๑۩۞۩๑ Kitap Dünyası - İlim Dünyası Kütüphanesi ๑۩۞۩๑ => İmam-ı Malik => Konuyu başlatan: ღAşkullahღ üzerinde 17 Eylül 2010, 16:59:27



Konu Başlığı: Yaşadığı çağ ilimlerin gelişmesi
Gönderen: ღAşkullahღ üzerinde 17 Eylül 2010, 16:59:27
Imam Malikin Yaşadığı çağ, İLİMLERİN GELİŞMESİ

104- İki Devri Gören Alîm


İmam Mâlik (ALLAH ondan razı olsun )Emev1 Halifelerinden Velid b. Abdülmelik zamanında dünyaya geldi, Abbasi Halifesi Harun Reşİd devrinde öldü. Onun gençliğinde Emevl Devleti yerleşmişti. Onun kuv­vetli olduğu günleri gördü. Sonraları Emevl Devleti sarsıldı, çöktü gitti. Onun yerine Abbasi Devleti kuruldu. Abbasiler gizli gizli çalışarak yuva­lar kurdular. Sonra ayaklandılar. Emevi Devleti´ni sarsıp çökerttiler. Dünyayı Emevilerin başına yıktılar. Yer onlara dar geldi? Mervan oğul­larıyla Abbasi oğulları arasındaki bu kavgaya yetişti, sonra Emevilerin saltanatına Abbasilerin oturduğunu, hilafet makamının onlara geçtiğini gördü. Sonra da Emevileri yıkmak için beraber çalıştığı Amuca oğulları Hz. Ali b. Ebû Talib evlatlarına karşı,- Ebû Cafer Mansur´un sert tutu­munu gördü. Onları ezdikten sonra meydanın ona kaldığını, her şeye hakim olduğuna şahid oldu. Halife Mehdi´nin zındıkları nasıl tepelediği­ni, bir taraftan Horasanlı Mukanna´nın kumandasındaki sapık ordularını savaş alanlarında dağıtırken, diğer yandan ulemanın yardımıyla Irak´daki sapık zındık inançlarını nasıl bastırdığını gördü. Harun Reşid devrinde devletin istikrar içinde bulunduğunu, İran, Hind ve Arap me­deniyetleri gibi çeşitli medeniyetlerin karışımı olan Abbasi medeniyeti­nin kurulduğu günleri ve İslam medeniyetinin parlak devirlerini yaşadı. O, bu devletin birliği için toplayıcı bir unsur oldu. Dağıtıcı güçleri bir araya toplayıp birleştirmeye çalıştı. İslam birliği, takva ve tehzible bes­lenerek ona yararlı gıdalar verdi. Baştaki hükümdarın rengi ve tutumu ne olursa olsun, onlarla iyi münasebetler kurdu ve millet düzenini güzel sağlamaya çalıştı. Hükümetin, İslamdaki hüküm nizamına uzak, olduğuna bakmaksızın o islam birliğini yaşatmaya uğraştı.


105- Neviler Devrinde Yetişti, Abbasiler. Devrin



İmam Mâlik´in hayatı, iki eşit bölüme ayrılmıştır, bunun yansı Eme-viier, yarısı da Abbasiler devrinde geçer. Ömrünün 40 yılı Emeviler devrinde, 46 yılı da Abbasiler devrinde geçti. Emeviler Devleti düştüğü zaman ömrünün en olgun çağındaydı. Ondan sonraki hayatı Abbasiler devrinde geçti.

O, Emeviler devrinde akıica ve bedence kemale ermişti. Çünki 40 yaşına ayak bastı., insan bu yaşa gelinceye kadar her yönden kemale erer. Akılca, fikirce olgunlaşır, istifade ede ede, ifade etme çağına gelir, aîırken, vermeye başlar. O zamana kadartahayyüi yapar, toplar, ondan sonra meyvelerini verme zamanı gelir, onun için şöyle diyebiliriz: O, Emeviler devrinde kendini yetiştirdi, olgunîaşts. Abbasiler çağında ise talebe yetiştirdi, onları ilim gıdasıyla besledi, arkadaşlarıyla fikir mahsul­lerini mübadele eder oldu. Elde ettiği ilmi, hadisi öğretti. Abbasiler devrinde yeni bir şey öğrenmediğini, ilmine ilim katmadığını demek istiyoruz. Çünki akil daima yeni yeni şeyler öğrenmek peşindedir, özel­likle ihias sahibi olan Alimin akli ilme susuzdur. O, ilimden, hakka ulaşmaktan, gerçeği öğrenmekten başka bir şey beklemez, İmam Mâlik, nesiller üzerinde etkisi oîan temiz bir alimdir. O, her türlü ilmi sırf din için, dine hizmet için istiyordu. O, ALLAH indinde olandan başka bir şey aramıyor, ancak onun rızasını gözetiyordu. O, ömrünün sonuna kadar ilim elde etmekten, bilgisini artırmaktan hiç geri kalmıyordu. Ancak o, gençliğinde çok öğrenir, az verirdi. Yaşı ilerledikçe az öğrenir, çok verir olmuştu. Hatta ihtiyarlığında ise büsbütün daha az alır, daha çok verir hale gelmişti.


106- O, İki Devlet Çağında Yaşadı:


İmam Mâlik, madem ki bu iki çağda yaşamıştır, öyleyse, gerek Emevüer ve gerekse Abbasiler devrindeki siyasi hayatı, sonra da bütün İsiam ülkelerindeki içtimai hayatı, özellikle onun yaşadığı Medine´deki durumu kısaca da olsa anlatmamız gerekir. Bir de büyük İslam merkez­lerinde çeşitli yönlerden İsiam düşüncesine karşı durup onunla savaşan fikir cereyanları ile İmamMâlik´in kendisine ikamet yeri seçt.gi değinmek isteriz.


107- O Devirlerde Siyasi Hayatı O Her Türlü İsyana Karşıdır:



Önce siyasi duruma bakalım. İmam Mâlik (ALLAH ondan razı olsun), Emevi Devletinde VeSid b. AbdülmeEik zamanında bulundu. Uzun çekişmelerden, kavgalardan sonra Emevi Devleti duruma hakim olmuş, idare durulmuş ve yerleşmişti. Bu istikrar, güzel meyvelerini vermeye başlamıştı. Uzak ülkeler fethoiunmuş, Batıda İslam güney Avrupaya dayanmış, Endülüs alınmış, İslam orduları Avrupa içlerine dalmıştı. Doğuda ise, İslam tâ Çin sınırlarına ulaşmış, her laraîa yayıl­mıştı. İşlerin böyle istikrar bulup rayına oturması sayesinde zaman da cömertliğini gösterdi ve Mervan oğullarının adil Halifesi Ömer b. Abdulaslz gibi bir zat yetişti. Böylece Mâlik, istikrar nimetini gördü ve meyvelerini toplamaya başladı. Bilgi ufku açıldı, Hz. Ali. ile Muaviye" arasında çekişmeleri, kopan fitneleri öğrendi." Ernevi Halifesi Yezid zamanındaki fitneler, Hz. Peygamberin (s.a.s.) şehri olan Medine´de her şeyin hela!, car), mal, ırz ve namusun üç gün mubah kılınarak çeşitli rezaletler işlendiği o günler malumu oldu.[1] Hilafet davasına kalkışan Abdullah İbn Zübeyr ile Emevi Halifesi Abdulmelikb. Mervan arasındaki kanlı ,kavgalar. (Haccac?ın Kabe?yi bile taşa tutması) bu yüzden islam toprakları, arasında fesadın nasıl sokulduğu ,ahlakın bozulup sarıldığı Müslumanlarınfitne ve fesad ateşinde nasıl kavruldukları

yaş, kuru, her şeyin nasıl yandığı birbirine neler ettikleri, bunları hep öğrendi.Eğer ALLAH?ın lutfu keremi esirgemesi olmasaydı düşmanları onlara göz dikecekti.Fakat ALLAH onların içine bir korku saldı.Müslümanlara saldıramadılar kendi başlarının derdine düştüler İmam Malik Haricilerin idareye karşı çıkışlarını dinledi ve bunlara şahid oldu.İnsanların emniyetini nasıl bozduklarını devletin asayişini nasıl sarstıklarını her tarafta Müslümanları nasıl kalkıp rahatsız ettiklerini de göz gördü.Onlar her şeyi alt üst ediyorlar,dinin zahirine saplanıyorlar,kuru sözlerin kabuğuna göre anlıyorlar, okun yaydan fırladığı gibi İslam hakikatlarından uzaklaşıyorlardı.Dinin özünden uzaktılar. Cahillikleri yüzünden kendilerinden başkasına küfür ve fısk okları atıyorlar, dini hiçbir delil ve kuvvete dayanmaksızın, onları Müslüman saymıyorlardı. Elebaşları Ebû Hamza kumandasında onların Medine üzerine yü­rüyüşlerini gördü. Medine halkını en korkunç şekilde öldürdüklerini, Medine´ye girip hak, batıl ayırmaksızın neler yaptıklarına şahid oldu, o kara günleri yaşadı. Yukarıda ele başları Ebû Hamza ´nın Medinelilere söylediklerini naklettik. Medine halkına nasıl insafsızca saldırıyordu. Bunlar hep onun onlardan nefretini arttırdı. Haricilerden, devlete karşı gelmenin ne gibi fenalıklar doğurduğunu, fitne ve fesadın ne kadar kötü olduğunu gördü. Onun içinjdareye karşı her türlü ayaklanmanın aley­hinde bulundu, böyle bir harekete çağıranlara karşı çıktı. İdareye karşı gelenlere iyi gözle bakmadı. Çünki tecrübeler ona göstermiş ve geç­mişte milletin başına gelenlerden öğrenmişti ki, karşı gelmekle ortadan zulmü kaldırmaya çalışmak, hiç iyi sonuç vermiyor, bilakis adalet getir­meye çalışırken daha çok zulüm işleniyor, her isyan," her tarafı kana boyuyor ayaklanma anarşi getiriyor, fesad getiriyor, ıslah etmiyor. Em­niyette olanları da rahatsız ediyor, bir zulmü kaldırmıyor. Onun zama-t nında Emevilere karşı ayaklanan Hz. Ali evladına da bu gözle baktı. Tarihin kaydına göre Zeyd b. Ali´nin, oğlunun ve torununun Emevi idaresine karşı çıkışları hakkında görüşü böyleydi. Onlar emniyet içinde yaşayanları rahatsız eden birer fitne olmaktan ileri geçmedi. Bu yolla zalimlerin zulmü ortadan kaldırılamaz görüşündeydi. Buna kalkışan. Zeydiye Mezhebi sahibi olan Zeytâ fe. Âlâ (ALLAH ondan razı olsun) gibi ilim ve fazilet sahibi olsa da, hükmü bu yollaydı.

Onun için bakıyoruz ki İmam Mâlik idarede istikrar yanlısıdır, isyan değil. İdare edenleri ıslahın yolu, milletin ıslahıdır, millet düzelirse, baştakiler de mutlaka düzelir. Onun görüşüne göre, ıslahata halkın tslahiyla başlamalı, çünkü, ası! odur, kök odur, güven odur. İdare eden­ler, onun meyveleridir. Meyve daima ağacın cinsine göredir, oluşunu ondan alır, meyvesi ona göre olur. Eğer ağaç iyi cins ve temiz ise, idare de öyledir. Hiç kimse bir.ağaçtan, başka cins meyve devşiremez, meyve de kendi ağacından başka yerde yetişemez, her ağaç kendi meyvesini verir.


108- İdarenin, Islahı, Milletin Islahıyla Olur:



Hariciler, Emevilere karşı geldikleri zaman, İmam Mâlik Emevilerin o makama konup idareyi ellerine almalarında haklı veya haksız olduklarını düşünmedi, hak veya batıl üzeremidirler, ona bakmadı. İleride açıklayacağımız üzere o, onların idare tarzının islamı bir nizam olmadığı kanısındaydı. Bununla beraber onlara karşı ayaklanmayı hiç bir zaman mubah görmedi. Çünki o idarede istikrar yanlısıydı ve o hükmünü olaylara göre verirdi, mücerred nazariyelere göre değil. Çünki o gördü ki, devlete karşı huruç etmek, anarşi doğurur, kargaşalık getirir, hakKı yerine getirmeye yaramaz. İstikrar ise, velev hükümet şer´i yoldan o makama geçmiş olmasın, iyi meyveler verdiği görüşündedir. Onun sakin tabiatı, milletin huzur ve emniyet içinde olması eğilimi, sükûnet arzusu onu bu görüşü tercih etmeye yöneltmiştir, bu tarz düşünceyi benimsemiştir. O ki, ALLAH´tan başkasının levminden korkmayan takva sahibi, ıhlasiı bir kimsedir, doğrudan hiç çekinmez, Bazı yazarlar, onun bu durumundan Emevilerin idaresinden razı olduğu, onları te´yid ettiği anlamını çıkarıyorlar. Doğrusu o, onlardan ne razıydı, ne de onlara kızgındı. O devlete karşı isyana kızardı. Çünki, sebep ne olursa olsun, isyan, fitnedir. O isyanı, ıslah çaresi olarak görmezdi. Ona göre ıslah yolu, istikrar sayesinde durumu iyi yolda düzeltmektir. İyi olmayan halden iyiye geçmek, iyiden de daha iyiye gitmektir. Bu da halkı ıslah ile olur.


109-Abbasilere Karşı Tutumu:


Emevilerden sonra Abbasi Devleti geldi.Onlar mevkie gelmezden önce, İslam topraklarının çoğunda kanlı çarpışmalar oldu,İslam kılıçları birbiriyle çarpışarak şiddet çok sertti.Müslümanlar karanlık fitneler içinde kaldı.Hz. Peygamber?in şehri,Medine-i Münevvere harp meydanına döndü.Bu karanlık fitnelerin içinde Haricilerin eliyle Muhacir ve Ensar?ın oğulları öldürüldü, istikrardan başka bir şey istemeyen, ancak sükûn ve emniyet arzu eden ve ,ıslahatın önce milletin düzelmesiyle olacağına inanan imam Mâlik hiç şüphe yok ki bu ve önceki hallerin hiçbirinden asla razı değildi. Devletin başlangıcında işler henüz yoluna girmedi. O, millet tefrikaya düşüp herşeyin darmadağın olmasından endişe ediyordu. O zaman istikrar bir hayal olur uçar gider istikrar isteyenler onu bulamazlar, hayal kırıklığına uğrarlar erüyaları gerçekleşemezdi. Onun için istikrar adam, olan Malık durumdan hoşnut değildi, küskündü. Bu hal, Abbasi oğullarına kızgınlığından Emevileri sevdiğinden ileri geliyor değildi. O özlediği nimet yüklü istikrar elden gitti diye üzgündü. Huzur ve sükûn içinde fikrî hayatını sürdüre­ceği emniyet bozuldu diye kızgındı?

Abbasi Halifesi Ebû Cafer Marssur, kendisine karşı çıkan Hz. Ali torunlarını temizleyip devlete istikran sağlayınca, sükûn adamı Mâlikin, kızgınlığı geçti, istikrardan hoşnud kaldı. Böylece Abbasilere karşı tu­tumu, Emevilere karşı olan durumu gibi oldu. Abbasiler de iktidara geürken, kendilerinden önce Emevilerin yaptığı gibi yaptılar. Hz. Ebû Bekir´in. Ömer´in ve Osman´ın (ALLAH onlardan razı olsun) hilafete se-çiimeleri gibi, dini bir usul takip etmediler. Bununla beraber Mâlik onların devletinden razıdır. Çünki ancak iktidar, anarşiyi önler, o sayeds emniyet ve asayiş sağlanır, fitne def´olur. «Bir millet kendini bozmadık­ça. ALLAH onlara verdiği nimetleri değiştirmez.» (Kur´an-ı Kerim)



110- Abbasi Halifelerinin İki Yönü:


İmam Mâlik Abbasi oğulları hükümdarlarına onun öğütlerini dinle­diklerini, onun nasihatlarına kulak verdiklerini görünce, bu ona cesaret verdi, onlarla münasebet kurdu, onların armağanlarını, kaynağını ara­maksızın, kabul edip aldı. Çünki Abbasi Halifeleri, Hz. Peygamber Aleyhisselamla yakın akrabalıkları doiayısıyle, kendilerinin bir makam ve şerefe haiz olduklarını hesab ediyor, bu yüzden ulema ile münase­bette bulunmadığı bir vazife sayıyorlar, yaptıklarının dini yönden mute­ber tutulmasını istiyorlardı. Eğlence ve safa alemlerine dalmakla bera­ber,dini duygu ve eğilimleri arasında uygun bir denge sağlamaya gayret ediyorlardı. Onlar, bir yanda nefislerinin arzularına uyarak zevke dalıp şüpheli şeylerden bile çekinmez, hatta bazıiarı haram ya­sağını biie aşıp sefahata dalarken, diğer yandan ulemanın vaazlarını dinlerler, onları arzu ederler; onları dinlerken, sanki zahidler ve sofular gibi ağlarlardı. Bu kabilden zahidlerin, alimlerin Harun Reşid´e gönder­dikleri bir çok mektuplar mesajlar görüyoruz. Bazı tarihçilerin dediğine göre, o, bunları dinlerken ağlardı. Bakıyoruz, Harun Reşid haraç ve diğer vergileri toplama hususunda, dini hükümlere uygunluk sağlamak için Ebû Yusuf´tan yol göstermesini istiyor, bu imam da Haraç kitabını yazıyor, dini emirleri toplayarak hakikatle aklınca idare arasını birleştiriyor, dini hakikatleri, bu müstebid hükümdarca benimsenecek makbul bir hale sokuyor. Ebû Cafer Mansur, Mehdi, Harun Reşid hacca gidiyorlar. İlim ve ulemaya itibar ediyorlar, dine ve din erbabına saygı gösteriyorlar, onlarla görüşüyorlar, İmam Mâlik´e hususi hürmet gösterin onu kabul ediyorlar, meclislerinde onu başa geçiriyorlar.


111- Hükümdarlara Btaat Dayanağı:


Abbasi halifeleri ulemaya itibar ettiklerinden, İmam Mâlik onlarla ilgi kurdu ve onlardan nasihatlarını esirgemedi, onlara öğüt verdi. Çünki diledikleri vardı. Onlara verdiği öğüt ve yaptığı nasihatlardan bazısını

zikretmiş bulunuyoruz.

İmam Mâlik hazretleri, hilafet hakkındaki görüşlerine, hükümdar­lara itaata dair düşüncelerini, çağının ahvalinden âsâra olan vukuf ve bilgisinden ve Hulefâ-ı Râşidin´in (ALLAH onlardan razı olsun) haberle­rinden almıştır. Bahsimizde uygun yeri gelince bunu beyan edeceğiz.


112- O Çağda İslam Medeniyeti:



Şimdi de İmam Mâlik in yaşadığı o çağdaki içtimai duruma bakalım. O, onda yetişti, onun İçinde yaşadı. Bu çağın en belirgin yönü şudur: İslam şehirleri İran, Rum, Hind, Arap gibi muhtelif unsurlarla dolup taşıyordu. İslam Devleti çok genişlemişti, Batı da Endülüs´ten tut da doğuda tâ Çin´e kadar uzanmıştı, bir çok İslam merkezleri oluşmuş­tu, Hz. Osman devrinde başlayarak sonraki çağlarda Hz. Peygamber Aleyhisselamın Ashab-ı Kiram´t bir çok ülkelere gidip yerleşmişlerdi. Bunların her birinin talebeleri yetişmişti, o şehirler halkına uygun fıkıh görüşleri olmuştu. Her şehrin içtimai, ticari, İlmi Özellikleri vardı. Bunlar­dan her biri ulemasının, fukahasının çokluğu ile üstün bir mevki sağla­mak istiyordu. Makamı cennet olsun, kabri nûr dolsun, üstadımız, rah­metli Muhammed Hudarî Abbasiler çağının başlarında İslam şehir­lerinin durumunu şöyle anlatır:

«Batı tarafında İslam ülkelerinin sonuna, Endülüs kıtasına baktı­ğında Kurtuba şehrini görürsün. Endülüs´de Emevi Devletinin kuru­cusu ulu Emir Abdurrahman b. Muaviye´nin başkanlığında, Abbasilerin merkezi Bağdad ile boy ölçüşmeye hazırlanıyor. Kuzey Afrika´da Kay-revan şehrini görüyoruz, o ki bütün azametiyle Roma Afrika şehirleri-, nin yerini almıştır. Daha berilere gel, Mısır´ın başkenti olan Fustât (Kahire) şehrini bulursun. Büyük Fustat camiinde ulema ders halkaları var, onlar ictihad yolunda en büyük çalışmaları yaptılar, muhtelif mez-heblerin müctehid imamları fıkhın bütün dallarına ait eserleri insanlara sundular.. Bu ülkeye dair tarihçilerin yazdıklarına bakan kimse görür ki. o ilim, ticaret, san´at bakımından kültür itibariyle Bağdad şehrinden hiç de geri değildir. Sonra Şam şehrine bak. Orası her ne kadar hilafet merkezi olmaktan çıktıysa da Emevilerin oraya kazandırdıkları o eski azameti hala korumaktadır. Küfe ve Basra, ulema ve hukema ile doludur. Bağdad onların yakınında bulunmakla beraber, onun azameti yanında onların güneşi de batmadı. Çünki Basra, Hind ticaretinin en büyük limanıydı. Küfe Arap unsurunun yatağıydı. Şark´a doğru yoluna devam edersen: Merv, Nisabur ve diğer büyük şehirler görürsün. Me­deniyet; ticaret, ziraat ve´atın ilerleyip genişlemesini gerektirir. Bu çağlarda, bunların hepsi de en doruk noktasına erişmiştir. İslam ülkeleri medeniyetçe o kadar parlamıştır ki, kendinden önceki bütün medeniyet­leri gölgede bırakmıştır. O, muhtelif medeniyetlerin özü ve en parlağıdır. Şüphesiz ki, bunların fıkıhta büyük tesiri olmuştur. Çünki bütün bu meselelere cevap vermek gerekti. »[2]


113- Hayattakinin Fıkha Tesiri:


İşte ticaret, sanayi ve diğer yönlerden medeniyet bakımından İslam şehirlerinin genel durumu böyleydi. Her şehirde bir ilim hareketi vardı. Her şehir, birbirinden ayrı muhtelif cins kültür dalgaları ile dalga­lanıyordu. Herkes kendi kültür rengini ve duygularını katıyordu. Bu şekilde olan bir toplumda, toplumsal olaylar çok olur ve bu milli özellik­lerin etkisiyle bunların muhtelif belirtileri başgösterir. Bir olayın dini yönden hükmü vardır. İslam dini umumi bir din olup küçük, büyük her olay için mubah veya yasak hükmünü verir. O türlü kültürler içinde meydana gelen olayları araştırıp incelemek, faklhin düşünüş tarzını genişletir, zihnini açar, tâ ki, meseleleri çözebilsin, birbirine aykırı olan olayları bir düzene koyabilmek için kaideler´bulup gerekli temelleri kurabilsin.

O zaman için bugün olduğu gibi, ziyaret yeri olan Hicaz şehirleri de öyleydi. Orada da bu hayatın bütün şekillerini, bütün renkleriyle görür­sün. İnsanlar o hayatın içinde uzak ülkelerden oraya gelmektedirler. Fıtrat dini sahibi Hz. İbrahim Aleyhisselamın davetine icabet ederek, gönüleri oraya bağlıdır. Hicaz şehirlerinde oturanlar, ziyaret için gelen hac kafilelerinde müslümanların içtimai belirtilerini bütün renkleriyle görmektedirler. Muhtelif cinsten insanların örf ve hallerini gözleriyle görerek vakıf olmaktadırlar. Bunları kulaktan dolma haberler yoluyla değil müşahede yoluyla öğrenmektedirler.

Hz. Peygamber Aleyhisselamın hicret yurdu olan Medine ki, Ravza-ı Mutahhara orada, Mescid-i Nebevi orada, Hac esnasında müslümanların ziyaret ettikleri bir yerdir, orada bulunmakla şeref duyar­lar, Hz. Peygamber´in civarında durmakla tebrik ederler. İmam Mâlik de o şehri kendine ikamet yeri olarak seçti. Medine´de insanların birçok örfleri, muamele şekilleri, içtimai yaşayışta tutumları ve durumları vardt. O bunların arasında yetişti.


114- Saraydaki Bir Hıristiyanın, Müslümanlar Aleyhine Çalışması:


İçtimai duruma çok kısa da olsa bu kadarcık işaretten sonra, şimdi de Mâlik´in çağındaki düşünce durumuna bir göz atahrn: Bu da iki manzara arzeder: Biri o çağda hakim olan akıl hareketleri, ikincisi dini çalışmalar ve Medine-i Münevvere´nin bunlara göre durumu. Orada fıkıh çalışmaları ve genellikle dini İlimlerdeki gelişmeler:

Birinci yöne bakalım. Bunu açıklarken, o zaman bazı müslümanla­rın aklını kurcalayan bir takım meselelere işaret etmemiz gerekir. Şöyle ki; Emevi çağından başlayarak Abbasi çağının başlarında umum İslam ülkelerinde, özellikle Irak´da, İslam inancını bozmak için müslümanlar arasına gizli gizli bazı düşünceler, sapık mezhepler sokulmaya başlan­dı. Onları din İşlerindeşaşırtmak,doğru, açık şeyleri bulandırmak, insan aklının kolay kolay hazmedemiyeceği, künh ve hakikatini anlayamiya-cağt şeyleri ortaya atarak fikirleri karıştırmak istiyorlardı. Mesela kaza ve kader meselesi, insan iradesi nedir. İnsan hür müdür ki, teklif ma´kul ve ceza makbul olsun, yoksa insan, iradesinde hür değil midir? Öyleyse teklifin hikmeti nedir? Gayesi sebebi ne olabilir?[3]

Bu münakaşalar, Müslümanlar arasında gizfi bir planla el altından yürütülür, din anlayışları karıştırılmak istenirdi. Böylece İslam düşman­ları, müslümanlardan öç almak fırsatını buluyorlar, arayaengeller soka­rak, kendilerini korumak için meydanı açıyorlardı. Bu gizii eller, müslü-manlarda şüphe uyandırmak, onların birliğini bozmak, aralarında fikir çekişmeleri uyandırarak onları birbirine düşürmek istiyorlardı. İslama uymayan, müslümanlara yabancı düşünceleri yaymak için planlı çalışı­yorlardı. Abbasi çağı yazarlarından bu gizli ve kirli ellere işaret edenler olmuştur. Mesela Câhız, bazı eserlerinde, Hıristiyanlığı korumak için Hıristiyanların, Müslümanlar arasında ne gibi görüşler yaymaya çalıştık­larını nasıl planlar hazırladıklarını anlatır.

Hişam b. Abdülmelik devrinde Emevilerin hizmetinde bulunan Şamlı Hıristiyan Yohanna?nın Tarihi´nde müslümanlarla din konu­sunda nasıl münakaşa yapacaklarını Hıristiyanlara öğrettiğini görüyo­ruz. Türasül-İslam LegacyOf İslam: İslâm mirası eseri onun şöyle dediğini nakleder: «Arap sana : İsa hakkında ne dersin derse, O ALLAH´ın kelimesidir, de. Sonra o müslümana Kur´an Hz. İsa´ya ne adı veriyor, diye sor ve müslüman sana cevap verinceye kadar hiçbir şey söyleme. Çünki müslüman sana Kur´an´daki ayetiyle cevap vermek zorunda kalacaktır ve şöyle diyecektir: «Mesih Meryem oğlu İsa´dır o ALLAH´ın elçisidir ve o Meryem´e ilka ettiği bir kelimedir ve ondan bir ruhtur.» Sana bu cevabı verince, ona sor: «ALLAH´ın kelimesi ve ruhu nedir? O mahluk mudur, değil midir? Eğer mahluktur derse, o zaman ona şöyle de: ALLAH vardı, lakin ne kelime, ne de ruh vardı! Bunu söyleyince Arap susacaktır, cevap yolu bulamayacakta. Çünki bu gö­rüşte olanlar, müslümanlara göre zındıktır...»

Görüldüğü üzere o müslümanlarla nasıl tartışacağı ve onu nasıl köşeye sıkıştırıp ilzam edeceğini öğretiyor. Sonra,sözü,ALLAH Teâlâ´nın kelamının kadim olmasına getiriyor ve davasını bununla desteklemek istiyor.Halbuki bu, ona hiçbir şey kazandırmaz. Bu incir çekirdeğini h ´idurmaz bir laftır. Çünki kelimeyi ALLAH Teâlâ´ya izafe etmek ve ruhun ALLAH´tan olması, onun kadim olmasını hiç gerektirmez. Zira Cenab-ı Hakk´m yarattığı kelime, kadim değildir, yine böylece yarattığı ruh da kadim olamaz. Hz. İsa´ya ALLAH´ın kelimesi denildi, çünki arada baba vasıtası bulunmaksızın, mücerred ALLAH´ın (OL) sözüyle meydana İdi keza ruh denildi, zira ALLAH´ın insanların vücut bulması için koy­muş olduğu nizam gereği canlılar için hayat maddesi olan şey, onun vücut bulması için tutulmuş bir yol değildir. Şahıslar en belirgin halin vasfını alırlar.

Sonra Yohanna, İslam prensiplerini eleştirme yollarını telkin et­meye yelteniyor: Çok kadınla evlenmeyi, karı boşamayı, hülleyi diline doluyor, Hz. Peygamber hakkında yalanlar uydurup ortaya atıyor, Hz. Peygaberin Zeyneb binti Cahş ile olan aşkı iftirasını çıkarıyor, azadlısı Zeyd´in karısı iken Zeyneble evlendiğini söylüyor, Haceri Esved´i takdis etmek, hacı takdis etmek gibidir, diyor. O sadece bunlarla yetinmiyor, mücadeleci hıristiyanları, müslümanları kaza ve kader, insanın iradesi, bu iradenin hür veya cebir altında olup olmadığı meselelerini münaka­şaya sürüklemelerini de istiyor.[4] Böylece Arabın aklını tartışma çöl­lerinde dolaştırıp şaşırtmak amacını güdüyor. Müslümanları şaşırtmak, sapıtmak için karışık kördüğüm olmuş bir takım güç meseleleri kurcalı­yor, aralarına ayrılık koyup, sapık inançlar, batıl hevesler sokup türlü fikir ayrılıkları meydana getirmek, parçalamak diliyor. Bütün bunlar, Emevi Hanedanının, Hilafet ocağının bağrına bastığı, sarayında besle­diği bir Hıristiyan tarafından yapılıyor, ondan öncede babası o sarayda barınmış, orada yaşamıştı.


115- İslamı Yıkıcı Ecnebi Parmakları:


Bu fikir cambazlığının yanında diğer bir fikir sömürme hareketi de vardır ki, o da Emeviler çağında başladı. Abbasiler çağında gelişerek meyvesini verdi. Bu da Yunan felsefesiyle olan bağlantıdır, Ibni Hal-lıkân bunun Emeviler çağında başlamasını şöyle anlatır: «Halid b. Muaviye Kureyş içinde ilim ve tenleri en iyi bilendi. Kimya ve tıp fenle-nnde söz sahibidir. Bu iki ilmi çok iyi bilirdi. Bunlardaki maharetini ve ´´mini gösterir risaleleri vardır. Bu fenleri Beryanis Rumi denen bir papazdan öğrendi. Bu konuda üç risalesi vardır. Birisinde adı geçenle olan macerasını, ondan nasıl öğrendiğini, onun öğrettiği rumuzları anla­tır.» Bu felsefeyle oian temas, tercüme hareketiyle gelişti. Abbasiler çağında Yunan, İran ve Hind dillerinden tercümeler başladı. Bunların İslam düşüncesinde etkisi oldu. Bu felsefeleri elde edenlerin akıl ve dinlerinin kuvvet derecesine göre onlar üzerinde türlü tesirleri görüldü. Aklı yerinde, imanı sadık olanlar, akıllarının kuvvetleri Ve imanlarının metaneti sayesinde aldıkları bu fikri hazmettiler, onlara hakim oldular, üstün düşünceleri ile onlardan faydalandılar, idraklart ile onlardan ala­caklarını aldılar. Bir takımı da ontarı hazmedemedi, o yükü kaldıramadı, eski ile yeni arasında denge sağlayamayıp akılları şaşırdı kaldı. Bir fikir anarşisi içinde çalkandı kaldı. Bu yüzden bakıyoruz ki, bazısı şair, bazısı yazar, bazısı ilim adamı geçinen bir takım kimseler bu fikirlere kendini kaptırdı, onları akıllan hazmedemedi, çalkantı içine düştüler, şaşırıp kaldılar.

Bunların yanısıra, yukarıda dediğimiz gibi, zındıklar türedi, İslam toplumunu bozucu görüşlerini meydana verdiler, İslam´ı yıkıcı şeyleri ortaya atıp ilan ettiler, Müslümanlara tuzak kurdular, müslümanlığtn şanını küçültücü hilelere başvurdular. Bir takımı, islam hakimiyetini ortadan kaldırmak, İran hakimiyetini kurmak sevdasındaydı, yukarıda işaret ettiğimiz üzere, Mehdî çağında, Abbasi Devletine karşı çıkan Horasanlı Mukanna bunu yapmak istemişti.


116- O, Sapık Tartışmalardan Uzaktı:


Bu geçen şeylerin hepsi de fikir çekişmelerine sebep oldu, birbirine zıd görüşler, birbirine uymaz inançlar meydana çıktı. İmam Mâlik böyle bir çağda yaşadığından, şüphesiz ki, kulağına bu çapraşık görüş­lerin akisleri çalınmıştır. Onun hayatını anlatırken, söz arasında, onun birbirine uymaz görüşü ve mezhepler hakkında bilgisi olduğunu, ancak bunlara kapılıp dalmadığını, bunlar hakkında tartışmaya girmeye ya­naşmadığını da söylemiştik. Çünki o, bir alimin her bildiğini konuşma­sını uygun bulmuyor, ancak yararlı olacak, dinleyenlerin hazmedebile­ceği, akıllarının alabileceği şeylerin söylenmesini istiyordu.

Evet, onun bu konulardaki bilgisi, çağdaşı olan Ebû Hanife´nin bilgisi kadar değildi. Zira Ebû Hanife, bu boğuşmaların olup bittiği Irak´taydı. İmam Mâlik ise Medine´deydi. Medine, İrak bölgesindeki o kavgalardan uzaktı. Basra ve Kûfe´de geçerli olup çalkalanan bu tür

... Medine´de geçmezdi. Medine pazarında geçerli olup aranan; kitap, sünnet ve bu ikisi sayesinde yürütülen fıkıh istinbat usulü idi. Mâlik?in ilmi bunlardı, din ve mezheb ilimleri...


117- Dini filimler Hakkında Çalışmalar:



İmam Mâlik çağında fikir sürtüşmeleri, bu tür şeylerdi ve onun bunlardan haberi vardı. Onun bunlara karşı tutumu olumsuzdu, onlara dair birçok şeyler biliyordu, fakat onlardan uzak duruyordu. Bir kimse­nin serden korunmak için onu öğrendiği gibi öğrenmişti,.onlara uymak için değil. İslam´ın ilk zamanlarında ilim, şifahi yolla, sözlü olarak öğrenilirdi.

Kitaplarda yazılı değildi. İnsanlardan bir takımı, imuhtelif ilimleri öğren­meye yönelince, Emeviler çağının sonlarına doğru alimler, bildiklerini yazmaya koyuldular, ilimler sınıflara ayrılmaya başladı. Her ilimde mu-tahassıs alimler yetişir oldu, her biri kendi sahasında derinleşip o ilmin kaidelerini tesbit etti. Böylece faklhler ve Hadis alimleri de Emevi ça­ğından itibaren hadis ve fıkha dair eserler yazmaya başladılar. Hicaz fukahası ashabdan Hz. Aİşe, Abdullah İbni Ömer, Abdullah İbni Abbas´ın ve onlardan sonra Medine´de bulunan Tabii´nin ulularının fetvalarını topladılar, onları dikkate aldılar, onlara göre yeni hükümler çıkarıp meseleleri çözdüler. Irak fukahası ise Ashabdan Abdullah İbni Mes´ud´un fetvalarını, Hz. Ali´nin hüküm ve fetvalarını, Kadı Şu-reyh´in hükümlerini ve diğer Küfe kadılarının verdikleri kararları toplu­yorlar onlara göre yeni hükümler veriyorlar, meseleleri çözüyorlardı. Abbasiler çağı gelince bu ilim çalışmaları ilerledi, hadis yazma işi geniş­ledi, hadisleri fıkıh babları üzere tertib etme çalışmaları başladı.

Bu yolda çalışmalar yalnız bunlara münhasır kalmadı. Şia fuka­hası da görüşlerini tesbit edip yazdılar. Milano´da bazı islami eserler bulundu. Onların arasında 122 yılında şehid edilen Zeydiye İmamı Zeyd b. Ali´ye ait yazma bir fıkıh kitabı var. Elde bulunan matbu´ mecbu kitabı bu imama nisbet olunur, Ona nisbet doğru olsun olmasın, şu bir gerçektir ki, Şia´nın Zeydiye kolunun İmam Mâlik çağında belli bir fıkıh görüşleri vardı. İmam Mâlik, Şia İmamı Cafer Sadıkla tanışırdı.[5] Ondan rivayet etti (ALLAH ikisinden de razı olsun).


118- Tartışmalar Çağı:


Unutmamak gerek ki bu çağ, münazaralar, tartışmalar çağıdır. Muhtelif fırkalar, Şia ile Ehli sünnet arasında, Haricilerle diğerleri ara­sında, sapık fırkalarla bunların tümü arasında çok sert tartışmalar olu­yordu.

Alimler, böyle tartışmalar yapmak üzere bir yerden başka yere gidiyorlardı. Örneğin, Basra alimleri, ora alimleriyle tartışmalar yapmak için Kûfe´ye geliyorlar, onlar da aynı karşılığı veriyorlardı.

Fıkıh hakkındaki tartışmalar daha çok hac mevsiminde oluyordu. Bak, işte Ebû Hanife, İmam Mâlik ile fıkıh meselelerini müzakere ediyor, Evzâı ile tartışmalar yapıyor. Bu fıkıh tartışmaları diğerlerinden daha verimli, daha faydalı oluyordu. İmam Mâlik karşısındakine üstün gelmek, yarışı kazanmak için yapılan tartışmalardan nefret eder, hoş­lanmazdı. Nasıl ki, Harun Reşid ondan İmam Ebû Yusuf ile müna­zara yapmasını istediği zaman ona şöyle demişti: «İlim hayvanlar ara sındaki döğüş, horoz döğüşü değildir.» İmam Mâlik din işlerinde tanış­mayı, kısır bir çekişme sayar, ondan bir netice alınamayacag.nı. bilakis bozacağını söylerdi. Fakat o, ihlas sahibi iyi niyetli ulema ile tartışma­lardan da kaçmazdı. Mesela, Ebû Hanife ile, terleyinceye kadar tar­tışma yapıyor ve sonunda onun ilmi kudretini anlıyor ve dostu Leys b. SaJd´a : O tam bir fakiri,-ey Mısırlı diyor. Ebû Cafer Mansur ile münazara yapıyor, kendi görüşüne karşı olanlara mektup gönderip onları kendi görüşüne çağırıyor (Leys´e mektubu gibi). £ünki o yahn gerçeği meydana çıkarmak için yapılan bu münazaraları, dinde yasak­lanan çekişmeler türünden saymıyordu. Çünki bunlardan maksat, kar­şısındakine üstün gelip onu altetmek değil, hakkı meydana çıkarmaktır. Bunda gösteriş yok, mugalata yok, gerçeği aramak var, ihlas var.


119- İslam Ülkelerinde Fıkıh Merkezleri:



İmam Mâlik çağında, görüşler birbirinden ayrılarak her biri ken­dini kesin bir çizgi ile belirlerdi. Her meşhur şehir, fikir alanında kendine özgü bir ilimle seçildi ve şöhret buldu. Örneğin: Basra, dini ilimler arasında inançla ilgili meselelerde daha seçkinde, felsefe ve inanca dair meseleleri konuşan muhtelif fırkalar oradaydı. Vaaz ve fıkıh anlatan alimler oradaydı. Hasan Basri oradaydı, orada fıkıh azdı. Küfe ise, İbni Mes´ud´un rivayetlerine dayanan IraK fıkhının yatağıydı. İbrahim Nahai´nin görüşleri orada yaygındı. Onu Hammad b. Süleyman´ın dersleri temsil ederdi. Sonra bu ekolü Ebû Hanife´nin dersleri temsil etti Takdiri ve farazi fıkıh orada, kıyas ve istihsan en belirgin şekliyle oradaydı. Şam´da ise, sahabe ve Tâbii´nin asarına dayanan fıkıh ha­kimdi, orada rey fıkhı azdı, bu fıkhı, Evzâî ve onun ekolü temsil ederdi, Evzâî sünneti iyi bilirdi, fakat Mâlik ayarında bir hadis alimi değildi.

Medine´ye gelince, orası hadis ocağıydı, Selef-i Salih´in âsârı orada çoktu. Rey yanlısı seçilmiş bulunan Hz. Ömer, Zeyd b. Sabit (ALLAH onlardan razı olsun) gibi sahabelerin ve onlardan ilim alanların görüşleri orada bilinirdi. Orada; Hadis, sünnet, rey. Bunların hepsi vardı. Öyleyse onlardan kısaca söz edelim.


[1] Harra Vakası:Emevilerin tarihine leke olan bir olaydır.Medineyi sardılar,devlete karşı çıktılar diyerek;üç gün üç gece Medineyi düşman ülkesi addedip her şeyi helal saydılar.Mal,can ,ırz,namus emniyetini tanımadılar.Bunu hükümet yaptı,aynı zulmü ve rezaleti Hariciler de yaptı.

[2] Muhammed Hudarî, Teşri´i İslamı Tarihi, imamların İçtihadı bölümü.,

[3] Kader ve insan iradesinin hürriyeti meselesi eskidir, islamın ilk çağlarında daha ortaya çıkmıştır. Fakat Hulefa-i Raşidin devrinde öyle kuvvetli değildi ve münakaşa konusu olma­mıştı. Rivayete göre Hz. Ömer´e bir hırsız getirildi. Halife ona: «Niçin çaldın?» diye sordu. Hırsız da: -ALLAH´ın kaza ve kaderiyle» cevabını verdi. Hz. Ömer, elinin kesilmesini emretti ve ona dayak attırdı. Ömer´e bunu neden yaptığı soruldu; «El kesmek, hırsızlık cezası, dayak da, ALLAH hakkında yalan söylediği İçin.» dedi. Halife, Hz. Osman´a, Öldürenlerden bazısı, onu öldürenin kendi değil, ALLAH olduğunu iddia ettiler. Onu sanp hücum ettikleri zaman bazıları: Sana okları ALLAH atıyor, dediler. O da yalan söylüyorsunuz, eğer atan ALLAH oslaydı, yamlmazdı, dedi.

Hz. Ali devri gelince, hilafet meselesinde münakaşalar çoğaldı, sonra günah işleyen müslü manın durumu ve kader münakaşası başladı. İbni Ebl Halid, Nehcül-Belâga şerhinde şuhu kaydeder: Bir şeyh, Hz. Ali´ye sordu: «Bizim Suriye üzerine Şam´a yürümemiz ALLAH´ın kaza ve kaderiyle midir? Bize haber ver.» dedi. Hz. Ali buna şöyle cevap verdi:

«Yerden tohumlan bitiren, canlıları doyuran ALLAH aşkına, nereye basmış isek, hangi vadiye inmiş isek, bunlar hep ALLAH´ın kaza ve kaderidir." Şeyh ona: «Öyleyse bize ecir var mı?» dedi. Hz. Ali de:

«ALLAH ecrinizi ziyade kılsın, siz yaptığınızı zor altında yapmıyorsunuz, gidip gelmeniz hepsi

ALLAH´ın kaza ve kaderiyledir. Eğer kaza ve kader zor ve cebir demek olsa, o zaman teklif batı olur. Sevap, azap, emir, nehiy olmaz,-bunların mânası kalmaz. Bu gibi batıl sözler şeytan ordusunun kuruntusudur. Kaderiye denen fırka, bu ümmetin mecûsileridir. İş öyle olsaydı, zaman Peygamber göndermeye gerek kalmazdı. ALLAH yerleri ve gökleri boşyere yaratmadı.

Kaza ve kader ALLAH´ın hükmüdür, emridir.» dedi. Ve şu ayet-i kerimeyi okudu: «ALLAH ancak kendisine ibadet etmenizi emir buyurdu. Sana itaatle Mahşerde ALLAH´ın rızasın umarız. Sen bize dinimizi açıkladın. ALLAH sana ihsanda bulunsun.»

[4] Bunlar,VanVıoten´in basmış oiduğu Câhız´in risalelerinde, Oidordun hazırladığı islam Mirası kitabında Eb Lowis Şeyho´nun Mahtutat-ı Arabiyye kitabındadırlar.

[5] Şia´nın Imamiyye fıkhını inceleyen kimse onlann akidleri ve şartlan hakkındaki görüşleri İle Mâlikllerin görüşleri arasında çok yakın bir benzerlik olduğunu görür.