๑۩۞۩๑ Kitap Dünyası - İlim Dünyası Kütüphanesi ๑۩۞۩๑ => İmam-ı Malik => Konuyu başlatan: ღAşkullahღ üzerinde 17 Eylül 2010, 16:21:32



Konu Başlığı: Malike göre rivayet ve sünnet
Gönderen: ღAşkullahღ üzerinde 17 Eylül 2010, 16:21:32
MALİK´E GÖRE RİVAYET VE SÜNNET

104- Hadislerin Nev´ileri:


Hz. Peygamberin hadisleri muttasıl senedle sabit olunca üç nevi´dir;

Mütevatir, Meşhur veya Müstefiz ve Haber-i Vâhid. Karâfi, mütevatir hadisi şöyle tarif eder: Adeten yalanda birleşmeleri im­kânsız olan kalabalık bir toplumun bir mahsus emir üzerine ittifakla verdikleri haberdir. Bu tarife göre senedin silsilesinin hepsi mütevatir olmak gerekir. Bir cemaatın bir cemaattan rivayet etmesi şarttır, sened böylece Hz. Peygamber´e ulaşmalıdır.

Hanefilere göre mütevatir bu suretle meşhur haberden ayrılır. Meşhur hadiste: Birinci veya ikinci tabaka haber-İ vâhid olur, sonra yalan üzere ittifakları düşülmeyen bir toplumun rivayet etmesi suretiyle şöhret bulur. Keşfül-Esrar sahibi şöyle der: «İkinci ve üçüncü asır­lardaki şöhrete itibar olunur, üçüncü asırdan sonraki şöhrete itibar olunmaz. Haber-i Vâhid´in çoğu bundan sonra şöhret bulmuştur ve onlara meşhur denilmez.»[1] Mütevatir, zaruri ilim ifade eder. Faklh bunu tekzibe mecal bulamaz.[2] Müstefiz olan hadis bazı ulemaya göre, haber-i vâhid gibi zan ifade etmez, belki de tumaninet ilmi ifade eder. Çünkü ahdi risalete yakın olan ve büyük sünnet âlimleri rhevcut bulunan Tabiin tabakasında şöhret bulduğundan nakilde hata ve yalan zandan uzaktır. Fakat bu mütevâtirde olduğu gibi zaruret yoluyla değil, nazar ve istidlal yoluyla hasıl olur. Bazı ulemaya göre, meşhur, haber-i vâhid gibi zan ifade eder.

Böylece ulemanın meşhur hadisdeki ihtilafını görüyoruz. İmam Mâlik´e göre, meşhur hadis, haber-i vâhidden üstündür. Çünkü Tabiin tabakasında şöhret bulan, bir cemaatın ashabdan rivayeti demektir, bunda şüpheye meydan yoktur.


105- Haber-i Vâhid ve Hükmü:


Haber-i vâhid, ilk üç asırda bir cemaatın değil de, bir kişinin bir kişiden rivayet ettiği hadis´dir. Bu, Cumhur - Müslimine göre delildir, bu icma´a yakın bir ittifaktır, ancak o zann ifade eder, onunla amel vâcib olur. Şâtibî der ki: «Haber-i Vâhidle amel vâcibdir, bu her ne kadar zan ifade eden bir delille amel ise de, yine de kafiye dayanmaktadır. Çünkü Allah Teâla bize Hz.Peygamber´in getirdiği herşeye tâbi olmamızı emir buyurmuştur. Ayette şöyle der: «Peygamber size ne verdiyse onu alın, neden nehyettiyse ondan sakının.» «Peygamber´e itaat eden Allah´a itaat etmiş olur.» Hz.Peygamber´in sözüne erişme yolu her ne kadar zannî ise de, bu zannî olan Kur´an´ın delâleti gibidir ve böyle olması, onunla amelin vâcib olmasına mani´ değildir. Şâtibî bunu şöyle açık­lar: «Kafi olan asla râci´ olması yönünden haber-i vâhidle amel etmek yerinde olur. Bütün haber-i vâhidler böyledir. Çünkü onlar kitabı beyan­dır. Yüce mevlâ şöyle buyurmuştur: «İnsanlara indirileni kendilerine beyan edesin diye sana kitabı indirdik. «Hadis-i şeriflerde abdest ve guslün nasıl alınacağı namaz ve haccın keyfiyetine dair olanlar hep kitabın nassını beyandır. Sey´i ve riba hakkındaki ayeti beyan eden hadislerde böyledir. Çünkü bunlar da: «Allah bey´i helal, ribayı haram kıldı» ve «mallarınızı aranızda haksız yolla yemeyin, ancak rıza ile yapılan ticaret yoluyla yeyin.» ayetlerine dönük beyanlardır. Haber-i vâhid hadislerle yapılan her nev´i beyanlar böyledir.»[3] Demek oluyor ki haber-i vahit zannî de olsa onunla amel kati bir asla denir ki, o da Allah´ın kitabı olan Kur´ân´dır. Haberi vahidin zannî olması onunla amele engel değildir.


106- İbni Rüşd´e Göre Sünnetin Bölümleri:


İbni Rüşd, sünneti, rivayet yolları ve mevzuları bakımından Mâlik?e göre dört kısma ayırır:

1- En kuvvetli sünnet ki, onu reddeden kâfir olur. Tevbeye davet olunur, tevbe ederse ne âla, yoksa katil olunur. Mütevâtir olan sünnet böyledir. Şarabın haram olması, beşvakit namaz Hz. Peygaber´in ezant emrettiği, kıblenin kâbe olduğu bu nevi´dendir.

2- Yine kuvvetli sünnettir, onu dalâlet ehli, sapık fırkalardan baş­kası reddedemez. Çünkü akli sünnet bunların sahih olduğunda ve îe´vili mümkün bulunduğunda icma´ halindedir. Şefaat hadisleri, Allah´ı görme, kabir azabı ve emsali hakkındaki itikade dair haberler bu ne­vi´dendir. Bunların senedi mütevâîir değilse de, ehli sünnet bunların rivayetinin sihhatmda müttefiktirler, yalnız rivayet tevatür derecesine ulaşmamıştır.

3- Bu nevi´deki sünnetler ilim ve ameli icabeder, her ne kadar ehli sünnetten bunlara bazı muhalifler varsa da, bu bir mani´ değildir. Mest üzerine meshetmek hakkındaki hadisler böyledir. Çünkü bunlar meş­hurdur, Cumhur-i Müslimin bunu almıştır, muhalifler azdır.

4- Yalnız ameli icab edip ilim icab etmeyen hadisler vardır. Bunlar mevsuk kimselerin, mevsuk râvilerden naklettikleri hadisler olup dinin her nev´inde bunlar çoktur. Her ne kadar yalana ihtimal varsa da bu ihtimale itibar edilmez, amel vâcib olur. Nasıl ki iki şahidin şahâdetiyle hüküm olunur, onların şehadetlerinde de yalan ve yanılma ihtimali varsa da buna bakılmıyor, hüküm veriliyor,»[4]


107- Râvide Aradığı Şartlar;


İmam Mâlik, biyografisinde açıkladığımız gibi, rivayeti kabulde çok şiddetli kayıdiar koymaktadır. Onun için değil mi zaten, onun silsilesi en sahih sened sayılır ve bazı hadisciler onun senedine: Altın zincir, derler. Yukarıda (Bend: 37) naklettik ki, o şöyle derdi: «İlim 4 kişiden alınmaz, (Onların´ dışındakilerden alınır.) Sefahat sahibinden alınmaz bid´ata düşkün olan sapıktan alınmaz, her ne kadar Peygamber´e yalan isnad etmiyorsa da insanların sözlerine yalan katan yalancıdan alınmaz, her ne kadar fazilet ve salah sahibi, ibadetine bağlı bir kişi de olsa yaşlandı­ğından dolayı ne dediğini bilmez, lâfı karıştırırsa ondan da alınmaz.

Malik şöyle derdi: «Bu şehirde fazilet ve salah sahibi hadis rivayet eden nice üstadlara yetiştim, fakat hiç birinden birşey almadım» Kendi­sine: «Niçin ya Ebû Abdullah?» dediler. Şu cevabı verdi: «Zira onlar bu işin ehli değildiler, ne söylediklerini bilmezlerdi.»

Bu sözler, onun rivayet ettiği kimselerde aradığı şartları göster­mektedir. O, başda tam adalet arıyor, âdil olmıyanlardan hâli meçhul olandan almıyor. Zira söylediğini bilmeyen âdil kimseden almayınca, hâli malum olmayan kimsenin rivayeti elbet kabul olunmaz. Çünkü o belki âdil değildir, âdil olsa bile belki de ne alfp verdiğini bilmez. O râvide adaletten başka sefih olmamasını da şart koşuyor. Ahmak olmamasını arıyor. Cehaleti dikkate alıyor. Hamakat, ibâdet ve takva ile bir arada bulunabilir, Mâlik ahmak olan takva sahibinden rivayet kabul etmez.

İşleri gerçekten hakkıyla tartamayan âbidin sözünü almaz.

Bunlardan başka iki şartı daha var ki, biri bid´at sahibi olup bid´at olan şeylerden yana olanların rivayetini almaz, onlara ehli neva der, muhtelif fırkalara mensup olanlar bunlardandır. Çünkü onlar, mezheb ve fırka taasubu yüzündep, Hz. Peygamberin demediği bir şeyi söyledi derler. Çünkü onlar, kapıldıkları yanlış inanç yüzünden Mâlik´in naza­rında fâsık sayılırlar. Bu inanç fışkı, akıl sapıklığı, Mâlik´e göre aza ile olan diğer fısıklardan daha kötüdür. Diğer şartı da zabt ve doğru anla­yış, hadisin mânasını bilmek, gaye ve maksadını idrak etmektir. Onun için bellediği, şeyin mânasını bilmeyenlerin rivayetlerini kabul etmez. Onun için adaletleri ne kadar kuvvetli olursa olsun bu işin ehli değil diye çağdaşlarından bir çoğunun rivayetlerini reddetmiştir. Halbuki, yuka­rıda da geçtiği üzere, onlardan birine Beytül-Mal Devlet Hazinesi emâ­net edilse, hiyanet etmezler, o kadar doğru kimselerdir.


108- Rivayeti Ne Zaman Reddederdi:



Burada şu da gözönünde tutulmalıdır ki, rivayet ve hadisin kabulü için Mâlik´in ön gördüğü şartlan haiz olan kimsenin rivayet ettiği hadisin mânasını anlamış olması da gerekir. Mâlik meşhur şer´i kaideler ile hadis arasında bağlantı bulunmak, Allah´ın kitabında,-Peygamber´in sünnetinden ahnan hükümlere uygun olmak, çağındaki insanların ittifa­kını aramak, Medine ehlinin emelleriyle bağdaşmak gibi hususlara dikkat eder. Bunlara aykırı düşmezse, o zaman onunla fetva verirdi. Eğer bunlara uygun değilse, o zaman hadisi reddederdi, sadece ravinin şartlarını haiz olmasıyla yetinmezdi. Çünkü o, şaz olan ilimden hoşlan­mazdı, onun bu tutumu, Mâliki Mezhebi ulemasının kabul ettiği şu fıkıh kaidesine uygundur: Tevatür yoluyla rivayet edilmesi gerekli olan hu­suslarda haber-i vâhid yoluyla yapılan rivayetler reddolunur. Namaz, zekât, oruç ve haccın farz olması, bunların vakitleri, miktar ve hükümleri bu nev´idendirler. Onun için İmam Mâlik, bir hadisde garabet olduğunu bilirse, ravisi mevsuk da olsa onu reddederdi. Râvisi bütün şartları hâiz de olsa, gartb olan yani tek yolla gelen hadisde şüphe eder, ondan kaçınırdı,[5]

Su da var,ki, İmam Mâlik bir hadisi rivayet eder, yazar, sonra onun hilafına fetva vermiştir. Belki de o hadisde reddini gerektiren bir kusur bulmuştur da onun için hilafına fetva vermiştir. Meselâ, meclis muhay­yerliği hadisini rivayet eder, fakat onu delil tutmaz, köpeğin kabı yala­ması hadisini rivayet eder, fakat Kur´an´ın sarahatma aykırı diye onu reddeder. Özet olarak diyebiliriz ki, İmam Mâlik, ma´ruf ve meşhur İslâm hükümlerine aykırı bulunca, bazen mesuk kimselerin hadislerini reddettiği olmuştur. Bazen kıyas haber-i vâhidle tearuz edince, Mâlik her ikisini inceler, birini diğerine tercih ederdi. Bazen kıyası, bazen de haber-i vahidi reddettiği olurdu, bunu ileride yeri gelince açıklayacağız.


109- Mürsel Hadîsi Kabulü:



imam Mâlik mürseî hadisleri ve belagatı kabul eder. Bu hususta o, çağındaki fukahanın yürüdüğü yolda gitmektedir. Hasan Basri, Süfyan b. Uyeyne ve Ebû Hanife (Allah onlardan razı olsun) mürsel hadisi alırlar, onu reddetmezlerdi, Mâlik de öyle. Muvatta´î açıyorsun, birçok mürsel buluyorsun. Zina haddi hadisi bunlardandır. Rivayet şöyledir; «Mâlik Zeyd b. EslenVden nakleder; Bir adam zina yaptığını itiraf etti. Hz, Peygamber Aîeyhisselâm ona dayak pezası verdi. Hz. Peygamber´in emri üzere dayak vuruldu. Sonra şöyle buyur­du: Ey insanlar, Allah´ın koyduğu yasaklara uymanız zamanı geldi. Kim ki bu pisliğe bulaşırsa, Allah´ın perdesiyle siperlensin: Hâii meydana çıkınca Allah´ın kitabını tatbik ederiz.» «Bir şahid ve yeminle hüküm hadisini de mürsel olarak rivayet eder, şöyle der; Mâlik, Cafer b. Mu-hammed´den, o da babasından rivayet eder: «Hz. Peygamber Aîeyhis­selâm bir şahid ve yeminle hükmetti...»[6] Bunda senedde Cafer Sadık, Muhammed b. Ali Zeynel1 Abidin var, bunda sahabe adı yok. En kuvvetli tahminle sahabe adı zikrolunmamış. Böyle iken Mâlik onu almış. Hz. Peygamber´in Hayber halkına yaptığı muamele de mürsel olarak rivayet olunmuştur:

«Malik İbni Şihab´dan, O da Sa´id b. Müseyyeb´den, Hz. Peygam­ber, Hayber´in fethi günü Hayber Yahudilerine şöyle dedi: Size Allah´ın ikrarı üzere ikrar ediyorum ki: mahsulat sizinle bizim aramızda paylaşı­lacaktır.»

imam Mâlik belagatı almıştır. Bunlardan biri boşanan kadına veri­len mut´a, bağış hakkındadır: «Mâlik´e ulaşmıştır ki Abdurrahman Karı­sını boşamış ve ona bir cariye vermiş o bunda Abdurrahman ibni Avf´in bu haberine iîimad ediyor, bu haberi ona tebliğ edeni, ulaştıranı söyle­miyor, senedi zikretmiyor.


110- Mürselleri Neden Alırdı:



İmam Mâlik mürselleri ve belagatı neden kabul ederdi? Bunlara göre nasıl fetva verirdi. Halbuki o, rivayetinde çok titizdi. Buna cevap şöyledir: O ancak itimad ettiği mevsuk ve emin kimselerden mürsel hadisleri kabul ederdi. O, bu gibi kimselerin mevsuk olup olmadığını önce çok sıkı araştırır, koyduğu şartlara uygun oldukları anlaşılınca, onlara güvenir, onların müsnedin^de, mürsel ve belagatını da kabul ederdi. Baştan araştırıp seçmedeki titizlik, mürseli kabulün sebebidir. Mürseli bu şartlarla kabul etmesi,.onun mürsel rivayete mutlak surette cevaz verdiğini, mürselleri alelıtlak kabul ettiğini göstermez. O ancak mürselleri kabul edilecek nitelikte olanların mürsellerini alır, itibar bu­rada mürselin ravisinin şahsınadır. İrsal yapma işine değil.


111- Niçin Mürseli Rivayet Yaparlardı:



Şu da bir gerçek ki, mürsel olan haberleri kabu! etmek, İmam Mâlik çağında yaygın bir işdi. Çünkü Tâbi´inin mevsuk kişileri, hadisi bir kaç sahabiden rivayet ettikleri zaman, isim söylemeden onu mürse! olarak rivayet ettiklerini sarahaten söylerlerdi. Hasan Basri´nin şöyle dediği rivayet olunur: «Bir hadisde dört sahabi birleşirse, ben onu mürsel olarak rivayet ederim.» Yine şöyle demiştir: ««Size bana falan rivayet etti, dersem, o yalnız onun rivayet ettiği bir hadistir, fakat ne zaman: Hz. Peygamber Aleyhisselâm buyurdu, dersem, bilin ki, ben onu yetmiş ve daha çok kişiden İşitmişimdir.»

A´meş şöyle demiştir: «İbrahim´e: Bana Abdullah´tan hadis riva­yet ettiğin zaman, onun senedini söyle, dedim! Bana şöyle cevap verdi: «Falan, Abdullah´tan rivayet etti dediğim zaman, bana onu o rivayet etmiştir. Abdullah dedi, dersem, onu bana birçokları rivayet etmiş de­mektir.»

Şu da bilinmelidir ki, Hz. Peygamber Efendimizin adına yalan rivayetler çoğalmazdan önce, Mürsel rivayet etmek çoktu. Yalan çoğa­lınca, ulema, râvi ve hâli bilinsin diye isnad yapmak zorunda kaldılar. Bunu İbni Şirin şöyle dile getirmiştir; «Fitneler kopmazdan önce biz isnad yapmıyorduk, senedi söylemiyorduk. Onun için İmam Mâlik de, Ebû Hanife gibi, belirttiğimiz şartlar hududunda, mürseli kabul etti, bunu mürselin ravileri mevsuk olmasına bağladı.

[1] Bu konuda Ebû Hanife adlı kitabımıza müraccat et, burada Mâlik´i görüşüne göre işliyor.

[2] Bunları Ebû Hanife kitabında beyan ettik, burada tekrar etmiyoruz.

[3] İbrahim Şâtibî, Muvafakat, C. III, S. 17

[4] Bu bölüm, İbni Rüşd´ün Mukaddimatı Mümehhidatından alınmıştır. C. 1, S. 17, Sâsi baskısı.

[5] Bu ulemanın zikrettikleri bir kaidedir. Fakat İslam kaidelerinin bir kısmı haber-i vahidle sabittir. Onun için bunu şöyle reddedenler olmuştur: Hadislerin toplanıp yazılmasından önce İslam´ın ilk zamanlarında iki durum vardı: Birincisinde; hadis baştan aranır, bulunmaz, sonra bulunsa, bu onun yalan olduğunu gösterir. Çünkü hadisler muhtelif yerlerde hafızalarda saklıdır, İkinci olarak hadisier toplanıp yazıldıktan sonra aranırda yine o yazılı divanlarda, mecmualarda ve ravilerde bulunmazsa o zaman onun sahih olmadığı anlaşılır. Ancak bunun bütün ülkelerde dikkatle aranması şarttır. Karâfî, Tenkıhul-füsû!, S. 154,

[6] Mâlik, Muvatta´ C. III, S. 180