> Forum > ๑۩۞۩๑ Kitap Dünyası - İlim Dünyası Kütüphanesi ๑۩۞۩๑ > Tasavvuf Eserleri > İhya-u Ulumiddin 1-2 > Zekatın Verilmesi,Zahiri-Batıni Şartlar
Sayfa: [1]   Aşağı git
  Yazdır  
Gönderen Konu: Zekatın Verilmesi,Zahiri-Batıni Şartlar  (Okunma Sayısı 1284 defa)
30 Ocak 2010, 22:08:00
ღAşkullahღ
Muhabbetullah
Admin
*
Çevrimdışı Çevrimdışı

Cinsiyet: Bay
Mesaj Sayısı: 25.839


Site
« : 30 Ocak 2010, 22:08:00 »



Zekâtın Verilmesi, Zâhirî ve Bâtınî Şartları

Zekât veren kimsenin şu gelecek beş şartı gözetmesi farzdır:

1. Niyet

Farz olan zekâtı verdiğine kalben niyet etmelidir. Hangi malın zekâtını veriyorsa, onu tâyin etmesi gerekmez. Eğer kaybolmuş bir malı varsa, ´Bu eğer sağlamsa kaybolmuş malımın zekâtıdır. Şayet sağlam değilse, sadaka olsun´ denilmesi câizdir. Böyle demese de mutlak şekilde ´Zekât olarak çıkarıyorum´ dese bile hüküm yine böyledir. (Yani malı sağlamsa zekât, değilse sadaka olur). Velînin niyeti, mecnûn ve çocuğun niyeti yerine kâim olur. Malının zekâtını vermeyenlerden zorla zekât alındığı takdirde devlet başkanının niyeti, mal sâhibinin niyeti yerine geçer. Bu niyet ancak dünya ahkâmında geçerlidir; yani sultan ikinci bir zekât alamaz. Âhirette ise, bu niyet mal sahibine fayda vermez. Hatta ikinci bir defa, kendi arzusuyla zekâtını vermedikçe de mânevî sorumluluktan kurtulamaz. (Ancak tevbe ile kurtulur).

Zekâtın verilmesi hususunda vekil tuttuğu zaman niyet eder veya vekili, ikinci bir vekil tuttuğu zaman niyet ederse, kâfidir. Çünkü niyette vekil edinmek, niyet demektir.

2. Sene Sonunda Zekâtı Hemen Vermek

Fıtr zekâtı, Ramazan bayramı gününden sonraya bırakılmamalıdır. Fitre zekâtı, Ramazan ayının son gününde güneşin batmasıyla vâcib olur. Fitre zekâtının acele verilmesinin vakti, bütün Ramazan ayıdır.

Verecek kudrette olduğu halde zekâtını erteleyen kimse günahkâr olur. Eğer bu fırsattan sonra malı (semavî veya arzî bir felâketle) yok olsa, zekât farizası sâkıt olmaz. Kendilerine zekat verilebilecek kimseler bulunduğu takdirde, zekâtın edâ edilmesi imkânı doğmuş demektir. Eğer verilecek kimse olmadığı için, zekât ertelenir ve bu arada mal da zâyi olursa, zekât sorumluluğundan kurtulmuş olunur. Zekâtı vaktinden önce vermek ancak şu şartlarla câizdir: A) Kâmil nisabdan sonra, B) Senenin başlamasından sonra.

Acele ederek iki senenin zekâtı vaktinden önce verilebilir. Ancak bu zekâtı alan fakir, sene tamam olmazdan evvel ölür veya (maazallah) dinden çıkar veya aldığı bu zekâtın dışında başka bir servet ile zengin olursa veya zekâtı verenin ana malı telef olursa veyahut zekât sahibi ölürse, verilen zekât sayılmaz. Geri alınması da mümkün değildir. Ancak verirken ´Şayet zekâtlıktan çıkaran herhangi bir sebep zuhur ederse, bu malı geri almayı şart koşuyorum´ dediği takdirde geri alabilir. Bu bakımdan zekâtını vaktinden önce veren bir insan, hâdiselerin sonunu ve selâmetle neticelenmesini gözetmelidir.

3. Zekâtı Bedelen Değil, Aynen Ödemek

Zekat olarak verilmesi gereken malın kıymet itibarıyla bedelini değil, aksine açık nassla hangi malın zekâtının verilmesi emredilmişse o malın aynısından zekât vermek gerekir. Bu bakımdan altın yerine gümüş, gümüş yerine de altın verilmez.

İmam Şafiî´nin bu husustaki gayesini iyi kavrayamayanlardan, bu hususta kolaylık göstererek, ´Zekâttan gâye ihtiyaç kapısını kapatmaktır´ diyerek bedelin verilmesine taraftar olanlar da çıkabilir; fakat böyle kimseler, fıkhi meselelerin sırlarını idrâk etmekten çok uzaktırlar. İhtiyacı ortadan kaldırmak şâriin maksududur; fakat bütün maksud da bundan ibaret değildir.

Şer´î vâcibler üç kısma ayrılır:

1-Taabbüdî Emirler

Sadece taabbüdîdir. Bu kısımda nefsin zevklerine ve gayelerine yer yoktur. Bu tıpkı cemrelere (şeytanlar için) atılan taşlar gibidir; zira cemreler kendilerine atılan taşlardan hiçbir şekilde faydalanmakta değildirler. Bu bakımdan şeriatın buradaki gayesi, bu hareket ile kulu, mânâsını idrâk edemediği bir fiili sırf Allah´ın emrini yerine getirmek için isteyerek yapıp kulluğunu izhâr etme hususunda denemektir. Çünkü insan tabiatı mânâ ve faydası görülen birşeyin yapılmasında yardımcı olduğu gibi, kişiyi onu yapmaya da sevkeder. Böyle bir şeyi yapmak tam mânâsıyla ihlâslı bir kulluğu göstermez. Hakîkî kulluk, hareketin ancak mâbudun emri olduğu için yapılıp herhangi bir mülâhazadan ileri gelmemesiyle tahakkuk eder. Hac ibadetinin birçok amelleri cemrelere atılan taşlar gibi sadece taabbüdîdir. (Tavaftaki remel gibi). İşte bu sırra binaen Hz. Peygamber hac için ihrâma girerken şöyle buyurmuştur:

Ey rabbim! Hak olan haccı yapmak suretiyle senin emrine koşuyorum. Bu haccı herhangi bir şeyden dolayı değil, sadece kulluk ve kölelik cihetinden îfâ ediyorum.10

Hz. Peygamberin bu ifadesiyle de işaret buyurduğu gibi hac amelleri sadece Allah´ın mücerred emrine itaat etmek ve böylece de kulluk izhâr etmek için yapılır. Yoksa bu hareketlerde herhangi bir fayda sezilmiş, akıl bunlara meyletmiş veya insanı bunları yapmaya teşvik etmiş değildir.

2-Ta´lilî Emirler

Mâkul bir mânâ taşıyan ve zevk veren kısımdır. Bununla kulluk kastedilmektedir. Bu, insanların borcunu edâ etmek, gasbedilen malı sahibine geri vermek gibidir ve hiç kuşkusuz, burada fiil ve niyet şart değildir. Hak, sahibine geri verildiğinde, bunu ister sahibi, isterse de ona vekâleten bir başkası gelip alsın, vâcib yerini bulmuş ve şeriatın hitabı da böylece borçludan düşmüş olur; yani sorumlu olan şahıs kurtulur. İşte bu kısımlar (birinci ve ikinci kısım), terkipsiz kısımlardır. (Yani birincisi sadece taabbüdî, ikincisi de aklîdir). Bu iki kısmı herkes idrâk etmektedir.

3-Taabbûdî ve Ta´lilî Emirler

Taabbüdî ve aklî emirlerden meydana gelen kısımdır. Yani bu kısımda hem ibâdet yapan için bir zevk ve nasip vardır, hem de mükellef kulluk bakımından denenmektedir. Bu bakımdan bu kısımda, üç cemreye atılan taşlar gibi, mücerred taabbüd sahiplerine verilen haklarla sadece nefsin nasibi olan mücerred aklî bir araya gelmiştir. Bu üçüncü kısım, esasında mâkul (yani düşünülür ve faydası görünür) bir kısımdır.

Eğer şeriat bu kısmın yapılmasını emrediyorsa, muhakkak bu iki mânânın bir arada bulunması gerektiği içindir. Mânâların en incesi olan mücerred taabbüdü, en açığı olan mânâ sebebiyle unutmamak gerekir. Belki de en ince mânâ daha mühimdir. İşte zekât da bu kabildendir. Bu inceliği İmam Şafiî hazretlerinden başkası sezememiştir. Bu bakımdan zekât ibadetinin hedefi elbette ki fakirin ihtiyacını gidermektir. Bu mânâ ise zekât ibadetinin açık ve zihinlere kolaylıkla yerleşen mânâsıdır. Bir de (bu ibâdette, mezkur) tafsilâta tâbî olan kulluk hakkı vardır ki, şeriatın maksudu ve hedefi de budur. Bu itibarladır ki zekât da İslâm´ın esaslarından olup namaz ve hacla eşit sayılmıştır.

Hiç kuşkusuz; mallarının cinslerini ayırıp her malın zekâtını aynısından, çeşidine, cinsine ve sıfatına uygun olarak vermek mükellef için bir zorluktur. Bunları bu şekilde ayırdıktan sonra zekâtı, kendilerine zekat verilecek sekiz sınıfa dağıtmak da ayrı bir zorluk teşkil etmektedir. Bu konuda kolaylık cihetine giderek esas yerine bedeli kabul etmek, fakirin nasibine hiçbir zarar vermez; fakat kulluğa zarar verir. Kulluğun, şeriatın hedef ve maksudu olduğuna dâir birçok deliller ve şeriata hedef olarak mücerred kulluğu tâyin ettiren birçok emirler vardır ki, bunları, fıkhî görüşlerimizi yazdığımız kitaplarda zikretmiş bulunuyoruz.

Bu emirlerin en açıklarından birisi de şudur: Şeriat, beş devede bir koyunu zekât olarak vâcib kılmış ve devenin zekâtı olarak deve değil, koyun vermeyi emretmiştir. Deve yerine altın ve gümüş veya devenin fiyatı ne ise onu veriniz, dememiştir. Eğer ´O zamanlar Arapların elinde para az olduğu için böyle olmuştur´ denilecek olursa, bu iddia deve zekâtındaki cebran meselesiyle çürütülür. Şöyle ki:

Şeriat ´Dört yaşında bir deve yerine üç yaşında bir deve verirse, üstüne iki koyun ve yirmi dirhem nakit para versin´ diyor. Burada para vermeyi emreden şeriat, beş devenin zekâtı olarak da para verilsin diyebilirdi. (Demek ki para demeyişi, o zamanlar paranın az oluşuyla alâkalı değildir. Bunda başka bir hikmet aranmalıdır).

Acaba şârî bu cebirler meselesinde neden ´Eksiklik kadar kıymeti verilsin´ demedi? Neden iki koyun ile yirmi dirhem takdir etti? Oysa elbiseler ve diğer bütün mallar da para ve koyun mânâsındadır. İşte buna benzer tahsisler delâlet eder ki, zekât da tıpkı hac gibi, taabbüdî mânâlardan hâli değildir; fakat zekâtta, hacdan ayrılan şöyle bir taraf vardır: Zekâtta hem taabbüdî, hem de taak-kulî mânâlar bir araya gelmiştir. Zayıf zihinler bu iki mânâdan oluşan ibâdetlerin (zekât gibi) idrâkından zorlanırlar. İşte bu konudaki hatalar buradan gelmektedir.

4. Zekâtı, Bulunduğu Belde Dışına Çıkarmamak

Zekât başka bölgelere çıkarılmamalıdır; çünkü her memleketin fakirleri o memlekette bulunan malların zekâtını beklemektedirler. Zekâtı, bulunduğu yerden nakletmek, orada bulunan fakirleri mahrum etmek demektir. Ancak bir fetvâya göre eğer nakleder ve başka memleketlerdeki fakirlere verirse zekat farizası yerine getirilmiş olur. Bütün bunlara rağmen ihtilâflardan ve şüpheden sakınmak en iyisidir. (Yani zekâtı, malın bulunduğu memleketin fakirlerine vermek daha evlâdır). Bu bakımdan her malın zekâtı bulunduğu memlekette verilmelidir. Bununla beraber zekâtın, o memlekette bulunup da oralı olmayan fakirlere verilmesinde de bir beis yoktur.

5. Zekâtı, Kur´an´ın Belirlediği Sekiz Sınıfa Taksim
Etmek


Zekât, malın bulunduğu memleketteki, kendilerine zekât verilecek sınıfların adedine göre taksim edilmelidir; çünkü mevcut sınıfların tamamına vermek vâcibdir. Şu âyet-i celîlenin zâhiri de böyle bir vücûbu gerektirmektedir:

Sadakalar (zekâtlar), Allah tarafından bir farz olarak ancak şu sınıflar içindir: Fakirler, miskinler... (Tevbe/60)

Zekât, ölüm döşeğinde bulunan bir kimsenin ´Malımın üç...
[Bu mesajın devamını görebilmek için kayıt olun ya da giriş yapın
Bu Sayfayi Paylas
Facebook'a Ekle
Kayıtlı

Müslüman
Anahtar Kelime
*****
Offline Pasif

Mesajlar: 132.042


View Profile
Re: Zekatın Verilmesi,Zahiri-Batıni Şartlar
« Posted on: 28 Mart 2024, 22:24:21 »

 
      uyari
Allah-ın (c.c) Selamı Rahmeti ve Ruhu Revani Nuru Muhammed (a.s.v) Efendimizin şefaati Siz Din Kardeşlerimizin Üzerine Olsun.İlimdünyamıza hoşgeldiniz. Ben din kardeşiniz olarak ilim & bilim sitemizden sınırsız bir şekilde yararlanebilmeniz için sitemize üye olmanızı ve bu 3 günlük dünyada ilimdaş kardeşlerinize sitemize üye olarak destek olmanızı tavsiye ederim. Neden sizde bu ilim feyzinden nasibinizi almayasınız ki ? Haydi din kardeşim sende üye ol !.

giris  kayit
Anahtar Kelimeler: Zekatın Verilmesi,Zahiri-Batıni Şartlar rüya tabiri,Zekatın Verilmesi,Zahiri-Batıni Şartlar mekke canlı, Zekatın Verilmesi,Zahiri-Batıni Şartlar kabe canlı yayın, Zekatın Verilmesi,Zahiri-Batıni Şartlar Üç boyutlu kuran oku Zekatın Verilmesi,Zahiri-Batıni Şartlar kuran ı kerim, Zekatın Verilmesi,Zahiri-Batıni Şartlar peygamber kıssaları,Zekatın Verilmesi,Zahiri-Batıni Şartlar ilitam ders soruları, Zekatın Verilmesi,Zahiri-Batıni Şartlarönlisans arapça,
Logged
30 Ocak 2010, 22:13:24
ღAşkullahღ
Muhabbetullah
Admin
*
Çevrimdışı Çevrimdışı

Cinsiyet: Bay
Mesaj Sayısı: 25.839


Site
« Yanıtla #1 : 30 Ocak 2010, 22:13:24 »

Zekâtın Bâtınî Âdâbının İncelikleri

Âhiret yolunun yolcusuna zekât verme hususunda birçok vazifeler düştüğü malûmdur.
Birinci Vazife: Zekâtın farziyetini anlamak, mânâsını bilmek, Allah´ın bizi onunla imtihan etmesinin gerekçelerini idrâk etmek, bedenî ibadetlerden olmayıp sadece bir malî tasarruf olmakla beraber neden İslâm´ın temellerinden birisi olduğunu sezmektir. Burada üç mânâ vardır:

A) Şehâdet kelimesini telâffuz etmek, Allah´ın birliğini ikrâr ederek O´nun tek ma´bud olduğuna şâhidlik yapmak demektir. Bu ahdin tamamlanması, muvahhidin yanında, bir olan mahbubdan başka hiçbir mahbubun bulunmamasına (ve bulundurulmamasına) bağlıdır; çünkü muhabbet ve sevgi, ortaklık kabul etmez. Sadece dil ile ikrâr edilen tevhidin faydası da pek azdır. Aşkın derecesi, âşığın, sevdiği diğer şeylerden uzaklaşmasıyla ölçülür. Mallar insanlar nezdinde mahbubdur; çünkü insanların dünyalarından zevk almasına âlet ve vesiledirler. İnsanlar, bu dünya ile ancak mallar vasıtasıyla ünsiyet kazanırlar ve mallar için ölümden kaçarlar. Oysa ölümde hakîkî mahbub ile buluşma hakikati vardır. Bu bakımdan şehadet kelimesiyle mahbub-u hakîkî dâvalarının doğruluğu, zekât ile denenmiş olmaktadır. Zekâtı vermek suretiyle, hedef ve mâşukları olan maldan yüz çevirip mâşuk-u hakîkîye yöneldikleri ortaya çıkar.

İşte bu sırra binaen Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:
Allah, (kendi yolunda savaşarak öldürüp öldürülen) müminlerin canlarını ve mallarını cennet karşılığında satın almıştır.
(Tevbe/111)

Allah ile yapılan bu alış-veriş, ancak cihadla olur. Burada kişi, Allah Teâlâ ile mülâki olmak aşkıyla canını bile seve seve feda eder; malın feda edilmesi ise daha kolaydır.
Malların Allah yolunda verilmesindeki mânâ anlaşıldıktan sonra (bilinmelidir ki) insanlar üç kısma ayrılır:

1. Allah´ın birliğini tasdik ettikten sonra ahde vefa göstererek bütün malını Allah yolunda harcayıp kendilerine bir dinar veya bir dirhem dahi ayırmayanlardır. Bunlar zekâtın üzerlerine farz olmasına imkân vermemek için varlarını ve yoklarını Allah yoluna sarfetmişlerdir. Hatta bunlardan bazıları, kendilerine ´İkiyüz dirhemde kaç dirhem zekât vardır? diye sorulduğunda şöyle cevap vermişlerdir: ´Şeriatın hükmüne göre avam tabakasına ikiyüz dirhemde beş dirhem zekât düşer. Bizlere gelince, bizim bütün malımızı vermemiz farzdır´.

Bu sırra binaendir ki Ebubekir Sıddîk (r.a) malının tamamını, Ömerül Faruk da yarısını Allah yolunda sadaka vermişlerdir.11
Hz, Peygamber malının yarısını getiren, Hz. Ömer´e şöyle sorar:
- Çoluk çocuğuna ne bıraktın?
- Getirdiğim malın bir mislini de onlara bıraktım.
Hz. Peygamber aynı suali Hz. Ebu Bekir´e sorduğunda o şöyle cevap verir:
- Çoluk çocuğuma Allah ve Rasûlü´nü bıraktım.
Bunun üzerine Hz. Peygamber şöyle buyurur:
- İkiniz arasındaki fark, sözlerinizin arasındaki fark kadardır.

Sıddîk-ı Ekber (r.a), sadâkatin tamamını yerine getirdi ve yanında, mahbub-u hakîkisi olan Allah ve Rasûlü´nden başka hiçbir şey bırakmadı.

2. İkinci kısmın derecesi birinci kısmınkinden düşüktür. Bu ikinci kısım, ihtiyaç zamanlarını ve hayır mevsimlerini gözeterek ellerinde mal bulunduranlardır. Bunların gayesi; ellerinde bulunan bu malla zevk ve safâ sürmek değil, onu ihtiyaç nisbetinde Allah yolunda ve şahsî ihtiyaçlarından fazla olan kısmı da gerekli hayır yerlerine sarfetmektir. Bunlar, mallarının farz zekâtını vermekle iktifa etmezler.

Tâbiîn-i kirâm´dan bir cemaat ´Zenginin malında zekâttan başka birçok haklar vardır´ demişlerdir. (Nehâî, Şa´bî, Atâ ve Mücâhid böyle diyenlerdendir).

Şa´bî (r.a) ´Zenginin malında, zekâtın dışında herhangi bir hak var mıdır?´ diye soran bir kişiye şu cevabı vermiştir: ´Evet vardır. Sen Allah Teâlâ´nın şu ayetini işitmedin mi? (Asıl) birr ona karşı duyduğu sevgiye rağmen malı(nı) akrabaya, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışlara, dilenenlere, köle ve esirlere harcayanın birr´idir.
(Bakara/177)

´Malda zekâttan başka da haklar vardır´ diyen grup, şu ayetleri de delil göstermişlerdir:
Kendilerine verdiğimiz rızıklardan hak yolunda harcarlar...
(Enfâl/3)

Size rızk olarak verdiğimiz şeylerden harcayın!
(Münâfikûn/10)

Bu grup, zikrettiğimiz ayetlerin, zekât ayeti ile neshedilmiş (hükmü kaldırılmış) olduğunu kabul etmemektedir. Bu gruba göre, bunlar, müslümanın diğer müslüman üzerinde bulunan ve zekât haricinde olan haklarıdır.

Bunlar ayeti şöyle yorumlamaktadırlar: ´Zengin bir müslümanın, nerede bir muhtaç görürse zekâtın dışında servetinden onun ihtiyacını giderecek miktarı sarfetmesi gerekir´.

Bu hususta itibar edilecek iki görüş şudur: Sıkıntı içerisinde bulunan bir müslümanın ihtiyacını gidermek farz-ı kifâyedir; zira bir müslümanı mahvolmaya terketmek câiz değildir. Bu konuda şöyle demek de mümkündür: ´Zengin, fakirin ihtiyacını, ileride kendisine ödemek şartıyla; yani borç vermek suretiyle giderebilir. Fakat malının zekâtını verdikten sonra böyle bir yardım zengine farz değildir´. (Kitabın başka bir nüshasında; ´Zenginin, zekâttan fazla olan malını vermesi gerekmez; ancak ileride almak şartıyla borç vermek mecburiyetindedir´ denilmiştir).

Şöyle bir ihtimal de mümkündür: Fakire, ihtiyacını giderecek kadar malın derhal verilmesi gerekir. İleride ödemek şartıyla vermek; yani fakiri borç altına girmeye mecbur etmek câiz değildir. Bu ihtilaflı bir meseledir. Borç olarak vermek, halk tabakasına ait en son dereceye iniştir ki bu derece, sadece vâcib olan zekâtı vermekle iktifâ eden üçüncü grubun derecesidir.

3.Üçüncü grup, farz olandan ne eksik ve ne de fazla vermeyenlerdir. Bu da dinen en küçük rütbeyi gösterir. Halk tabakası, cimri ve mala meyilli olduklarından ve âhiret sevgilerinin zayıf olmasından dolayı bu derecede istikrâr bulurlar; yani farz olandan başkasını vermezler. (Nitekim buna işâreten) Allah Teâlâ, Kur´an´da şöyle buyuruyor:
Eğer (Allah) sizden malların hepsini isteyip de sizi (buna) zorlasaydı cimrilik edip vermezdiniz. (Böylece Allah) kinlerinizi de meydana çıkarırdı. (Muhammed/37)

Malını ve nefsini Allah´a verip karşılığında cennet alan bir kul ile, cimriliğinden dolayı malını Allah´a vermekten çekinen kul arasında nice dereceler vardır. Allah Teâlâ´nın, kullarına, mallarını kendi yolunda harcamalarını emretmesinin mânâlarından birisi de budur.

B) İkinci mânâ ise, onları cimrilik sıfatından temizlemektir; zira cimrilik, insanı helâk edici sebeplerden birisidir.

Hz. Peygamber şöyle buyuruyor:
Şu üç şey, helâke götürücüdür:

a) İtaat edilen cimrilik,
b) Tâbi olunan hevâ-i nefis,
c) Kişinin nefsini beğenmesi.12

Allah Teâlâ da şöyle buyurur:

Kim nefsinin cimriliğinden korunursa, işte onlar (azaptan) kurtulanların tâ kendileridir. (Teğâbün/16)

Mühlikât bahsinde, cimriliğin nasıl helâk edici olduğuna ve ondan kurtulmanın keyfiyetine dair tafsilât gelecektir.

Cimrilik sıfatı, ancak nefsin, serveti Allah yolunda sarfetmeye alıştırılmasıyla giderilir. Birşeyin sevilmesi, ancak nefsi ondan ayrılmaya zorlamak suretiyle sona erer. Nefsi öyle zorlayacaksın ki, onu terketmek nefis için âdet hâlini alsın. Bu ruh ile verilen zekât, sâhibini, helâk edici cimriliğin pisliğinden temizleyici ve kurtarıcı bir sıfattır. Ne kadar verilirse, o nisbette temizler ve sahibi ise o nisbette ferahlanıp durur.

C) Üçüncü mânâ, nimetin şükrüdür. Allah Teâlâ´nın kulu üzerinde gerek nefsinde ve gerekse de malında birçok nimetleri vardır.

Bu bakımdan bedenî ibadetler, bedenî nimetlerin; malî ibadetler de malî nimetlerin şükrüdür. Sıkışık ve kendisine muhtaç bir fakiri görüp de nefsi, Allah Teâlâ´nın kendisini dilenmekten kurtardığı ve başkasını kendisine muhtaç kıldığı nimetin şükrünü edâ etmek kabilinden dahi olsa malının onda birinin dörtte birini veya direkt olarak onda birini vermesine razı olmayan insan, ne nânkör bir insandır!

İkinci vazife: Zekâtı verdiği vakittedir. Borçlu olan kimsenin, borcunu, ödeme vakti zamanı gelmezden evvel, borcuna sâdık olduğunu göstermesi için vermesi, kendisine mahsus edeplerdendir. Çünkü vakti gelmezden evvel vermek suretiyle fakirlerin kalplerine sürûr ve neşe yerleştirir. Böylece kendisini hayırlardan meneden zamanın mânilerini de önlemiş olur. Tehirde birçok âfetin bulunduğunu ve bunun isyâna sebep olduğunu da anlamış olur.

Kişi, içinde hayır işlemeye sevkedici bir duygu belirdiği zaman, derhal fırsatı ganimet bilerek hayır işlemelidir. Çünkü böyle bir duygu, melekten gelen bir telkindir. Müslümanın kalbi Rahman olan Allah´ın kudret parmaklarından ikisinin arasındadır. Kalp çok kısa bir zamanda başka bir yöne dönebilir. Şeytan daima insanı fakirlikle korkutur ve ona fuhşiyat ve münkeri emreder. Meleğin telkininden sonra, hemen şeytanın telkini gelir. Bu bakımdan müslüman, fırsatları değerlendirmelidir.

Müslüman, bütün zekâtını bir kalemde veriyorsa, bunun için senede bir ay tâyin etmeli ve bu ayın da senenin en faziletli aylarından olmasına dikkat etmelidir. Tâ ki bu vakit sebebiyle ibadeti fazlasıyla kabul edilsin ve defterine birkaç misli olarak, geçsin. Meselâ Muharrem ayı gibi; çünkü Muharrem, senenin başlangıcı olduğu gibi, haram aylardan da birisidir. Veya Ramazan ayını tâyin etmelidir. Hz. Peygamber insanların en cömerdi idi. Ramazan ayı...
[Bu mesajın devamını görebilmek için kayıt olun ya da giriş yapın
Bu Sayfayi Paylas
Facebook'a Ekle
Kayıtlı

30 Ocak 2010, 22:19:33
ღAşkullahღ
Muhabbetullah
Admin
*
Çevrimdışı Çevrimdışı

Cinsiyet: Bay
Mesaj Sayısı: 25.839


Site
« Yanıtla #2 : 30 Ocak 2010, 22:19:33 »

Eğer durum açıkça vermeyi iktizâ ederse, o zaman, açıkça verilmesi çok güzel olur. Durumun bu şekilde vermeyi icâb ettirmesi şu sebeplere bağlıdır:

a) Başkasının teşvik edilmesi,
b) Zekâtı isteyen zâtın bunu, halkın gözü önünde istemesi.

Böyle bir kimseye, riyâ korkusuyla vermemezlik etmemeli; aksine o kişiye açıkça zekât vermeli ve bunu yaparken de kalbini mümkün olduğu kadar riyâdan korumalıdır. Çünkü zekâtı açıktan vermekte, başa kakmak ve riyâya kaçmaktan başka ikinci bir mahzur daha vardır. Bu da fakirin perdesini yırtmaktır; çünkü fakir bir kimse, çoğu zaman fakir olarak gösterilmekten eziyet duyar. Bu, tıpkı gizli fâsığın fıskını açığa vurmak gibi mahzurlu olmaktadır. Gizli fâsığı tecessüs etmek, orada burada ondan bahsetmek şer´an yasak bir harekettir. Açıktan fısk işleyen kimseyi teşhir etmekse, fıskından ötürü kendisine verilen bir ceza mahiyetini taşır. Buna da kendisi sebep olmuştur.

Bu mânânın benzerini Hz. Peygamber şöyle ifade etmektedir:
Hayâ perdesini üzerinden atan kimsenin gıybeti yoktur. (Yani onun gıybeti helâl olur).20

Allah Teâlâ insanları, zekâtlarını açıkça vermeye teşvik etmektedir:
Allah´ın Kitabı´nı okuyanlar, namazı dosdoğru kılanlar, kendilerine rızık olarak verdiğimiz şeylerden gizli ve âşikâr harcayanlar hiç tükenmeyecek bir ticaret umabilirler.
(Fâtır/29)

Zekâtı açıktan vermekte teşvik vardır. Bu bakımdan kul, bu faydayı aynı hareketteki mahzurlu taraf ile karşılaştırıp tartma hususunda ince düşünceli olmalıdır; çünkü bu, zaman ve şahıslara göre değişir. Bazı durumlarda bazı şahıslar için zekâtı âşikâr vermek, gizli vermekten daha efdaldir. Fayda ve felâketleri bilip şehvet gözüyle bakmayan kimse, kendisi için her hâlukârda en evlâ ve en uygun olanı tayin eder.

Beşinci vazife: Sadakasını, eziyet etmek ve başa kakmak suretiyle ifsâd etmemektir.

Ey iman edenler! Sadakalarınızı, malını insanlara gösteriş için harcayan, Allah ve âhiret gününe inanmayan kimse gibi, başa kakmak ve eziyet etmek suretiyle boşa çıkarmayın!
(Bakara/264)

Başa kakmak ve eziyet etmek diye, tefsir ettiğimiz el-mennü ve´l-ezâ ibaresinin hakikatinde âlimler ihtilâf etmişlerdir. Bazılarının dediğine göre menn, verdiği sadakayı orada burada söylemektir, eza ise onu ifşâ etmektir.

Süfyan es-Sevrî ´Minnet edenin sadakası fâsiddir´ buyurmuş; kendisine minnet etmenin ne olduğu sorulduğunda da şöyle cevap vermiştir: ´Verdiği sadakayı orada burada zikretmek ve söylemektir´.

Bazılarına göre ´Minnet, vermiş olduğu sadakadan ötürü fakirden hizmet beklemek; eziyet ise, onu fakirliğinden ötürü kötülemektir´.

Bazılarına göre de ´Minnet, kendisine sadaka verdiği için fakire karşı kibirli davranmak; eziyet ise, dilendiği için fakiri terslemek ve kovmaktır´.

Hz. Peygamber de şöyle buyurmuştur:
Allah, çokça minnet edenin (başa kakanın) sadakasını kabul etmez.21

Benim kanaatime göre, minnetin bir tohumu ve bir de ekildiği yeri vardır. Minnet, kalbin ahvâl ve sıfatlarındandır. Dil ve diğer âzâlarda görülen birçok haller onun üzerine kurulur. Minnetin esası, fakire ihsân edenin ve nimet verenin kendisi olduğunu kabul etmektir. Oysa temizlenmesine ve ateşten kurtulmasına vesile olduğu ve Allah´ın hakkını (zekât ve sadakayı) kendisinden kabul ettiği için fakirin kendisine ihsân da bulunmuş olduğunu kabul etmelidir. Eğer fakir, kendisinden kabul etmemiş olsaydı Allah´ın hakkı daima boynunda kalacaktı. Bu bakımdan asıl zekât sahibinin fakire karşı minnet duyması gerekir; çünkü fakirin eli, Allah´ın hakkını alma hususunda O´nun vekilidir.

Nitekim Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
Sadaka fakirin eline girmezden önce Allah Teâlâ´nın (kudret) eline girer.22

Bu bakımdan zekât ve sadaka veren kimse, böyle yapmakla Allah Teâlâ´nın hakkını kendisine teslim ettiğini bilmelidir. Fakir ise, bu hakkın Allah´a tesliminden sonra Allah´tan rızkını almıştır.

Birisinden alacağı olan bir kişi bunu alması için borçluya, kölesini veya nafakasını vermek mecburiyetinde bulunduğu hizmetçisini gönderse ve borcunu veren de alanın minnet altına girmesi gerektiğini düşünse, bu ahmaklık ve cehâlet olur. Çünkü esasında aracı olan köle veya hizmetçi parayı verenin değil, hak sahibinin minneti altındadır. Parayı veren ise, ödemesi gereken bir borcu sevdiği birşey karşılığında vermiş olur. Bu bakımdan parayı veren, kendi nefsinin hakkını ödemiş olur ve bu yüzden de onunla başkasına minnet etmeye hakkı yoktur.

Kişi, zekât farizasının anlaşılrnasmdaki bu üç mânâyı veya herhangi birisini bildikten sonra nefsinin, başkasına değil, ancak kendi kendisine iyilik ettiğini görür. İyilik de malını, Allah sevgisini izhâr etmek, nefsini cimrilik rezâletinden temizlemek veya malının artmasını istemek ve mal nimetinin karşılığında şükretmek için vermekle olur. Bu gayelerden hangisi kast olunursa olunsun, zekâtı veren ile alan arasındaki hiçbir muamele de verenin, kendisini, alan kişiye iyilik yapmış olarak telâkki etmeye hakkı yoktur. Kişi kendini alana iyilik yapmış olarak görmek cehaletine düştüğü takdirde, minnet mânâsında zikrettiğimiz mahzurlar meydana çıkar. Bu mahzurlar, orada burada sadaka verdiğini söylemek, gösteriş için bunu ifşâ etmek, sadakayı alan fakirden, karşılık olarak teşekkür, dua, hizmet, saygı beklemek; ondan emirlerine itaat etmesini, meclislerde kendisine yer vermesini ve her emirde kendisine tâbî olmasını istemektir. Bütün bunlar minnet´in meyveleridir. Minnet´in bâtınî mânâsı ise, daha önce beyan ettiğimiz gibidir.

Eziyet´e gelince, bunun zâhirî mânâsı kendisine zekât verdiği fakiri azarlamak, ayıplamak, onunla sert konuşmak, ona karşı yü-zünü buruşturmak, ekşitmek, onu teşhir ve çeşitli şekillerde istihfâf etmektir. Eziyetin bâtınî mânâsı ise (ki bu da eziyetin çıkış yeri ve menbaıdır) iki husustan ibarettir:

A) Kişinin malı elden çıkarmak istememesi ve vermenin ken
disine ağır gelmesi. Hiç kuşkusuz böyle bir durum insanın ah
lâkını bozar.
B) Kendisini fakirden daha üstün görmesi ve kendisine muh
taç olduğu için fakirin daha düşük bir mertebeye sahip olduğu kanaatini taşımasıdır.

Bu iki görüşün menşei cehâlettir. Malı elden çıkarmayı istememek ahmaklıktır. Çünkü bin dirhemlik birşey karşılığında bir dirhemi vermeyen kimse, son derece ahmaktır. Malın Allah´ın rızasını kazanmak ve âhirette sevap elde etmek için verildiği mâl-ûmdur. Malı, nimetinin artması veya nefsini cimrilik rezaletinden kurtarması için vermek yerine sadece Allah rızası için ve âhirette sevap kazanmak amacıyla vermek daha şereflidir. Hülâsa zekât, bu saydığımız niyetlerden hangisiyle verilirse verilsin, vermemenin bunlara karşılık hiçbir fayda temin etmediği meydandadır, İkinci düşünce de, birincisi gibi cehalet eseridir; çünkü kendisini fakirden üstün tutan kimse, eğer fakirliğin zenginlikten faziletli olduğunu ve zenginlerin ne gibi tehlikelerle karşı karşıya bulun-duklarını bilseydi, fakiri asla hakir görmez; aksine fakirle yakınlık kurduğu için kendisini mutlu sayar ve onun Allah nezdindeki derecesini temenni ederdi; çünkü zenginlerin sâlihleri bile müslüman fakirlerden beşyüz sene sonra cennete girecektir.

İşte bu sırra binaen Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
´Kabe´nin rabbine yemin ederim ki zarar edenler ancak onlardır´.

Ebu Zer´in ´Onlar kimlerdir?´ diye sorması üzerine de ´çok mala sahip olanlardır´ cevabını vermiştir.

Kişi Allah Teâlâ´nın kendisi için bir ticaret pazarı kıldığı fakiri, nasıl olur da hakir görebilir? Oysa servetini fakirin didinmesiyle elde edip çoğaltmaktadır. O malı kendi nefsiyle ve hizmetkârıyla ihtiyacı kadar da korur. Şeriat kendisine, fakire ihtiyacı kadar yardım etmesini gerekli kılmış; ihtiyacı olanı ve kendisine zarar verecek miktarı vermesini de menetmiştir. Bu bakımdan zengin, âdeta fakirin rızkını tahsil etmek için çalışan bir kimsedir. Zenginin, fakire nazaran şu tehlikelerle karşı karşıya olduğunu da unutmamak lâzımdır: (Eğer gereken hakları servetinden çıkarıp vermediği takdirde),zulmen yüklendiği hakları taşır. Zorluklara katlanır. Ölümünden sonra düşmanlarının yiyeceği malların koruyuculuğunu yapar. O halde ne zaman ki Allah´ın tevfîkiyle, vâcib olan hakların edâsı ve fakire teslim edilmesi hususunda ´istemezliğin´ yerini arzu ve sevinç alır ve fakirin hakkını kabul etmek suretiyle kendisini sorumluluktan kurtarırsa, fakire eziyet etmek, onu terslemek ve ona karşı yüzünü buruşturmak gibi haller kendiliğinden ortadan kalkar ve yerini, fakirlerle sevinmek, kendisini bu sorumluluktan kurtardığı için onlarla övünüp fakirlere minnet etmek gibi iyi hasletlere bırakır. İşte yukarıda zikrettiğimiz kaynaktan, minnet etmek ve eziyette bulunmak gibi şeyler doğar.

Eğer "Zekât verenin, kendisini fakire iyilik yapmış derecesinde görüp görmemesi karanlık bir iş olduğu için, ´kendisini böyle görmediğine´ delâlet edecek bir deneme var mıdır?" diye soracak olursan, şunu bil ki, bunun, ince ve ince olduğu kadar da açık bir alâmeti vardır. Şöyle ki; kişi zekât verdiği fakiri, kendisine karşı bir cinayet işlemiş veya düşmanını desteklemiş farzedecektir. Eğer zekât vermeden evvel bu fakire karşı duyacağı nefret bu durumda daha da artmışsa, kalbinde minnet kokusu var demektir; çünkü zekât verdiğinden dolayı fakirden, zekât vermezden evvel ummadığı bir şeyi beklemektedir!

Eğer ´Bunu bilmek de esasında çok zor bir iştir. Hiç kimsenin kalbi böyle bir duygudan hâli değildir. Bu bakımdan bunun tedavisi ve çaresi ne olabilir?´ diye sorarsan, yine bilmiş ol ki, bunun zâhirî ve bâtınî olmak üzere iki çeşit tedavi şekli vardır: Bâtınî tedavisi; zekâtın farz oluşunun anlaşılması mevzuunda zikrettiğimiz hakîkatleri bil...
[Bu mesajın devamını görebilmek için kayıt olun ya da giriş yapın
Bu Sayfayi Paylas
Facebook'a Ekle
Kayıtlı

Sayfa: [1]   Yukarı git
  Yazdır  
 
Gitmek istediğiniz yer:  

TinyPortal v1.0 beta 4 © Bloc
|harita|Site Map|Sitemap|Arşiv|Wap|Wap2|Wap Forum|urllist.txt|XML|urllist.php|Rss|GoogleTagged|
|Sitemap1|Sitema2|Sitemap3|Sitema4|Sitema5|urllist|
Powered by SMF 1.1.21 | SMF © 2006-2009, Simple Machines
islami Theme By Tema Alıntı değildir Renkli Theme tabanı kullanılmıştır burak kardeşime teşekkürler... &
Enes