๑۩۞۩๑ Kitap Dünyası - İlim Dünyası Kütüphanesi ๑۩۞۩๑ => İmam-ı Zeyd => Konuyu başlatan: ღAşkullahღ üzerinde 15 Eylül 2010, 19:14:44



Konu Başlığı: Dini fırkalar 2
Gönderen: ღAşkullahღ üzerinde 15 Eylül 2010, 19:14:44
Dini fırkalar 2

137- Hz. Ali (r.a)´ın içinde yaşadığı Irak´ın -ki oraya kaskatı ve sert tavırlı bir kavim hakimdi- onun fikirlerini islam kitlelerinin ortalarına kadar sirayet etmesine izin verme­leri mümkün değildi. Çünkü onlar, Hz. Ali´nin şahsiyeti etrafında öyle şüphe ve kuşku­lar yaratıyorlardı ki, Hz. Peygamber´in ona "Ebu Turab" lakabını vermesini bile onu kü­çük düşürmede maske olarak kullanıyorlardı. Nebi (s.a.v)´in bu künyeyi kendisine baba­nın oğluna muhabbeti gibi bir muhabbet makamında söylediği için Ali (r.a) bununla bü­yük gurur duyardı.

Lakin acaba Hz. Ali (r.a) naklettiklerinin büyük bir bölümünü gizlemek, bu eserle­rin yok olup gitmesine ve hiç kimsenin hatırlamayacağı noktaya varıncaya kadar tarihin dalgaları arasında kaybolmasına yol açmış mıdır!

Şüphesiz ki Ali (r.a) şehit olmuş fakat ardında İslam ilminde otoriter imamlardan müteşekkil tertemiz bir nesil bırakmıştır. Onlar, kendisine uyulan şahsiyetler arasınday­dı. Hz. Fatıma´dan iki oğlu Hasan ile Hüseyin´i ve fikir öncüsü Muhammed b. Hanefiy-ye´yi bıraktı. İşte Ali (r.a) bu ilmi onlara emânet etti. Nitekim İbn Abbas (r.a) kendisi­nin, Rasulullah (s.a.v)´in konuşmasından sonra Ali b. Ebi Talib (k.v)´nin konuşmaların­dan etkilendiği kadar hiçbirinden etkilenmediğini söyler.

İşte bu takva sahibi oğullar, bir hidayet imamı olarak babalarının düşünce mirasım korumayı gerçekleştirdiler ve onu kaybolmaktan kurtardılar. İkamet yerleri Medine olunca da bu mirası beraberlerinde Medine´ye taşıdılar. Bu düşünce birikimini öncekiler sonra gelenlerine rivayet yoluyla naklediyorlardı. Ali Ocağında, Hz. Ali (r.a)´dan nakle­dilen rivayet ilmi vardı. Hz. Ali´nin Rasulullah (s.a.v)´den rivayet ettiklerini kendisinden tam tamına naklettikleri gibi, aynı zamanda fıkıh ve fetvalarını da eksiksiz aktarıyorlar­dı. Böyle bir miras, bu yüce nebevi ocağın koruyucu Örtüsü altındaydı.

Şöyle bir yorum getiren çıkabilir: Kuşkusuz bu haberlerin gizli kalma olayında-uy­durma bilgilerin artırılmasına ve çoğaltılmasına zemin hazırlanmış olabilir. Bu ihtimale karşılık olarak deriz ki: Böyle bir uydurma bilgi artırımının bu değerli aile ocağına aşın sevgi gösterenler tarafından, kaynak gösterilmeden ve dini kuvvete dayandırılmadan oluşturulması mümkündür. Lakin bu şekildeki uygulamanın, en az ihtimalle İmam Cafer Sadik´ta sona eren Ali soyunun aile ocağında yetişen büyük şahsiyetlerin kendilerde ve fikirlerinde meydana gelmesi mümkün değildir. Bu imamlarda, din ilimleri, müttakilik, zahidlik ve İslam mirasını koruma konusunda herhangi bir şaibeye meydan verilmeden tertemiz olarak kendilerine uyulan kişiler olmaları dışında hiçbir şey yoktur.

Dolayısiyle Al-i Beyt nezdindeki bu bilgi birikimini İmam Ali (k.v) evladının taşı-, nıış olması sonra da aynı birikimi kendilerinden sonraki evladına taşıttırmaları garipse-nemez. Ali Beyt´in tamamının ikameti Medine´de olunca da imamın ilmini bazen gizli­ce, bazen de açığa vurarak oraya taşımışlardır. Ne olursa olsun Al-i Beyt´in ilmi, çok zengin terekesinden kendilerine intikal eden Hz. Ali´nin ilmi idi.

Bu ek açıklamayı İbn Kayyim´in, ilmi yalnız dört sahabenin (Rıdvanullahi Teala Aleyhim) ashabına hasretmesi münasebetiyle zikretmiş bulunuyorum. Zaten AH (r.a)´m ilmini belirtmek ve onun nakil tarikma işaret etmek zorunluluğu vardı. Bu konudaki ay­rıntılı yorumu, İmam Zeyd´in (r.a) fıkhı konusunda açıklamada bulunurken yapacağız.

Bizi bu noktada ilgilendiren şey, Medine´nin hicret-i nebevi yurdu olması yanında Emevi döneminde de bir ilim yurdu olduğunu hatırlamam izdir. Zaten tabiinin birçoğu oradaydı ve sahabenin fıkıh anlayışını, özellikle de birçok zamanlar, aralarında Ali, Zeyd, İbn Mes´ud, İbn Abbas, Osman, fıkıh ve tahric konusunda ün salan sahabenin di­ğer yüce şahsiyetlerinin bulunduğu özel şura elemanları ile etraflıca araştırma yapan Ömer´in fıkhını orada rivayet etmişlerdi. [19]


YEDİ FAKİHLER


138- Tabiin arasından sahabe ilmini taşıyan aşağıdaki yedi fakih ün salmıştır: Said b. el-Müseyyeb, Urve b. Zübeyr, Kasım b. Muhammed, Harice b. Zeyd, Ebubekir b. Abdurrahman b. Haris b. Hişam, Süleyman b. Yesar ve Ubeydullah b. Ubeydullah b. Utbe b. Mes´ud. Birisi bunları şu iki beyitte nazım haline getirmiştir:

ilimde yedi deniz kimdir diye sorulsa, Rivayetleri değil ilimden hariç De ki onlar, Ubeydullah, Uj-ve, Kasım, Said, Ebubekir, Süleyman ve Harice.

B" yedi şahsiyetle birlikte daha başkaları da vardır. O şahsiyetlerin ilmini dersler halinde alan İmam Malik (r.a), Ebubekir b. Hariç b. Hişarn ile Ubeydullah b. Utbe´nin yerme Abdullah b. Ömer´in mevlası Nafi´ ile Ebu Seleme´yi bunlar arasında sayar.

Medine fıkhını sadece bunlara hasretmek doğru olmaz. Ancak onlar, ilmi taşıma işi-

nı yapanların en meşhurlarıdır. Oysa sahabe fıkhını nakledenler çoktu. Sahabenin İlmini

» kimseler telakki ettikleri gibi, aralarında Ebu´z-Zinad b. Zekvan, Rabiatü´r-Rey ve

u yi b. Said ile Zeyd (R.A)´m babası Ali Zeynel Abidin´e Öğrencilik yapan İbn Şihab

ez-Zühri´nin bulunduğu diğer şahsiyetler de aynı ilmi almışlardır.

İşte İmam Zcyd (r.a) bunların tamamını görmüştür. Her birinin vefat edişine göre bunların bir kısmını küçük yaştayken, bir kısmımda genç yaştayken görmüştür. Onların rivayetlerinin ilmini tahsil ettiğinden şüphe yoktur. İslami fırkalar üzerinde araştırma yapmak için Irak´a taşınan bir kimse için, kendisine yakın olan bir ilmi alması uzak bir ihtimal sayılmaz. Dolayısiyle bu şahsiyetlerden her birisine birkaç sözle işarette bulun­mak zorunluluğu hasıl olmuştur: [20]


Said b. Müseyyeb


139- O, "yedi fakihler"in ilki olması yanında Medine´deki tabiin fakihlerinin de en gözdesidif. Kureyş´in Beni Manzum kabilesindendir. O (r.a), emirü´1-mü´minin Ömer b, Hattab´ın halifeliği döneminde dünyaya gelmiş ve h. 93 yılında Ölmüştür. Dolayısiyle Osman (r.a), Ali (k.v), Muaviye, Yezid, Mervan, Abdülmelik ve oğlu Velid´in dönemle­rini yaşamıştır. O´nun, Emevi taraftarlarından olmadığı açıktır. Her ne kadar, araştırma­lar üzerine eğilmişse de, hiçbir fitneye bulaşmamış ve hiç kimseyi tahrik etmemiştir. Zi-yad´ı kendi ailesine kattığı ve böylece Nebi (s.a.v)´in: "Çocuk babaya aittir; babası belli olmayana mirastan mahrumiyet vardır." hadisine muhalefet ettiği için Muaviye´nin aley­hinde bulunmuştur. Aleyhlerinde kışkırtmada bulunmamakla birlikte Emevilerin fiilleri­ni kötü karşıladığı konusu meşhur olmuştur. Hatta bir kısım halk, Kabe´de Emevilere beddua etmeyi adadığı için haccetmekten kaçındığını zannettiler. Bu konuda kendisine şöyle soruldu: "Kavmin, seni hacdan engelleyen şeyin Allah adına adakta bulunman ol­duğunu ve Beytullah´i gördüğünde Mervanoğullanna beddua edeceğini iddia ediyorlar." Oda:

-Hayır, böyle bir adak yapmadım. Zaten Allah rızası için hiçbir namaz kılmıyorum ki, o namazda onlara bedduada bulunmuş olmayayım.

Müseyyeb´in Emevioğullarma bakişaçısı böyle olduğuna göre, açıktan belli olmasa bile Ehl-i Beyt hakkında hoş bir alakasının bulunması gerekir.

Müseyyeb, kendisini tamamıyla fıkha yöneltti. Mücahİd´in, Abdullah b. Abbas´in \ mevlasi, öğrencisi, fıkıh ve tefsirinin nakilcisi olan İkrime´nin yönelişi gibi Kur´an-ı Kerim tefsirine eğilmedi. Nitekim Taberi tefsirinde şöyle geçmektedir: "Yezid b. Ebi Yezid´den naklonulur ki: Biz Said b. Müseyyeb´e helal ve haram konusunda soru sorar­dık. Zira o, insanların en bilginiydi. Kur´an-ı Kerim´in herhangi bir ayetinin tefsiri ona sorulduğunda şöyle dedi: "Bana Kur´an´ın hiçbir ayetini ondan önce sormayın. (İkri-me´yi kastederek) önce kendisine hiçbir ayetin gizli kalmadığını ileri süren kişiye so­run."

O, bir grup sahabe ile bir araya gelmiş, onlardan ilim almış ve derslerinde bulun­muştur, özellikle arzu ettiklerinin en başta geleni, önce Rasulullah (s.a.v)´ın yaptığı yorumlamalar, sonra da Ebubekir, Ömer ve Osman´ın yorumlandır. Zeyd b. Sabit´in ilmin­den de faydalanmıştır. Rivayetlerinin büyük bölümü akrabası olan Ebu Hureyre´dendir. Zira Said, Ebu Hureyre´nin kızıyla evlenmiştir. Uz. Ömer´in fıkhını da onun ashabından almıştır. Hatta Hz. Ömer´e ait fıkhın ravisi sayılmıştır. Nitekim O´nun hakkında İbn Kayyim şöyle der: "Ömer´in ravisi ve ilminin taşıyıcısı". Cafer b. Rebia da şöyle der: Irak b. Malik´e Medinelilerin en fakih şahsiyetinin kim olduğunu sordum. Dedi ki: Sahih açısından en fakihleri, Rasulullah (s.a.v)´in yorumlamalarını, Ebubekir, Ömer ve Os­man´ın yorumlamalarını aynı zamanda halk arasında geçerli olanları en iyi bilen Said b. Müseyyeb´dir. Hafızasında en bol hadis bulunana gelince, o da Urve b. Zübeyr´dir. Sen Ubeydullah´tan (Yani Ubeyduüah b. Ubeydullah b. Utbe b. Mes´ud) bir denizin kayna­tılmasını istersen, kendisini kaynatmalısın. Irak: "Bana göre tamamının ilmini bir araya topladığından dolayı onların en fakihi İbn Şihab´dır" der. Zühri ise: "Ben ilmi şu üçün­den elde etmiş oldum: İnsanların en fakihi olan Said b. Müseyyeb; kovaların bulandıra-madığı bir deniz durumunda olan Urve b. Zübeyr, bir de Ubeydullah ki, başkalarında bulamadığın bir ilmin varış yolunu Ubeydullah´ta bulmak istiyorsan isabetli iş yapmış olursun."[21]

Said, bütünüyle fıkha yönelmiştir. Onun hadis ilmine ilgi duyması, Nebi (s.a.v)´in yorumlamaları marifetiyle, bir de raşid halifelerin sahabeden nakledilen belgelere daya­narak yaptıkları yorum getirmelerle ilgilenmesi nedeniyledir. En çok alıntı yaptıkları da, Ömer b. Hattab´ın yorumlarıdır. Said, Hz. Ömer´in getirdiği yorumlarla yetindiğine göre, onun görüşlerinin de fıkih´ta bir yerinin, bulunması gerekir. Zira Hz. Ömer fıkhının, ki­tap veya sünnette açık delili bulunmayan konularda kendi içtihadlarımn çokluğuyla özellik kazanmıştır. Devletin egemen olduğu toprakların genişlemesi, böyle bir fıkhı, bu şekildeki yorum getirmelerle fetva vermeleri gerektiren hadiselerin gelişmesi nedeniyle Hz. Ömer´in dönemi, ortaya hüküm koyma, yorum getirme ve fetvalarda bulunma asn dır.

Bu nedenle Said b. Müseyyeb sık sık kendi içtihadına dayalı fetvalarda bulunuyor­du. Nitekim A´lam el-Muvakkîn adlı kitapta şöyle denilmektedir: "Said b. Müseyyeb´in geniş bir fetva alanı vardı. îbn-i Vehb, Muhammed b. Süleyman Muradi´den, o da Ebu Ishak´tan şöyle zikreder: "Onun zamanında ben bir adam görüyordum. Adam birşeyler sormak için huzura giriyor, halk onu, diğerlerinin fetvalarını beğenmediği için Said b. Müseyyeb´in meclisine varıncaya kadar meclis meclis dolaştırdı. Onu, "cesur Said b. el-Müseyyeb" diye Çağırırlardı. Saidb.Müseyyeb´in vefatı esnasında İmam Zeyd´in yaşının onuç-ondört dolayında bulunduğu düşünülebilir. Öyleyse Zeyd´in onu görmüş olması ve kendisine aşina bulunması gerekir. [22]


2- Urve b. Zübeyr


140- O tabiin dönemindeki Medine fıkhına açıklık getirme konusunda büyük paylan bulunan yedi fakihlerin ikincisidir. O. Abdullah b. Zübeyr´in öz kardeşi müminlerin ana­sı Hz. Aişe´nin kızkardeşinin oğludur. Hz. Osman b. Affan´ın halifeliği döneminde doğ­muş ve h. 94 senesinde yani Ali Zeynel Abidin (r.a)´ın vefatı yılında ölmüştür. Buna gö­re o Muaviye´nin Ali b. Ebi Talib (k.v)´ye karşı düzenlediği fitne hareketine yetişti. Da­ha önceden kardeşi Abdullah ile Mervanoğlu arasında geçen tartışmayı idrak ettiği gibi, Mervanoğulları devletinin Velid b. Abdulmelik dönemine de kavuşmuştur. Belki de kar­deşinin bu işte bayağı mı davrandığını, yoksa gerçekten durumu hakkında kendisinden yardım mı istediğini bilemeyeceği için bu tartışmada iki taraf arasında çekimser davran­mıştı. Her ne olursa olsun, onun kendisini bütün varlığıyla ilmi araştırmalara verdiği açıkça ortaya çıkmaktadır. Urve hem fıkıh, hem de hadis dersleri almıştı. Öğrencisi İbn Şihab ez-Zühri´nin de belirttiği gibi, hadis alanında "kovaların bulandıramayacağı bir deniz" idi. İbn Müseyyeb Medine´deki tabiinin en fakihi olduğuna göre, Urve de Hadis açısından en doyuraculanndandı. Dinin fıkıh anlayışını sahabenin bir bölümünden ve farz kılınan şeylerde, ilim ve ahkam konusunda Öncü durumunda olan, onların en seçki­ni, mü´minlerin anası Aişe (r.anh)´dan ders almıştır. Nitekim Hz. Aişe´den Kasım b. Mu-hammed b. Ebubekir ile Urve b. Zübeyr nakiller yapmıştır. Urve, Hz. Aişe´nin hadisleri­ni insanların en iyi bileniydi. Hatta kendisi şöyle demiştir: "Aişe´nin ölümünden önce sen beni dört delille donanmış görürsün. Ve ben derim ki, o ölse de yanındaki hadisler­den dolayı nedamet duymaz; çünkü onların hepsini ben kavradım."

Böylece, dersler halinde edindiği hadis ve fıkhı kitap halinde bir araya getirmeye il­gi duyduğu ortaya çıkmaktadır. Hatta birçok kitaplar yazmış olduğu, ancak Allah´ın ki­tabı yanında bir kitap daha olacağı endişesini hissetmiş ve bu kitapları yok etmiştir. İbn Hişam da şu rivayette bulunmuştur: onun birçok kitapları vardı. Onları Harre Savaşı gü­nünde yaktı." Fakat bundan sonra pişman olmuş ve şöyle demiştir: "Vallahi bana göre onlar, ailem ve malım kadar sevimli idiler."

Buradan anlaşıldığına göre o bir muhaddis ve rivayet yönü ağır basan bir fakih idi. Urve, Zeyd ondört-onbeş yaşlarındayken vefat etmiştir. Zeyd´in onunla buluşması icabe-der. Çünkü onların dersleri Mescid-i Nebevi´deydi. Zeyd´in onunla buluşmadığını dü­şünmek, ancak onun bu Mescid-i Şerife girmediğini farzetmemizle mümkün olabilir. [23]


3- Ebu Bekir b. Ubeydurrahman el-Haris



141- O, "yedi fakihler"in üçüncüsüdür. onun da vefatı Urve ve Zeynel Abidin gibi h. 94. senesindedir. O derece dini geleneklere bağlı, zahid ve abid idi ki, kendisine "Ku-reyş´in rahibi" denilirdi. Sahabenin birçoğundan rivayette bulunmuştur. Kendilerinden

rivayette bulunduklarının en başta geleni, ümmü´l-mü´mihin Hz. Aişe ile yine mü´minle­rin anası Ümmü Seleme´dir. Ebubekir, fakih ve aynı zamanda muhaddisdi. Fakat fetva verme konusunda Said b. Müseyyeb´in cesurluğu kadar cesaret gösteremiyordu. Bu ne­denle onun fıkıh anlayışına da dirayetçilik değil, rivayetçilik egemen olmuştur. [24]


4- Kasım b. Muhammed b. Ebu Bekir


142- "Yedi fakihler"in dördüncüsü ve ümmü´l-mü´minin Hz. Aişe´nin kardeşinin oğ­ludur. H. 108 yılında vefat etmiştir. İmam Zeyd, gençliğinin ilk yıllarında hadis ve fıkhı yengesi ümmül-mü´mininden ve Abdullah b. Abbas (r.a)´dan almıştı. Hadisleri, Allah Teala´nın Kitabı´na ve Rasulullah (s.a.v)´ın sünnetinden meşhur olanlarına vurarak metni konusunda eleştirmenliğini yapan bir muhaddisdir. Aynı zamanda da fakihdi. Böylece onun şahsında fıkıh ve hadis bir araya gelmiş oldu.

Onun hakkında öğrencisi ve İmam Malik´in şeyhi olan Ebu´z-Zinad b. Zekvan şöyle diyor: "Fıkıh ilmini ondan daha iyi bilenini görmediğim gibi, sünnete de ondan daha fazla aşina olanını görmedim." Böylece dindarlığı yanında kendisinde gayret, zeka ve tuttuğu işte sonuca ulaşma eğilimi hasletlerinin bulunduğu ortaya çıkıyor. Bu nedenle Malik (r.a), Ömer b. Abdurrahman´ın, Kasım hakkında şöyle dediğini rivayet eder: "Eğer benim herhangi bir konuda problemim olsaydı Teymoğullanndan şu adamı yetkili kılardım." (Kasım b. Muhammed´i kastediyor.) [25]


5- Ubeydullah b. Vbeydullah b. Utbe b. Mes´ud


143- "Yedi fakihler"in beşincisi olan bu zat, h. 99 (h. 98 olduğuda söylenir) yılında vefat etmiştir. Birçok sahabeden rivayette bulunmuştur. Kendilerinden rivayette bulun­duğu kişilerin başta gelenleri, İbn-i Abbas, Hz. Aişe ve Ebu Hureyre´dir. Hadis ilmine aşinalığı yanında fetvaların temel ilkelerini iyi yakalayan bir fakih idi de. Bütün bunla-nn yanında şairliği de vardı. Böylece kendisinde hem hadis, hem fıkıh ve hem de Şiir buluşmuştu. Aynı zamanda Ömer b. Abdulaziz kendisine öğrencilik yapmıştır. Ömer b. Abdulaziz´in şahsiyetiyle düşüncesinde derin iz bırakması nedeniyle onun katında takdir ve ta´zim mevkii vardı, onda fıkıh ve hadis o şekilde toplanmıştı ki, hiçbirini diğerinden farklı saymak imkanı yoktu. [26]


6-Süleyman b. Yesar


144- "Yedi Fakihler"in altıncısı olan bu zat da Nebi (s.a.v)´in hanımı olan Meymune 1 "aris´´n mevlası idi. Onu mükateb yaptığı ve ödediği takdirde hürriyetini sağlaya-

îr mıtar parayla kendisini yükümlü kıldığı, bu parayı da ödediği rivayet olunur.

Şöyle söylediği kendisinden nakledilir: "Birgiin TTz. Aişe´nin huzuruna çıkmak için ken­disinden izin istedim. Sesimi hemen tanıdı ve:

-Sen Süleyman mısın?

-Evet, Süleyman´ım dedim.

-Ödemen gerekli olan parayı ödedin mi, yoksa vaz mı geçtin?

-Evet, ödedim ama az bir miktar kaldı.

-O halde girebilirsin. Çünkü üzerinde ödeyeceğin miktar kaldığı sürece sen kölesin, dedi.

Süleyman, Zeyd b. Sabit, Abdullah b. Ömer, mü´minlerin anneleri Meymune, Aişe ve Ümmü Seleme´den rivayetlerde bulunmuştur. Onun, çok ince ve derin bir kavrayışı vardı. İlminin insanlarla sürekîi temas halinde olmasını ve durumlarıyla hemhal olmayı temenni ederdi. Ömer b. Abdulaziz Medine´de vali olduğunda, Medine çarşısının denet-leyicisiydi. H. 100. senesinde vefat etmiştir. [27]


7- Harice b. Zeyd b. Sabit


145- Bu fakihlerin yedincisi olup, h. 100. yılda vefat etmiştir. Babası Zeyd b. Sabit gibi "Fakihürre´y" idi. Babasının ilmine varis olmuş, babasının ün saldığı özellikler olan re´y yanlısı olmak ve miras hukukuna aşinalık, onun üzerinde de etkisini göstermiştir. Bu nedenle Harice´nin rivayet yönü daha zayıf, kendi yorumuyla fetva verme ciheti ise daha güçlüydü. Miras hukuku konusunda tam bir ilme sahipti. İnsanların miraslarını Al­lah´ın kitabına göre taksim ederdi. Mus´ab b. Abdullah: "Harice ve Talha b. Abdurrah-man b. Avf, kendi zamanlarında fetvaları aranan kişilerdi. Halk onların görüşleri ile sü­kuna ererdi. Evlerden, hurmalıklardan ve gayri menkullerden oluşan mirasları varisler arasında taksim ederler, vesikaları doldururlardı" demiştir.

Nitekim o, iyi bir alim ve halkın yorumlamalarına başvurma gereğini duyduğu bir fakihti. Halkla içice bulunur, problemlerine derman olur ve mallarım aralarında taksim ederdi. Fakat bununla birlikte Medine´de çok ibadet yapmakla ün salan abid kişilerden biriydi. Hatta bu durum kendisini halktan soyutlamaya kadar götürmüş, işin sonunda uz­lete ve yalnız yaşamaya mecbur kalmıştı.

146- Bunlar, tabiin döneminde Medine fukahasının en belirgin yedi fakihidir. Bu fa­kihlerin dışında daha çokları var idiyse de, bunlar kadar ün salmam ıslardır.

Burada birkaç durumu gözden geçirmemiz gerekmektedir:

Birincisi: Bu zatlardan üçü -Urve, Kasım ve Süleyman- mü´minlerin anneleri ile ge­rek akrabalık ve gerekse mevlalık bağıyla ilişkili bulunuyorlardı. Dolayisiyle nakilleri­nin çoğunu onlardan yapmışlardır. Bu itibarla onlar, Nebi (s.a.v)´in aile ocağıyla da sü­rekli ilişki içerisindeydiler. Öyleyse ilişkilerinin aynı zamanda Nebi (s.a.v)´in sülalesi ile

de güçlü bir bağlantı içerisinde olması zorunludur. Özellikle hadislerin sükuna eriştiği ve Ehl-i Beyt´e ilimle huzur veren Ali Zeynel Abidin zamanında... Şüphesiz bu bağlantı­yı İmam Ali Zeynel Abidin´in oluşturduğu halkla sıcak ilişki ve onlarla haşir-neşir ol­mak takviye etmiştir. Bu ilişkiler onun mevkiinden hiçbir şey eksiltmemiş, aksine yüce­liğini, şerefini ve itibar görmesini artırmıştır.

İkincisi: Bu fakihler sadece rivayet fakihleri değillerdi. Aksine aralarında rivayet alimleri bulunduğu gibi, Allah´ın kitaoı´nda ve Rasulullah´ın sünnetinde rastlanmayan konularda içtihat yapan fakihler de vardı. Bunlar, selef fıkhını etüd ediyorlar, ona göre hüküm çıkarıyorlar, hakkında Kur´an, Sünnet veya sahabe sözlerinden oluşan açık bir delil bulamadıkları konularda akıllarında yoğrulup duran şeylerle, Nebi (s.a.v)´in ve ra-şid halifelerin meşhur olan yorumlamlanyla hüküm çıkararak fetva veriyorlardı. Onlar arasında üzerlerinde rivayet ilminin etkili olduğu kişiler de vardı. Urve b. Zübeyr gibi böyle kimselerde, fıkıh ilmi ve fetva verme işi zayıf kalıyordu. Ama bunların çoğunluğu üzerinde fetva vermek ve içtihat yapma yönü ağır basmaktaydı.

İşte bu durum bize, her ne kadar aynı dönemde rivayetciliğin büyük payı olsa da, re´y fıkhının tabiin arasında büyük payı olduğu imajını veriyor. Re´ye dayalı fıkıh akımı sadece Iraklılarla bağımlı kalmamış aksine aynı akım Medine´de de var olmuştur. Ancak Medineliler arasındaki re´y fıkhı ile Irakhlardakinin farkı, Iraklıların re´yi sadece kıyas üzerine oturtmalarıdır. Kıyasların dayandırıldığı gerekçeleri arayıp çıkarabilmek için sa­dece meydana gelen meselelerle ilgili konularda fetva vermekle yetinmeyip, aksine var­dıkları kıyas gerekçelerini uygulama alanına koymak amacıyla, meydana gelmemiş olayları da var sayıyorlardı. Medine fakihlerine gelince, onlardaki re´yin çoğunluğu sa­habenin yorumları ve fetvalarından oluşan kaynak haberlere göre hüküm çıkarmak ve açık delil bulunmayan konularda da mesalih-i amme´yi gözetmek şeklindeydi. Onlar, sa­dece meydana gelmiş olaylar hakkında fetva veriyorlardı.

Üçüncüsü: "Yedi fakihler"le çağdaşları olan Abdullah b. Ömer´in mevlasi Nafi´, Abdullah b. Abbas´ın mevlası îkrime gibi kimselerin ve bunların İbn Şihab ez-Zühri gibi öğrencilerinin tamamının fikhi etkinliklerine, Rasulullah (s.a.v)´in mescidinde veya da­ha önce işaret ettiğimiz gibi kendi evlerinde Rasulullah (s.a.v)´den naklen aldıkları riva-yeüerdeki etkinliklere devam etmeleridir.

Zeyd genç yaşta ve ilmi elde edebilecek dönemde iken tüm bunların etkinlikleri de­vam ediyordu. Daha önce işaret ettiğimiz gibi Zeyd´i bu zatların ilmiyle şereflenmekten engelleyecek herhangi bir engelin bulunabileceğini varsaymamız mümkün değildir. An­cak bu, ders almak veya peşlerinden ayrılmamak biçiminde olmasa bile bu zatların var-ıgi nedeniyle oluşan ilmi atmosferden yararlanma biçiminde düşünülebilir. Yoksa eydın böyle bir atmosferden mutlak soyutlanmasını farzetmek imkanı yoktur. Çünkü şekil düşünce, Ehl-i Beyt´in dedeleri (s.a.v)´in mescidine girmeyi boykot etmeleri an­gındadır. Bunu farzetmek ise makul olmaktan çok uzaktır. Hiçbir akıllı böyle bir düşünceyi varsayamaz. Bunun da Ötesinde soyu pak ve tertemiz olan babasının hayatını bu ilim meclislerinde geçirdiğini, böyle meclisleri arayıp durduğunu ve daha önce işaret et­tiğimiz gibi tabiinden herhangi birini dinlemek için safları yarıp öne geçmek istediğini biliyordu. Değerli oğlunun da asaletli babasının yolundan uzak kalması düşünülemez. Özellikle de Zeyd´in ilmi nerede olursa oisun alması ve daha önce işaret ettiğimiz gibi fırka yanlılarının nezdindekini bilmek için ta Basra´ya kadar yolculuk yapması bunun kanıtıdır.

Böyle bir dönemde ortaya çıkan bir mes´elede; re´y konusunda ve Hadisin yanında re´y ile hüküm vermenin ölçüsü hususunda söz hayli uzamıştır. Bunlarla ilgili şu kadarı­nı söyleyelim: [28]


RE´Y VE HADİS



147- Şehristani el-Miîel ve´n-Nihaî adlı eserinde şöyle der: "ibadetlerle tasarrufa! konusundaki vak´a ve olaylar, smırlandırılamayan, sayılması mümkün olmayan şeyler­dendir. Şunu da kesin olarak biliyoruz ki, her olayla ilgili nass gelmemiştir. Esasen böy­le bir durum düşünülemez bile. Nasslann bir sonu olduğuna göre zaten sonu bulunma­yan şeyleri sonu bulunanlar denetim altına alamaz. Kesinlikle bilinmektedir ki, her hadi­senin özünde bir içtihadın bulunabilmesi için içtihat ve kıyasın muteber sayılması zo­runludur.

Nitekim sahabe Rasulullah (s.a.v)´in Refik-i A´la´ya göç etmesinden sonra ardı arası kesilmeyen sınırsız hadiselerle karşı karşıya kaldı. Oysa ellerinde Allah Teala´nın Kita­bıyla Rasulullah´m aşina oldukları sünneti bulunmaktaydı. Hal böyle olunca önce Al­lah´ın Kitab´im dayanak alıyorlar, eğer imdatlarına yetişecek şeyi o kitapta bulamaz­larsa, o zaman hadis hafızlarının ezberlediklerinden öğrenegeldikleri Rasulullah´m sün­netine sığınıyorlardı. Eğer o konuda hiçbir hadis de hatırlamıyorlarsa nasslar üzerine bi­na etmek suretiyle yahut İslam´ın ruhu, aynı zamanda Kur´an ve sünnetle uyum sağlaya­cak şeylere dayanarak kendi görüşlerine göre içtihad ediyorlardı.

İşte bu nedenle sahabe kendi görüşleriyle hüküm vermek zorunda kaldı. Ancak re´y ile hüküm vermenin dozajında ayrılığa düştüler. Sahabe´nin bir bölümü nass bulamayın­ca fetva vermekle yetiniyor, diğer bölümü de re´y ile hüküm veriyor, başka bir kısmı da şu hadis-i şerifin hükmü altına girmemek için Rasulullah (s.a.v)´e karşı yalan isnad et­mekten nefsini sakındırıyordu: "Her kim bile bile bana yalan isnad ederse cehennemde­ki yerini hazırlasın." İşte bu sakınanlardan birisi Abdullah b. Mes´ud (r.a)´dır. Ebu Amr eş-Şeybani şöyle der: "Yıllarca Abdullah b. Mes´ud´un meclislerinde bulunmuştum. "Rasulullah (s.a.v) şöyle buyurdu" demesin; her defasında "Rasulullah (s.a.v) şöyle bu­yurdu" dediğinde onu bir titreme alındı. Her zaman bu ifadenin aynısını veya bunun benzerini yahut da yakın anlamlısını söylerdi."

İbn Mes´ud kendi re´yi ile fetva verdiğinde şöyle derdi: "Bunu kendi görüşüme da­yanarak söylüyorum; eğer doğru ise bu Allah´tandır. Eğer yanlışlık varsa o benden ve şeytandandır." Kendi görüşü daha önce bilgi sahibi olmadığı bir hadisle uyum sağlayın­ca son derece sevinirdi, onun hakkında meşhur olan Mufavvida konusunda olduğu gibi. Mufavvida, kendisine mihir takdir edilmeyen ve kocasının onunla zifafa girdiği kadın­dır. Bu konuda şöyle demiştir: "Onun mihri. eksik ve fazla olmaksızın kendi ailesinden akranlarının mihri kadardır." Bunun üzerine o mecliste bulunan iki kişi Rasulullah (s.a.v)´in de aynen onun yorumlaması gibi yorum yaptığı ile ilgili şahitlik yaptılar.

Sahabe dönemi böylece sona erdi. Aralarında Kitap ve sünnet´ten bir nassa rastlaya-madıklan zaman sık sık re´ye başvuranları vardı. Ömer b. el-Hattab, Ali b. Ebi Talib, Zeyd b. Sabit, Abdullah b. Mes´ud ve Abdullah b. A´<,bas bunlar arasındadır. Diğer bir kısmı da çekimser davrananlar ve re´ye sık sık müracaat etmeyenlerdir. Bunlar arasında da Abdullah b. Ömer, Abdullah b. Amr b. As ve diğerleri bulunmaktadır.

148- Nihayet tabiin dönemi geldi. Onlar arasında da çekimser kalanlar Kitap ve sün­netten hiçbir nass bulamadığında sık sık re´ye başvuranlar olmak üzere iki grup oluştu. Bu iki grup arasındaki uçurum ileri boyutlar kazandı. Öyle ki, çekimser davrananlar nass bulunmayan yerlerde hemen fetvaya koşuşmuyorlar, ancak çok dar sınırlar içerisin­de re´y ile hüküm veriyorlardı. Kendi nefislerini fitne akımlarından korumaları, Allah´ın dini konusunda hiçbir hüccet ve apaçık bir yetki belgesi bulunmadan şunun helal, bunun haram olduğu yorumunu getirmemeleri için böyle bir metodu muteber saymaktaydılar. Re´ye başvurmak mecburiyetinde kaldıkları zaman tıpkı ölü eti yahut domuz eti yemek zorunda kalanlar gibi ancak re´yden sınırlı miktarda yararlanıyorlar ve zaruret sınırını geçmiyorlardı. Re´ye sık sık başvuran diğer gruba gelince, onlar da kendilerince sahih bir hadis bulamadıkları zaman bu yola fazlaca başvurmakta, sahih hadisleri ayıklama konusunda çok ince elemekte idiler. Bu yöntemin, kendileri için, kendi re´ylenyle fetva vermekten daha hayırlı olduğu görüşünü savunuyorlar ve rivayetlerinde şekk illeti bulu­nan kişilerin rivayet ettikleri hadisleri kabul ederek söylemediği şeyleri Rasuluîlah´a ifti­ra etmektense doğru veya yanlış olsun, kendi görüşlerine başvurmayı yeğliyorlardı. Özellikle de Hariciler ve diğer akımların fitneleri döneminde Rasulullah (s.a.v)´e karşı yalan uydurmalar artış gösterdi. Kadı lyad, Rasulullah (s.a.v)´e karşı yalan konusunda bir kısım nedenlerini sıralamış ve uydurmacılar konusunda şöyle söylemiştir:

"Bunlar arasında çeşitli gruplar vardır. Bir grubu, ya Zenadıka ve benzerleri gibi şa­nını yüceltir gibi göstermek ve küçümsemek amacıyla, yahut faziletler, rağbet uyandır­malar konusunda hadisler yakıştıran kara cahil softalar gibi dindarlığını göstermek ve kendi sapık düşüncesinin ince hesabını yapmak için, yahut da modernistlerin felsefesi gibi namım duyurmak ve garip şeyleri meşrulaştırmak amacıyla, veyahut bid´atçılarm Propagandacıları ile mezheplerin aşın tutkunları gibi hüccet uydurmak ve aşın taraftar toplamak gayesiyle, veyahut da dünya ehlinin muradettikleri isteklere uyum sağlamak, yapmış oldukları şeyler konusunda mazeret taleb etmek bahanesi ile Rasulullah (s.a.v)´in asla söylemediği şeyleri uyduranlardır. Böylece sanat ve biyografi erbabı nez-dinde yukarıdaki tabakalardan her tabakanın bir cemaatı belirginleşmiştir. Uydurmacıla­rın diğer bir grubu da sahabe ve başkalarının konuşmalarına, Arapların, hukemamn öz­deyişlerine yöneliyorlar ve hemen onları Nebi (s.a.v)´e nisbet ediyorlardı.[29]

149- Böylece Zeyd (r.a)´in içinde yaşadığı tebe-i tabiin dönemi gelip çam. Ve Zeyd de daha öncekilerin içinde bulunduğu ortama girmiş oldu. Bu defa da fakihlerden oluşan iki grup arasındaki gedik ileri boyutlara ulaştı. Artık her grubun kendi simgesini taşıyan bir nişanı oluştu. Nihayet İslam beldelerinden her belde için bu iki metottan birisi şöhret buldu. Bir kısım tarihçiler Medine´nin rivayet fıkhıyla ün saldığını, Irak´ın da re´y fıkhı­nın vatanı olmakla şöhret bulduğunu zikrederler. Bu bakış açısı öylesine müthiş bir ilgi gördü ki, neticede fıkhi değişmez gerçeklikler mertebesine ulaştı. Biz, Irak´taki re´y fa-kihlerinin Hicaz´daki kardeşlerinden daha çok olduklarından, Hicaz´daki rivayet fakihle-rinin de oradakilerden daha çok olduklarından şüphe etmiyoruz. Ancak biz, Irak fıkhı­nın topyekün re´y fıkhı ve Hicaz fıkhının da topyekün rivayet fıkhı olduğunu kesin ola­rak söyleyemeyiz. Şüphesiz rivayet ekolü Irak´ta ün saldığı gibi, Medine ve diğer Hicaz şehirlerinde de re´ye dayalı hüküm verme benimsenmiştir. Nitekim Medine fıkhını en güzel tarzda temsil eden "Yedi Fakihler"in en büyüklerinin, fetva vermekten hiç çekin­meyen, hatta kendisine "cesur" lakabı takılan îbn Müseyyeb olduğunu gördük. Re´ye ce­saret gösteremeyenin çokça fetva vermeye de cesareti olamaz. Rivayet kalıbı içinde sıkışıp onun dışına çıkamayan kişi de cesurca fetvalar vermekle nitelendirilemez. Riva­yet edilen hadislerin dairesi içerisinde kalan ama fetva vereceği konuda nass veya nakle­dilmiş bir hadis bulamadığında benzer hadisleri araştırıp sık sık onların metoduna göre standart bir ölçü tesbit eden kişi ancak cesur olmakla nitelendirilebilir.

150- Gerçek şu ki, hakkında nass bulunmayan konularda re´y zorunlu bir değer ola­rak alınmadıkça fıkıh elde edilemez. Fakat tabiin ve tabe-i tabiin dönemlerinde gerek kendilerine ders veren otoritelerin ve gerekse o otoriteler nezdinde sabit değer olan riva­yetlerin değişiklik arzetmesiyle fıkıh ekolleri de farklı görünüm arzediyordu. Nitekim Veliyullah ed-Dehlevi, bu ekollerin farklı görünüm yansıtması konusunda aşağıdaki bil­giyi veriyor: "Tabiin alimlerinin herbiri için kendi anlayışına göre bir mezhep oluştu. Böylece her beldede bir imam nasbedildi. Örnek olarak Medine´de Said b. el-Müseyyeb ve Salim b. Abdullah b. Ömer, bu ikisinden sonra da Zühri, Kadı Yahya b. Said, Rabia b. Abdurahman gibiler, Mekke´de Ata b. Ebi Rebah, Kufe´de İbrahim en-Nehai ve Şa´bi, Basra´da Hasan el-Basri ve Yemen´de Tavus b. Keysan gibiler... Allah gönüllere ilim aş­kı verdi de bu ilimlere ilgi duydular. Hadisleri, sahabenin fetva ve temel görüşlerini on­lardan naklen aldılar. Bu alimlerin mezhepleri ve gerçekletirmek istedikleri kendi süb­jektif algılamalarına göredir. Fetva soran kişiler, o mezheplerin sınırları içerisinde fetva­larını sordular. Meseleler kendi aralarında dönüp dolaştı. Yorumlamalar yalnız onlara iletildi. Said b. Müseyyeb, İbrahim ve bu ikisinin ashabı, fıkhın bütün konularım bir ara­ya topladılar. Onların her konuda geçmiş büyüklerinden aldıkları temel ilkeleri vardı. Nitekim Said b. Müseyyeb ve ashabı, Haremeyn ehlinin fıkıh dalında insanların en tu­tarlı oldukları görüşündeydiler. Mezheplerinin kökeni Abdullah b. Ömer, Aişe ve İbn Abbas´ın fetvalarıyla Medine kadılarının yaptığı yorumlamalara dayanmaktadır. Bunlar arasında kendilerine elverişli olanları bir araya toplamışlar, sonra da ibret almak ve de­netlemek için tekrar gözden geçirmişlerdir."

"İbrahim ve ashabı da Abdullah b. Mes´ud´la ashabının fıkıh dalında insanların en tutarlısı olduğunu uygun görüyorlardı. Nitekim Alkame, Meşruk´a şöyle demişti: "Aca­ba Abdullah´tan daha tutarlı kimse var mıdır?" Ebu Hanife de Evzai´ye: "İbrahim, Sa-lim´den daha güçlü bir fakihtir. Sahabilik üstünlüğü olmasaydı, neredeyse Alkame´nin Abdullah b. Ömer´den daha güçlü bir fakih olduğunu söyleyecektim" demiştir. İşte Mez­hebinin kökeni Abdullah b. Mes´ud´un fetvaları ile Ali´nin yorumlamaları ve fetvalarına birde, Şureyh ile diğer Küfe kadılarının yorumlamalarına dayanmaktadır. Onlar arasın­dan Allah´ın en uygun gördüklerini bir araya toplamış, sonra da Medinelilerin Medine kökenli rivayetlerde yaptıkları gibi rivayetleri üzerinde seçmelerde bulunmuştur."

"Onların tahriç edişleri gibi o da tahriç yapmış ve her konudaki fıkıh meselelerini kendisine göre hulasa etmiştir. Said b. Müseyyeb, Medine fakihlerinin en tatlı dillisi, Hz. Ömer´in yorumlamaları ile Ebu Hureyre hadislerini en iyi ezberleyeniydi. İbrahim de Küfe fakihlerinin lisanı en tatlı olanıydı. Bir şeyden söz ettiklerinde herhangi birisine nisbet etmeseler bile çoğunlukla sözleri açık veya imalı, yahut benzeri yollarla bir zata mensup olurdu. Böylece beldelerinin fakihleri ikisinin etrafında toplanıyor, onlardan ri­vayette bulunuyor, o rivayeti iyice kavrıyor ve tahriç ediyorlardı."[30]

Dehlevi başka bir yerde de şöyle diyor: "Her alimce tercih edilen görüş, kendi bel­delerinin ve otoritelerinin mezhebidir. Çünkü o alimler, ancak bu otoritelerin tutarlı gö­rüşlerine en çok aşina olan, geçerli saydıkları temel ilkeleri en iyi kavrayan kimselerdir. İşte İbrahim´in kalbi de kendi beldesi otoritelerinin üstünlüklerine daha eğilimliydi. Böylece Hz. Ömer, Hz. Osman, İbn-i Ömer, Hz. Aişe, îbn-i Abbas, Zeyd b. Sabit ve on­ların Said b. Müseyyeb gibi ashabının mezhebi, (kuşkusuz Müseyyeb, Hz. Ömer´in yo­rumlamalarını, ayrıca Ebu Hureyre, Urve, Salim, Ata´, İbn-i Yesar, Kasım, Zühri, Yahya b. Said, Zeyd b. Eşlem ve Rabia´nın hadislerini en iyi ezberleyen kişiydi.) Medine´Hlere göre Örnek alınmaya diğerlerinden daha layıktı. Çünkü Nebi (s.a.v) Medine´nin faziletleri konusunda açıklamalarda bulunmuş, ayrıca Medine her asırda fakihlerin sığmağı ve alimlerin de toplantı merkezi olmuştur. Dolayısiyle İmam Malik´in Medine fukahasını, hüccetlerini gözü önünden hiç ayırmadığını görüyoruz. Abdullah b. Mes´ud ve ashabının ekolü ile Hz. Ali, Şurayh, Şa´bi´nin yorumlamaları, bir de İbrahim´in fetvaları ise Kufeli-lere göre örnek alınmaya daha layıktı."[31]

151- Dehlevi´nin bu açıklamaları göstermektedir ki, Medine fıkhı yahut genel anla­mıyla Hicaz fıkhı ile Irak fıkhı arasında sünneti örnek alma açısından metot farklılığı gi­bi bir ayrıcalık bulunmamaktadır. Ancak bu ihtilaf, otorite şahsiyetlerin ihtilafıdır. Hep­si de Allah´ın Kitabı ve Rasulullah (s.a.v)´in sünnetine göre hüküm verme üzerinde bir­leşmektedirler. Tabii ki onlarda o zaman sahabenin rivayetlerine tabi oluyorlar, orada da bulamazlarsa Kitab´a, sünnet´e ve sahabenin görüşlerine uygun biçimde hüküm çıkarı­yorlardı. İşte re´y´e dayalı fıkıh bu noktada gündeme geliyor.

Medine fıkhı ile Irak fıkhı arasındaki gerçek ayrıcalık, aşağıdaki üç noktayı ortaya çıkarmaktadır:

Birincisi: Medinelilere göre Hz. Ebubekir, Hz. Ömer ve Hz. Osman´ın yorumlarıyla fetvaları, ayrıca İbn Abbas, Zeyd b. Sabit ve mü´minlerin anası Aişe´nin fetvaları, bir de Ebu Hureyre´nin hadisleri esastır. Iraklılara göre İse İbn Mes´ud´un hadis ve fetvalarıyla, Ebu Musa el-Eş´ari´nin, bir de Şurayh´ın yorumlamaları esas kabul edilmiştir. Böylece ihtilaf, ilim otoritelerinin ihtilafı olmuştur.

İkincisi: Medİne´lilere göre rivayet zenginliği ağır basmaktadır. Bu durumda riva­yetleri esas kabul etmek ağırlık kazanır. Meseleleri çok bol olan sahabenin yorumlama-lanyla bu kaynak rivayetlere dayandırılan görüşlerden oluşan rivayet kökenli fıkıh maddesi daha sağlam ve kuvvetli olur.

Üçüncüsü: Tabiin fetvalarının Medine´deki içtihad çevreleri nezdinde yüce bir yeri ve saygınlığı vardı. Bu fetvalar, birçok zamanlar zorlayıcı yolla olmasa da ılımlı bir at­mosfer içerisinde izlenmiştir. Irak fıkhındaki tabiin görüşlerine gelince, aynı yüce mevki onlara verilmemiştir. Bazı durumlarda uyum sağlamış görünse bile bu, sırf izlenmek için değil, ancak fikrin oluşumunda bir rastlantı nedeniyledir.

Böylece Medine´de re´y akımının bulunduğu anlaşılmaktadır. Çünkü nerede fıkıh varsa orada muhakkak araştırma sonucu nasslardan hüküm çıkarmanın bulunacağı, ayrı­ca hakkında nass bulunmayanların hükmü hususunda nass bulunanların hükmüne uyar-lamanın da gerekli olacağı değişmez bir gerçektir. Re´y de ancak böyîe bir durumda kendini gösterir. Fakat Medine´ye özgü re´y akımı, rivayete dayanan kaynak haberlere uyarlanır. Böylece re´y, rivayetin bir benzeri olur; onun metodunun dışına çıkamaz. Kaynak haberden uzaklaşmayıp, ancak aynı anlamı ifade eden bir hükme yaklaşım gös­terir. O hüküm re´ye istinad etse bile yine rivayetlerin dairesi içerisinde kalır.

Bu açıklamalardan, kaynak haberlerin Medineliterde fazla, İrak´ta ise az olması ne­deniyle, Irakhlardaki re´y akımının Medinelilerdeki bu akımdan daha çok olduğu şüphe­ye yer vermeyecek şekilde anlaşılmaktadır.

Belki de, Medine re´yi kıyasa çokça veya en azından Iraklıların kıyasa itimatlar! öl­çüsünde bel bağlamazken, Irak re´yi kıyas, kıyas istihsam ve Iraklılar arasında yaşanan gelenekleri kendisine dayanak edinmekteydi. Aksine Medine re´yi mesalih-i mürsele ile Medineliler arasında uygulanan gelenekleri esas alıyordu. Medine gelenekleri ile Irak gelenekleri arasındaki fark, Medine ile Irak arasındaki fark gibidir. Şöyle ki, Irak sapık inanışların, behimi duyguların ve bid´atların vatanı; daha öncelere gidilirse çeşitli eski dinlerin vatanıdır. Medine´ye gelince, orası İslam´ın öz vatanıdır. İslam orada gelişmiş ve orada sığınak bulmuştur. Sahabe ve tabiinin örnek yaşantılarının izleri oradadır. O beldenin gelenekleri, şüphesiz İslam´ın özünden doğmuş ve birçok biçim alışlarında İs­lam´ın ilkeleri ona kaynaklık yapmıştır.

152- İşte bu, re´y ve hadis arasında cereyan eden fıkhi yönelişler konusundaki ihti­laftır. Şüphesiz re´y ile hüküm verme işi İmam Zeyd´in en olgun yaşa ulaştığı bir dönem­de artış gösterdi. Böylece bu tutum genel yapısıyla bilimsel ve özel olarak fıkhi araştır­malar biçiminde müstakil bir şekil aldı. Zeyd bir taraftan re´y ile hüküm verme konusun­da çekimser davranan hadisçilerin ve rivayetçilerin metoduna vakıf olduğu gibi, öte yandan re´yin her iki metodu üzerinde de bilgi sahibi idi. Hem Medine fakihlerinin pren­sip edindikleri re´y ile hüküm vermeyi, ayrıca Nebi (s.a.v) ile sahabenin yorumlamaları­na göre uyarlama yapmalarını, hem de mesalih-i mürsele ile hüküm vermelerini yakın­dan biliyor, hem de Iraklıların re´ye ağırlık verişlerini ve kıyaslarda benimsedikleri me­totları gayet iyi tanıyordu. Özellikle de Zeyd´in başlattığı hareket Kufe´de, Irak fıkhının vatanında gerçekleşti. Orada, kıyas metodunun baş otoritesi Ebu Hanife ile buluştu. Ebu Hanife Zeyd´den nakillerde bulundu ve onunla ilmi tartışmalar yaptı. Bu nedenle Ebu Hanife, Zeyd´in, zamanındaki alimlerin en bilgini olduğu yargısına vardı.

Durum böyle olunca, acaba Zeyd fıkhı metodunda, gelişigüzel bir re´y ile mi, veya kökeni maslahat olan bir re´y ile hüküm verip onu İmamiyye´nin fıkıhlarında geliştirerek imam Cafer Sadık´a nisbet ettikleri istishab şeklinde mi açıklıyor, yoksa bazı fakihler tü­müyle içinde boğulmaktan sakındırmış da olsalar, tamamı kıyas ile yargıya varmanın tu­tam bir metotları sonuca gitme olduğunu ikrar etmeleriyle birlikte, ayrıca kıyasın doza­jında ayrılığa düşmelerine rağmen sünni fıkhının çoğunluğunun metot edindiği kıyasla mi hüküm veriyordu? Nitekim o fakihlerin birisi şöyle dedi: "Kıyas içinde boğulan kişi, eredeyse sünnetten uzaklaşacaktı." Yoksa Zahirilerin yaptığı gibi yalnız istishab ilkesi e vetinerek re´ye hiç mi yer vermiyordu? İşte bu konular, üzerinde tartışmaları gerçek-eştıreceğimiz, sırf varsayım ve takdir yetkisine dayalı olarak değil, derin araştırma ile üzerine bina edeceğimiz hususlardır. [32]



ASRIN DURUMUNUN ÖZETİ


153- Bu asrın durumu hakkındaki tartışmaları ayrıntılarıyla verdik. Bunun nedeni, İmamın dönemine açıklık getirmenin araştırmamızın bir parçası oluşu ve İmamın ancak kendi verimli arazisinde filizlenen, kendi atmosferinde ürün veren büyük, ulu bir ilim ağacı olmasıdır. Böyle bir müçtehid fakih, asrının meyvelerinden bir meyve, çağında ve çağının dalgalanmalarında iz bırakan bir şahsiyettir. Yine o, kendisinden öncekilerin ne­ticesi, kendisinden sonra gelenlerin de başlangıcıdır. Çünkü insanlığın numunesinde ve fikir önderinde asrının görüntüleri yansır. Kendi tabiatlarındaki ışığı hem yaşadıkları as­ra, hem de takibeden ileri asırlara taşırlar.

Nitekim biz, İmam Zeyd (r.a) döneminin İslam´ı çeşitli yönleriyle anlamayla ilgili bir oluşum dönemi olduğunu görmüştük. İşte bu dönemde akaid alanında fikir oluştur­ma felsefesi gelişti. Bundan dolayı içlerinden ehl-i kıble olanlar tevhid´in özüne ve Risa-let-i Muhammediye´nin cevherine dokunmadan geçiştirseler bile yine de İslam akidesi etrafında laf üreten fırkalar oluştu. Onların hepsi de kendilerine göre kelimenin tarn an­lamıyla Allah Teala´yı noksanlıklardan tenzih etmek istediklerinden dolayı zat ve sıfat­ları konusunda laflar edip ihtilafa düştüklerine göre Haşviyyeler ve diğer sapitanîar hak­kındaki şu takdir yetkimizi ortaya koyalım: Onlar, ehl-i imandan olmadıkları gibi, ilim ehli olmaktan da nasiplenemeyen kişilerdendirler.

Yine bu asırda alimler siyasi görüşler ortaya koymaya başladılar. Peşinden, uğrunda kılıçların sıyrıldığı fikri çatışmalar netlik kazandı. Bu çatışmalar, mezheplere ve fraksi­yonlara dönüştü. Böylece çeşitli şube ve fraksiyonlanyla Şia ile Harici Mezhebi, aynı zamanda Ehl-i Sünnet ve´l-Cemaat Mezhebi adı verdikleri mezhepler oluştu.

Aynca bu asırda fıkhi metotlar hudutlarını tesbit etmeye, belirli simgesi ve görüntü­leri olan açık, net çizgilerle görünüm kazanmaya başladı. Böylece Medine´deki fıkıh alimleri metotlarını görüntüleyiverdiler. Bu asırda İmam Malik ilim peşinde koşuyordu. Sonra da ilim kürsüsüne oturdu. Iraklıların metodu ise netlik kazanmaya ve simgelerini belirginleştirmeye koyuldu. Bu metotlar açıklık kazanıverdi ve onları Ebu Hanife uygu­lama alanına koydu. Böylece o da bu ders kürsüsüne oturmuş oldu.

Nitekim Evzai de Şam´da rivayetlerden kaynaklanan bir metot görüntülüyordu. Ev-zai, görüşleri itibariyle İmam Malik´e yakınlık arzediyordu.

Ayrıca Leys, Mısır´da yine İmam Malik´e yakınlık arzeden bir metot görüntüledi. Şu kadar var ki, birkaç meselede ona muhalefette bulunmuş ve ulaştığı sonuçların çoğunda İmam Malik´e uyum sağlamıştır.

154- İmam Zeyd´in, duyup öğrenmek istediği her ilmi konuda bir gezintisi vardır. Nitekim onun siyaset alanında bir cevelanı vardır. Bu alanda mücadele vermiş, münaza­ra yapmış, şii görüşlerin ortasında içinde insaf ve adalet bulunan bir görüşle ortaya atılmis bu görüş için davette bulunmuş, uğrunda savaşmış, nihayet onun yolunda şehit düş­müştür. Yine onun, akideler etrafında cereyan eden meselelerle ilgili bir görüşü vardır ki, bu görüşü alenen söylemiş, onunla tanınmış ve ün salmıştır. Her ne kadar neyin mü­cadelesini verdiğinin farkında değil İdiyse de. Çünkü Zeyd (r.a) dini hakikatlerde, özel­likle de itikada ilişkin konularda mücadele etmenin şüpheye neden olacağını, şüphe ile birlikte de imanın zayıflayacağını biliyordu. Doiayisiyle fikrini beyan ettiği meseleler konusunda verdiği mücadelenin akide etrafında odaklaştığım bilmiyordu. Her ne kadar bu meselelerle kucaklaşmakla ün salmış da olsa. O, Allah´ın ayıpladığı bir konuda mü´minlerin dışına çıkmamak için Allah´ın Zatı konusundaki meseleleri tartışmasız bir şekilde ilan etmekten geri durmadı. Zira Allah Subhanehu şöyle buyuruyor: "Onlarsa Allah hakkında mücadele ediyorlar. Halbuki O, azabı pek şiddetli olandır." (Ra´d 13)

İmam Zeyd, fıkıh alanına, Al-i Beyt´in miras bıraktığı şeye aşina olan bir kişinin edasıyla dalış yaptı. Ve o mirası, Medine´de görmüş olduğu ilimle geliştirdi. Al-i Beyt´in yanında bulunan miras Medine´nin ilminin dışına çıkmıyor, daha uygun bir ifadeyle ona ters düşmüyordu. Medine ilminden, ancak görüşlerdeki ufak-tefek ayrılıklar ölçüsünde, bakış açılan değiştiğinden dolayı biraz ayrılıyordu.

İşte şu anda onun siyaset alanındaki ve akide etrafındaki görüşleri ile fıkhı konusun­da konuşmamızın zamanı geldi. Allah Teala´dan bu yolu bize müyesser kılmasını, onun tanıtımında ve açıklamasında bizim başarılı olmamızı sağlamasını niyaz ederiz. Şüphe­siz O, yolun en doğrusunu gösterendir. [33]



[19] Prof. Dr. Muhammed Ebu Zehra, İmam Zeyd, Hayatı, Fikirleri ve Çağı, Şafak Yayınları: 150-155.

[20] Prof. Dr. Muhammed Ebu Zehra, İmam Zeyd, Hayatı, Fikirleri ve Çağı, Şafak Yayınları: 155-156.

[21] A´lam el-Muvakkiin,l/18

[22] Prof. Dr. Muhammed Ebu Zehra, İmam Zeyd, Hayatı, Fikirleri ve Çağı, Şafak Yayınları: 156-157.

[23] Prof. Dr. Muhammed Ebu Zehra, İmam Zeyd, Hayatı, Fikirleri ve Çağı, Şafak Yayınları: 158.

[24] Prof. Dr. Muhammed Ebu Zehra, İmam Zeyd, Hayatı, Fikirleri ve Çağı, Şafak Yayınları: 158-159.

[25] Prof. Dr. Muhammed Ebu Zehra, İmam Zeyd, Hayatı, Fikirleri ve Çağı, Şafak Yayınları: 159.

[26] Prof. Dr. Muhammed Ebu Zehra, İmam Zeyd, Hayatı, Fikirleri ve Çağı, Şafak Yayınları: 159.

[27] Prof. Dr. Muhammed Ebu Zehra, İmam Zeyd, Hayatı, Fikirleri ve Çağı, Şafak Yayınları: 159-160.

[28] Prof. Dr. Muhammed Ebu Zehra, İmam Zeyd, Hayatı, Fikirleri ve Çağı, Şafak Yayınları: 160-162.

[29] Bkz. Kitab et-Tarih et-Teşri* el-İslamİ, Üstadımız Merhum Muhammed (Bey) el-Hudri 87.

[30] Hüccetullahi´l-Baliğa, İ/143.

[31] A.g.e. 144

[32] Prof. Dr. Muhammed Ebu Zehra, İmam Zeyd, Hayatı, Fikirleri ve Çağı, Şafak Yayınları: 162-167.

[33] Prof. Dr. Muhammed Ebu Zehra, İmam Zeyd, Hayatı, Fikirleri ve Çağı, Şafak Yayınları: 168-169.