๑۩۞۩๑ Kitap Dünyası - İlim Dünyası Kütüphanesi ๑۩۞۩๑ => İmam-ı Malik => Konuyu başlatan: ღAşkullahღ üzerinde 17 Eylül 2010, 17:11:40



Konu Başlığı: Şahsi kabiliyetleri ve vasıfları
Gönderen: ღAşkullahღ üzerinde 17 Eylül 2010, 17:11:40
ŞAHSİ KABİLİYETLERİ VE VASIFLARI

68- Kuvvetli Bir Hafızanın İlimde Değeri, Hafıza Ve Yazı:


Allah Teâla Mâlik´e öyle yetenekler kabiliyetler vermiş kî, o büyük bir hadis ve fıkıh alimi olarak yetişti, doğru bir yola yöneldi. Kur´an-ı Kerim ve hadis-i şeriflerin ışığında yürüdü, Selef-i salih´in izinden gitti.

a- Allah ona Öyle kuvvetli bir hafıza bahşetmiş ki, birşeyi dinlediği zaman onu dikkatle dinler ve tamamiyle bellerdi. O derece ki; bir defa 40 küsur hadis dinler, ertesi gün gelir, onları dinlemiş olduğu kimseye (yani hocası Zühri´ye ) kırkını da şaşırmadan tekrarlar, ancak bir kaçını bilemezdi. Bir derste 30 hadis dinler, onları yazmadığı halde yalnız birini unutur, sonra hocası Zühri´ye gider, ona sorar, o da azarladıktan sonra cevabını verir. O, işte böyle kuvvetli hafıza sahibiydi. Hocası Zühri bu yüzden ona: «Sen ilim kabısın, sen ilim için ne iyi bir hazinesin, ilim de pusulasın." demişti.

Onun bu kadar kuvvetli hafıza sahibi olmasının, her işittiğini belle­mesinin sebebi, belki de o zaman insanların hafızalara itimad etmele-rindendir. O zaman ilim henüz kitaplardan alınmazdı, insanlardan din­lemekle, sözlü olarak öğrenilirdi. Hz. Peygamberin hadis-i şerifleri henüz tedvin edilmemişti, kitaplara toplanıp yazılmamıştı. Hafızalıda saklıydı. Ne zaman ki talebeler, hocalarının kendilerine verdikleri ders­lerden anlattıklarını yazmaya başladılar, o zaman hafızalara itimad azalmaya başladı ve yazma usulü ortaya çıktı. İlim tedvin edildi. Bu Mâlik´in hayatının ilk zamanlarında böyle idi. O, hocasından dinledikle­rini bazen derste kaydeder, kimi kere de dersten sonra yazardı. Her halükarda dinlediklerini yazmış olurdu.

İbni Şahab Zühri, talebelerinin ezberciliklerinin kötü olmasıyla azarlardı. Mâlik diyor ki: İbni Şahab bana 40 küsur hadis nakletti, onlardan biri de Sakife olayı: Hz. Ebû Bekir´in halife seçilmesi hadisi idi. Onları ezberledim, sonra hocaya dedim ki, onları bana tekrar anlat, çünki ben o kırktan birkaçını unuttum. O tekrarlamak istemedi. Ben de: «Sana tekrar okunmasını isteyen, seven sen değil miydin?» dedim. «Evet öyledir» dedi. Ve bana tekrar anlattı. Baktım, benim ezberlediğim gibi. Sonra bana şöyle dedi. «İnsanların hafızası bozuldu.» Ben Said b. Müseyyebe, Urve, Kasım, Ebû Seleme, Humeyd ve Sâlim´e gelirdim (ve daha başka adlar saydı) onları dolaşırdım. Her birinden 50´den yüze kadar hadis dinlerdim, sonra döner giderdim ve her birinden dinledikle­rimi birbirine karıştırmaksızın ezberlerdim.»[1]

Bu rivayet gösteriyor ki, hafızaya güvenme, onu kuvvetlendiriyor geliştiriyor, çalışan organ kuvvetlenir. İnsanlar yazmaya başlayınca, hafızaya güven yerine ona dayanmaya başladılar, hafıza da yavaş yavaş zayıflamaya yüz tuttu.

Hiç kuşkusuz Zühri´nın dediği gibi, İmam Mâiik´i ilim hazinesi yapan bu kuvvetli hafızadır. O hafızasına güvenirdi, dersten sonra takviye için, ezberlediklerini yazardı. Nasıl ki yukarıda geçtiği üzere dersten sonra ağaç gölgesine çekilir, zihninde kalanları, ezberledikle­rini yazardı.

Kuvvetli hafıza, her ilimde yükselmenin temelidir. Çünki alimin aklını ilim gıdasıyla besleyen odur. Hafıza olmayınca kafa boş kalır. Hafıza özellikle hadisci için en gerekli bir mevhibedir. Bilhassa o za­manda, çünki o çağda yazmak az olduğundan ezberlemek birinci temel sayılırdı, kitap ikinci derecede katırdı.

Onun için İmam Mâlik bu kuvvetli hafıza ve beyan edeceğimiz diğer vasıfları sayesinde, çağında birinci hadis alimi olmuştu, parmakla gösterilen bir zattı. Talebesi İmam Şafii´nin dediği gibi o, parlak sabah yıldızı gibiydi. O, kendisine her anlatılanı ezberlerdi, ayrıca onları defte­rine de yazardı. Onlardan ancak millet için yararlı bulduklarını, faydalı olanları talebesine anlatırdı. Sahih olanları, olmayanlardan ayırır, ileride, beyan edeceğimizgibi, ondan sonra başkasına aktarırdı. İncelemeden, araştırmadan, her bellediğini halka yaymazdı. Hatta öldükten sonra terekesi arasında iki sandık kitap buldular. Yazmış, fakat başkalarıne açıklamamış. İshak b. Yasin şöyle der: «İmam Mâlik´in terekesi ara­sında iki sandık kitap bulundu. Babam onları okuyunca ağlamaya başladı ve şöyle dedi: «Allah sana rahmet etsin ey Mâlik, sen ilminle Allah rızasından başka bir şey isternezdin» Uzun yıllar onun dersine oturdum, bu okuduklarımdan hiçbirini bize anlatmadı.»[2] Ahmed b. Salih dedi ki: «İmam Mâlik´in usulüne baktım. Onları 12 bin hadisin benzeri bul­dum, o zaman Medine Halkının hadis alimiydi. Mâlik onun ancak üçte birini veya dörtte birini anlatmıştır.

İmam Şafii dedi ki: «İmam Mâlik´e : İbni Uyeyne nezdinde öyle çok hadis var ki, onlar sende yok.» denildi. Cevabında şöyle dedi: «Eğer her işittiğimi rivayet edecek olursam, ben o zaman ahmağım ve onları dalâlete düşürmüş olurum. Benden öyle hadisler çıktı ki, keşke her hadis için bir kırbaç vurulsaydım da onları rivayet etmemiş olsay­dım.»[3]

Talebelerinin söyledikleri ve ondan rivayet olduğu gibi, İmam Mâlik her işittiğini beller ve ezberlerdi, her bellediğini kaydedip yazardı. Fakat her bellediğini de rivayet etmezdi. İnsanlar için faydalı gördüğünü anla­tır, yararlı olanları yayardı. İnceler, Öyle ortaya çıkarırdı.


69- İlim, Sabır ve Tahammül İster:


b- Mâlik´in ikinci bir niteliği ve meziyetiki, asıl üstünlüğününve dehâsının temeli odur. Zaten o her üstünlüğün temelidir- sabır ve tahammülüdür, herşeye katlanması, gayeye ulaşmak için bütün engel­lere göğüs gerip onları aşmasıdır. Yukarıda hayatını okurken onun nasıl her şeye katlanıp sabır ettiğini, güçlükleri nasıl yenip engellen aştığını, yoksulluğu yendiğini gördük. İlim uğrunda evinin tavanının ağaçlarını bile sattı. Yakıcı sıcakta alimlerin evine gidiyor, kapı önünde onların evlerinden çıkmalarını bekliyor, mescide kadar onların ardısıra geliyor, sonra derse oturuyor. Soğukta bile hocasının evinin kapısı önünde oturuyor, soğuktan korunmak için yanında minder bulunduruyor, üze­rine oturup bekliyordu. O, ilim yolunda yorulmaz bir mücahidolup ne sıcak, ne ayaz ona asla engel olamazdı. Yakıcı sıcağa, kavurucu so­ğuğa aldırış etmeden yolunda yürür, gayesine ulaşırdı. Hocasının azar­lamasına katlanır, onu gönül rahatlığıyla karşılardı. Çünki kazandığı ilmin zevki, ona bu levmin acısını, hiddet ısırıcı şiddetini unuttururdu, yersiz dahi olsa.

Onun görüşüne göre, ilim yolunda çekilen zahmetler, onun kıymetini belli eder. Varlıkta herşey öyledir, zahmetsiz elde edilenin değeri bilinmez. Kolayca ele geçen şeyi korumak için dikkat edilmez. Zahmetli kazanılan şey kıymetli olur ve´korumaya önem verilir. (Allah ondan razı olsun) şöyle derdi: «İlim öyle bir şeydir ki, onu isteyen kişi, kolayca elde. edemez, bu uğurda yoksulluğu tatmalı, ilmi herşeyden ileri tutmalı.»[4] Öğrencilerine de bunu aşılar, ilim yolunda her türlü zorluğa kat­lanmaya sözle ve işle teşvik ederdi. Mus´ab Zübeyri anlatıyor: «Der­sinde bir veya ikibuçuk kağıt okur, üç kağıda çıkmazdı. Biz dinlerdik, bir kısmı bir tarafta oturur, bakmazlardı Dersten sonra kitaplarını bizim kitaplarımızla karşılaştırırlar, düzeltirlerdi. Bir gün babamlara gittik, orada biraz kaldık. Sonra Mâlik´in dersine gelecektik. Yağmura tutul­duk, gelemedik. O da bizi beklemeden dersini vermiş, bizi beklememiş. Ertesi gün derse geldik ve «Ya Ebû Abdullah, dün yağmura yakalandık, o yüzden derse gelemedik, dersi bize tekrarla.» dedik. «Hayır, olamaz» dedi. Kim bu işi isterse, o uğurda zahmete katlanır.» dedi.[5]

Ona göre sabır ve tahammül, kuvvetli irade ve ilim kazanmanın yoludur. Bunlar olmazsa bir şey elde edemez, bir gayeye ulaşamaz, yol alınamaz.


70- İlmin Bereketi İyi Niyetledir, İlim Nuru İhlasla Parlar:



c- Üçüncü olarak, ilim ihlas ister. Hakikati bilmek, hadis-i şerifleri ve Kur´an-ı kerîm´i anlamak için ihlas sahibi olmak, ilmi Allah rızası için istemek gerekir. İmam Mâlik ilmi, sırf Allah rızası için öğrendi, ihlas sahibiydi, ilmi büyüktük taslamak, çalım satmak, tartışma ve dalaşma yapmak için öğrenmedi. Dersinde her türlü kötü düşünceden, garazdan kalbini temiz tuttu. Sırf ilim için, hakikati öğrenmek için çalıştı1; Eğrilme-; den, zaaf göstermeden ilim yolunda koyuldu. İhlas öyle bir nur ki, gönlü; parlatır, fikri aydınlatır. Onun ışığında kişi, dosdoğru yolda yürür. Her türlü garaz lekelerinden, kötü arzu ve heveslerden uzak, doğru yola´ yönelince feyz kapıları açılır, ruhani nur saçılır. Böylece araştırıcı, ilim talibi hakikati doğru olarak kavrar, gerçeği anlar. Zira fikrin safiyetini bulandıracak birşey yok, aklın önüne gerilip hakikati anlamasına engel olacak bir siyah bulut veya sis yok. Halbuki ihlas olmaymca nefsi kötü isteklere dalar, şehvet peşinde koşar, heva ve heves, fena arzular meydan bulur, kötü düşünceler gem almaz olur. Bu durumda akıl ,, kirlenir, düşünce ile hakikat arasını kara bulutlar kaplar, göz körleşip gerçeği görmez,.hakikata nüfuz edemez.

Onu ihlasa sevkeden şey şu olmuştur: Tahsiline çalıştığı ilim, din ilmidir. Bununla Allah´a yaklaşmak ister. Ameller niyete göredir. O niyetinin ihlasına göre hayır elde eder. O rnükafatanı Allah´dan bekle­mektedir. Onun için şöyle derdi: «Bu ilim dindir, onu kimden aldığınıza dikkat edin.» Onu ihlasa sevkeden diğer birşey de şu olmuştur: O, ilim nuru, ancak takva ve ihlas ile dolu olan bir kalbde parlar, oraya dolar inancındaydı. Bunun için onun şöyle dediği rivayet olunmaktadır. «İlim bir nurdur, ancak muttaki, huşu´la dolu bir kalbe dolar. » İhlas sahibi olup bu fani dünyanın zevklerinden, kötü arzularından uzak durup kaçınmak, ona göre, ilim isteyen kimsenin yoluna ışık tutar, kalbini aydınlatır. Şöyle derdi: «Dünyada zühd içinde yaşayan kimsenin kal­bine Allah hikmet kor, o da hikmet konuşur.»

Talebesi İbni Vehb´e şunları tavsiye etmiştir: «Eğer tahsil ettiğin bu ilimle Allah nezdinde olanı istiyorsan, sana yararlı olan bir şey murad ettin demektir. Yok, eğer bu öğrendiklerinle dünyalık istiyorsan, aldan­dın demektir, eline birşey geçmez!»[6]


71- İtilasından Dolayı Az Fetva Verir, Rastgele Haram, Helal Demekten Sakmırdır.



İlimdeki iyi niyet ve itilasından dolayı bazı işlerden uzak durdu, bazısını ise benimsedi ve sevdi. O, sünneti açık, aydın ve zahir olan, şüphe bulunmayan şeyleri benimsedi, sevdi. Şöyle derdi:

«İşlerin hayırlı olanı, açık ve aydın olandır. İki şey arasında kalırsan ve onlarda kuşkun varsa, mevsuk ve sağlam olanı al.» Onun için vaki olan mes´eleler hakkında fetva verir, takdiri, farazi şeylerden kaçınırdı. Yanılmak ve sünnetten ayrılmış olmak endişesi taşırdı. Olmayan birşeyi farzetmek, işleri çoğaltmaktan sakınırdı.´ Fetvadan daima vakarı korur­du. Uzun boylu, derin derin düşünür, acele fetva vermezdi. Çünki çabucak, acele fetva vermek, bazen hataya götürebilir. Talebesi İbni Kasım der ki: «Mâliki şöyle derken duydum: Ben bir mes´ele hakkında şu kadar yıldır düşünürüm bu ana kadar kesin bir-görüşe/varamadım.» Yine şöyle derdi: «Çok defa bana bir mes´ele gelir, bütün gece onunla meşgul olur, uyku uyumam» İbni Hakem der ki: «İmam Mâlik´e bir mesele sorulduğu zaman, soran kimseye «sen git, ben düşüneyim bakayım.» derdi. O da dönüp giderdi. Mâlik tereddüt içinde kalırdı. kendisine bu hususu sorduk. Ağladı ve şöyle dedi: «Ben şundan korku­yorum, gün gelecek, bu mes´eieler yüzünden benim için öyle bir gün olacakki..» Yine onun sözüdür: «Bir mes´eleye cevap vermek isteyen kimse, kendini önce cennet veya cehennem karşısına getirsin, ahirette kurtuluşu nasıl olacağını bir düşünsün.»[7] Birisi ona bir mes´ele sordu ve basit, kolay bir mes´eie:bu,dedi.Bunaöylekızdı ki, basit, kolay bir mes´ele ha? dedi, ilimde basit, hafif birşey olamaz., Allah Teala´nın şu ayetini duymadın mı? «Sana ağır bir söz indireceğiz» İlmin hepsi ağırdır. Özellikle kıyamet günü sorulup hesap verilecek olanlar.»[8]

Kur´an-ı Kerim´e ve hadis-i şerife olan saygısından,- itilasından dolayı; onlardan bir nass olmaksızın bu helaldir, bu haramdır, demekten son derece sakınırdı. Kitap ve sünnetin dışındaki mes´eieler hakkında haram olduğuna kesin hüküm etmeksizin kendi görüşünü söylerdi. Çok defa sözünün sonunda: Bizim zannımızca, biz böyle sanıyoruz, kesin olarak bilmeyiz, gibi sözler kullanırdı. Selef-i salihinin izinden gitmek, çağının fakihlerinin Rey-görüşle yaptıklarını inkar etmek hususunda şunları söylediği naklolunur: «Bana helal ve harama dair bir mes´ele sorulması kadar ağır gelen birşey yoktur. Çünki Allah´ın hükmünde kesin birşey demek zor. Ülkemizde ilim ve fıkıh sahiplerine yetiştim. Onlardan birine, bir mes´ele soruldupu an sanki ölüm karşısında imiş gibi olurlardı, halbuki zamanırnıjdafciîfj,", bu konuda söz söyleme­ye, fetva vermeye adeta can atıyorlar. Eğer yarın kıyamette neyle karşılaşacaklarını bir bilseler, bu konuda sözü biraz azaltırlardı.» Hz. Ömer b. Hattab, Hz. Ali Efendimiz ve ashabın hayırlı olanları, kendile­rine arzolunan bir mes´ele karşısında kaldılar "mı, Ashab-ı Kiramı toplar, onlara sorarlar, istişare yaparlar, ondan sonra fetva verirlerdi. Bizim zamanımızdakiler ise, bütün düşünceleri, işleri fetva vermek. Buna göre onlara ilim nasib oluyor. Müsjüman halkın güvendiği, kendilerine uyduğu geçmiş selef-i salihinin ve olgun insanların işi eskiden böyle rastgele: Bu helaldir, bu haramdır, demek değildi. Ancak: Ben bunu hoş göremiyorum, denirdi. Ama helal ve haram, bu Allah´a iftira olur. Kur´an-ı Kerim şöyle der: «De ki, Allah´ın size indirdiği rızkt ne sandınız da ondan haram ve helal kıldınız...» Helal Allah´ın ve peygamberin helal kıldığıdır.[9]

Dini mes´eielere dair fetva verirken son derece itilasından dolayı fikrini çalıştırıp da bir neticeye varamama, o zaman: Ben bunu bilmem, ben bunu iyi anlamam, derdi. Onun bu sözü çok meşhur ve yaygındır. Bir defa kendisine22 mesele soruldu, ancak ikisine cevap verdi. Kalan­ların hakkında: «Bilemiyorum, iyi kavrayamadım.» dedi. Dünyanın en uzak köşesinden fetva sormak için gelenler olurdu ve o kimse, sorulana cevap vermekten aciz olmayan birine geldim, sanırdı. İmam Mâlik´e bunu da hissettirirdi ve öyle sorardı. Mâlik eğer meseleyi layıkıyla, yakınen bilemiyorsa: Ben bunu bilemiyorum, derdi. Adamın kendisi hakkındaki düşüncesine, onu herşeyi bilen kişi sanmasına hiç önem vermezdi.

Onun bilmiyorum demesi, bazılarının zannettiği gibi, mutlak aczin­den değildi. Soruyu inceleyip de zannı aşan bir neticeye varmazsa, onu açıklamayı uygun görmezdi. Sahabe ve Tabiin fetvalarından, kendile­rine uyulanlardan bu konuda buna benzer bir mes´ele bulamazsa, keskin görüşlü bir fakih olduğu halde böyle yapardı. O, işte böyle fetva sahibi, bilmeyerek de olsa yanılıp Allah´a iftiradan korkan bir alimdi. Büyük bir fakih olduğu halde bazı kere fetva vermekten kaçınmasını talebesinden biri şöyle ne güzel dile getirir: «Fıkıh onun malıdır, Allah onu takva ile yüceltti.»


72- Münakaşa ve Münazarayı Hoş Görmezdi;



İşte beyan olunan bu gibi meziyetlere onu ancak ihlas şevketti. Bunlar, onun güze! meziyetlerinden yalnız bir kısmıdır. Yine ihlas saye­sinde, İlmi sırf Allah rızası için ve Allah´ın dinine hizmet için öğrenen temiz kalpli bir âlime yakışmayan şeylerdetı uzak kaldı. Cedelden, niza´dan pek kaçınırdı. Çünki niza´ bir nevi kavgadır, savaştır. Allah´ın dini ise, müslümanlar arasında niza´ sahası, savaş meydanı olmaktan çok yücedir. Sonra niza´ ve münakaşa, çok defa farkına varmadan, tarafları taassuba.bir fikresaplanıpkalmayagötürür. Bir mevzu´dataas-sub göstermek ise, kişiyi o mevzu´a tek taraflı saplanıp kalmaya, mes´eleye umumi yönden değil de, bir yönden bakmaya götürür. Böy­lece mutaassıp olan kimse tek taraflı düşündüğünden mes´eleyi tek yanlı görür, hakikati göremez. Ona göre ilim, münakaşa ve´niza´ yeri olmaktan çok daha yücedir. Çünki münakaşa yapanların amacı, bazı defa dinleyenlerin beğenisini, takdirini kazanmak olur. Böyle alemin hoşuna gidip takdirini kazanmak arzusu ite kişi, hak, batıl veya doğru, yalan herşeyi söyleyebilir, yine onun görüşüne göre, cedef, münakaşa ulemanın şerefine yakışmaz. Çünki iki taraf söz düellosu yapıp birbirine laf atarken, dinleyiciler onlara, gagalaşıp boğuşan iki horozun döğü-şüne bakar gibi bakarlar. Harun Reşit ile İmam Ebû Yusuf´a verdiği cevapta bu hakikat saklıdır. Halife Harun Reşit ona, Ebû Yusuf ile münakaşa ve münazara yapmasını söylediği zaman şu parlak sözü. söylemiştir: «İlim hayvanlar arasında boğuşma, horozlar arasında dö-ğüşme değildir!»[10]

İşte bu yüzden, münakaşayı iyi niyetle bağdaştırmadığından, dini konularda münakaşadan kaçınırdı. «Dindemünakaşanınyeri yoktur.» Önce dinde münakaşa ve niza´ yapmak, kulun kalbinden ilim nurunu giderir. Şöyle der: «Münakaşa ve niza´ kalbe kasvet verir ve kin doğu­rur.» Bir cemaat onun yanında mücadeleye başladılar. O hemen kalktı ve elbesisini silkerek: «Siz bir savaş içindesiniz,» dedi. Ona: «Sünnet ilmini bilen bir kişiyle mücadele edilir mi» denildi. «Hayır» dedi. «Fakat o sünneti haber verir, kabul olunursa ne âlâ, yoksa susar.»[11]

Onun görüşüne göre, Müslüman alimler arasında münakaşa ve cedelin yayılması, onların dini umurunu bozar. Münakaşada söylenen­lerin doğruluğunda şüphe edilmeyecek bir söz mü yoksa karşısında-! kine üstün gelmek için söylemiş yaldızlı bir söz mü olduğunu ayırmak güçtür. Bu onları sünneti ve din hükümlerini bilmekten ahkor. Onun için şöyle derdi: «Birbirinden daha çok münakaşa yapan adamlar geldikçe,´ Cebrail´in getirdiklerini bıraktık.»[12]


73- O Münakaşa Değil, Gerçeği İzah İçin Münazara Yapardı. Buna Dair Örnekler:


Münakaşayı hoş görmemesine ve ondan kaçınmasına rağmen onun ile alimler arasında yapılan bazı münakaşalar nakil olunmaktadır. İmam Ebu Yusuf ile münakaşası olduğu gibi ilme meraklı veya Ebû Cafer Mansur gibi ilimde yeri olan bazı halifelerle münakaşa ve münazaraları olmuştur. İlk bakışta bu, onun münakaşadan nehyetmesiyle tenakuz halinde görülebilir.

İşin doğrusu, fetva vermeye girişmiş bir alimin, büsbütün müna­kaşadan uzak kalması olamaz. Özellikle muhtelif sahabelerden kendilerine gelen muhtelif rivayetler yüzünden birbiriyle ihtilaf halinde olan fukahanın bulunduğu çevre, akıl ve düşünce ayrılığı dolayısıyla muhtelif temayüllerin ortaya çıktığı bir zamanda, bundan kaçınmak mümkün değildir. İmam Mâlik, bu kabil fakihlerin ilmini yayanlardan birçoklarıyla karşılaşıyordu. Hele hac zamanı birçokfakıh ile görüşüyordu. Şüphesiz ki görüşü farklı olurdu. Herkes kendi görüşünü, karşısındakine açıkla­maya çalışırdı. Kuşkusuz bu da bir nevi´ münakaşaydı, fakat bu temiz ve iyi niyete dayalı bir münakaşadır. Bundari maksat hakkı bulmaktı. Bir alim için bundan kaçınmak olamaz, İmam Ebû Yusuf ile Ebû Cafer Mansur ile ve diğer alimlerle yaptığı rivayet olunan münakaşa­lar bu nev´İdendir. Onunla başkaları arasında cereyan eden üç müna­kaşayı kısaca nakledelim. Bunlar soru ve cevaptan ileri geçmeyen şeylerdir:

a- İmam Ebû Yusuf ezanda tercia gerek görmüyordu. İmam Mâlik ise bunun sünnet olduğunu söylerdi,[13] Ebû Yusuf ona bu konuda hadis-i şerif olup olmadığını sordu. Çünki o nassa bulunmayan ve nassa harhlolunmayan yerde ibadeti sabit olmuş görmüyordu. İmam Mâlik´.e şöyle dedi: «Ezanda terci´ yapıyorsunuz, halbuki bu hususta elinizde Hz. Peygamber Aleyhisselamdan rivayet olunmuş bir hadis yok» Bunun üzerine Mâlik ona baktı ve şöyle konuştu: «Suphanallah, bundan daha acayip şey görmüş değilim. Her gün beş defa, herkesin önünde ezan okunuyor, bu, babalardan oğullara böyle gelip´geçiyor, Hz. Peygamber zamanından beri, zamanımıza kadar böyle yapılageliyor. Hiç böyle şeyde falandan, filandan, diye rivayete gerek var mı? Bu´ bizce hadisten daha sahihtir.»[14]

b- Ebû Yusuf, Mâlik´e sâ´ın miktarını sordu. O da: «Beş ratıl ve çeyrek ratıldır.» dedi. Ebû Yusuf: «Bunu neye dayanarak söylüyorsu­nuz» dedi. Bunun üzerine Mâlik yanında bulunanlara:

 Elinizde bulunan sâ´ları, ölçekleri gidin getirin, dedf. Muhacirle­rin ve Ensar´ın oğullan, Medine halkı gidip evden sâ´larını alıp geldiler ve her biri: «Bu benim sa´ım, babamdan kaldı, babama da Hz. Pey­gamber Aleyhisselam´ın sahabisi olan dedemden kalmış,» diyordu. Bunun üzerine İmam Mâlik Ebû Yusuf´a: «İşte görüyorsun, bizim ara-, mızda yaygın olan bu iş, hadisten daha kuvvetlidir» dedi. Ve Ebû Yusuf da onun kavline döndü.[15]

c- Abdulmeük b. Macişûn diyor: «Iraklı bir adam İmam Mâlik´e vakfın hükmünü sordu. İmam Mâlik de: «Eğer ebedi sadaka olarak yapılırsa geçerlidir, olur, »dedi. Iraklı da: «Kadı Şureyh, Allah´ın farzları arasında vakıf bulunmadığını söyledi.» dedi. Bunun üzerine Mâlik güldü, halbuki çok az gülerdi ve sonra şöyle dedi: «Allah Şureyh´e acısın, Hz. Peygamberin ashabının burada (Medine´de) neler yaptığı­nın farkında değil.»[16]

İşte Mâlik´in münazaralarından bir kaç örnek. Bunlar konuyu açık­lamak ve kendi görüşünü beyandan öte geçmiyor, münazara uzasa da, hakkı beyan etmek ve onu açıkça tanıtmaktan, o yönü gütmekten başka bir amaç gütmüyor. Çalım satmak için, üstün gelme gayreti yok. Bu ise araştırıcı ve inceleyici bir görüş olup münakaşa ve niza´dan farklı bir-şeydir. Onun için diyebiliriz ki, onun münazaradan nehyetmesi ondan naklolunan münazaralarlabağdaşmazbir şeydeğildir.onlarlaçatışmaz ve onlar işte bu tarzdaydı. O, Halife Ömer b. Abdülaziz´in bu sözünü nakleder dururdu: «Bir kimse dinini düşmanlıklara hedef kılar, müna­kaşa yaparsa, boşuna yorulmuş, işini çoğaltmış olur.»[17]


74- İyi Niyet ve İhlas Sebebiyle Çok Hadis Rivayetinden Çekinirdi:



İlme ve fıkha olan ihlas ve saygısı onu çok hadis rivayetinden uzak kalmaya sevketmişti. O her bildiğini söyleyen bin değildi. Çok konuşanı, çok rivayet edeni, her bildiğini söyleyeni ahmak sayardı. Onun hıfzını, her işittiğini bellediğini anlatırken yukarıda buna dair bazı şeyler naklettik.

Aynı zamanda çok fetva vermekten de çekinirdi. Bilindiği üzere ve ancak olmuş şeyler hakkında fetva verirdi. Olması farzolunan veya vukuu beklenen mes´eleler hakkında fetva vermekten sakınırdı, bunu gereksiz yere bir nevi fitne çıkarmak sayardı.

Sorulan bir çok meselelere cevap vermek istemezdi. Çünki çok cevap vermek meseleleri farz ve takdir etmeye götürür diye bundan korkardı. Sonra çok cevap vermek, hataya da sebep olabilir, çok konu­şan çok yanılır. Birisi ona altı mesele sordu, onlara cevap verdi. Sonra başka şeyler de sorunca:

«Çok oldun, işi uzattın.».dedi ve onu yanından çıkarttı. Talebeleri kendisine çok sormaya başlayınca: «Yetişir artık, çok söyleyen, çok yanılır» dedi. Çok cevap vermekten çekinmesinin, belki de bu söyledik­lerimizden başka da sebebi vardır. Onlara da usanç ve bıkkınlık vermek endişesi veya yorulup iyi yapamamak veyahudda yanındakileri yor­mak. Bu sözde kargaşalığa, yanlış anlaşılmaya veya hak olmayan bir şeyi söylemeye sebep olabilir. Bu yorum, bir mecliste çok rivayetten kaçınma, az nakil yapmasının sebebini bize biraz açıklamaktadır.

İmam Şafii der ki: « İmam Mâlik´ten müsaade istedim, ondan, Sakîfe yani Hz. Ebû Bekir´in halife seçilmesi hadisini dinlemek istiyo­rum, eğer onu baştan istersem, söylemez, sona bırakırsam ona sıra gelmez diye korktum. Bunun için onu hadisten sonra istedim, hadisleri sormaya başladım. Onuncu hadisten sonra: Bu kadar yeter, dedi, veSakife hadisine sıra gelmedi,»

Bunlardan da görülüyor ki, o uzayınca usanç dolayısıyle yanılmak­tan endişe ettiği için çok hadis rivayet etmekten çekinmiş bulunuyordu. Bu onun ne kadar ihlâs üzere olduğunu göstermektedir.


75-Yargı Hükümlerine Dair Mâlik´in ve Ebû Hanife´nin Görüşleri:



İmam Mâlik iyi niyet sahibi olup Hakka ve ilme itilasından dolayı kaza ve yargı ile ilgili meselelere karışmak, cevap vermek istemezdi. Talebesi İbni Vehp diyor ki: «Böyle kaza, mahkeme işleriyle ilgili bir mesele sorulduğu zaman onu şöyle derken işittim: «Bu hükümete ait bir iş, onun malı.» Bir alimin çok cevap vermesini ayıplardı. Kaza işlerine tenkid veya inceleme maksadıyla karışmış değildir. Bu bakımdan İmam-ı A´zam Ebû Hanife ile ayrı tutumdaydı, her ikisi de tutumla­rında samimi idiler. Fakat bu ihlas ve samimiyet onları birbirine aykırı, bir birine zıt tutuma götürdü. Ebû Hanife ihlasından dolayı İbni Ebî Leyla´nın verdiği mahkeme kararlarını dersinde tenkid ederdi. Bu yüzden onu devlet adamlarına şikayet bile etti ve Ebû Hanife´nin onu tenkidi, fetva vermesi bir süre yasaklandı.

Dindeki ihsal, ilimdeki samimiyet İmam Malik´i, yargı meselele­rine, kadıların işlerine karışmamaya şevketti. Hatta onu: Bu sultanın işi demeye kadar götürdü. Çünki kadıların hükümlerini talebesinin, arka­daşlarının önünde açıkça tenkid etmek, insanların onlara karşı tavır almasına sebep olur, en azından onlara karşı güveni sarsar, mahkemelerin heybeti, mehabeti ve saygınlığı kalmaz. İnsanlar arasındaki ni-za´ları kökünden kazımak için uğraşan kadıların karar ve hükümlerini haklı haksız tenkid etmeye, yerli yersiz çekiştirmeye yol açmamak için o, bu görüşteydi.

Böyle samimi bir surette kadıları ve verdikleri hükümleri kendi hallerine bırakırdı ve bu işi sultanın işi, malı sayardı. Bununla beraber bu konuda istişare yapılırsa kanaatini söyler, sultan tarafından fetva iste­nirse onu da verirdi.

Ebû Hanife ise, yine ihlas onu kadıların verdiği hükümler hakkında, hak bildiğini söylemeye sevketmişti. Çünki susarsa, bile bile ilim ve hakikati gizlemiş olacaktı. Halbuki ulemadan bildiklerini insanlara beyan etmeleri, gizlememeleri hususunda and alınmıştır. Eğer hata, bir yargı hükmünde olursa, bunun düzeltilmesi için tenkidi daha gereklidir, çünki ortada bir haksızlık vardır, bunun kaldırılması lazımdır. Hatayı yapan uyarılmalıdır. İşte iki imamın görüşleri ve sebepleri. Birbirine aykırı iki netice, onları buna samimiyetleri, hakka olan ihlasiarı şevketti. Biz hicret yurdu Medine İmam-i Mâlik´in durumunu daha yerinde bulu­yoruz, Irak imamı Ebû Hanife´nin, kadıların verdiği hükümler karşısın­daki tavrını onun hayatını, tarihini anlatan kitabımızda, yerinde bulma­dığımızı befirtmişizdir. (Eser terceme olundu basıldı.)


76- İmam Şafii, İmam Mâlik´in Ferasetini Anlatıyor:



İşte İmam Mâlik´in ihlas ve samimiyetle dolu hali, bunlar ne güzel sıfatlardır. Şimdi de Allah´ın ona verdiği iyi vasıfların durumuna geçelim. O da feraseti olup onun sayesinde işlerin içyüzüne nüfuz eder, şahısların kimliklerini tanır, onların davranışlarından, ağızlarının ifade­sinden, sözlerinin tonundan gönüllerindekini bilirdi.

İmam Şafii de (Allah ondan razı olsun) son derece feraset ve sezgi sahibiydi. Kendisine bu soruldu. Bunu İmam Mâlik´ten aldım, dedi. Fakat feraset alınmaz, ancak geliştirilir. Belki de Şafii bununla şunu, kastedmiştir. Bendeki feraseti Mâlik geliştirdi demek istemiştir! Yoksa ondan aldım demek değil. Zira feraset denen hasîet, kuvvetli duygu, göz ve gönül açıklığı, uyanıklık, olayları ve organların davranış­larını incelemek ve bunlar gibi kabiliyetlerle ruhi halleri sezip bilmeye dayanır. Bu kabiliyetleri bahşeden ise, herşeyi bilen ve haberdar olan Allah´tır. Bu öyle tesadüfle gelmez, terbiye iJe de elde edilmez, terbiye, olan birşeyi geliştirir, kuvvetlendirir.

İmam Şafii, İmam Mâlik´in ferasetine dair şunu anlatır: «Medine´ye geldiğimde İmam Mâlik ile görüştüm. Benim sözlerimi dinledi ve bana bir müddet baktı, onda keskin bir feraset vardır. Sonra bana «Adın ne?» dedi. Ben de: «Muhammed» dedim. Bunun üzerine: «Ya Muhammed dedi, Allah´tan kork, günahtan sakın, senin ileride büyük mevkiin ve namın olacak.[18] Talebesinden biri de şöyle der: «Mâlik´in yanılmaz bir feraseti vardı. Keskin feraset, şahısların içine nüfuz eöer, onun içinde sanki kabiliyetleri keşfeder. İnsanların irşada kalkışıp onlara birşeyler öğretecek vasıfta olup olmadığını, ruhunun içini anlar. Böylece yarın insanları irşad ederken ona yarayışlı olacak şeyleri, kalplerdeki hastalıkları tedavi edecek yararlı ilaçlan verir, işte Mâlik bunu anladı ve Şafii´ye onları verdi.


77- O, Vakar ve Heybet Dolu Bir Alimdir:



Burada şu da bilinmeli ki: İmam Mâlik´e Allah´ın bahşettiği bir sıfat var ki, o bütün bu sıfatların başıdır, kaynağıdır. O da onun heybet ve vakarı, mehabbetidir. Bütün haberler ve rivayetler onun meşhur meha­betiyle doludur, talebesi bile onun heybetinden çekinirdi. Birisi onun dersine girer, onlara selam verir, talebeden biri ancak yavaşçacık bir işaretle selamı alırdı. Ona saygılarından ve onun mehabetinden ötürü, adama konuşmaması için işaret ederlerdi. Mâlik, talebesinin bu halini beğenmezdi. Fakat Mâlik´in gözü dolduran bir mehabeti, şanı vardı. Gelen adam onun keskin bakışlarının etkisi altında kalır, diğerlerinin cazibesine o da kapılır, aynı havaya girer, başında kuş varmış gibi sessizce onların yanına otururdu. İdareciler de onun mehabetinden çekinirler, onun yanında küçüklük duygusuna kapılırlardı. Halifelerin çocukları bile ondan korkarlardı. Rivayet olunduğuna göre bir defa Ebû Cafer Mansur ile beraber oturuyorlardı. Bir çocuk yanlarına girip çıkı­yordu, Halife ona bu çocuk kim biliyor musun? dedi. O da hayır deyince: Bu oğlum, senin ihtiyar heybetinden ürküp korkuyor, dedi. Hatta halife­ler bile ondan çekinirdi. Rivayet olunur ki, Halife Mehdi bir defa onu çağırdı, meclisinde kalabalık bir cemaat vardı, oturacak yer kalmamıştı. Malik gelince, oturanlar çekilip yol açtılar, Mâlik halifenin yanına geldi, halife biraz toplanıp ona yer açtı, o da halifenin yanına oturdu. Gerçek­ten Medine şeyhi böyle mehabetliydi. Onun nüfuzu, Medine valisinin nüfuzundan daha çoktu, o sultan değildi, fakat o. sultandan daha kuvvetli ve tesirli idi. Meclisi ve onun hakkında şöyle şiirler söylenmiştir: «O cevap vermezse, tekrar sorulmaz, soranlar başlarını eğmiş dinlerler.»

«Vakarla edeb ve takva sultanı, şerefi bir araya gelmiş, o sultan olmadığı halde herkes ona itaata.»[19]


78- Mehabetin Sırrı, Büyüklüğünün Kaynağı:



Bu heybetin sırrı nedir? Bu nereden kaynaklanıyor? Bir şahıs akıl ve cisim yönünden ne kadar yüksek sıfatları haiz olursa olsun, onun sahip olduğu mehabeti, kazandığı makam ve mevki, müsebbipleri se­bebe isnad kabilinden, buna bağlayabilir miyiz? İnsanlardan kendi­sinde bu akli ve bedeni vasıfların ikisi de kendisinde bulunan var, fakat öyle mehabet elde edememiş, onun için bu mehabetin sırrt o ruh kuvvetidir, diyoruz. Bazı insanlara Allah Teala, öyle bir ruh kuvveti vermiştir ki, başkalarına tesir ederler, onların ruhlarını etkileyip gönülle­rini çekerler, sözleri kalblere girip yerleşir, onlar konuşurken sanki ruhlara yazı yazar gibi iz bırakırlar, onlar silinmez. Allah Teala İmam Mâlik´e işte böyle bir ruh meziyeti ve heybet vermiştir.

Bütün hayatı boyunca bu hal gelişti ve arttı, parlayıp meydana çıktı. Geniş ufuklu bir akıl sahası, bol ilim, keskin ve kuvvetli bir hafıza, herşeyi belleyen bir dimağ, herşeye nüfuz eden bir basiret, üstün bir ahlak az konuşan, sözü israf etmeyen bir lisan, işte onun mehabetinin sırrı ve büyüklüğünün kaynağı bunlardır. Gevezelik çok sözlülük kadar vakarı bozan, mehabeti gölgeleyen birşey yoktur. Çünki çok söz, hata­ya, boş lafa götürür. Sözdeki her hata ise mehabetin yarısını alıp süpürür. İnsanı ibtizâle düşürür. İmam Mâilk bu gibi şeylerden uzaktır, o, riya, dalkavukluk nedir bilmez. Takva, zühd, nezahet, amelde ihsal, doğru sözlülük, nezaket, iffet, samimiyet ve fazilet, onun hayatı bunlarla doludur. Bu manevi değerlerin yanıstra zahiri görünüşünü de ihmal etmez, evinin eşyasına, giydiğine, kıyafetine dikkat eder. En iyi elbiseyi giyer, temizliğe, uygunluğa önem verir.

Allah Teala ona sağlam bir ten, kuvvetli bir beden, gösterişli bir vücud vermiştir. Menakıb ve Tarih kitapları onu öyle anlatır ki, onlara göre, Allah Teâlânın ona hem ilimce, hem vücutça en mümtaz vasıfları verdiğine inanıyoruz, Allah ondan hiçbir lutfu esirgememiş. Talebesinin bir çoğu onu şöyle tavsif ederler: «Uzun boylu, İri yapılı idi. Saçı, sakalı aktı. Rengi beyazdı; gözleri iri, şekli güzeldi, dik burunluydu. Sakalı gür ve büyük olup göğsüne erişirdi. Bıyıklarının kenarını alırdı, traş ettir­mezdi, fazla kestirmez, onları traş ettirmeyi kusur sayardı. Bıyıklarının iki ucunu bırakırdı ve buna Hz. Ömer´in yaptığını delil getirirdi, o önemli bir şey olunca bıyıklarının ucu ile oynarmış.»[20]

Talebesi Mus´ab Zübeyri der ki: «Mâlik yüzce insanların en güzeli idi. Gözleri, yüzü. düzgündü. Rengi çok beyazdı. Uzun boylu, iri vücudluydu.[21]

Vücud yapısı, aklı, vasıflan, ahlâk ve meziyetleri böyle olunca, şüphesiz ki onu gören ve tanıyan herkesin içinde ona karşı bir saygı uyanır, onun mehabeti etkisini gösterirdi. Bu da onun gelişen mevhibe-leri sayesinde kazandığı ruh kuvveti, manevi nüfuzu ile oluşurdu.


79- Halife ve Valiler Nezdindeki Mehabeti ve İtibarı:



İmam Mâlik Öyle bir mehabet sahibiydi ki, onun yanında kralların, halifelerin heybeti hiç kalırdı. Elinde kuvveti, şiddeti olmadığı halde, silahları ve saltanat vasıtaları olan sultan ve halifelerden çok, ondan korkarlardı. Sald b. Hind Endülüs! diyor: «Abdurrahman b. Muaviye´den , korktuğum kadar kimseden korkmazdım. Bir defa İmam Mâlik´in ya­nına girdim, onu çok heybetli buldum, Abdurrahman Dahilin heybeti onun yanında hiç kaldı.»

O son derece heybetli olduğundan talebesi ona bir şey sormaktan çekinirlerdi. İbni Vehb şöyle diyor: «Medine´ye gelmiştim, insanlardan bazıları benden İmam mâlik´e hunsâ hakkında sormamı istediler, sor­mak üzere toplandılar, ben soracaktım, fakat sormaya korktum. Mec­liste olanların hepsi de korktu, soramadılar» Şafii şöyle demiştir: «Mâ-lik´ten korkup çekindiğim kadar kimseden asla korkmuş değilim.»

Ondan en çok çekinenlerden biri Medine Valisi idi. Hatta onun önünde kendisini küçük hissederdi. Şafii´nin Mekke Valisinden getirdiği tavsiye mektubu elinde olduğu halde İmam Mâlik´le buluşması hikaye­sini beraber dinleyelim. Onda Mâlik´in feraseti, valiler nezdindeki me­habeti görülmektedir. Şafii şöyle anlatıyor:

«Mekke Valisinin yanına girdim. Medine Valisini ve Mâlik İbni Enes´e yazdığı mektupları aldım. Medine-i Münevvere´ye geldim, va­liye mektubu verdim. Mektubu okuyunca: «Ey genç» dedi, «Benim buradan, Medine´den kalkıp Mekke´nin içine kadar yalın ayak yürü­mem, bana Mâlik İbni Enes´in evine gitmemden daha kolaydır, onun kapısında durmak kolay değil.»´Bunun üzerine «Allah Ernîre ömürler versin, bana kalırsa, vali ona adamını göndersin, o gelsin,» dedim. «-Heyhat! dedi, nerede, bu olamaz. Ben ve maiyetim, Medine´nin tozunu çiğneyerek ona gittiğimizde, isteklerimizden bazısını elde edebilsek, bu da yeter,» dedi. İkindi vakti sözleştik, yola düştük. Vallah dediği gibi çıktı. Medine´nin tozunu, toprağını çiğnedik. İçimizden biri ilerledi, ka­pıyı çaldı. Kara bir cariye çıktı. Emîr ona: «Benim kapıda olduğumu efendine söyle», dedi. O içeri girdi, biraz gecikti, sonra çıktı ve «Efendim selam ediyor ve soruyor: Eğer bir mes´ele soracaksa, onu bir kağıda yazsın, cevabı alsın, yok eğer ders için geldiyse, ders gününü biliyor, dönsün.» Vali bunun üzerine: «?Efendine söyle, ben ona Mekke Vali­sinden bir mektup getirdim mühim bir iş var,» dedi. Hizmetçi cariye içeri girip çıktı, elinde bir iskemle vardı. Onu koydu, arkasından Mâlik çıktı, vakarlı ve mehabetii bir zat, uzun boylu, bir şeyh. Başında sarığı sarılı, vali mektubu sundu:

« Bu adamın işi, hali şu, okumak istiyor.. » sözlerine gelince mek­tubu elinden attı ve «Sübhanallah» dedi.«Hz. Peygamberin hadisleri artık böyle.aracıyla mı alınır oidu.» Baktım vali konuşmaktan çekiniyor, ben öne atıldım ve dedim ki: «Allah iyilik versin, ben Abdulmuttalib ailesinden bir kişiyim. Benim halim ve hayat hikayem şöyle..» Bunları duyunca bir müddet bana baktı. Mâlik´in kuvvetli bir feraseti vardı. Bana:

« Adın ne?» diye sordu. Ben de: «Muhammed» dedim. Bana:

-Ey Muhammed, Allah´tan kork, günahtan sakın, senin büyük mevkiin ve namın olacak, dedi.»[22]


80- Mâliki Fıkhının Nitelikleri:



İmam Mâfik´in meziyetleri ve yüce nitelikleri işte böyledir. Bu yük­sek sıfatlar, ve hasletler, mevhibeler hepsi onda toplandı ve nesillerce namı anılan, insanlara bunca bol ilim miras bırakan bu biricik şahsiyeti oluşturdu. Onun fıkhı öyle uysal yumuşak ki, sünnet yolundan, Kur´an-ı Kerim caddesinden ayrılmaz, onların gölgesi altında yürür. Sahabe ve Tabiinden miras kalan fetvaların gidasıyla onları besleyerek insanlara öyle kaideler çıkarıştır ki , bunlar halkın maslahatlarıyla uyuşur ,onların haline uygun düşer ,hayattaki olaylara yabancı kalmaz toplumun elinden tutup onu örnek bir hayata kavuşturur dinini tehzib eder ,onu güzel ahlaka ,zühd ve takva ,iffet ve kemal sahibi yapar , insalar ogunlaştırır.

O,zamanında ona bu meziyet ve sıfatları kazandıracak iyi üstadlar buldu.Onlar İslamda güzel bir yol açmada başarılı olmuş kimselerdi,gayeye doğru muvaffakiyetle yürüdüler.Şimdi onları tanıyalım.


[1] Kadı, Medârik, S. 121

[2] Kadı, Medârik, S. 164

[3] Kadı, Medârik.

[4] Süyutî Tezyinül-u1emâlik, S. 15

[5] Kadı, Medârik, S. 174

[6] Bu ve daha önce geçenler, Medârik, S. 219

[7] İbni Ferkun Dibac Müzehheb, S. 23

[8] Kadı, Medârik, S- 162

[9] Kadı, Medârik, S. 158

[10] Kadı, Medârik, S. 279

[11] Bu sözler Medârik´ten alınmadır, S. 197-198

[12] Zevâi, Menâktb-ı Mâlik-

[13] Terci, ezanda şehadetleri Önce yavaş söyleyip sonra yüksek sesle söylemektir. Bu dinin tik, zamanda gizli tutulduğuna bir işarettir. Mâlik´e ve Şafiî´ye göre sünnettir. (Mütercim)

[14] Kadı, Medârik, 285, Süyufi Tezyinül-Me´mâlik S. 14

[15] Kadı, Medârik, 285

[16] Aynı Kaynak, S. 280

[17] Zeval, Menakıb-ı Mâlik.

[18] Kadı İyad, Medârik, S. 298

[19] İbni Abdülber, Intikâ, S. 45

[20] İbni Ferhun Dibac. S. 18

[21] İbni Ferhun Dibac,

[22] Bak, Yakut Hemevî, Muacemül-Udebâ, Razı, Menâkıb-ı Şafiî