamında, öte yandan sahih bir imanın kesin olarak amel etmeyi gerektireceği manasında imanın artip-eksilemeyeceği biçiminde olurdu. Bu anlamda amel ve iman birbirinin ayrılmaz parçasıdirlar. Zeyd´in bu husustaki görüşü, 1 şöyle söyleyen Ebu Hanife´nin görüşü gibi değildir: İman kalpte sabit bir gerçeklik oldu- | ğu için, günah işlemek onu azaltamaz, itaat etmek de artıramaz. Aynca Ebu Hanife´nin, iman ve amelin birbirinden kopmayan ayrılmaz iki parça olduğu, buna göre amel etme­yen kişinin isyankar ve büyük günah işleyen kişi sayılacağı tarzında başka bir görüşü vardır.

Zeyd´in mezhebinin üzerinde ittifak etmiş olduğu bu mes´ele, gerçeği arama nokta­sındaki İhlasın insanı dosdoğru bir marifete götüreceği kesin kanaatini taşıyan bir kısım doğu felsefecileri ile beraber Mu´tezile´nin görüşüdür.. Dosdoğru marifetin beraberinde tutarlı bir iman oluşur. Tutarlı bir iman da kesin olarak salîh ameli ve güçlü bir davranış sistemini beraberinde bulundurur. Bunların tümü ihlasla başlayıp salih amelle sona eren tek bir doğru çizginin üzerindeki noktalardır. [24]



2-Kader Kon Usundaki Görüşleri


175- Dedik ki, İmam Zeyd´in içinde yaşamış olduğu asır insanın fiilleri ve kadar ko­nusunda birbiriyle çarpışan görüşlerin bol olduğu bir ortamdı.Yine demiştik ki, Cehmiy-ye veya Cebriyye, insanın kendi fiilini yapma konusunda herhangi bir iradesinin bulun­madığını ve yapmış olduklarında serbest iradesinin varolmadığını, aksine onun fiillerin­de, kendi kendine hareket etmeyip, rüzgar önünde kuru yaprak gibi olduğunu söylerler. Yaptığı işleri insana nisbet etmek, gerçek anlamda değildir. Aksine böyle bir nisbet, şöyle diyen kişinin ifadeleri gibidir: Zeyd öldü, ekin bitti, su aktı, ağaç boy attı, meyve olgunlaştı... Bu şeylerden hiç birisinin kendilerine nisbet edilen İşlerde seçme hürriyeti bulunmamaktadır. Bu nedenle onlar, imanın ve kaderin dış görünüşüyle iman ettiler.

Bunların en uç noktasında, kullardan meydana gelen hayır ve şerrin içinde gizlendiği Allah´ın ilmindeki ezeli takdir anlamındaki kader gerçeğini tanımayan Kaderiyye Mezhebi gelmekteydi. Hatta derler ki, her meydana gelen iş, yeni bir durumdur. Yani Allah Teala´nın meydana gelen ilminin taalluk etmesi, o işin meydana gelmesi anında­dır Bu "örüş, Kaderiyye diye adlandırılanların düşüncesini alenen söyleyen Ma´bed el-Cüheni´ye nisbet edilir. Nitekim o, bazı insanları günah işleme konusunda günah işleme­nin Allah Teala´nın kaderi olması şeklinde mazeret gösterirken görmüş ve şöyle demiş­tir: "Kader denen şey yoktur; meydana gelen her iş, yeni bir oluşumdur." Meydana ge­len işlere taalluk eden ilim, yeni bir başlangıçtır. Sanki Allah´ın ezelde ne bir ilmi vardır, ne de Allah Teala´nın ezelde bir iradesi sözkonusudur.

Zeyd, bu görüşler üzerinde etraflıca düşündü ve onlar hakkında büyük bir sapma müşahede etti. Zira birinci görüş, insanın mükellefiyetinin tamamen ortadan kaldırılma­sına götürür. Çünkü mükellef sayma işi, ancak serbest iradeyle mümkün olabilir. Oysa beşeri iradeyi tanımama durumunda serbest iradeye yer verilmemiş olur. Aksine bu dü­şünce gereğince insanın işlediği günahlar, Allah Teala´ya nisbet edilmektedir. Halbuki Allah Teala, böyle bir nisbet edişten münezzehtir. İkinci görüşte ise daha şiddetli bir sa-aplantı söz konusudur. Zira Allah´ın ezeli ilmini ve iradesini nefyettiği gibi , Kur´an-ı Kerim´in nasslarım da yok saymaktadır. Allah Tealamn şu sözleri buna ömek sayılır. "Kıyamet vakti hakkındaki bilgi ancak Allah´ın katındadır.. Yağmuru o yağdırır , ra­himlerde olanı o bilir. Hiç kimsi yarın ne kazanacağım bilemez. Yine hiç kinişe ne´rede öleceğini bilemez." (Lokman 34)

176- Bu noktada, Allah Teala´nın ezeli ilmini ve ezeli iradesini dile getiren, kaza ve kadere inanan, mükellefiyeti ortadan kaldırmayan vasat bir görüşün bulunması zorun­luydu. Böyle bir görüş de. Kaza ve Kadere inanmak, insanı işlediklerinin yapıcısı, ser­best irade sahibi, yaptıklarından dolayı sorumlu, iradesi ve özgürlüğü gereğince sevapla azaba müstehak saymaktan ibaretti. Nitekim böyle bir düşünce Al-i Beyt´le tabiin ara­sında meşhur ve revaçtaydı. Zeyd´in bu seçeneği, Al-i Beyt´le (r.a) arasında bir bid´at teşkil etmez, hatta el-Munye ve´l-Emel sahibi, bu görüşü , Ali Zeynel Abidin (r.a)´a nis­bet etmiştir.

Kuşkusuz bu görüş Abdullah b. Abbas (r.a)´ya da nisbet edlmekte ve kendisinden naklen, Şam ehlinden Cebriyye taraftarların, içinde şu ifadelere yer verilen bir mektup gönderdiği rivayet olunmaktadır:

Siz halka takvadan dem vuruyorsunuz öyle mi? Oysa sizin yüzünüzden müttakiler yolunu ka,betti. Ve güya günah işlemekten alıkoyuyorsunuz. Halbuki sizin yüzünüzden âster türedi. Ey eski savaşçıların çocukları, ey zelimlerin avaneleri ve fasıklann mescid-erınin kasapları! Sizin içinizden ancak Allah´a iftira edenler çıkar; işlediği suçlan Allah?a yükler ve O´na nesbet eder. Yine sizin içinizden, ancak boyun süsü kılıçtan, şahitliğide de Allah´a karşı yalan söylemekten ibaret olan kimse türer. Bu duruma göre mi toplanarak yönetici seçtiniz, yoksa buna göre yardimlaştınız? Halbuki sizin nasibiniz bundan daha bol ve payeniz daha büyüktür. Siz, Allah adına olan hiçbir malı gasbetme-den bırakmayan, sınır taşlarını yerle bir eden, yetimin malını çalan veya ona hıyanet eden kişiyi, bir aray gelerek yönetici seçmeye yöneldiniz. Allah´ın mahlukatmm en ha­bisine, hukuku ilahinin en büyüğünü görev olarak verdiniz. Bir yandan perişan olsunlar diy eleie vererek hak ehlinden yardmı kestiniz, diğer yandan onurlansın ve çoğalsmlar diye batıl ehline yardımcı oldunuz. Niyetlerinizi Allah´a yöneltiniz ve tevbe edeniz. Al­lah tevbe edenlerin tevbesini kabul eder ve kendisine yönelenin yönelişini onaylar."[25]

Böylece anlaşılıyor ki bu düşünce tarzı sahabi döneminin sonlanyla Emeviler döne­minde revaçtaydı ve daha önce işaret ettiğimiz gibi Ehl-i Beyt´in tümüne nisbet olun­maktaydı. Öyleyse zeyd´in bu görüşü seçmesinde garipsenecek bir durum yoktur.

177- Zeyd´in benimsediği bu görüşün hakikati O´nun kaza ve Kader´e iman ile, insa­nı hür, itaat ve günah işlemesinde sesrebst olarak görmesinin arasını birleştirmesidir. Ayrıca Zeyd´in, her ne kadar Allah Telala tarafından bir kahır olmadığını ve O´na karşı bir üstünlük gütme anlamı taşımadığını uygun görmesidir. Çünkü Allah, kulunun küfür eyleminde bulunmasına razı olmaz. Nitekim bu anlayışı, İmam Zeyd´in, dönemine yetiş­tiği Hasan-el Basri (r.a) açıklamış ve demiştir ki: "Her kimAHah´a, O´nun kaza ve kade­rine iman etmezse kafir olur. Her kim işlediği günahın suçunu Allah´a yüklerse kafir sa­yılır. Allah´a, O´nu kötülemek amacıyla itaat olunmadığı gibi, O´na kendi Zatının zorla­masıyla da isyan edilmez. Çünkü insanlar Allah´ın kendilerin mülk olarak bahşettiği şeyleri nedeniyle sınırlı bir mülk sahibi ve kendilerine verdiği yapma kudreti oranında güç sahibidirler. Eğer kullar taat göstererek amel ederlerse, Allah onlarla yaptıklarının arasına girmez. Kullar günah işleyerek amelde bulundukları takdirde Allah düeseydi kendileriyle fiillerinin arasına girerdi. Gerek bir işi yaptıklarında, veya yapmadıklarında onları böyle işlemeye zorlayan Allah değildir. Eğer Allah kulları günah işlemey zorla-saydı, azaba uğratılma işlemini kendilerinden düşürecekti. Ayrıca eğer o kullan tame-men baiboş bıraksaydi, kudreti yönünde acze düşecekti. Lakin Allah´ın kullar hakkında kendilerinden gizli tuttuğu bir dileme yetkisi vardır. Buna göre, eğer itaatta bulunarak amel ederlerse Allah´ın onlara verdiği bir mükafatı; yok şayet günah işleyerek amel ederlerse de, onları aleyhinde hücceti vardır."

Murtaza´nın el-Munye ve´l-Emel adlı kitapta, aralarında İmam Zeyd´in de bulundu­ğu Al-i Beyt imamlarının görüşlerine ait bir portre olarak naklettiği bu mektubun kilit noktasında, Mu´tezile´nin, kaza-kader iîe Allah´ın kalıcı ve etkili iradesinin arasını uzlaş­tırmayı belirten düşüncesi yer almaktadır. Bu mektubun içeriğinden, mezhebi tam anla­mıyla gün ışığına çıkaran şu üç husus, istinbat edilir:

Birincisi: Kaza-Kadere imanın, kulun serbestisini engellememesi gibi, ayrıca Allah

Teala´nın egemenliğinin umumiliğine ve kudretinin kapsamlı oluşuna da mani teşkil ete-memesidir.

İkincisi: Allah Teala´mn insanoğluna kendi seçme yetkileriyle iş yapabilme gücünü vermiş olmasıdır. İnsanlar, Allah Teala´mn kendilerine bahşettiği emanet bir kuvvetle fi­iliyatta bulunurlar. Bu nedenle Hasan Basri, insanların Allah Teala´mn kendilerine ver­diği kudret oranında güçlü olduklarını, yine insanın Allah´ın verdiği mülk nedeniyle çok sınırlı bir mülk sahibi olduğunu söyler. Buna göre insanın iradesi, Allah´ın yarattığı şey­ler arasındadır.

Üçünüsü: Kulun dilemesinin, Allah Teala´mn dilemesine aykırı düşmemesidir. Al­lah Teaîa´ya kendi zorlamasıyla isyan edilmez. İşte, irade ve meşiet ile rıza ve muhabbet arasındaki farkı bu noktada buluyoruz. Şöyle ki, meşiet ve irade , bazan işlenen günah­lar nedeniyle meydana gelir. Fakat rıza ve muhabbetin işlenen günahlar için kullanılma­sı mümkün değildir. Buna göre Allah Subhanehu ve Teala, kul tarafından işlenen gü­nahları irade eder, fakat o günahlara karşı muhabbet beslemez. Allah Subanehu Tea-la´nıh iradesi, Olay meydana gelinceye değin kimsenin bilmiyeceği kadar gizlidir. Lakin kulun sayesinde mükellefiyetin meydana geldiği serbest kılınmış, hür bir iradesi vardır.

178- el-Munye ve´l-Emel sahibine göre, bu açıklamalar Al-i Beyt mezhebi sayılır. Biz de bu düşüncenin en az İmam Zeyd´e kadar götürülmesinin tutarlı olacağına inanı­yoruz. Bu düşünce tarzı, irade ile ilahi emrin birbirlerinin ayrılmaz parçası olmadıklarını göstermektedir. Buna göre, Hasan Basri´nin de bu şekilde açıklamalarda bulunduğu gibi, Allah Subhanehu ve Teala itaat edilmesini emreder; ancak günah işlemek, Allah´ın me-Şieti doğrultusunda meydana gelir. Fakat emir, muhabbet ve rıza ile ayrılmaz bir parça­dır. Dolayisiyle Allah Teala´mn emretmediği bir işten dolayı razı olması mümkün değil­dir. Ve Allah´ın nehyettiği bir fiile de muhabbeti taalluk etmez.

Lakin Mu´tezile´nin bundan sonraki düşüncesi, İrade-Emir ikilisinin birbirinin ayrıl­maz parçası olduğu tarzındadır. Buna göre Aliah Subhanehu ve Teala bir işi yapılması­nı, ancak meydana gelmesini irade ettiği zaman emreder. Ve bir şeyi de ancak onun meydana gelmesini irade etmediği zaman nehyeder. Buna rağmen meydana gelirse, o zaman Allah´ın iradesi dışındadır.

Ben, elimdeki kaynak eserlerde, Mu´tezile´nin Emir ve İradeyi birbirinin ayrılmaz parçası olarak gördüğünü belgeleyen bir şey bulamadım. Çünkü böyle bir düşünce, üs­tünlük sağlamak amacıyla Allah´a isyan etme noktasına götürür. Oysa Allah Teala´ya as­la üstünlük sağlanmaz. Allah, bu tür düşüncelerden kat kat yücedir. [26]


[16] Şehristani, el-Milel ve´n-Nihal, 2/214.

[17] A.g.e.2/216

[18] Prof. Dr. Muhammed Ebu Zehra, İmam Zeyd, Hayatı, Fikirleri ve Çağı, Şafak Yayınları: 184-186.

[19] Şehristani, El-Minel ve´n-Nihal,l/218.

[20] A.g.e. 1/218

[21] Prof. Dr. Muhammed Ebu Zehra, İmam Zeyd, Hayatı, Fikirleri ve Çağı, Şafak Yayınları: 186-187.

[22] Prof. Dr. Muhammed Ebu Zehra, İmam Zeyd, Hayatı, Fikirleri ve Çağı, Şafak Yayınları: 187-188.

[23] ŞeyhMüfidMuhammedb. Numan (öl. H. 413) Evail el-Makalat, Tebriz baskısı.

[24] Prof. Dr. Muhammed Ebu Zehra, İmam Zeyd, Hayatı, Fikirleri ve Çağı, Şafak Yayınları: 188-192.

[25] Murtaza, el-Munye Ve´l-Emel.

[26] Prof. Dr. Muhammed Ebu Zehra, İmam Zeyd, Hayatı, Fikirleri ve Çağı, Şafak Yayınları: 192-195.