๑۩۞۩๑ Kitap Dünyası - İlim Dünyası Kütüphanesi ๑۩۞۩๑ => Hz.Muhammedin İslam Daveti => Konuyu başlatan: Ekvan üzerinde 26 Temmuz 2011, 11:44:31



Konu Başlığı: Uhud un Kazandırdıkları
Gönderen: Ekvan üzerinde 26 Temmuz 2011, 11:44:31
Uhud'un Kazandırdıkları

 

De ki: 'Ben de sizin gibi bir insanım; bana ilâhınızın bir tek ilâh olduğu vahyolunuyor. Kim Rabb'ine kavuşmayı arzu ediyorsa iyi iş yapsın ve Rabb'ine (yap­tığı) ibadete hiçbir şeyi ortak kılmasın. [277] Allah'a ve peygambere itaat edin ki, size merhamet edilsin... Bu (Kur'an) in­sanlara bir açıklama, (Allah'tan) korkanlara yol gösterme ve öğüttür. Gev­şemeyin, üzülmeyin, eğer (gerçekten) inanıyorsanız, mutlaka siz üstün geleceksiniz.[278]

Uhud, Müslümanlar için zorluklarla, acılarla dolu bir savaştı. O gün orada yetmiş şehit verdiler. Üstelik savaşa katılanların tamamına yakını yaralandı. En şiddetli biçimiyle ölüm korkusuna ve Resulüllah'ı kaybetme acısına sahip oldular. Savaşın ilk aşamasında elde ettikleri galibiyetin hemen arkasından yaşadıkları mağlubiyet ve hepsi yaralı olmasına rağmen mağlubiyetin arkasından tekrar toplanıp düşma­nı takip etmeleri ile iki günde çok farklı tecrübeleri bir arada yaşadılar. Hataları­nı fark edip, doğruların neler olduğunu yaşayarak öğrendiler. Tüm bu nedenlerle Uhud Müslümanlar için zor, ama başardıkları bir imtihan oldu. Yaşananların her biri başlı başına bir dersti. Ve bu anlamlı, bu değerli ders için yüksek bir bedel ödediler.

Müslümanların Uhud1 da ödedikleri yüksek bedel karşılığı kazandıkları şeyle­rin en önemlileri şunlardı:

Allah, insanları esenliğe, esenliği inşa eden adalete, doğruluğa, güzelliğe, iyili­ğe çağırmış ve bu çağrıyı elçisi ile, elçisine verdiği kitap ile yapmıştır. Elçisiyle ve elçisine verdiği kitabıyla, ilâhî çağrıya uyanların esenlik yolunun yolcuları ola­caklarını, gerçek anlamıyla kurtuluşa ereceklerini bildirmiştir. Bu kimselerin dün­yanın ve ahiretin esenliğine kavuşacaklarını müjdelemiştir. Allah'ın insanlığa sun­duğu bir lütuf ve davetiye olan Kur'an açıklamıştır ki, yaşamak; gerçekten yaşa­mak, yaşamaya değer bir hayata sahip olmak İslâm ile mümkündür. Bu nedenle ilâhî çağrıya uyan ve daveti kabul edenler gerçek hayatın mensubu olacaklardır.

Onlar, İslâm'la, sadece bedenen yaşamanın değil, insanca yaşamanın, dosdoğru en güzel, en iyi yaşamanın teminatını elde edeceklerdir. Bu durumu açıklayan ayetlerden bazıları şöyledir: 'Ey iman edenler! Sizi yaşatacak şeylere çağırdığı za­man Allah ve Resulünün çağrısına koşun.[279] Allah kullarını esenlik yur­duna çağırıyor.[280] Ve elbette ki bütün bunların gerçekleşmesi için ilâ­hî çağrıya uymak, çağrının sahibine ve elçisine itaat etmek gerekmektedir. 'Allah ve Resulüne itaat ediyorum' deyip de, keyfince davrananlar ancak kendilerini alda­tırlar. Böyleleri esenliğe kavuştuğunu zannedip hezimete, karanlığa, acılara, kötü­lüklere mahkum olmaktan başka bir şey elde edemezler. Şu ayet bunu açıklamış­tır: 'îşte onlar o kimselerdir ki, hidayet karşılığında sapıklığı satın aldılar ve ticaret­leri kâr etmedi; doğruyolu da bulamadılar.[281] Tüm bunları, bu gerçek­leri, risâlet çağının Müslümanları, imanı düzeyde değilse bile fizikî boyutta, zafer ve hezimet boyutunda Uhud'da bir gün içinde en açık biçimiyle yaşadılar ve öğ­rendiler. Şu ayetlerin bildirdikleri hakikatleri yaşayarak öğrendiler: 'Ey iman eden­ler Allah'a ve Resulüne itaat edin, işlerinizi hoşa çıkarmayın.[282] Bilin ki, Allah'ın elçisi içinizdedir. Şayet o, birçok işlerde size uysaydı, sıkıntıya dü­şerdiniz.[283]

Müslümanlar, Allah ve Resulüne itaat ettikleri zaman zafere ulaşmakta zorlan­madıklarını Bedir'de yaşayarak öğrenmişlerdi. Bedir'de sayıları az, teçhizatları son derece yetersiz ve hazırlıkları yok denecek kadar az olmasına rağmen savaşı ka­zanmışlardı. Çünkü Allah nasıl emrettiyse, Resulüllah ne istediyse yapmışlar ve istedikleri sonuca ulaşmışlardı. Zaferle taçlanmışlardı. Ancak, Bedir'dekine göre daha iyi şartlara sahip olmalarına rağmen, Resule itaat etmedikleri için, Resulün isteklerine uyma konusunda gerekli titizliği göstermedikleri için Uhud'da ağır bir yenilgiye uğradılar. Hem de galip iken, düşmanı önlerine katıp kovalarken yeni­len taraf oldular. Böylelikle başarının sırrının kendileri, kendi güç ve kuvvetleri olmadığını, galibiyetin, başarının, güzelliğin, iyiliğin, esenliğin elde edilmesinde­ki sırrın Allah ve Resulüne itaat olduğunu yaşayarak öğrendiler. Allah ve Resulü­ne itaatin sadece sözde bir çağrı, teorik bir ilke değil; bizzat hayatın ilkesi olduğu­nu yaşayarak gördüler. Böyle olunca şu ayetlerin mesajını çok daha iyi anladılar: 'Allah'a ve peygambere itaat edin ki, size de merhamet edilsin... Bu (Kur'an) insanla­ra bir açıklama, (Allah'tan) korkanlara yol gösterme ve öğüttür. Gevşemeyin, üzülmeyin, eğer (gerçekten) inanıyorsanız, mutlaka siz üstün geleceksiniz.[284]

Peygamber elbette ki bir insandır; ama herhangi bir insan değil, seçilmiş bir in­sandır. İnsanların arasından Allah tarafından seçilip, insanların ebedî modeli kı­lınmıştır. Ancak O'nun seçilmişliği ve seçkinliği, O'nun ilâhî irade ile özel bir ir­tibatının bulunması, O'nun hiçbir zaman sıkıntıya, zorluğa, acıya, üzüntüye uğra­mayacağı anlamına gelmez. O, istemediği, hoşlanmadığı, beğenmediği şeyleri yok bunların yerine istediği güzel, iyi, kolay, şeyleri koyacak iradeye sahip ö'ldir Çünkü o bir kuldur. Elçi olmasının, Allah tarafından beğenilip getirdiği farklılıklar olabilir ve olması da beklenir; ancak onlar O istediği için gerçekleşir. O zor durumda kalınca durumunu kolaylığa H "nüstüremez; O çaresiz kalınca durumunu esenliğe ulaştıramaz; O bir el hareke­ti'vle bir sözle kendisine yönelenleri defedemez, düşmanları yok edemez, uçamaz, Ja veva ateşte yürüyemez, gayb alemine hükmedemez. Bu nedenle bir şey ye-mezse acıkır ve açlıktan zayıf düşer; düştüğü zaman yaralanır, taş çarpınca yüzü parçalanır, dişi kırılır; çok hareket edip çabalayınca gücü kaybolur yere yığılıp kahr ve ancak bir başkalarının yardımıyla doğrulabilir. O hâlde Müslümanlar bilme­lidirler kî Muhammed'in Allah'ın elçisi olması O'nu insan üstü bir varlık kılma­maktadır. O elçidir ama insan olan bir elçidir. O'na ve O'nun şahsında Müslüman­lar verilen nimetler, başarılar, yardımlar, O istediği ve irade ettiği için değil, Allah istediği ve irade ettiği için gerçekleşir; bunların ne zaman ve nasıl gerçekleşeceği­ni de sadece ve sadece Allah bilir; O da dahil olmak üzere başka hiç kimse bilmez. Müslümanlar bütün bunları Uhud'da, bir gün içinde görerek, yaşayarak öğrendi­ler. Resulüllah'ın kendileri gibi yaralandığını, vücudundan kanlar aktığını, yor­gunluktan ve kan kaybından bitkin düştüğünü, Medine'ye dönünce yorgunluktan uyuyakalıp namaza dahi çıkamadığım bizzat görerek, yaşayarak öğrendiler. O za­man, daha önce vahyolmuş şu ayetin bildirdiği ebedi gerçeği daha iyi anladılar: 'De ki: 'Ben de sizin gibi bir insanım; bana ilâhınızın bir tek ilâh olduğu vahyolunuyor. Kim Rabb'ine kavuşmayı arzu ediyorsa iyi iş yapsın ve Rabb'ine (yaptığı) ibade­te hiçbir şeyi ortak kılmasın.[285]

Başarı birçok sebebin bir arada olmasına bağlıdır. İman etmiş olmak savaştaki başarıyı elde etmek için yeterli değildir. İman etmek ilâhî iradenin teveccühüne nedendir, fakat bu teveccüh yine aynı ilâhî irade tarafından konulmuş yasalara ay­kırı gerçekleşmez.[286] Eğer bir işte başarılı olmak isteniyorsa, ilâhî iradenin takdir ettiği sebep ve şartlara sahip olmak gerekir. Savaşta hezimete uğramamak ve galip gelmek isteniyorsa gerekli hazırlıklar yapılmalıdır; ordu teşkil edilmeli, ordu sa­vaş için eğitilip hazırlanmalı, gerekli ve en etkili teçhizatlara sahip olunmalı, ge­rekli ve en başarılı planlar yapılmalı, yapılan planlar uygulanmalı, planlar dahilin­deki emirlere uyulmalı, başarıya motive olunmalı...vb. işte ancak bütün bunları rakiplerine göre daha üstün ve iyi düzeyde gerçekleştirenler galibiyeti elde edebi­lirler. Bu hazırlıklarda kim daha ilerideyse başarı ona ait olur. Allah, Uhud ile Müslümanlara başarının sadece Müslüman olmaları nedeniyle kendilerine veril­meyeceğini; başarıyı, yaptıkları-hazırlık ve çabalarla hak edenlere vereceğini, ge­rekli hazırlıkları yapmayanlara veya gerekli emirlere uymayanlara ise mağlubiyet vereceğini gösterdi. Bu da önemli bir ölçüydü. Çünkü her durumda başarının Müslümanlara ait olması, iman etmek ve etmemek farkını yok ederdi. Böyle bir durumda insanlar iman-küfür farklılığını anlamadan hep başarılı olan Müslüman­ların safında yer alırlardı; kâfirler ve münafıklar olmazlardı. Hayatın bir imtihan oluşu, imtihan için yaratılmış olmak anlamını yitirirdi. Bu nedenle iman etmenin getirileri, savaş örneğinde olduğu gibi, dünyadaki işlerde doğrudan verilmemeli, yetersiz çaba ve çalışmaları nedeniyle gerektiğinde Müslümanlar da başarısız ol­malıydılar ki, insanlar iman edilmesi gerektiği için iman etmiş olsunlar; başka bir nedenle değil. Dünyadaki başarıların olduğu gibi, kayıpların da doğrudan ve bire­bir imanla ilgisi yoktu. Bir ayet bu gerçeği şöyle açıkladı: 'Eğer size (Uhud'da) bir yara dokundu ise, o (müşrikler) topluluğuna da (Bedir'de) benzer bir yara dokunmuş­tu. O günleri, (evet) onları biz insanlar arasında çevirip dururuz. [287]

Resûlüllah Müslümanların arasındaydı. Müslümanlar onun rehberliğinde, li­derliğinde, komutasında, öğretmenliğinde, mürşitliğinde işlerini yoluna koyuyor, zorluklarını kolaylığa çeviriyor, problemlerini çözüyorlardı. Çünkü O Allah'ın in­sanların arasındaki hûdasıydı. Ve Müslümanlar O'nun bir insan olduğunu, zama­nı gelince ölüp aralarından ayrılacağım hiç düşünmüyorlardı. Sanki O hep yaşa-yacakmış gibi düşünüyorlardı. Halbuki baki olan Resul değil Allah'tır, kalıcı olan Muhammed değil, insanlığa sunduğu dindir. Bu nedenle, kalıcı olanın peygambe­rin vücudu değil, O'nun bir hûda olarak insanlığa sunduğu din olduğunu; insan­larla birlikte kalacak olanın Kur'an olduğunu, islâm olduğunu Müslümanlara ha­tırlatmak gerekiyordu. Müslümanlar Resulün olmadığı zamanlara hazırlıklı kılın­malıydılar. Onlara 'Kur'an elinizde olduğuna göre kendi ayaklarınız üzerinde durma­sını Öğrenin. Her zaman Muhammed'İ bulamazsınız' mesajını vermek gerekiyordu. Uhud'da Resûlüllah'm öldürüldüğü haberi ile bu mesaj Müslümanlara açıkça ve­rildi. Müslümanlar hiç ummadıkları ve şok edici durumu, esasen gerçekleşmedi­ği hâlde gerçekleşmiş gibi yaşadılar ve Resûlüllah'm olmadığı günlerin de gelece­ğini öğrenmiş oldular. Anladılar ki Muhammed aralarındaki hûdadır ancak asıl hûda, kendileriyle birlikte kalacak ve ölmeyecek olan Kur'an'dır. Şu ayet ise bu ebedi gerçeği dile getirdi: 'Muhammed sadece bir elçidir. Ondan önce de elçiler gelip geçmiştir. Şimdi o ölür veya öldürülürse siz ökçeleriniz üzerinde geriye mi dönecek­siniz? Kim ökçesi üzerinde geriye dönerse, Allah'a hiçbir zarar veremez. Allah, şük-redenleri mükafatlandırır.[288]

Müslümanlar Mekke'de yıllarca zorluklarla dolu bir dönem yaşamışlardı. Ken­dileri düşmanlarını, düşmanları ise kendilerini tanıyorlardı. Saflar ayrıydı. İki topluluk, iki cephe arasında bir karışıklık yoktu. Dolayısıyla, Müslümanlar kimi dost edineceklerini veya kime mesafeli duracaklarını, kime güveneceklerini veya kime güvenmeyeceklerini, zorluklar anında sırtlarını kime dönüp dayanabileceklerini veya kime dönüp dayanamayacaklarını herhangi bir kuşkuya yer bırakmayacak şekilde biliyorlardı. Çünkü o zamanlar, iman etmiş olmanın, Müslüman olmanın siyasî, ekonomik, kültürel, yasal ... bir getirişi yoktu. Müslüman olmak zorlukla­ra talip olmaktı. Müslüman olmak baskıya, işkenceye, ambargoya, açlığa mahkûm olmaktı. Dolayısıyla ancak gerçekten iman etmek isteyenler tüm bunlara rağmen iman ediyor ve her türlü zorluğu da canlan pahasına göğüslemeye çalışıyorlardı. Ancak Medine'de durum değişti. Artık Müslüman olmanın az da olsa bazı siyasî ve ekonomik getirileri vardı. Müslümanlar güçlüydüler ve yönetimi ellerinde tu­tuyorlar, ekonomiyi kontrol ediyorlardı. Bu, iman etmek gibi bir niyeti olmayan fakat Müslüman olmanın getirilerinden de yararlanmak isteyenler için önemli bir durumdu. Birçok kimse bu nedenle aslında Müslüman olmadıkları, Allah'ın in­sanlar için belirleyip bildirdiği hayat tarzına uymaya istekli olmadıkları hâlde Müslümanlar arasında Müslüman görünümüyle yer alma ihtiyacı hissettiler. Müs­lümanlar onların kimler olduğunu bilmiyorlardı; tahmin ediyorlarsa bile emin olamıyorlardı. Dolayısıyla kimi dost edineceklerini veya kime mesafeli duracakla­rını, kime güveneceklerini veya kime güvenmeyeceklerini, zorluklar anında sırt­larını kime dönüp dayanabileceklerini veya kime dayanamayacaklarını herhangi bir kuşkuya sahip olmadan bilemiyorlar; bildiklerini zannettiklerinde de aldan-dıklarmı bir süre fark etmiyorlardı. O hâlde Müslüman olmanın getirilerini geri plana atacak ve zorlukları on plana alacak bir imtihan gerekiyordu. Böyle bir im­tihan sayesinde Müslüman görünmekle elde ettikleri menfaatlerin, Müslüman ol­makla yaşayacakları zorluk ve sıkıntılar karşısında çok küçük kalabileceğini gös­terip iman sahtekarlarım açığa çıkarmak gerekiyordu. Bu Uhud ile kolayca ve bir gün içinde sağlandı. Münafıklar daha savaşın başlangıcında açığa çıktılar, iç yüz­lerini olanca açıklığı ile ortaya serdiler. Müslümanlar ise bundan sonra kime gü­veneceklerini; kime sırtlarını dönebileceklerini bizzat yaşayarak öğrendiler. Şu ayet bunu açıkça ve özellikle ifade etti: 'Eğer size (Uhud'da) bir yara dokundu ise, o (müşrikler) topluluğuna da (Bedifde) benzer bir yara dokunmuştu. O günleri, (evet) onları biz insanlar arasında çevirip dururuz. Allah (bunu) inananları ortaya    çıkarmak ve şehidler edinmek için (yapar). Allah zalimleri sevmez. Ve inananları (günahlarından) temizlemek ve kâfirleri mahvetmek için (bunu yapar). Yoksa siz, Al­lah içinizden cihad edenleri (sınayıp) bilmeden, sabredenleri (sınayıp) bilmeden cen­nete gireceğinizi mi sandınız? ... İki topluluğun karşılaştığı gün sizin başınıza gelen, ancak Allah'ın izniyle olmuştur ki, (O) inananları bilsin (deneyip ortaya çıkarsın). Ve iki yüzlülük yapanları bilsin (ortaya çıkarsın). Onlara: Allah yolunda savaşın, ya da savunun'dendiği halde: 'Eğer savaş (olacağım) bilseydik, sizinle gelirdik' dediler. Onlar, o gün, imandan çok küfre yakın idiler. Ağızlarıyla, kalplerinde olmayanı söylü­yorlar. Halbuki Allah, içlerinde sakladıkları şeyi çok iyi bilmektedir.[289]

Allah'ın münafıkları açığa çıkarması en güzel biçimiyle gerçekleşti. Müslüman­lar, Uhud sayesinde, iman edenlerle iman ediyor görünenlerin kimler olduklarını, zorluk anlarında nasıl davranacaklarını bizzat yaşayarak öğrendiler. Ayrıca, daha da önemlisi, hicretten önce kral olmaya gün sayan, hatta krallık tacını dahi sipa­riş etmiş olan, ancak Resulüllah'm Medine'ye gelmesiyle bütün hayalleri yıkılan ve politik şartlar gereği Müslüman görünme ihtiyacı duyan Abdullah b. Ubeyy'i yakından tanıma imkânı elde ettiler. Onun, Müslümanlar üzerindeki muhtemel bozucu, değiştirici etkileri peşinen önlendi. Müslümanlar, Abdullah b. Ubeyy'e karşı, İslâm öncesi dönemlerden gelen ve Müslüman görünmesi nedeniyle devam ettirdikleri sevgi ve saygılarını tamamen kaybettiler. Uhud'un ertesinde yaşanan olaylarla onu, kendisi gibi bir avuç münafıkla yapayalnız bıraktılar. Resulüllah, Mekke ordusu takip edileceği zaman Abdullah b. Ubeyy ve adamlarını orduya kat­mayarak onların kimliklerini iyice belirginleştirdi, safları görünür biçimde birbi­rinden ayırdı. Müslümanlar, kendi saflarında olanlarla, kendilerinden gibi görü­nen ama aslında karşı tarafta olanları görerek öğrendiler. Bu açık ve net belirleme nedeniyledir ki Ömer öfkelenerek tüm o münafıkları öldürmek istedi, ama Resu­lüllah'm iznini alamadı. Onların görünüşteki Müslümanlıkları öldürülmelerine engel oldu. Mescitte yaşanan bir olay ise ayrılığı daha da pekiştirdi. Olay şöyle gerçekleşti: Abdullah b. Ubeyy Müslüman görünmenin gereği olarak mescide ge­lir ve namaz kılardı. Bu arada Müslümanlar üzerindeki etkisini sürdürebilmenin Müslüman görünmesiyle, Resulüllah'a bağlı görünmesiyle ilgili olduğunu bildiği için de bazı konularda kendisini ön plana çıkaracak, Müslümanların kendisine bağlı kalmalarını sağlayacak girişimlerde bulunmayı ihmal etmezdi. Hatta bazıla­rını düzenli davranışlara dönüştürmüştü. Cuma günleri ayağa kalkarak 'Ey insan­lar! Allah'ın aranızda bulundurup, sizleri onunla galip ve üstün kıldığı, şeref sahibi yaptığı Resule yardım edin ve saygı gösterin. Onun sözlerini dinleyip, ona itaat etmek­te ihmalkâr olmayın' demesi alışılagelmiş davranışlarındandı. Uhud'dan sonraki ilk Cuma günü de aynı şeyleri söylemek için ayağa kalktığı zaman hiç ummadığı bir şekilde Müslümanların tepkisiyle karşılaştı. Hiç kimse onu dinlemedi. Hatta Ebû Eyyüb el-Ensarî onu sakalından, Ubâde b. Samit ise boynundan tutarak 'Sen buraya layık değilsin' diyerek mescitten dışarı çıkardılar. Ona tepki gösterenlerin bir zamanlar adamları olması ise son derece anlamlı ve önemliydi; herkese açık bir mesajdı.

Mekke döneminde İslâm'ı kabul etmiş ve Mekke'nin zor günlerini yaşamış Müslümanlar, müşrikleri çok iyi tanımışlardı. Konuştukları zaman herkesin iyili­ğini düşündüklerini söyleyen, hoşgörü maskesini ustaca takman, kendilerini iyilik temsilcisi gibi sunan müşriklerin aslında ne kadar zorba kimseler olduklarını, insanları sömüren zorba sistemlerin, zalim, işkenceci düzenlerin failleri oldukla­rını bizzat yaşayarak tanımış ve öğrenmişlerdi. Bu nedenle onların güzel sözleri­nin, güler yüzlerinin, 'iyilik meleği1 tavırlarının sahte olduğunu çok iyi anlamışlardı. Ancak Medine döneminde Müslüman olmuş kişiler için aynı şeyleri söylemek mümkün değildi. Onlar müşriklerin gerçek yüzlerini hiç görmemiş, müşriklerle bir arada; aynı mahallede, aynı pazarlarda, aynı köylerde bir problemle karşılaş­madan birlikte yaşıyorlardı. Müşrik zorbalığının, zalimliğinin, işkenceciliğinin, kaim kafalılığının, acımasızlığının nasıl bir şey olduğunu tanımamış, bilmemişler-di. Bu nedenle muhacirin anlattıklarını masal gibi dinliyorlardı. Fakat Uhud da onlar da bu acı tecrübeyi yaşayarak müşrik kimliğinin gerçek içyüzünü bilme im­kânına sahip oldular. O müşrikler ki savaş alanında öldürdükleri insanlara işken­ce yapmaktan çekinmemişlerdi. Belki Hamza'ya işkencelerine gerekçe ileri sürü­lebilir, intikamlarının gözlerini 'kararttığı söylenebilirdi. Ancak daha önce arala­rında hiçbir problem olmadığı hâlde Ensardan ölenlerden ne istemişlerdi. Ensarın şehitlerinin burunlarını, kulaklarını kesmekle, karınlarını yarmakla ne elde ede­ceklerini zannetmişlerdi. İşte tüm bunlar müşrik olmakla aşağıların aşağısı olma­nın aynı şey olduğunu, müşrik olmakla zalim, zorba olmanın aynı şey olduğunu gösteren şeylerdi. Onlar Müslümanların şehitlerine dahi işkence yaparlarken, Müslümanlar ise onlardan ele geçirdikleri esirlere kendilerinden birisi gibi dav­randılar.

Bütün bu ve daha başka nedenlerden dolayı Uhud Müslümanlar için bir kayıp değil önemli bir kazanım oldu. Uhud'u bir hezimet olarak değil, bir zafer olarak değerlendirdiler. Bu konuda Ibn-i Abbas'dan nakledilen bir rivayet son derece an­lamlı ve önemlidir. Resulüllah'm vefatından yıllar sonra bir gün İbn-i Abbas 'Al­lah, Müslümanlara Uhud'daki kadar hiçbir savaşta yardım etmedi' deyince işin aslı­nı bilmeyenler bu sözleri anlamayıp kabul etmediler. Bunun üzerine îbn-i Abbas bu iddiasının delilinin Kur'an olduğunu söyleyerek sözlerini şöyle tamamladı: 'Bu konuda benimle görüşümü kabul etmeyenlerin arasında hakem Allah'ın kitabi Kur'an'dır. Yüce Allah Uhud günü hakkında 'Kendi izniyle onları öldürdüğünü? süre­ce Allah, size (yardım) vaadini doğruladı. Nihayet siz korktunuz, Allah size sevdiği­niz (galibiyet)i gösterdikten sonra savaş iş(in)de birbirinizle çekiştiniz ve isyan etti­niz: Kiminiz dünyayı istiyordu, kiminiz de ahireti istiyordu. Sonra Allah sizi denemek için onlardan geri çevirdi (yenilgiye uğrattı ve buna rağmen) sizi bağışladı. Allah mü­minlere karşı çok lütufkârdır.[290] demiyor mu?'


[277] Kehf sûresi, 18:110

[278] Al-i İmran sûresi, 3:132,138,139

[279] Enfai, 8:24

[280] Yunus, 10:25

[281] Bakara, 2:16

[282] Muhammed, 47:33

[283] Hucurat, 49:7

[284] Al-i tmran, 3:132,138,139

[285] Kehf, 18:110

[286] Allah'ın, ötedenberi süregelen kanunu budur. Allah'ın kanununda asla bir değişik­lik bulamazsın.' (Fetih, 48:23)

Senden önce gönderdiğimiz peygamberler hakkındaki kanun (da budur). Bizim ka­nunumuzda hiçbir değişiklik bulamazsın.' (İsra, 17:77)

[287] Al-i îmran, 3:140

[288] Al-i îmran, 3:144

[289] Al-i İmran, 3:140,141,142,166,167

[290] Al-i İmran, 3:152