> Forum > ๑۩۞۩๑ Kitap Dünyası - İlim Dünyası Kütüphanesi ๑۩۞۩๑ > Tasavvuf Eserleri > İhya-u Ulumiddin 1-2 > İhmâl ve Mukabili Zannedilen Yerler
Sayfa: [1]   Aşağı git
  Yazdır  
Gönderen Konu: İhmâl ve Mukabili Zannedilen Yerler  (Okunma Sayısı 1282 defa)
02 Şubat 2010, 16:45:20
ღAşkullahღ
Muhabbetullah
Admin
*
Çevrimdışı Çevrimdışı

Cinsiyet: Bay
Mesaj Sayısı: 25.839


Site
« : 02 Şubat 2010, 16:45:20 »



Araştırmak, Sormak, Hücum, İhmâl ve Mukabili Zannedilen Yerler

Sana bir yiyecek veya bir hediye takdim edenin veya kendisinden birşey satın almak istediğin veyahut da hibesini kabullendiğin herkesin halini tedkik ve teftiş etmeye ve onlara ´Bana verdiğin bu malın helâl olduğuna dair, kanaatim tam değildir; bu bakımdan almam´ demeye yetkin yoktur. Diğer taraftan tedkik ve tahkiki tamamen bırakmaya, kesinlikle haram olduğunu bilmediğin şeyi almaya da yetkili değilsin. Sorup tedkik etmek bazen farzdır; bazen haram veya mendup ve bazen de mekruhtur. O halde bunun açıklanması gerekir: Bu konuda sadra şifa verici söz şudur: Sorunun zannedildiği yerler, şüphe yerleridir; şüphenin menşe´ ve kaynağı ise ya mal ile ya da mal sahibiyle ilgilidir.

I. Mal Sahibinin Durumu

İnsanın bilgisine göre mal sahibinin üç durumu vardır:

a) Meçhul olması.
b) Meşkûk ve şüpheli olması.
c) Delile istinad eden bir nevi zan ile mâlûm olması.

Birinci durum, meçhul olmasıdır. Meçhul, üzerinde paralı askerlerin giysisi gibi, fâsıklık ve zulmüne delâlet eden herhangi bir karîne ve delil bulunmadığı gibi, sâlih olduğuna delâlet eden herhangi bir delil de bulunmayan kimsedir. Salih olduğuna delâlet eden delil; tasavvuf ehlinin, ticaret erbabının, ilim sahibinin ve benzerlerinin giyim kuşamı gibi şeylerdir. Bu bakımdan yabancı bir köye girdiğinde orada ilk defa gördüğün ve durumu sence mâlûm olmayan ve aynı zamanda kendisinin salih veya fâsık olduğuna delâlet eden herhangi bir alâmet de bulunmayan kişi sence meçhuldür. Aynı şekilde garip bir memlekete veya bir pazara girdiğin zaman orada gördüğün, fırıncı, kasap veya başka bir sanatla iştigal eden ve fakat kendisinin şüpheli veya hain olduğuna delâlet eden herhangi bir alâmet-i fârika bulunmadığı gibi, öyle olmadığına dair de bir alâmet bulunmayan kişi de meçhuldür; hâli senin tarafından bilinmemektedir. Biz böyle bir kişinin şüpheli olduğunu söyleyemeyiz; çünkü şüphe, iki zıt ve karşılıklı sebepleri olan inanç ve itikaddan ibarettir. Oysa fakihlerin çoğu, bilinmeyen ile hakkında şüphe edilen arasında fark bulunduğunu idrâk edememektedirler. Sen ise bu söylediklerimizden anladın ki, bilinmeyenin terki takvaya daha yakındır.

Yusuf b. Esbat şöyle der: ´Otuz seneden beri kalbimde azıcık bir şüphe uyandıran şeyleri hemen terkederim´.
Ulemadan bir cemaat, âmellerin en zorunun hangisi olduğunu müzakere etmişler ve sonunda bunun takva olduğunu söylemişlerdir. Bunun üzerine Hasan b. Ebî Sinan onlara şöyle demiştir. ´Bence takvadan daha kolay birşey yoktur; çünkü ne zaman kalbimi kurcalayan birşey olsa onu terkederim´.

İşte bu, takvanın şartıdır. Biz ise, şimdilik yalnızca zâhirin hükmünden bahsederek şöyle deriz: Meçhul kimse sana herhangi bir yiyecek maddesi takdim eder veya bir hediye verirse veya onun dükkânından birşey satın almak istediğinde sorman ve tedkik etmen gerekmez. Aksine malın onun elinde bulunuşu ve onun da müslüman oluşu, o malı almanı mübah kılmaya yetecek iki delildir. Sen, İnsanlarda fısk, zulüm ve fâsıklık galiptir´ demeye yetkili değilsin. Çünkü böyle demek, vesveseden ve o müslüman hakkında su-i zanndan ibarettir. Oysa zannların bir kısmı günahtır. Müslüman olduğu için onun hakkında su-i zannda bulunmaman gerekir. Eğer onun hakkında tayin ederek su-i zannda bulunur ve bunu da başkasından görmüş olduğun ahlâksızlığa dayandırırsan, o zaman ona karşı suç işlemiş olursun. Bir de onu herhangi bir şüphe bulunmaksızın tenkid ettiğin için günahkâr olursun. Eğer böyle yapmayıp da ondan o malı almış olsaydın, yalnızca o malın haram olup olmadığı şüpheli olurdu. (Böyle şüpheli bir malı almak, ortada hiçbir şey yokken muayyen bir şahıs hakkında su-i zannda bulunmaktan daha ehven olsa gerektir). Bunun böyle olduğuna ashab-ı kirâmın gazâ ve sefer esnasında haramın mevcut olduğu muhakkak olmasına rağmen köylere indiklerinde kendilerine yapılan ikramı reddetmemeleri, memleketlere girdiklerinde, oralardaki pazarlardan alış-veriş yapmaktan sakınmamaları delâlet eder.

Yine bu duruma rağmen onların ancak şüpheli olan şeylerin durumunu sordukları hakkında gelen nakiller de buna delâlet eder. Çünkü Hz. Peygamber, kendisine getirilen herşeyin durumunu sormazdı. Medine´ye ilk gelişinde kendisine getirilen şeylerin durumunu ´Bu zekât mıdır, yoksa hediye mi?´ diye sorardı. Çünkü o zamanki durumun karînesi, getirilen şeyin zekât olma ihtimaline delâlet etmekteydi. Bu karîne de, muhacirlerin fakir oldukları halde Medine´ye akın etmeleridir. Bu bakımdan muhacirlere ikram edilen şeylerin zekât olma ihtimali büyüktü. Verenin müslüman olması ve malın onun elinde bulunması, o malın zekât olmayışına delâlet etmez. Hz. Peygamber çağrıldığı ziyafetlere icabet eder ve o ziyafetin sadaka olup olmadığını sormazdı; çünkü zekâtı ziyafet olarak vermek âdet değildir.

Ümmü Süleym67 Hz. Peygamber´i davet etmiştir; nitekim bu durum Enes b. Mâlik´in rivayet ettiği hadîste vardır. Yine bir terzi, Hz. Peygamber´e içinde kabak bulunan bir yemek takdim etmiştir.68

Bir keresinde de Fârisî asıllı bir kişi Hz. Peygamber´i dâvet etmişti. Hz. Peygamber ona şöyle demişti:

- Âişe ile beraber mi geleyim?
- Hayır!
- O halde ben de gelmem!

Sonra adam Hz. Peygamber´i tekrar dâvet etti. Hz. Peygamber ile Âişe validemiz, adamın evine giderken yolda yarış ettiler. Adam onlara eritilmiş iç yağı ikram etti Hz. Peygamber´in bu dâvetlerin hiç birinde ´Acaba bize takdim edilen yemek, zekât mıdır, hediye midir?´ diye sual sorduğu nakledilmemektedir.

Hz. Ebubekir, kölesinin durumundan şüphelendiği zaman, kazancını sormuştur. Hz. Ömer de kendisine zekât develerinin sütünden içiren kişinin durumundan şüpheye düştüğü zaman, o sütün nereden getirildiğini sormuştur. Çünkü o sütün tadının daha önce içirilen sütlerin tadından değişik olduğunu farketmişti. İşte bunlar şüphenin sebepleridir. Meçhul bir kimsenin ziyafetine rastlayıp da tedkik etmeksizin ona icabet eden kimse âsî olmaz, Eğer o adamın evinde fazla süs ve çok mal gördüğünde ´Helâl azdır, bu ise çoktur. Bütün bunlar helâldan nasıl böyle derlenebilir?´ diyemez. İhtimal ki bu şahıs malı miras yoluyla veya çalışıp kazanmak suretiyle edinmiştir.

Bu bakımdan böyle bir şahıs hakkında hüsnü zann etmek gerekir. Ben bu hükme ilâve yaparak derim ki, kişinin, o malın nereden geldiğini sorma yetkisi yoktur. Eğer takva sebebiyle midesine, nereden geldiği belli olmayan birşeyi sokmak istemiyorsa bu güzel bir harekettir. Ancak bunu, şüphelendiğini sezdirmeden, güzel bir yolla yapmaya çalışmalıdır. Eğer mutlaka yemesi gerekiyorsa ´Sen bu malı nereden aldın?´ demeksizin yemelidir; zira sormak, mal sahibine eziyet verip onun nefretine sebep olur. Herhangi bir müslümana karşı böyle hareket etmek ise, şeksiz şüphesiz haramdır.

Eğer ´Belki adamcağız böyle bir sualden alınmaz´ dersen, cevap olarak deriz ki: (´Belki alınmaz´ ihtimali olduğu gibi) ´Belki alınır´ ihtimali de mevcuttur. Sen belki´den sakınarak soruyorsun. Eğer belki ile ikna olursan (deriz ki) belki de malı helâldir. Sonuç olarak herhangi bir müslümana eziyet vermek, günah bakımından, şüpheli veya haram birşeyi yemekten daha az birşey değildir! İnsanların çoğu, karşısındaki adamın, sahip olduğu malları tedkik ve teftiş ettiğini sezer sezmez ürker ve böyle bir hareket nefretini mucib olur. Mal sahibinin durumunu onun haberi olduğu halde başkasından sormak caiz değildir. Çünkü mal sahibi, böyle bir durumda daha fazla incinir ve ürker. Eğer mal sahibinin durumunu onun haberi olmadığı halde, başkasından sorarsa, o vakit de mal sahibi hakkında su-i zannda bulunup onun perdesini yırtmış olur. Aynı zamanda böyle bir harekette mal sahibinin durumunu araştırmak sözkonusu olduğu gibi her ne kadar ortada açıkça bir gıybet yoksa da gıybeti benimsemek de sözkonusudur. Bütün bu durumlar, ALLAH Teâlâ´nın şu ayetinde yasak olarak ilân edilmiştir:
Zannın çoğundan sakınınız; çünkü zannın bazısı günahtır. Sakın tecessüs etmeyin; (insanların ayıplarını araştırmayın, gizliliklerini açığa çıkarmayın) ve sakın bir kısmınız diğer kısmınızı gıybet etmesin.
(Hucurât/12)

Nice cahil zâhid vardır ki, başkasının gizli taraflarını sözde dindarlığın icabı imiş gibi araştırmak suretiyle kalpleri kendisinden nefret ettirir. Muhâtabına kırıcı, katı bir şekilde konuşur. Şeytan onun bu hareketini kendisine, ´Helâl yiyorum´ şeklinde şöhretinin yayılmasına taraftar olduğu için güzel göstermektedir! Eğer onu hareket ettiren şey hakîkaten dinin katıksız duygusu olsaydı, herhangi bir müslümanın kalbini kırmak kendisine, nereden geldiğini bilmediği birşeyi yemekten daha korkunç gelecekti...

Çünkü bilmediği birşeyi yemekten dolayı muâheze edilmez. Zira ortada sakınmasını gerektirecek herhangi bir belirti ve alâmet yoktur.

Takva yolu, yemeyi tecessüs etmeksizin terketmektir; yemenin gerekli olduğu zaman da, yemek ve sahibi hakkında hüsn-ü zannda bulunmaktır. İşte ashab-ı kirâmın bilinen durumu böyleydi. Takvada ashab-ı kirâmdan daha ileri gitmeye çalışanlar, sapıtan birer bid´atçıdırlar! Bunlar hiç de selefe tâbi olmuş kimseler değildirler. Yeryüzünde bulunan herşeyi ALLAH yolunda infak etse bile, hiç kimse ashab-ı kirâmın ALLAH için verdiği bir avuç veya yarım avuç sadakasının sevabını dahi elde edemez. Ashab-ı kirâmın durumu nasıl böyle olmasın? Çünkü Hz. Peygamber, Berîre´nin (veya Büreyre) yemeğinden yemiş; ´Bu yemek zekâttandır´ denildiği zaman da şöyle buyurmuştur:

O Büreyre için zekât, bizim içinse (Büreyre´nin malı olması dolayısıyla) hediye sayılır.69

Görülüyor ki, Hz. Peygamber ´O zekâtı Büreyre´ye kim verdi?´ diye sormamıştır. Zekâtı veren kendisinin meçhulü olduğu halde Hz. Peygamber o maldan yemekten çekin...
[Bu mesajın devamını görebilmek için kayıt olun ya da giriş yapın
Bu Sayfayi Paylas
Facebook'a Ekle
Kayıtlı

Müslüman
Anahtar Kelime
*****
Offline Pasif

Mesajlar: 132.042


View Profile
Re: İhmâl ve Mukabili Zannedilen Yerler
« Posted on: 24 Nisan 2024, 23:26:17 »

 
      uyari
Allah-ın (c.c) Selamı Rahmeti ve Ruhu Revani Nuru Muhammed (a.s.v) Efendimizin şefaati Siz Din Kardeşlerimizin Üzerine Olsun.İlimdünyamıza hoşgeldiniz. Ben din kardeşiniz olarak ilim & bilim sitemizden sınırsız bir şekilde yararlanebilmeniz için sitemize üye olmanızı ve bu 3 günlük dünyada ilimdaş kardeşlerinize sitemize üye olarak destek olmanızı tavsiye ederim. Neden sizde bu ilim feyzinden nasibinizi almayasınız ki ? Haydi din kardeşim sende üye ol !.

giris  kayit
Anahtar Kelimeler: İhmâl ve Mukabili Zannedilen Yerler rüya tabiri,İhmâl ve Mukabili Zannedilen Yerler mekke canlı, İhmâl ve Mukabili Zannedilen Yerler kabe canlı yayın, İhmâl ve Mukabili Zannedilen Yerler Üç boyutlu kuran oku İhmâl ve Mukabili Zannedilen Yerler kuran ı kerim, İhmâl ve Mukabili Zannedilen Yerler peygamber kıssaları,İhmâl ve Mukabili Zannedilen Yerler ilitam ders soruları, İhmâl ve Mukabili Zannedilen Yerler önlisans arapça,
Logged
02 Şubat 2010, 16:50:03
ღAşkullahღ
Muhabbetullah
Admin
*
Çevrimdışı Çevrimdışı

Cinsiyet: Bay
Mesaj Sayısı: 25.839


Site
« Yanıtla #1 : 02 Şubat 2010, 16:50:03 »

II. Mesele

Eline zâlim bir sultandan aldığı haram bir maaşın veya başka bir haram kaynaktan gelen bir malın geçtiğini bildiği ve o haram malın şu anda elinde bulunup bulunmadığını bilmediği bir kimsenin yemeğinden yiyebilir. Bu hususta tedkik ve teftişte bulunması gerekmez. Ancak böyle bir mal hususunda tedkik yapmak takvadandır. Eğer o haram maldan birşeyin kaldığını biliyor, fakat bunun, malın en azını mı yoksa en çoğunu mu teşkil ettiğini bilmiyorsa, haram kısmın, malın en azı olduğunu kabul ederek o yemekten yiyebilir. Daha önce de en azı haram olduğu takdirde durumun müşkil olduğunu beyan etmiştik. Bu ise ona yakın bir meseledir.

III. Mesele

Vasiyetlerin, evkaf veya hayırların mütevellisi olan bir kimsenin elinde iki mal varsa, o da gereken sıfatlara sahip olmadığı için onların birisinde hak sahibi fakat diğerinde değilse, acaba böyle bir kimsenin vakıf sahibi tarafından kendisine teslim edilen malı alabilme yetkisi var mıdır? İşte bu hususta düşünmek gerekir. Eğer o sıfat (o maldan yemeyi gerektiren nitelik), onun (mütevellinin) bildiği açık bir sıfatsa ve kendisi de zâhirde âdil bir kimse ise, mütevelli o malı tedkik etmeksizin alabilir. Çünkü mütevelliye ancak müstahak olduğu maldan verilir, mütevelli de ancak o maldan sarfeder. Eğer o malın mütevelliye verilmesini gerektiren sıfat ve nitelik gizliyse; mütevelli de helâl ile haramı karıştıran ve yaptıklarına dikkat etmeyen bir kimse olarak biliniyorsa, o zaman tedkik etmek ve sormak gerekir. Çünkü burada mülkiyet ve istishab yoktur ki, ona itimad edilsin.

Bu tıpkı Hz. Peygamber´in sadaka ve hediyeyi sorup, bunlar hususunda tereddüt etmesine benzer. Çünkü el, hediyeyi sadakadan ayırmaz. İstishab da yoktur. Bu bakımdan burada ancak sormak ve tedkik etmek kurtarır. Madem ki biz, meçhul bir mal hakkında sormayı iskat edip, tedkik gerekmez dedik, o halde mal bir kişinin elinde bulunduğu ve o da müslüman olduğu zaman da sormayı iskat etmiş olduk. Hatta kişinin, müslüman olduğunu bilmediği ve ateşperest olma ihtimalinin de sözkonusu olduğu bir insanın kestiği hayvanın etinden, onun (kesenin) müslüman olduğunu bilmedikçe alması caiz değildir. Çünkü el (bir kişinin elinde bulunması), ölü hayvanın murdar olmadığına, kişinin sureti de, onun müslümanlığma delâlet etmez. Ancak o memleketin ahâlisinin çoğu müslüman ise, üzerinde küfür alâmeti bulunmayan bir kimsenin müslüman olduğunu zannetmek caizdir; her ne kadar yanılmak mümkün ise de...

Bu bakımdan el ve durumun şahidliğinin geçerli olduğu yerlerle geçerli olmadığı yerleri karıştırmamak gerekir.

IV. Mesele

Kişi, içerisinde gasbedilen evlerin bulunduğunu bildiği bir şehirden ev satın alabilir. Çünkü gasbedilen evler, sayısı belli olmayan evlerle karışmıştır. Ancak burada sormak, ihtiyat ve takvaya daha uygundur. Eğer bir sokakta on ev varsa ve içlerinden birisi gasb veya vakfedilmişse onu ayırdetmeksizin o on evden birisini satın alması caiz değildir. Bu durumda tedkik etmek farz olur. Kişi, içerisinde muayyen mezheplerin sâliklerine vakfedilmiş han-lar ve imarethanelerin bulunduğu bir şehre girdiğinde eğer kendisi de o mezheplerden birisinin sâliki ise, istediği evde oturamaz. Ancak kendi mezhebinin sâliklerine vakfedilen bir evde oturabilir. Ama aynı memleketin vakfından sormaksızın yiyebilir; çünkü mezheplere göre vakfedilen evlerin karışması, adedi belli olan şeylerin karışmasıdır. Bu bakımdan mutlaka kendi mezhebine vakfedileni diğerlerinden ayırması gerekir. Mübhem olsa bile he-men rastgele yerde konaklayamaz; çünkü herhangi bir şehirde medrese, tekke ve imaretlerin adedi muhakkak bellidir ve olması da lâzımdır...

V. Mesele

Tedkik ve teftişin takvadan olduğunu söylediğimiz durum-larda, yemek veya mal sahibinin öfkelenmeyeceğinden emin olmadığı takdirde sormamalıdır. Ancak malının en çoğunun haram olduğu sabit olursa, tedkiki ve sormayı farz görürüz. Böyle bir durumda mal sahibinin öfkelenip öfkelenmemesine aldırmaksızın sormalıdır. Hatta zâlimi bundan daha fazlasıyla tâciz etmek gerekir. Zaten bu gibi kimseler çoğu zaman sormaktan da öfkelenmezler. Malı, adamın vekilinin, hizmetçisinin, talebesinin veya gözetimi altında bulunan aile efradının bir ferdinden alıyorsa, şüpheye düştüğü takdirde onun durumunu sorabilir. Çünkü bunlar, onun sualinden öfkelenmezler. Bir de, onlara helâlin yolunu göstermek için sorması gerekir.

Bunun içindir ki Hz. Ebubekir Sıddîk hizmetçisine, Hz. Ömer de kendisine zekât develerinin sütünden içiren kimseye bunun kaynağını sormuştur.

Yine Hz. Ömer, Bahreyn´e vali olarak atadığı Ebu Hüreyre´ye ´Allah sana rahmet eylesin! Bu malın tamamı helâl midir?´ buyurmuştur.

Hz. Ali de şöyle buyurmuştur: ´Allah nezdinde, devlet başkanının adâlet ve şefkatinden daha sevimli birşey olmadığı gibi, onun zulmünden ve katılığından da daha menfur birşey yoktur´.

VI. Mesele

Hâris b. Esed el-Muhasibî şöyle buyurmuştur:
Eğer kişinin bir dostu veya kardeşi olur ve kendisine sorduğunda öfkelenmeyeceğinden emin bulunursa takva için ona malının durumunu sormamalıdır. Çünkü bazen bilmediği yeni şeyler meydana çıkıp o adamın perdesinin yırtılmasına; perdenin yırtılması da birbirlerine buğzetmeye sebep olabilir.

Hâris el-Muhasibî´nin bu sözleri çok güzeldir; çünkü sormak farzdan değil, takvadan geliyorsa böyle durumlarda takva, adamın perdesini yırtmaktan sakınmaktır. Adamın kin ve nefretini kabartmamak, takvaya riayet etmemekten daha ehvendir. Hâris el-Muhasibî bu sözlerine şunları da eklemiştir:

Eğer dostunun veya kardeşinin malının bir kısmı hakkında şüpheye düşerse yine sormaması; bilakis ´O bana malın helâlinden yedirir ve beni korur´ zannında bulunması gerekir. Eğer buna rağmen kalbi mutmain olmazsa, yemekten, ince ve zarif bir şekilde kaçınsın; yemekten imtina etsin, adamın perdesini, sormak suretiyle yırtmasın...

Muhasibi şöyle devam eder: ´Çünkü ben ulemadan bunun ak-sini yapan bir kimseyi görmedim´. Bu bakımdan şöhret bulmuş zühd ve takvasına rağmen Hâris el-Muhasibî´den böyle birşeyin sâdır olması delâlet eder ki, mala az haramın katılması halinde müsamaha göstermek caizdir; ancak bu hüküm tevehhüm ve zann anında böyledir. Tahakkuk anında (yani mal´a kesinlikle haram katıldığı bilindiğinde) ise mesele değişir. Çünkü şüphe mânâsına gelen rebeh kelimesi tevehhüme delâlet eder; yakîni icab ve ifade etmez. Bu bakımdan sorma anında bütün bu incelikler nazar-ı itibara alınsın.

VII. Mesele

İtiraz: Malının bir kısmı haram olan kimseden sormanın ne faydası vardır? Oysa haram malı helâl sayan kimse çoğu zaman yalan söyler. Bu bakımdan onun emin olduğuna güvenilirse helâl hususundaki dindarlığına da güvenilsin?

Cevap: Malına haram katıldığı bilinen, ziyafetinde hazır bulunmanda veya hediyesini kabul etmende bir gayesi olan kimsenin sözüne itimad edilemez. Bu bakımdan ona sormakta da hiçbir fayda olmaz. O halde onun malının helâl olup olmaması hususu kendisinden değil, başkasından sorulmalıdır. Satıcı olduğu ve kâr için alış-verişinin teşvikini istediği zaman da durum böyledir. Onun ´Bu mal helâldir´ demesine güvenilmez ve kendisine, ´Bu mal haram mıdır, değil midir?´ diye sormanın da hiçbir faydası yoktur. Böyle bir malın durumu başkasından sorulur. Mal sahibi itham edilmiş bir kimse değilse, kendisinden malının durumu sorulabilir. Malın mütevellisine ´Bu malı hangi cihetten alıyorsun?´ diye sorulduğu veya Hz. Peygamber´in kendisine mal getiren kişiye ´Bu mal hediye midir, yoksa sadaka mıdır?´ diye sorduğu gibi....

Zira böyle bir sual, mal sahibini rahatsız etmediği gibi, soranı da itham etmez. Aynı şekilde adamı helâl kazancın yolunu bilmemekle itham ettiği ve doğru kazancın yolunu gösterdiği zaman da bu söylediklerinden ötürü itham edilemez.

Adamın kazanç yolunu bilmek için, onun kölesinden ve hizmetçisinden de sormalıdır; çünkü burada sormak fayda verir. Mal sahibi itham edilen bir kimse olduğu zaman onun durumunu başkasından sormalıdır. Sorularına âdil bir kimse cevap verirse, onun sözünü kabul etmelidir. Eğer fâsık bir kimse cevap verirse ve halinden de yalan söylemediği anlaşılırsa; yani yalan söylemek için hiçbir gaye ve garazı (sebebi) yoksa onun sözünü de kabul etmek caiz olur. Çünkü fâsıklık onunla Allah arasında bir durumdur. Ondan istenilen, nefsinin şâyân-ı itimad olmasıdır. Bazen fâsığın sözünden gelen güven, birtakım ahvalde âdilin sözünden temin edilemez. Her fâsık yalan söyler diye bir kaide olmadığı gibi, zahirde adil görünen herkes de doğru söyler diye bir kaide de yoktur. Şâhidliğin geçerli olmasının zâhirî adâlete bağlanması, ancak zaruretten ötürüdür; çünkü insanların iç âlemlerine muttalî olunamaz. Kaldı ki, Ebu Hanife fâsığın şâhidliğini kabul etmiştir. Nice şahıs vardır ki, kendisini tanır ve günah işlediğini bilirsin; fakat herhangi birşey hakkında sana haber verdiğinde ona güve-nirsin. Aynı şekilde güvenilir olarak bildiğin ve erginliğe yaklaşmış bir çocuğun haber vermesi de güvenmeyi gerektirir ve sözüne itimad edilir. Hali hiç bilinmeyen bir meçhul haber verdiği zaman, biz böyle bir kimsenin elinden yemenin caiz olduğunu daha önce zikretmiştik; çünkü malın elinde bulunması, zâhirde mülkün kendisine ait olduğuna delâlet eder.

Çoğu zaman, zâhirde müslüman olması kişinin doğruluğuna delâlet eder; fakat bu söz üzerinde biraz düşünmek gerekir. Ama böyle bir kimsenin sözü nefiste, az da olsa mutlaka bir tesir bırakır. Hatta bu tipten bir cemaatin bir araya gelmesi kuvvetli bir zannı ifade eder. Ancak cemaatten bir tek kişinin sözü gayet zayıf bir tesir bırakır. Bu bakımdan onun kalpteki tesirinin haddine bakılmalıdır; çünkü böyle durumlarda ...
[Bu mesajın devamını görebilmek için kayıt olun ya da giriş yapın
Bu Sayfayi Paylas
Facebook'a Ekle
Kayıtlı

Sayfa: [1]   Yukarı git
  Yazdır  
 
Gitmek istediğiniz yer:  

TinyPortal v1.0 beta 4 © Bloc
|harita|Site Map|Sitemap|Arşiv|Wap|Wap2|Wap Forum|urllist.txt|XML|urllist.php|Rss|GoogleTagged|
|Sitemap1|Sitema2|Sitemap3|Sitema4|Sitema5|urllist|
Powered by SMF 1.1.21 | SMF © 2006-2009, Simple Machines
islami Theme By Tema Alıntı değildir Renkli Theme tabanı kullanılmıştır burak kardeşime teşekkürler... &
Enes