๑۩۞۩๑ Kitap Dünyası - İlim Dünyası Kütüphanesi ๑۩۞۩๑ => İmam-ı Şafi => Konuyu başlatan: ღAşkullahღ üzerinde 11 Eylül 2010, 21:09:48



Konu Başlığı: Sünnet
Gönderen: ღAşkullahღ üzerinde 11 Eylül 2010, 21:09:48
Sünnet

144- Sünnetin Hüccet Olması Hakkındaki Sözler:


Kur´ân-ı Kerîm´den hüküm, alma hususunda îmam Şafiî´nin yolunu zikrettik. Gördük ki, o, bu hususta tuttuğu yolu açıkladı ve dinde Kur´-ân´ın hüccet olduğuna ve bunun isbatına temas etmedi. Çünkü bu husus, bir Müslümanın nazarında delile muhtaç değildir. Dînî hükümleri isbat hususunda Kur´ân´ın hüccet olduğunu inkâr eden kimse dinden çıkmış olur, ona tevbe lâzımdır. Tevbe etmezse katlolunur. Sünnete gelince, Şa­fiî Sünnetin hüccet olduğunu inkâr eden bâzı kimselere rasladı. Bu sözün vebali altına giren bâzı insanlarla karşılaştı. Kur´ân´ın ahkâmı üzerine Sünnetle hüküm ziyâde edilemiyeceğini söyleyen kimselerle görüştü. Çün­kü Sünnet Kur´ân´ı beyan eder, ona bir şey ziyâde edemez, diyorlardı. Bunlardan başka haber-i vahidin hüccet olduğunu inkâr edenleri gördü. Şafiî hem bunlara, hem onlara karşı, dînî hükümleri isbât hususunda Sün­netin hüccet olduğunu isbât ve müdâfaa için delüler getirmek zorunda kaldı. Râvîleri mevsuk kimseler olan haber-i vâhidlerin delil olacağım gösterdi. Er-Risâle´sinde bu delilleri zikretti, EL-Um´de bu delilleri kayıd ve tescil etti. Sünnetin hüccet olmasını inkâr eden veya Sünnetle Kur ân´a ziyâde yapılmasını tanımayan, veyahut haber-i vahidi delil olarak almayan kimselerle yaptığı münakaşa ve mücâdeleler El-Üm´de tesbit  edâ etmistir. [1]



145- Sünnetî Hüccet Olarak Almak Istemeyenle Şafii´nin Münakaşaları:


Bu fırkaların görüşlerini, Şafiî´nin naklettiği üzere, beyan etmekte söze başlayalım. Çünkü bu fırkalar târihin karanlıklarına gömülmüşler­dir, onlann nâmı, nişanı kalmamıştır. Ancak onların görüşlerini çürüt­mek veya onlardan korunmak için Şafiî ve emsali gibi zâtların anlattık­larından onların görüşlerini öğreniyoruz.

Şafiî, El-Üm´de Cimâu´-llim kitabında kaydediyor. lemâ´a muhalefet eden bu adamlar üç mezhebe ayrılırlar. Her mezhebin taraftarları var­dır. Birinciler Sünnetin hüccet olmasını büsbütün inkâr ederler. İkinciler Sünneti Kur´ân´la beraber olunca hüccet tutarlar; başlı başına delil al­mazlar. Yalnız Kur´ân´ı hüccet olarak alıp Sünneti tanımayan birinci mezheb erbabının görüşlerini Şafiî şöyle anlatıyor: "Kendi mezheblerin-ce ilim mensublarmdan sayılan onlardan biri bana dedi ki: Sen Arabsm, Kur´ân senin mensup bulunduğun Arapların diliyle indi. Sen Kur´ân´ı en iyi bilensin. Kur´ân´da Allah´ın inzal ettiği farzlar mevcuttur. Onlarda bir kimse şüphe etse, Kur´ân´da iltibâse düşse onu tevbeye davet edersin, tevbe ederse ne âlâ, yoksa katledersin. Allâhu Teâlâ Kur´ân hakkında şöyle buyurur: ´Onu her şeyi beyan için indirdik.´ Allah´ın farz ettiği bir jjey hakkında sen veya başkası, nasıl olur da bir defa bu farz âm´dır, başka defa bu hâss´dır demek caiz olur? Bir defa emir farz içindir, baş­ka bir defa, emirde delâlet vardır, ibâha için de olur, diyebiIİyorsunuz? Bu gibi ayrılıklar ne de çoktur. Bir veya iki veyahut üç Hadîs var, on­ları bir adamdan, o da başkasından rivayet ediyorsun, Hadîs böylece tâ Resûlullâh´a ulaşıyor. Halbuki gerek sen ve gerekse senin mezhebince gi­denler, görüyorum, kendilerini gördüğünüz ve doğru sözlülük ve hıfızda başkalarından ileri tuttuğunuz kimselerden hiçbirini yanlışlıktan, unut­maktan, sözünde hatâ etmekten tebrie etmiyorsunuz. Belki bakıyorum, siz de, birçokları için, falan şu Hadîsde hatâ etti, filân o Hadîsde hatâ et­ti, diyorsunuz. Haber-i vâhidle (ilm-i hâssa ile) bir şeyi helâl veya ha­ram kıldığınız bir Hadîs hakkında bir kimse: Bunu Hz. Peygamber söy­lememiştir, siz veya size bunu haber veren yanılıyorsunuz, ya size bunu söyleyen veyahut siz yalan söylüyorsunuz, dese, bu sözünden dolayı onu dinden çıkmış sayıp tevbeye davet etmiyorsunuz. Ona: Bu söylediğin ne kötü sözdür, demekle iktifa ediyorsunuz. Durumları vasfettiğiniz gibi olan kimselerin haberleriyle Kur´ân-ı Kerîm´in hükümleri arasmda fark yapmamak bir kimse için hiç caiz olur mu? Onlara göre bir şeyi verip ve yasak etmek suretiyle onların haberlerini Allah´ın Kitabı mertebesin­de tutmanız yerinde midir?"

Bu fırkanın ona karşı sözlerinin ve delillerinin özeti şudur: "Kur´ân-ı Kerîm´de her şeyin beyanı mevcuttur. Kur´ân-ı Kerîm Arapça olup Arap dilini ve Kur´ân´ın vaz´ettiği Arapça üslûbunu bilmekten başka bir be­yana ihtiyaç yoktur. Kur´ân´m beyanından başka beyan olamaz. Riva­yet olunan Hadîsleri, kimsenin nazarında yalandan, hatâdan, unutmak­tan berî sayılmayan birtakım adamlar rivayet etmektedir. Bu gibi kim­selerin rivayet ettiklerinin, delâleti ve sübûtu kat´î olan Kur´ân´a yakm tutulması, ne suretle olursa olsun, doğru sayılamaz. Tabi´ olanı matbu´la bir yere toplamak kabilinden olsa bu yakışmaz. Bunları delil alan sözlerde Sünnetin Kur´ân mertebesinde olmadığını teslim ediyorsunuz. Na­sıl olur da onu tahsîs veya takyîd veyahut tafsil suretiyle beyan edip ke­sip atacak ?"[2]

Bunlardan görülüyor ki, bu görüş Sünneti yıkmak istiyor, onu İslâm fıkhının usûlünden bir asıl ve esas i´tibâr etmiyor. Şafiî, bu mezhebin neticesinin cidden büyük bir şeye yol açacağını beyan etmiştir. Çünkü bu mezhebe bakılırsa, namazı, zekâtı, haccı ve diğer Kur´ân´da mücmel olarak zikrolunan ve ancak Sünnetle beyan edilen farzları anlayamayız. Yalnız lügat mânâlarından çıkanı anlarız. Namazdan, namaz ismi ıtlak olunacak kadarı, zekâttan, zekât denecek kadarı farz olur. Diğerleri de böyledir. Günde iki rek´at kılsa, Allah´ın Kitabında olmayanlar üzerime farz değil, bununla namaz yerini buldu dese, herkesçe farz olduğu bilinen zekâtta da böyle yapsa. Halbuki, bunları bilmek, dînin zarurî emirlerin-dendir. Böyle söyleyen kimsenin İslâm´la ilgisi yok demektir.

Üç mezhebden ikincisi: Sünneti ancak Kur´ân´da bulunan bir şey hakkında olursa kabul eder. Yâni Sünnet, Kur´ân´dakini te´kid eder, on­da olanı beyan ederse delildir. Şafiî, bu fırkanın görüşünü şöyle anlatı­yor: Birinci mezhebde olanlardan başkaları dediler ki: "Kur´ân´da olan­lar hakkında haber, yâni Sünnet kabul olunur. Kur´ân´da bulunmayanlar hakkında ise birinci fırkanın sözüne yakm sözler söylediler... Bunun ne­ticesi de nâsih, mensûh, hâss ve âmm bilinip birbirinden fark edileme­mektedir."

Görüldüğü veçhile, bu mezheb Kur´ân´da bulunan hususlar hakkında vârid olan Sünneti kabul ediyor, Kur´ân´da bulunmayanlar hakkında ka­bul etmiyor. Yâni onlara göre Sünnet, Allah´ın Kitabında olanlara ziyâ­de yaparak yeni bir hüküm getiremez. Çünkü Kur´ân´dan onu te´kid eden bir şey bulunmaz, Kur´ân âyetlerinden onu destekleyen olmaz.

Ehli Sünnet ve cemaata muhalif olan bu mezheblerin üçüncüsü: Bun­lar, Sünneti kabul eder, ancak haber-i vahidin delil olmaaını reddederler. Yalnız mtttevâtir, inüstafîz ve meşhur olan Hadîsleri alırlar. Daha kısa ta´birle ancak ahbâr-ı âmmeyi kabul ederler. Bu fırkanın görüşünü ve delillerini beyan hususunda sözü yine îmam Şafiî´ye bırakalım, onları bi­ze o anlatsın:

"Bunlardan bir fırka, Hz. Peygamberin (Ona salât ve selâmı olsun) Hadîslerini tesbit etmenin ümmete lâssm olduğunda bizimle birleşiktir­ler. Sünneti reddedenlere kargı kullandığım delilleri, onlar da Sünnetin hüccet olduğunu isbata yeterli görürler. Onlara karşı geleni sıkıştırırlar. Onlardan bir cemâat benimîe toplu ve müteferrik hallerde konuştular. Gerek toplu konuştuklarında, gerekse teker teker konuştuklarında söy­ledikleri sözleri, verdiğim cevapları aynen bellemiş değilim. Onların de-üHerini nakzetmeğe çalıştım. Dediklerimden bâzılarını tesbit ediyorum. Onİ&n üsâsn edecek sandığım bâzı şeyleri zikrediyorum. AUah´fiUur´bem korumasını diler, bağanlar temenni ederini. Onların dedikleri aöztercfon-bır kîν şöyledir: Hâkimler ve müftiler ancak ihata ettikleri cihetle hük­medip fetva verebilirler. îhâta ise zahirde ve bâtında hak olduğu, doğru olduğu bilinmekle, Allah indinde buna böylece şehâdet etmek demektir. Bu da Kitabla, ittifakla kabul edilmiş olan Sünnetle ve insanların icma´la kabul ettikleriyle olur. Onda ayrılığa düşmemelidirler. Ö takdirde hük­mün hepsi birdir. Onlardan ancak bu dediklerimizi kabûî etmemiz gere­kir. Meselâ Öğle namazı dört rek´atbr. Çünkü bunda asla niza´ yoktur. Müslümanlardan buna karşı gelen olmamıştır. Bunda kimsenin şüphesi

Süimeün bir kısanını inkâr edin. bu fırka, Sünnetin ancak seksiz şüp-hesiss olanını, nizaa düsülnıemi§ bulunanını kabul etmektedir. Şâfil böyle Hadîsleri bilmeğe ilm-i ihata, diyor. Çünkü bu zahiri ve bâtını bilmektir. Her taraftan inceleyip doğruyu kavramaktır. [3]


146- Şafîî, Sünnetin Hüccet Olduğunu Îsbat Eden Deliler Getîriyor:


Müslümanların kabul ettiklerine muhalefet eden üç fırkanın sözleri bunlardır. Bunların bir kısmı bütün Sünnetin hüccet olduğunu inkâr edi­yor. Diğer bir kısmı Sünnetin ancak Kur´ân´da bulunan umuru beyan edenlerini, Kur´ân´ın desteklediklerini kabul ediyor. Üçüncü bir kısmı da Sünnetin herkesçe kabul edilip meghur ve mütevâtir olanlarım kabul ediyor,

Mekke ve Bağdad halkının Hadîs yardımcısı ve savunucusu adını verdiği, fıkıh târihinin, hattâ îsiâm düşüncesi târihinin şaşmaz Sünnet

tarafçisı unvanına lâyık gördüğü bir genç, bu sözlerin topunu birden red­detmek için ortaya atıldı. Bu zât, Şafiî´dir, Allah ondan razı olsun.

Şafiî, Risâle´sinde Kitâbu´İIah´dan arka arkaya hüccetler getirerek ise bağladı. Evvelâ birinci fırkaya reddederek Hz. Peygamberin Sünneti­nin hüccet olduğunu isbat etti. Şafiî´nin o hüccetlerini, onun sözlerinden alarak onun getirdiği mantık kıyaslariyle birlikte zikredelim. Tâ ki onla­rın kuvvet derecelerini görelim ve istikametlerini bilelim.

Birinci delil: Alîâhu Teâlâ, kendisine îmanla Resulü Hz. Muhammed´e îmânı birlikte zikretmiştir. Ona îmân etmek, ona kavillerinde, fiillerinde ve takririnae itaati îcâbeder. Öyleyse Hz. Peygamber´in Sünnetim bu dîn-i mübînin, şer-i kerîmin kaynağı i´tibâr etmek gerekir. Allâhu Teâlâ´-nın şu âyetleri, birinci ve ikinci mukaddemeyi isbat eder: ´ Allâh´a ve Resûlifne iman edin, Resulü öyle ümmî bîr Peygamberdir id, Allah´a ve oram sözlerine inanır. Ona tabi´ olun, umulur ki hidâyete ulaşsrsıssz."[4], "Ancak o kavimler M, Allah´a ve Resûlü´ne inandılar, Peygamber?le be­raber bir işe karar verinek için toplandıklarında, ondan; izin almaksızın gitmezler[5]

Bu iki âyet-i kerîme, Peygamber´e îman, islâm´dan bir cüz olduğun­da sarihtir ve bu sarahatlariyle birinci mukaddimeye delâlet eder, her iki âyette de Peygamber´e tabi´ olmanın vücûbu îmanla birlikte sâkrolunmak-tadır. Böylece bu iki âyet-i kerîme ikinci mukaddimeye de delâlet eder. Çünkü îmânın semeresi tabi* olmaktır, Peygamber´e îman etmek vâcib olup da onun kavillerine, fiillerine ve takrirlerine tabi´ olmak vâcib olma­sın, bu asla ma´kûl olamaz. Bu iki irmka.ddime böylece sabit olunca netî-ce sabit olur ki, o da Hz. Peygamber´in Sünnetinin mutlaka hüccet olma­sıdır.

ikinci delil: Hak Sübhânehû ve Teâlâ, Kurfân-ı Kerîm´de beyan bu­yurur ki, Hz. Peygamber (Ona salât ve seîâm olsun) Kitabı ve hikmeti öğretmektedir. O âyet-i kerîmeler şunlardır:

"Yâ Rab, İçlerinden onlara, Senin âyetlerini okuyan, onlara Kttâb´ı ve hikmeti öğreten, onları kötülükten arıtan bir Peygamber gönder. Aziz ve Hakim ancak Sensin."[6]

"Nitekim Biz size, aranizda, âyetlerimizi okuyan, sizi kötülüklerden temizleyen, size Kitabı, hikmeti öğreten ve bilmediklerinizi size bil­diren fetr Peygamber gönderdik."[7]

"Ancl olsun ki, Allah, onlara, kendi âyetlerini okuyan, onîam antan, onlara Kitabı ve hikmeti öğreten kenelerinden bir Peygamber göndermekle mü minlere iyilikte bulunmuştur. Halbuki onlar, önceleri apaçık sapıklıkta idiler."[8]

Bu âyetlerde zikrolunan Kitab, Kur´ân-ı Kerîm´dir, hikmet ise Hz.. Peygamber´in Sünnet-i Seniyyesidir. Ehl-i ilimden Şafiî´nin beğendiği zât bunu böyle tefsir etmiştir. Çünkü âyette Kur´ân zikrolunuyor, ardından da hikmet söyleniyor. Öyleyse hikmet Kur´ân´dan başka ve fakat onun cinsinden bir şey olması lâzraıgelir. O takdirde, buradaki hikmet Hz. Pey­gamber´in Sünnetidir, demekten başkası caiz olamaz. (Doğrusunu Allah bilir.) Şafiî bu mânâyı açıklamak ve desteklemek için diyor ki: "Zîrâ hikmet, Allah´ın Kitabiyle yanyana zikrolunmuştur. Allâhu Teâlâ, Re­sulüne itaati farzetti ve onun emrine uymağı insanlara mecburî kıldı. lt-tibaı lâzımgelen ancak Allah´ın Kitabı ve sonra da Sünneti olmak lâzun-gelir. Çünkü yukarıda anlattığımız gibi, Allâhu Teâlâ Resulüne îmânı kendisine îmanla birlikte zikretmiştir. Peygamber´in Sünneti, Allâhu Teâ-lâ´nın Kitabında murad ettiği mânâyı beyan etmektedir. Bu hâssa da, âmmeye de delildir. Sonra âyette hikmeti Kitabın ardısıra getirmiş, hik­meti ona tabi´ kılmıştır. Resulünden başka, halktan hiçbirine böyle bir şey nasib etmemiştir."

Üçüncü delil: Allâhu Teâlâ, Resulüne itaati ve tabi´ olmağı mü´min-lere farz kıldı. İtaat edilmesi farz olan bir kimsenin sözleri de itaat eden­ler tarafından tutulmak gerekir, onlara karşı gelen âsî olur. Bu i´tibarla Hz. Peygamber´in Sünnet-i Seniyyesi, bu parlak şeriatta hüccet ve delil olur. Birinci kaziyyenin delili şudur: Hak Sübhânehû ve Teâlâ Kur´ân-ı Kerîm´de kendisine itaati tasrih ettikten sonra ardısıra Resulüne itaati emretmektedir. Peygamber´e isyan, Allah´a isyan addolunmuştur. Kur´-ân-ı Kerîm´de bu konudaki âyetlerden bir kısmı şunlardır:

"Allah ve Resulü bir iş hakkında hüküm verdikten sonra, mü´min erkeğe ve mü´min kadına işlerinde artık muhayyerlik yapma olmaz. Kim Allah´a ve Peygamber´ine karşı gelirse şüphesiz ki apaçık bir sapıklığa sapmış olar."[9]

"Ey îman edenler, Allah´a itaat edin, Peygamber´e ve sizden buyruk sâhübi olanlara itaat edin. Eğer bir şey hakkında nizaa düşüp çekişirse­niz ?Allah´a ve Âhiret gününe inanınız varsa? onun hallini Allah´a ve Peygamber´e bırakın. Bu, hayırlı ve netice i´tibâriyle en güzel olur."[10]

"Allah´a ve Peygamber´ine kim itaat ederse, işte onlar, Allah´ın ni´-metine eriştirdiği Peygamberler, sıddîklar (doğrular), şehtdler ve sâlih-ler (iyiler) le beraberdirler. Onlar ne iyi arkadaştırlar."[11]

"Peygamber´e itaat eden, Allah´a itaat etmiş olur."[12]

"Hayır, Rabbına and olsun ki, aralarında çekiştikleri şeylerde seni hakem tâyin edip, sonra haklarında senin verdiğin hükümden dolayı iç­lerinde bir sıkıntı duymadan tamamen kendilerim verip teslim olmadık­ça inanmış olmazlar,"[13]

Dördüncü delil: Allâhu Teâlâ aralarında hüküm vermesi için Pey­gamberi çağırmalarını, kendi aralarında birbirlerini çağırmaları gibi tut­mamaktadır. Peygamber´e muhalefet etmeği, diğer insanlar, başkalarına muhalefet etmek gibi kılmamıştır. Belki Peygamber´in hükmüne muhale­fet eden Müslüman olmaz. Böyle olunca Peygamber´in hükümleri, sözleri uyulması gereken Sünnettir, tutulması gereken hüccettir. Birinci kaziyye şu âyetlerle sabittir:

"Peygamber´in çağrışım, kendi aranızda birbirinizi çağırmanız gibi tutmayın. Allah içinizden sıvışıp gidenleri şüphesiz bilir. Onun emrine aylan hareket edenler, başlarına bir belânın gelmesinden veya can ya­kıcı bir azaba uğramaktan sakınsınlar."[14]

"Aralarında hüküm vermek üzere Allah´a ve Peygamber´ine çağırıl­dıkları zaman, içlerinden birtakımı hemen yüz çevirirler. Şayet hak ken­dilerinden yana ise boyunlarını bükerek gelirler. Kal Merimi e hastalık mı var, yoksa içlerinden şüphelenmişler midir? Yahut Allah´ın ve Peygam-ber´inin onlara haksızlık yapmasından mı korkarlar? Hayır, işte onlar kendileri zâlimdûrler. Aralarında hüküm verilmek üzere Allah´a ve Pey­gamber´e çağırıldıkları vakit mü´minlerin sözü ancak: İşittik ve itaat et­tik, demek olmalıdır işte saadete erenler de onlardır. Allah´a ve Pey­gamber´e itaat eden, AHah´dan korkan ve O´ndan sakınan kimseler, işte kurtulanlar bunlardır."[15]

Allâhu Teâlâ insanlara öğretiyor ki: Aralarında hüküm vermek üze­re Peygamberi çağırmaları, Allah´ın hükmüne çağırmak demektir. Ara­larında hüküm veren Hz. Peygamber´dir, Allah´ın Resûlü´dür. "Resûlul-lâh´ın hükmüne teslim olmak, Allah´ın farz kılmış olduğu hükme teslim olmak demektir. Resulünün hükmü, Allah´ın hükmü demek olur." Bun­ların hepsi mutlaka Resûlullâh´ın Sünnetinin şeriat olduğunu gösterir.

Beşinci delil: Allâhu Teâlâ Peygamberine riaâletini tebliğ etmesini, şeriatım beyan eylemesini, vahyine tabi´ olmasını emretmiştir. Yine Al­lâhu Teâlâ Resulünün tebliğ ettiğini, şeriatını beyan ettiğini, vahyine tabi´ olduğunu haber vermiştir. Tebliğ onlara Kur´ân´ı okumakla ve okut­makla Hz. Peygamber´in beyânîyle olmuştur. Öyle olunca şeriat: Kur´ân ve Hz. Peygamber´in sözleri olur. Çünkü insanlara tebliğ ettikleri bun­lardır. Vahye tabi´ olması budur. Şu âyetlerde tabi´ olmak murad olun­muştur:

"Kabbinden sana vahy oluna , Ondan başka asla Tanrı yoktur. Sen müşriklerden yüz çevir."[16]

"Sonra biz seni de din emrinde bir yol üzere kıldık, -sen de ona tabi´ ol. Ve bilmezlerin heveslerine uyma."[17]

Resulün tebliğ etmesi emri şu âyettedir:

"Ey Peygamber, Rabb´ından sana indirileni tebliğ et eğer bumu yap­mazsan Onan elçiliğim yapmamış olursun. Allah seni insanlardan korur. Doğman, Allah îrâiirlere hidâyet vermez.?[18]

Resulüne vahyettiklerine tabi´ olması ve onları tebliğ etmesi şu âyet­le emrolunmuştur:

"Böylece biz sana enirimizden bir ruh vahyettik. Halbuki sen Kîtab nedir iman nedir bilmezdin. Fakat biz onu bir nur yapük, omunla kulla-nmızdau dilediğimizi doğru yoîa iletiriz. Gerçekten sen doğru yolun kıla­vuzluğunu yapıyorsun."[19]

"Eğer sana Allah´ın fazl ve keremi, rahmeti olmasaydı, onlardan birtakımı seni sapıtmağa kalkışırdı. Onlar sana bir zarar veremezler. Allah sana Kîtab ve hik­met indirmiş, sana bilmediğini öğretmiştir. Allah´ın sana olan nimeti çok büyüktür.[20]

Bu âyet-i kerîme ve yukarıda geçenler gösteriyor ki, Hz. Peygamber kendiliğinden bir şey söylemezdi.Rabb´im şeriatını tebliğ etti. Onun için şöyle diyebildi: "Allah´ın size eşnırettöderinden hiçbir şey bırakma­dım, onu size buyurduın; Allah´ın sizi nehy etti  hiçbir şey bırak­madım, o yasağı size duyurdum." Hz. Peygamber´in sözleri ve şâir Sün­netleri Allah´ın buyruklarım ve yasaklarını beyan edici olunca, onu hüc­cet edinmek, Allah´ın buyurduklarını bilmek için bir ışık tutmak mü´minlerin üzerinde bir haktır. [21]



147- Sünnetin Hüccet Olmasını İnkâr Edenler Kimlerdir?


Şafiî, işte böylece âyetler getirerek, Sünnetin îslâm fıkhının kaynak­larından olduğunu isbat etmekte, hüküm evvelâ Kitabda aranırsa da, Sünnet ilmi de Kit´ab ilmi mertebesinde olduğunu söylemektedir. Şayet ortada Sünnetin hüccet olduğunu inkâr edenler, bu mes´elede fukahâ iîe çatışanlar olsaydı, Şafiî bu hususta böyle delil getirmek ihtiyacında kal­mazdı. Böyle ilim sapıklığı irtikâp ederek tslâm cemaatından ayrılan bu nizacilar, zındıklardır. Onlar, Müslümanların islerini ifsad etmek için zahiren Müslüman görünüyorlar, içlerinde başka §ey gizlemiyorlardı. Böyle gizli hilelerle, islâm Dîni´ne tuzak kurup onu bozmağa çalışıyor­lardı. İslâmiyet parlak delillerle onları yere serdiğinden açık delillerle ona üstün gelmekten âciz kalınca, bu hileli yollara saptılar. Bunların bir kısmı Haricîlerdendi. Zîrâ Haricîlerden bâzıları, Kur´ân-ı Kerîm´de zikro-lunmadığından, recmi inkâr ederdi. Abdurrahman b. Mehdî ki o Şafiî´­nin çağdaşıdır ve Şafiî usûl hakkındaki risalesini ona yazmıştır? Sün­neti ve onu delil olarak almağı inkâr edenlerin zındıklardan ve Haricîler­den olduklarını söyler. Kendisine Hz. Peygamber´e isnad edilerek şu Ha­dîs rivayet olunduğu zaman: "Bunu zındıklar ve Haricîler uydurdu."- de­miştir. Rivayet olunan o lîadîs şöyledir: "Sîze benden bir şey gelince onu Allah´ın Kitabına arz edin. Eğer Allah´ın Kitabına uygun düşerse onu ben söylemişimdir. Şayet Allah´ın Kitabına muhalif düşerse onsu ben dememîşimdir. Bana onunla hidâyet verdip halde ben Ki tabu´İlâh´a nasıl muhalefet edebilirim?" Şafiî´nin çağdaşı olan Abdurrahman Mehdî, Sün­neti inkâr edenlerin zındıklardan ve Haricîlerden olduklarım açıkça söy­lüyor. Târih´te bunu te´yid etmektedir. Çünkü Haricîlerden bâzıları, bi­lindiği gibi, Kur´ân-ı Kerîm´de zikrolunmadı diye recm hükmünü filen tanım amalardır.

Fakat üstadımız Muhammed Hudarî (Allah ona rahmet eylesin), Şafii´nin sözünün gelişinden, füru´da Sünnetin delil olmasını inkâr eden­lerin Mu´tezileden olduklarım çıkarıyor. Çünkü Hadîs bilmemekle tanı­nanlar onlardır. Çünkü Şafiî, haber-i vahidi inkâr edenlerin Basra´da ol­duklarını söylüyor. Basra ise eskiden beri Mu´teziîenin yuvasıdır. Sonra bu sözünü, İbn-i Kuteybe´nin, Tevil-i Muhtelifü´l-Hadîs kitabında Mute­zile hakkındaki bir cümlesiyle te´yid ediyor.

Bana göre, füru´da Sünnetin delil olmasını inkâr edenler, zındıklar­dan ve bâzı yan çizmiş Haricîlerden idi: Nasıl ki, Abdurrahman îbn-i Mehdî bunu söylemiştir. Bu zındıkların, kendi hüviyyetlerini perdele­mek için Mu´tezile fırkasından görünmüş olmaları uzak sayılmaz, Mu´te-züede akılcılık temayülü bulunduğundan ve akla i´tirnad ettiklerinden, bu zındıklar kendi arzularını gizlemek, bozgunculuklarını saklamak için Mu´tezile Mezhebi perdesine büründüler. Fesadlarını i´tizal perdesiyle ör­terek gayelerine ulaşmak için orada yuvalandılar. Bunların hüviyetleri ne olursa olsun, bunlar îman ehlinden değildirler, îmandan uzaktırlar. [22]



148- Hadîs Kur´ân´la Bir Manada Olunca Delîl Olarak Alanlar:


Şimdi ikinci görüşe geçelim. Bunlar Sünneti kabul etmezler, ancak Hadîsle Kur´ân beraber ise o zaman Hadîsi delil alırlar. Bu sözün. zahi­ren iki ihtimali vardır. Birinci ihtimal reddolunur, ona kail olan umum­dan ayrılmış, yan çizmiştir. İkinci ihtimal kısmen kabul olunabilir. Ka­bul edilmeyen ihtimal şudur: Hz. Peygamber´den rivayet olunan Hadîs, haber-i ânım, veya haber-i hâssa olsun, aynı mânâda Kur´ân-i Kerîm´den bir nass bulunmadıkça, onu reddetmektir. Bu söz netice i´tibâriyle, Sün­netin delil olmasını alel´ıtlak inkâr edenlerle birleşmektedir. Çünkü riva­yet olunan Hadîsle aynı mânâda Kur´ân´dan bir nass varsa, o takdirde burada hüccet Kur´ân´dır, Hadîs değil. Sünnetin hüccet olduğunu inkâr edenlere karşı, Sünnetin hüccet olduğunu isbat için getirilen deliller, bu­rada da getirilir. Çünkü bu görüşe´ saplananlar da, Sünnetin îslâm fık­hının kaynaklarından biri olmasını reddediyorlar, demektir.

Diğer ihtimale gelince, bunda öyle fazla bir yan çizme yoktur. Buna göre: Kur´ân-ı Kerîm dînin ana kaynağı, ilk aslı ve külli kaideleri cami´ olması i´tibâriyle Sünnetin bildirdiği hükmün Kur´ân-ı Kerîm´de bir aslı bulunmaktadır. Kur´ân-ı Kerîm asıl ana kaynak olması bakımından küllî ve umûmî kaideleri ihtiva eder. Dînin esasları onda mezkûrdur. Sün­net Kur´ân´m beyanı olması i´tibâriyle onu etrafiyle îzâh eder, teferruatı bildirir, cüz´î mes´eleleri açıklar. Görüşlerine değer verilen fukahadan böyle diyenler olmuştur. Şafiî bu görüşü kısmen şöyle îzâh etmektedir; "Onların içinde şöyle diyenler var: Sünnet ancak Kitabda (Kur´ân-ı Ke-rîm´de) esası bulunan bir hükmü bildirir, vaz´eder. Nasıl ki, Hz. Peygam-ber´in Sünneti, namazın rek´atlarımn adedini, nasıl kılınacağını beyan eder. Namazın farz olduğu aslı da Kur´ân´dadır. Alış-veriş şâir hüküm­ler hakkındaki Hadîsler de böyledir. Allâhu Teâlâ Kur´ân´da esasları bil­dirir: ´Aranızda mallarınızı haksız bir yolla yemeyiniz/, ´Allah aîıs-veri-şi helâl, ribâyı haram kıldı. Hz. Peygamber´in Sünnetiyle haram ve helâl kıldıkları, namazı teferruatiyle beyan ettiği gibi, Allâhu Teâlâ´nın teşrî ettiklerini beyan etmektedir."[23]

Şafiî bu görüşü reddetmiyor ve onu sapıklık saymıyor. Bu, diğerleri gibi değildir. Bu, Kur´ân ve Sünnet fıkhında, istinbat usûlüne derin bir bakış sayılabilir. Bu bakış, her bakımdan isabetli veya isabetsiz olmaya­bilir de. Her görüş gibi tedkike değer.

Birinci görüşün bir sapıklık olduğunu El-Üm´de söylüyor. Çünkü o görüş Sünneti büsbütün reddeden görüşle birleşiyor. Şafiî bunu çürüt­mek için delil bile getirmedi. Sünnetin îslâm fıkhının ikinci kaynağı ol­duğunu, Sünnet ilmi Kur´ân ilmi mertebesinde bulunduğunu isbat için daha önce getirdiği delillerle yetindi. [24]



149- Haber-i Vahidin Delil Olmasını İnkâr Edenlere Karşı Şafiî´nin Cevapları Ve Haber-i Vâhidin Hüccet Olduğuna Dair Delilleri:


Bundan sonra haber-i hâssanın yâni haber-i vahidin delil olmasını inkâr edenlere gelelim. Mütevâtir, müstafîz = meşhur olmayan haber-i vâhid denen Hadîsleri bâzı ulemâ amel delil olarak almakta­dırlar. Çünkü haber-i vâhid zannîdir. Kavilerin tedlîs yapması ve yalan söylemesi ihtimali vardır. Çünkü bid´at ve dalâlet erbabı, Hz. Peygam­ber´in. söylemediği bâzı sözleri Hadîsler arasına katmışlardır. Temizini çürüğünden ayırmak güçtür.

İmam Şafiî, (Allah ondan razı olsun) kitaplarının birçok yerlerinde haber-i vahidin hüccet olduğunu isbat etmiştir. Münazaralarında, dikte ettiği eserlerde bunu yapmıştır. Bu hususta getirdiği deliller Er-Risâle´-de Cimâu´-Ülim kitabında ve Îhtilafü´l-Hadîs kitabında toplanmış bulun­maktadır. O deliller şunlardır:

Birinci delil: Kur´ân-ı Kerîm´le ve meşhur olan Hadîslerle sabit olup dinde kararlaşnus. olan bir emre kıyas suretiyledir. Şöyle ki: Kur´ân-ı Kerîm´in nassiyfe ve Sünnet-i Seniyye ile sabit olmuştur ki, mal dâvala­rında ve benzerlerinde iki erkek şahitle veya bir erkek iki kadın şahitle hüküm verilir. Zina dâvasında dört şahitle, diğer hudûd ve kısasta iki şahitle hüküm verilir. Ancak kadınların muttali1 olabileceği (doğum, hayız, nifas) hususlarında bir kadının şahitliğiyle hükmedilir. Cumhur-u ulemâ bunu böylece kabul etmiş, bu yolda yürümüştür. Kaza, yâni bir mes´ele hakkında hüküm vermek; doğruluk cihetini yalan olma cihetine tercih suretiyle ilzamdır. Demek şüphe ortadan kalkmıştır, yalan olma zanm da sabit değildir. Böyle ilzamı olan hükümlerde haber-i vâhidle amel edilince, Hz. Peygamber´den rivayet olunan haber-i vâhidle de amel etmek vâcib olur. Çünkü râvî âdil, mevsuk ve bellemesi yerinde olunca doğruluk ciheti tercih olunur. Bu iki şey arasında mukayese tamdır. Çünkü mevsuk olan bir veya iki kimseden Hz. Peygamber´in Hadîsini kabul etmek, bir veya iki kişinin şahitliğini kabul etmek gibidir. Hattâ Peygamber´den rivayet olunan Hadîs kabule daha çok şayandır. Çün­kü râvî dindar, âdil, mevsuk, belleyişli olunca Hz. Peygamber adına yalan söylemekten çekinir. Haber verdiği Hadîsle haram veya helâl kılma işi yapılacağından bunda yalandan korunur. Şafiî bu konuda şöyle diyor: ´insanların öyle halleri olur ki, o durumdaki haberleri daha sahîh olur, o hal içinde kendilerini takvaya, başka zamandakinden daha fazla verir­ler. Niyet sahipleri niyetlerinde daha samîmi bulunurlar; düşüncelere daha uvanık ve sürekli, gafletleri daha az olur. Ölüm, hastalık, yolcu­luk halleri ve onları hatırlama böyledir. Bunlardan başka da gafletten uyandıran haller vardır." Şüphesiz ki, bu hallerin en başında gelen, Hz. Peygamber´den rivayet işidir. Çünkü onun sözleri, bütün Müslümanlarca uyulması gereken Sünnettir. Hz. Peygamber´in adına yalan uydurmak, yalanların en büyüğüdür. Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: iftiralarin en büyüğü, demediğim bir şeyi ben söylemiş gibi söylemektir, göste­riyle görmediği bir şeyi, görmüş gibi göstermektir; bir çocuğu babasın­dan başkasına nisbet etmektir." Yine Peygamber Aleyhi´s-Selâm buyur­muştur: "Benîm demediğim bir şeyi ben demiş gibi söyleyen kimse Ce-henaem´dbki yerine hazırlansın."

ikinci delil: Hz. Peygamber (Ona salât u selâm olsun) buyurdular ki: Ben dinleyip onu belleyerek ezberleyen ve olduğu gibi başka­sına duyuran kimsenin Allalı yüzünü ağartsın. Bâzan fıkıh hâmili, fakîh olmayana nakleder, niceleri de kendisinden daha fakîh olan kimseye nakleder. Üç şey vardır, Müslümanın kalbi onlara asla kapalı olamaz: işlediğini sırf Allah için yapmak, Müslümaniara öğüt verip onların hay­rına çalışmak, Müslüman cemaatından ayrılmamak. Zîrâ duâfeın onları arkalanndan sarmıştır." lîz. Peygamber, madem ki sözlerini dinleyip bellemeğe ve onları başkalarına da duyurmağa davet etmiştir, bunu yeri­ne getiren kimse, ister bir kişi olsun, ister cemaat olsun, onun dâvetine icabet etmiş sayılır. Öğretmek için fıkhı başkasına nakletmede bu du­yurmanın tesiri, ancak- sözü makbul olduğu, hüccet tutulduğu takdirde görülür. Bu da haber-i vahidin delil olduğuna delildir. Hz. Peygamber´den rivayet eden kimse bir kişi de olsa mevsuk ve âdil olmak şartiyle rivaye­ti makbuldür.

Üçüncü delil: Birgok yollarla bize naklolunmuş, herkesçe duyulmuş bir şeydir ki, Ashâb-ı Kiram, şer´î hükümleri birbirlerine naklederlerdi, biri söyler, diğerleri kabul ederlerdi. Hz. Peygamber aralarında iken bu­nu yapıyorlar, Hz. Peygamber de bir kişinin haber verdiği hükmü ka­bul etmelerinde onları o hal üzere bırakıyordu. Eğer haber-i vâhid = bir kişinin nakli o hükümle amel için kâfi gelmeseydi, Hz. Peygamber onla­ra derhal açıklardı ki: Dinlerine âît hükümleri, ancak yalan üzere birleş-meyeceklerine inandıkları bir topluluktan almaları gerektir. Bu da risâ-letini tebliğ, dîni beyan cümlesinden olurdu. Hattâ bizzat Hz. Peygamber dînî hükümleri tebliğ hususunda bir kişi göndermekle iktifa ederdi. Eğer dinî hükümler bir kişiden alınmayacak olsaydı ve rivayet ancak bir top­luluk tarafından yapılınca tam sayılsaydı, Hz. Peygamber haberlerini i ulaştırmak, emirlerini beyan etmek için bir kişi göndermekle iktifa et-1 mezdi. Şafiî bunu isbat için birçok örnekler vermektedir; biz onlardan  birkaçını nakledelim:

Hz. Peygamber ve Ashabı Medine´de iken namazda Kudüs-ü Şerife doğru dönerlerdi. Bakara Süresindeki âyet-i kerîmeler nazil olarak na­mazda Ka´be´ye doğru dönmeleri emrolundu. Cemâat Küba´da Beyt-i Mukaddes´e doğru sabah namazını kılarken bir haberci gelerek Kur´ân´dan nazil olan âyetle kıblenin değiştiğini bildirdi, cemâat da Kâ´be´ye doğru dönüverdiler. Kubâ halkı Ensârm Önde gelenlerinden ve fıkıh sahibi kim­selerdir. Doğru kimselerin verdiği haber-i vahidin hüccet olduğunu bilme-selerdi onunla amel etmezlerdi. Eğer haber-i vahidi kabul etmek caiz ol­masaydı, kıblenin değişmesinde bunu kabul ettikleri zaman, Hz. Peygam­ber onlara: "Siz Beyt-i Mukaddesi kıble olarak biliyordunuz, omı bırak­manız için benden hüccet olacak bir şey duymalıydınız; yahut onun mü-tevatîr bir haber, haber-i vâhid olmayan bir şey size gelraelSydi." derdi.

Yine bu kabîl misâllerden biri şudur: En.es b. Mâlik diyor ki: "Ebû Talha´ya, Ebû Ubeyde b. Cerrâh´a, Übey b. Kâ´b´a hurma şarabı veri­yordum. Bir haberci gelerek şarabın hara,m edildiğini söyledi. Ebû Tal-ha, Enes´e: Kalk su küpleri kır, dedi. Ben de kalkıp vurarak kırdım." Bu zatların ilimleri ve mevkileri malûm. Sahâbelik derecesini bilen kim­se inkâr edemez. Şarap onlarca o zaman helâldi, içerken biri gelip şara­bın haram olduğunu haber veriyor. Ebû Talha da küpü kırmağı emredi­yor. Ne o, ne de yanındakilerden hiçbiri: Bizce şarap helâl bir şey, du­run bakalım, Hz. Peygamber´i görelim, ona soralım, yahut bize mütevâ-tir bir haber gelmesini bekleyelim, demedi. Onlar helâl olan bir şeyi dök­mek israf olacağından, bunu yapmazlardı. Israfçı değildiler. Eğer haber-i vahidi kabul etmek yerinde bir şey olmasaydı, Hz. Peygamber onları bundan nehyederdi. Fakat böyle bir şey olmadı,

Hz. Peygamber (Ona salât u selâm olsun) Hz. Ali b. Ebî Tâlib´i (Al­lah ondan razı olsun) hac mevsiminde Mînâ´da Tevbe Sûresi´nî okumak üzere gönderdi. Hz. Peygamber, gönderdiği kimsenin getirdiği haberi, gönderilen kimselerin kabul etmelerine dâir kuvvetli delil bulunmadıkça emir göndermez. Haber-i vahidi kabul gerek ki, bir kişi ile emir gönde­riyor.

Hz. Peygamber, Ashâbdan adlarım bildiğimiz kimseleri belli yer­lere memur ´ve elçi olarak gönderdi. Bu elçilerden hiçbirine vardıkları yer­de: Sen bir kişisin, Hz. Peygamber´in seni gönderdiğini ondan işitmedik­çe veya bunu mütevâtir bir haberden duymadıkça veya bu meşhur olma­dıkça, birden fazla kimseler gelmedikçe senin dediklerim kabul etmeyiz, demediler. Hz. Peygamber bir kişi gönderdi, Hz. Peygamber´in fi´li hüc­cettir, onun ötesinde başka hüccet aranmaz, haber-i vâhid hüccettir.

Bu haberlerin hepsi meşhurdur, herkesçe bilinir. Bunlardan anlaşı­lıyor ki, Hz. Peygamber, Müslümanların haber-i vahidi alıp onunla amel etmelerini kabul ederdi, onları bu hâl üzere devama bırakırdı. Kendisi de emirlerini tebliğ için bir kişi göndermekle iktifa ederdi.

Dördüncü delil: Hz. Peygamber, oniki hükümdarı İslâm´a davet için onlara oniki elçi gönderdi. Her elçi gönderildiği yerde tanındı. Valilere bir elçinin eliyle mektuplar, emirler gönderirdi. Valilerden hiçbiri, bir el­çi eliyle geldi diye gönderilen eniri infazdan vazgeçmedi. Elçilerimi bîr­den fazla olması, bir topluluk olması lâzımgeiir demedi. Bütün bunlar gösteriyor ki, ilzam hususunda haber-i vâhid kâlidir. Yoksa Hz, Peygam­ber, bir elçi göndermekle iktifa etmezdi ve kendilerine gönderilen kim­seler de haber-i vâhidde şüpheye düşerlerdi. Fakat böyle bir şey olmuş değildir.

Beşinci delil: Herkesçe bilinen bir şeydir ki, Ashâb-ı Kiram, haber-i vahidi alırlardı. Knr´ân-ı Kerim´de hükmü bulunmayan bir mes´ele ken­dilerine arz olununca onu Hz. Peygamber´in Sünnetinde ararlardı. Bu hususta mütevâtir haberi, meşhur haberi ve haber-i hâssayı yâni bir ki­şinin haberini ayırmadan kabul ederlerdi. Bu husustaki olaylar sayılma­yacak kadar çoktur. Hadîsi bilmediklerinden dolayı bir mes´ele hakkın­da re´yleriyle hüküm verirlerse, sonra o konuda bir Hadîs öğrenirlerse, hemen Hadîse dönerlerdi. Bu kabîl misâllerden biri şudur: Hz. Ömer b. Hattâb (Allah ondan razı olsun) maktulün diyetini akrabasına verirdi, öldürülen kocasının diyetinden karısına hiçbir hisse vermezdi. Nihayet Dahhâk b. S Lif yan ona haber verdi ki: Üşeym Dabâi diyetinden ka­rısına vermesini Hz. Peygamber kendisine yazmıştır. Hz. Ömer hemen bu kavle dönmüştür. Yine rivayet olunur ki, Hz. Ömer:

 Hz. Peygamber´den bir sey duyan var mı? demiş. Hamel b. Mâlik b. Nâbia kalkarak:

 Benim iki karım vardı. Eni diğerine bir çadır direğiyle vurdu. Karnındaki çocuğu ölü oîarak düşürdü. hz. Peygamber onun hakkında cenin diyeti ile hükmetti, dedi. Hz. ömer:

 Eğer onun hakkında bu hükmü duymasaydım, ba$ka türlü hüküm verirdik, dedi.

Şafiî, Îhtilâfiri-Hadîö kitabında bu iki haberi naklettikten sonra şun­ları ilâve ediyor: Eğer bir kimsenin haber-i vahidi reddetmesi caiz olsay­dı, Hz. Ömer´in o zaman Dahhâk e şöyle demesi câiz olurdu:

 Sen Necid halkından bir kimsesin. Hamel İbn-i Mâlik´e de:

 Sen de Tihâme halkından bir adamsın! Siz ikiniz de Hz. Peygam-ber´i pek görmediniz. Onun yanında çok az bulundunuz. Halbuki ben ve benim gibi Muhacirler, Ensâr dâima onun yanında idik. Bunu biz duy­madık da, sen nasıl öğrendin? Sen bir kişisin, yanılman, unutman müm­kündür! Fakat Hz. Ömer böyle demedi. Hakk´a tabi´ olmağı uygun gör­dü. Kocasının diyetinden kadına hisse vermeme hususundaki görüşünden döndü, haber-i vahidi aldı. Vurmak suretiyle düşürülen çocuk hakkında duyduğu Hadîsle hüküm verdi ve yanındakilere; eğer bu hususta Hz. Peygamber´den bir haber duymamış olsaydı, başka türlü hüküm vereceğini söyledi. Onun görâdüne göre cenin canlı ise diyeti yüz deve idi, de­ğilse bir şey lâzımgelmezdi.

Fakat Cenâh-ı Hak kullarına Peygamber´inin lisâniyle dilediği gibi emreder. Kimse ona, niçin, nasıl diye soramaz. Hz. Peygamber´in habe­rine re´y ile bir şey katamaz, doğru olduğu ma´rûf olan kimse, bir kişi de olsa, sözü reddedilmez.

İmam Şafiî Er-Risâle´de Hz. Ömer´in bâzan, destekleyen bulunma­dıkça, haber-i vâhidle iktifa etmemesinin sebeplerini araştırıyor, onun ic-tihâdda, kaza ve fetvadaki yüksek mevkiini belirtiyor ve şöyle diyor: Hz. Ömer bir haberi nakleden kimse ile aynı geyi başka birinin nakletmiş ol­masını ancak üç maksatla istemiştir:

1- Bunu ihtiyaten yapmıştır. Hüccet haber-i vâhidle sabittir, iki veya daha fazla kimsenin haberi olması o haberin sübûtunu arttırır, kuv­vetlendirir. Ben öyle kimseler gördüm ki, haber-i vahidi alır, ondan baş­ka ikinci bir haber de araştırır. Bir Hadîs-i Şerif kendisine beş yolla gel­miş, beş veçhile rivayet edilmiştir, onu altıncı birinden duyarsa hemen onu da yazar. Çünkü haberler tevatür ettikçe, birbirini destekledikçe hüccet olması daha kuvvetlenir, gönle daha yatışır. Ben öyle hâkimler gördüm ki, dâvayı iki veya üç âdil şahit isbât eder, o ise: Bana daha faz­la şahit bulun, şahitleri çoğaltın, der. Maksadı gönlün iyice yatişmasıdır. iki şahitten fazla şahit bulunmasa da yine hüküm verecektir.

2- İhtimal ki, haberi nakleden râvîyi tanımıyor. Onun için tanıdı­ğı bir râvî gelinceye kadar onun haberinde tevakkuf ediyor, nasıl ki ma´ rûf olmayan bir râvînin haberi kabul olunmaz. Haberin kabul olunması için râvînin ma´rûf yâni tanınmış olması gerekir.

3- ihtimal ki, haberi veren râvînin sözü onca makbul değildir. Onun için onun haberini reddeder. Eğer haberi kabul olunacak başka bi­ri bulunursa o zaman kabul eder.

Şafiî, haber-i vahidi kabul etme hususunda Ashaba dâir haberleri verdikten sonra tabiîn ve teba-ı tabiînin de haber-i vâhidleri kabul ettik­lerine dâir birçok olaylar göstermekte ve haber-i vâhid bulunan mev­zuda re´yi terk ettiklerini söylemektedir. Ondan sonra diyor ki: "Eğer bir kimsenin haber-İ vâhid hakkında: Eskidenberi ve şimdiki halde Müs­lümanlar haber-i vahidi kabul etmekte birleşmişler ve İslâm fukahâsm-dan onu kabul etmeyen olmamıştır, diyebilecek birisi varsa o da benim işte. Ben diyorum ki, haber-i vahidi kabul hususunda İslâm fukahâsımn ihtilâfa düştüklerini bilmiyorum." [25]



150- Şafii´ye Göre Haber-i Vâhîdler, Kîtab Ve Îcmâen Kabul, Edilen Sünnetten Sonra Gelen Bir Hüccettir:


Şafiî, ilm-i hâssa veya haber-i hâssa dediği haber-i vâhidleri ameî hususunda hüccet tanıyorsa da onu ne Kur´ân mertebesinde tanır, ne de icmâen kabul olunan Sünnet derecesine koyar. Delil ve hüccet olarak ha-ber-i vahidi bu ikisinden sonra alır. Çünkü Kitabla mütevâtir Sünnetin her ikisinin de sübûtu katidir. Onlarda şüphe etmek, şüphe edeni îslâm-dan çıkarır. "Kitabın ve icmâen kabul olunan Sünnetin getirdiklerini ka­bulden imtina´ eden kimse tevbe ettirilir. Haber-i hâssaya, yâni haber-i vahide gelince o amel hususunda delildir. Nasıl ki, âdil kimselerin şahit­liğini reddedemezlere bunu da reddetmeğe haklan yoktur. Fakat ma­dem ki, haber tek bir yol ile gelmiştir, onda bir kimse şüpheye düşse, orsa bundan tevbe et demeyiz. Belki ona: Sana ancak âdil şahitlerin şa­hitliğiyle hükmetmek düşer. Onların yanılmaları mümkünse de sen on-Jann zahir olan doğruluklarına bakarak hüküm verirsin, onların senin görmediğin hallerini ancak Allah bilir."

Görülüyor ki, Şafiî her seyi yerli yerince koymaktadır. O haber-i va­hidi i´tikadda değil, amel hususunda delil olarak almaktadır. Haber-i vâ-hidde şüpheye düşmeğe ceza yok, fakat onunla amel etmek lâzımdır. Şa­fiî bunu delilleriyle isbât ediyor. Onların özetini yukarıda vermiş bulunu­yoruz. Gerçekten Hz. Peyg-amber´in, Sünnetini nakletmek, ancak mevsuk olan haber-i vâhidieri kabul etmekle mümkün olur. Sâdık olan bir kim­senin haberinin doğru olması ciheti râcihtir, yalan olması ihtimali varsa da bu delilden neş´et etmeyen bir ihtimaldir. Delilden neş´et etmeyen ih­timaller, amel hususunda nazar-ı i´tibâre alınmaz. [26]



151- Haber-i Vâhîdî Kabul Îçîn Şâfîî´nîn Îlerî Sürdüğü Şartlar:


Haber-i vâhid olan Hadîslerin kabul edilebilmesi için Şafiî, râvîde ga­yet ince şartların bulunmasını ileri sürmektedir. Onun şartları şunlardır:

1- Râvî dindar, mevsuk, sözünde doğru olacaktır. Doğru sözlü ola­rak tanınmayan kimsenin rivayet ettiği Hadîs kabul olunmaz. Dindar olmayanın rivayeti de kabul edilmez.

2- Râvî âkil olacak, rivayet ettiğini bilip anlayacaktır, öyle ki, Hadîsin mânâsım bir kelime yerine başka kelime ile ifâde edebilecek ve­yahut Hadîsi işittiği gibi harfiyyen rivayet edecek durumda olacaktır. Hadîsi mânâ i´tibâriyîe rivayet edemez. Çünkü mânâyı bir kelime yerine başka kelime ile ifâde edemiyecek durumda olunca Hadîsi mânâ i´tibâriy­îe rivayet ederse, belki de helâli harama çevirebilir. Halbuki Hadîsi har­fiyen rivayet edince böyle bir endişeye mahal kalmaz.

3- Rivayet ettiğini bellemiş olmalıdır. Kitabından naklederse o zaman onu ezberlemiş bulunmalıdır.

4- Hadîsi rivayet ettiği kimseden bizzat işitmiş olmalıdır. Yoksa müdellis olur.

5- Rivayet ettiği Hadîs, Hadîs âlimlerinin aynı mevzuda rivayet ettikleri başka bir Hadîse muhalif olmamalıdır.

Sonra her tabakada zikri geçen bu dört şartı şart koşuyor. Böylece Hadîs Hz. Peygamber´e mevsûlen varıyor veyahut da oraya varmadan bir tabiîye ulaşıyor. Bu cihet Allah´ın izniyle ileride açıklanacaktır.

Haber-i vahidin kabulü için Şafiî´nin ileri sürdüğü bu şartlar, nıus-talah-ı Hadîs ulemâsının kararlaştırdıkları şartlardır. Usûl-ü Hadîs ule­mâsı bunlarda birleşiktirler, ihtilâf etmemişlerdir. [27]



152- Şafii Mürsel Hadîsleri Bâzı Şartlarla Kabul Eder. Mürselin İstidlalde Mertebesi Nedir?


Şafiî, râvîde bulunması gereken şartların, Hadîs-i Şerîf Hz. Peygam­ber´e veya tabiîye ulaşıncaya kadar her tabakadaki râvîde bulunmasını ileri sürmektedir. Demek Şafiî, senedi Hz. Peygamber´e muttasıl-olmayan bâzı Hadîsleri kabul etmektedir. Hakikaten Şafiî Mürsel Hadîsi kabul eder ve onu müsned Hadîsten sonra gelmek üzere hüccet tutar. Senedi tabiîye varıp duran Hadîse Mürsel Hadîs denir. Bundan tabiînin kendi­sinden rivayet ettiği sahâbînin ismi zikrohınmaz. Şafiî, Mürsel Hadîsin kabulü için ince şartlar koşmaktadır. O, Mürsel Hadîsi, ulemâdan bâzı­sının yaptığı gibi, alel´ıtlak kabul etmez. Bâzılarının yaptığı gibi de öyle rasgele reddetmez. Reddedenlerle kabul edenler arasında orta bir yol tutar[28]. O, Mürsel Hadîsi birçok sahabeyle buluşmayan tabiîden kabul etmez. Ancak ashâbdan birçoğunu görmüş olan tabiînin ulularından ka­bul eder. Onların kabulünde de kabulünü îcâbettiren birtakım şartlar arar.

O şartlardan biri şudur: Tabiînin büyüklerinden olan zâtim Mürsel olarak rivayet ettiğine bakar, eğer güvenilir Hadîs hafızları aynı mânâ­da bir Hadîsi Hz. Peygamber´e isnad yoluyla rivayet etmişlerse, bu, o Mürsel Hadîsin sıhhatîna, râvîsinin sâdık olduğuna açık bir delil olur.

Yine bu cümleden olarak, bakılır: Başkasının rivayet ettiği mürsel acaba ona uygun mudur. İlim erbabınca kabul edilen başka bir yolla ve senedle rivayet olunmuş mudur? Eğer böyle bir şey varsa.bu mürselin kabulüne delâlet eder. Fakat bu birinciden daha zayıftır. Çünkü birinci­de mürselin makbul olduğuna delâlet eden delil bundan daha kuvvetli­dir. Çünkü o müsned Hadîstir. Tabiînin mürsellerini takviye etmektedir. Bunda ise ilim erbabınca makbul olan bir mürsel Hadîstir. Şüphesiz ki müsned, mürselden daha kuvvetlidir.

Yine bu cümleden olarak: Hz. Peygamber´in ashabının bâzısından ri­vayet olunan bâzı kavillere bakılır. Eğer mürsel ona uygun düşerse ka­bul edilir. Çünkü böyle bir durum, mürselin sahîh bir asıldan alındığını gösterir. Bu da derece i´tibâriyle ikinciden aşağı kalır.

ilim erbabından bir cemâatin, mürselin bildirdiği hükme uygun fet­va vermiş olması, mürselin makbul olduğunu gösterir. Bu da sonuncu mertebede gelir.

Eğer mürseli takviye edecek olan bu dört şeyden biri bulunmazsa, o zaman mürsel reddolunur, amel hususunda delil olmaz, kimseyi ilzam etmez.

Bunlardan görülüyor ki, Şafiî, mürsel Hadîsi iki şartla kabul etmek­tedir:

1- Mürseli, Ashâbdan birçoğunu görmüş olan Tabiînin ulularının rivayet, etmiş olması.

2- Geçen dört vecihden biriyle mürseli takviye eden bir delâlet bulunması.

Mürsel kabul edildiği halde yine de müsned derecesinde kuvvetli ol­maz. Çünkü mürselin senedi munkati´dir, Hz. Peygamber´e dayanmamak­tadır. Öyle olunca onun muttasıl olan Hadîs derecesinde hüccet olduğu­nu söyleyemeyiz. Şafiî, mürsel Hadîsin mertebece Muttasıl Hadîsten son­raya kalmasının sebebini göyle anlatıyor: "Senedi Munkati´ olmanın mâ­nâsı şudur: İhtimal ki, ismi söylense rivayeti kabule şayan görülmeye­cek bir râvî araya karışmıştır. Bâzı Munkatı´ Hadîslere onun gibi olan Mürsel bir Hadîs uygun düşse de, her ikisinin de mahreci bir olmak ih­timali vardır, öyle ki, mahrecin ismi tasrih olunsa kabul olunmaz," [29]

 




[1] Muhammed Ebu Zehra, İmam Şafii, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 197.

[2] Bu görüş hakkında Şâtıbî, Muvâfikât´mda şöyle diyor: "Yalnız Kitaba bakıp başka ctelil tanımamak, Sünneti tanımayan nasipsizlerin görüşüdür. Onlar Kî-tabda her şeyin beyan olunduğuna istinad etmek istiyorlar. Sünnetle sabi hükümleri bir yana atıyorlar. Hattâ Allah´ın Kitabına muvafık olmayan Hadîse basılmayacağına dâir Hadîs bile rivayet ederler. Hz. peygamber şöyle buyurmuş: ´Benden size bir söz naklolundu mu, onu Allah´ın Kitabına arz ediniz. Allah´ın Kita­bına muvafık olursa, onu ben söylemişimdir. Allâh´m Kitabına muhalif çıkarsa onu ben söylemiş değilim. Ben Allah´ın Kitabına nasıl muhalefet edebilirim? Allah benî onunla hidâyete kavuşturdu.´ Abdurrahman b. Mehdî der ki: Eu Hadîsi zındıklar ve Haricîler uydurmuştur, ilim erbabınca bu sözler, bu kelimelerle, sahih bir nakille Hz. Peygamber´den sabit değildir. Bir kısmı bu Hadîse i´tiraz etti. Biz, her şeyden evvel bunu Kitaba arz edip ölçeriz. Bunu Kitabu´Ilâh´a muhalif bulduk, çünkü Kita-bu´llah Peygamber´e uymağı, ona itaati emrediyor, ona muhalefetten sakındırıyor."

[3] Muhammed Ebu Zehra, İmam Şafii, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 197-200.

[4] A´râf Sûresi, Ayet: 158.

[5] Nûr Sûresi, Ayet: 62.

[6] Bakare Süresi, Âyet: 129.

[7] Bakare Sûresi, Âyet: 151.

[8] Al-i İmrân Sûresi, Âyet: 164.

[9] Ahzâb Sûresi, Ayet: 36.

[10] Nisa Süresi, Ayet: 59.

[11] Nisa Sûresi, Âyet: 69.

[12] Nisa Sûresi, Âyet: 80.

[13] Nlsâ Sûresi, Âyet: 65.

[14] Nûr Sûresi, Âyet: 63.

[15] Nûr Sûresi, Âyet: 48/52.

[16] En´am Sûresi, Âyet: 106.

[17] Câsiye Sûresi, Ayet: 18.

[18] Mâide Sûresi, Âyet: 70.

[19] Şûra Sûresi, Âyet: 52,

[20] Nisa Sûresi, Âyet: 113.

[21] Muhammed Ebu Zehra, İmam Şafii, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 200-204.

[22] Muhammed Ebu Zehra, İmam Şafii, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 204-205.

[23] Şâtıbi, Muvâfıkât´ta Sünnet bahsinde bu görüşü etrafiyle açıklamakta ve misaller vermektedir. Tafsilât isteyenler oraya baksın.

[24] Muhammed Ebu Zehra, İmam Şafii, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 205-206.

[25] Muhammed Ebu Zehra, İmam Şafii, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 207-211.

[26] Muhammed Ebu Zehra, İmam Şafii, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 211-212.

[27] Muhammed Ebu Zehra, İmam Şafii, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 212-213.

[28] 1- Mürsel Hadîs zayıftır, reddolunur, onunla a-meî lazımgelmez. Navevİ Tak-rîb´inde der ki: Cumhur muhaddisîn, fukahâda» ve usûl ulemâsından çoğunun gö­rüşü budur. Kabul edilmemenin sebebi, Hz. Peygamber´elen rivayet eden râvînin meçhul olması ve isminin verilmemiş bulunmasıdır. Megfrûi bir râvinin rivayeti recî-dolunduğuna göre, hiç ismi verilmeyen bir râvînin rivayetinin reddedilmesi daha evlâdır.

2- Mürselin mutlaka kabul edilmesi. îmanı Mâlik´le îmam Ahmed´in mezhe­bi budur. Gazâlî, bunun cumhurun mezhebi olduğunu nakleder. Karafî bunların delillerini şöyle zikreder: Âdil olan râvînin onu meskût geçmesi kabule delâlet eder. Bu rivayete şer´î hükümler terettüp edeceğini bildiğinden eğer yanlış olsaydı râvî asla sükût etmesdi. Onun adaletini biliyor ki, bir şey demeden bırakıyor, sükût et­mesi adaletini haber vermek gibidir. Râvî onu tezkiye etseydi kabul edecektik, sü­kûtu da böyledir. Hattâ bâzıları, Mürsel Hadis, müsned olandan daha kuvvetlidir, demiglerdir. Çünkü Mürsel Hadîsin mes´ûliyetini râvî üzerine alıyor demektir. Eu sebeple Hadîs mevsuk olmasına daha dikkat eder. Hadîsi başkasına îsnad yoluyla rivayet ederse mes´ûliyeti ona yüklüyor demektir. Hadîsi duyan kimse düşünsün, incelesin diye ona bırakıyor, kendi üzerine almıyor.

3- Şafiî´nln Mezhebi, Mürşeli kabul ve reddedenler arasında orta bir yoldur ki, tabiînin büyüklerinin Mürsellerini almaktır. O da şu şartla ki, bu mürseli, mak­bul olan bir mürseî veya sahabe kavli veyahut ulemâdan bir cemâatin fetvaları takviye etmelidir.

[29] Muhammed Ebu Zehra, İmam Şafii, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 213-214.