๑۩۞۩๑ Kitap Dünyası - İlim Dünyası Kütüphanesi ๑۩۞۩๑ => Hz.Muhammedin İslam Daveti => Konuyu başlatan: Ekvan üzerinde 29 Temmuz 2011, 15:24:54



Konu Başlığı: Teklif Tehdit İftira
Gönderen: Ekvan üzerinde 29 Temmuz 2011, 15:24:54
Teklif - Tehdit - İftira


O müşrikler: 'Sen, bizim için yerden bir pınar fışkırtmadıkça sana asla inan­mayacağız. Veya senin bir hurma bahçen ve üzüm bağın olmalı; öyle ki, İçle­rinden gürül gürül ırmaklar akıtmalısın. Yahut, iddia ettiğin gibi, üzerimize gökten parçalar yağdırmaksın veya Allah'ı ve melekleri gözümüzün önüne ge­tirmelisin. Yahut da altından bir evin olmalı, ya da göğe çıkmalısın. Bize, oku­yacağımız bir kitap indirmediğin sürece (göğe) çıktığına da asla inanmayız' dediler. De ki: 'Rabbimi tenzih ederim. Ben, sadece insan olan bir elçiyim (Bu dediklerinizin herhangi birini yapacak güç ve iradeye sahip değilim) [276]

İslâm davetinin hedefi, eğer sadece Mekke'deki inanç sistemi olsaydı, Mekke eş­rafı ile Resulüllah arasındaki ayrılık sadece inanç konusunda açığa çıksaydı, Mek­ke eşrafının îslâm davetine tepkilerinin risâlet sürecinde gerçekleştiği gibi sert ol­mayacağı kesindi. Hatta İslâm'a yönelik herhangi bir tepki dahi gerçekleşmeyebi­lirdi. Çünkü, Mekke, farklı inançtan bireylerin, aralarında herhangi bir çekişme olmadan hayatlarını rahatlıkla sürdürdükleri bir yerdi. Mekke, her haliyle çok dinli bir toplumsal yapıyı temsil ediyordu. Mekke toplumunun baskın inancı put­perestlik olmakla birlikte, herkesin paylaştığı ortak bir inanç sistemi inşa edileme­mişti. Hatta böyle bir şeye ihtiyaç da hissedilmemişti. Kabilelerin, ailelerin ve hat­ta bazı bireylerin tanrı sembolü kabul edip ibadet ettikleri putlar birbirinden çok farklıydı. Bir kabile, aile veya birey diğerlerinin tanrısına inanmak zorunda değil­di. Birbirlerinin 'tanrılarına' inanmak zorunda olmadıkları gibi, saygı duymak zo­runda da değillerdi. Bu nedenledir ki, birbirlerinin tanrısı ile alay edenlere, birbir­lerinin tanrısını aşağılayan sözler sarf edenlere veya davranışlar sergileyenlere sık­lıkla rastlanabiliyordu. Üstelik pullara tapmayan, soyut bir tanrı inancına sahip olanlar da Mekke toplumunun yabancısı olmadığı kimselerdi. Bunlar, Mekke'de yaşayan Hıristiyan birkaç kişinin yanı sıra, ticarî amaçlarla Mekke'ye gelip-giden ve kısa süreli de olsa Mekke'de ikamet eden Yahudilerdi. Daha da önemlisi, Hıris­tiyanların teslisle karışmış tek tanrı inancını ve Yahudilerin tanrısının ırkçı karak­terini reddeden ve tek tanrıya inanan 8-10 kişilik bir grup da Mekke'de yaşıyordu. Putperest karşıtı olduklarını her fırsatta açıkça ifade eden bu kimselerden Zeyd b. Amr, Kus b. Saide ve Varaka b. Nevfel'i bütün Mekkeliler tanıyordu.

Şurası kesindir ki, islâm daveti salt farklı bir inanç sistemi olduğu için Mekke eşrafının tepkilerine neden olmadı. Onlar, her ne kadar bireysel veya ailevî bazı özel nedenler de söz konusu olsa bile, İslâm davetinin sadece bir inanç sistemi sı­nırları içerinde kalmamasına; hayata yönelip, bireysel ve toplumsal hayata şekil verme amacı taşımasına karşı çıktılar. Onlara göre, İslâm bir inanç sistemi olarak Mekke'de var olabilirdi; ama mevcut yapıya müdahale edip sistemi değiştirmeye kalkışmamalıydı.

Mekke eşrafı, islâm'ın tüm dünyaya şekil verme amacı taşımasını ilk zamanlar 'uçuk' bir düşünce olarak değerlendirip, islâm'la ve Resulüllah'la alay ettiler. An­cak zamanla gördüler ki, İslâm davetine mensup olanlar gittikçe çoğalıyor. Mek­ke'deki sistemi tehdit eden bir kitle teşkil ediyor. O zaman açıkça anladılar ki, mevcut sistemin devamı açısından ne yapıp-yapıp islâm davetini durdurmaları ge­rekmektedir. Zira, islâm davetinin başarılı olması, mevcut toplumsal, ekonomik, siyasal, kültürel sistemin tepeden tırnağa değişmesi demektir. Bu ise, Mekke eşra­fının geleneksel bir nitelik kazanmış olan haksız menfaatlerinin, toplumsal statü ve prestijlerinin yok olmasından başka bir anlama gelmiyordu. İslâm, Mekke eş-rafmm istediklerini istedikleri gibi yapma hak ve iradelerini iptal ediyor; bireysel ve toplumsal işleri, adalet temelinde yer alan ve değişmeyen bazı ilâhî kurallara bağlıyordu. Dolayısıyla, her ne pahasına olursa olsun islâm davetini durdurmalıy­dılar. Bu amaçla, yıllarca gece-gündüz daveti durdurabilmenin bin bir türlü yolla­rını aradılar; dertlerine derman olacağına inandıkları tedbirleri aldılar; düşündük­leri tedbirler çerçevesinde birçok uygulamayı devreye soktular; ama tüm bunlara rağmen her geçen günle birlikte kaybeden tarafın kendileri olduğunu gördüler. Fakat bu durum, islâm davetini durdurma çabalarını terk etmelerine değil, yeni taktikler geliştirmelerine neden oldu. Vahyi alaya almaktan başlayan ve müminle­re yönelik işkencelere uzanan taktiklerinin başarılı olmaması üzerine daha 'barış­çı' taktikleri devreye soktular. Resulüllah'la aralarında ortak bir menfaat zemini tesis etmeye; anlaşmalarına imkân sağlayacak ortak paydalar tesis etmeye çalıştı­lar. 'Barış' ve 'anlaşma tekliflerini gündeme getirdiler. Tabiî ki 'banş' tekliflerinin bazı şartları vardı. Toplumsal prestij ve menfaatlerini koruyan ve devam etıiren bazı ilkelerin kabul edilmesini istediler. 'Ayak takımı' olarak niteledikleri ve çoğa­lıp güçlenmeleri durumunda sistemi değiştirecek güce ulaşacakları kesin görünen köle ve yoksul kimselerle ilgilenmekten vazgeçmesini söylediler. Bu ve diğer bazı ilkeleri kabul edip uyduğu sürece Resulüllah'ı kral olarak dahi tanımaya razı ol­duklarım bildirdiler. Anlaşıldığı kadarıyla, bu krallık teklifinde ve diğerlerinde ga­yet samimiydiler; yeter ki ilkelerine uyulsun. Resulüllah'ı meclislerine çağırıp gö­rüşmeleri de islâm davetini durdurma veya istedikleri tarafa yönlendirme çabalarmın gereğine uygun bir girişim olarak anlam kazandı. Zira, son iki yılda yaşanan bazı durumlar, bu son girişimin oluşumunu zorunlu hale getirmişti.

Risâletin özellikle 5. ve 6. yılında gerçekleşen bazı olaylar ve durumlar Mekke eşrafına kâbuslar gördürdü. Bunlar arasında özellikle Habeşistan'a hicret etmiş müminlerin orada kabul görüp, rahata kavuşmaları ve Mekke şehir devletinin Ha­beşistan yönetimiyle olan ilişkilerinin bozulmasına neden olmaları; Hamza b. Abdülmuttalib ile Ömer b. Hattab'm islâm'a girmeleri; Resulüllah'la anlaşma zemini oluşturmaya çalışan Utbe b. Rabia ve Velid b. Muğire'nin nerede ise islâm'a girme aşamasına gelmeleri, Mekke eşrafının peş peşe yaşadığı şok edici olayların en önemlilerini teşkil ediyordu. Özellikle Utbe ve Velid'in girişimlerinin neredeyse  aleyhlerine dönme tehlikesi ile bir kez daha anladılar ki, Resulüllah'la bir sözcü aracılığıyla görüşmek, kendileri açısından kabul edilemez durumların oluşmasına neden olabilmektedir. Sözcü şahıs kolaylıkla Resulüllah'm etkisine girebilmekte­dir. Eğer grup halinde Resulüllah'la görüşürlerse, en azından O'nun sözlerinin et­kisine kapılma durumunda birbirlerini uyarma imkânına sahip olabileceklerdir. Resulüllah'la görüşme şartlarını belirlemek için şehrin meclisi olan Dâru'n Ned-ve'de bir kez daha toplandılar. Toplantıya katılanlar arasında Mekke'nin en önem­li simaları olan Âs b. Vâil, Abdullah b. Ebî Umeyye, Ebû Cehil, Utbe b. Rabia, Şey-be b. Rabia, Ebû Süfyan, Nadr b. Haris, Esved b. Muttalib, Zem'a b. Esved, Velid b. Muğire, Nubeyh b. Heccâc, Münebbih b. Heccâc, Umeyye b. Halef, Ebû'l Buh-terî b. Hişam vardı. Resulüllah'ı Meclise çağırıp konuşmaya karar verdiler. Vakit geçirmeden Resulüllah'a bir haberci göndererek Meclise davet ettiler. Resulüllah, Mekke eşrafının kendisiyle görüşme isteği karşısında sevindi. Eşrafın düşünce de­ğiştirdiğini ve islâm'a girmeye meylettiklerini düşündü, islâm davetinin zor gün­leri geride bırakacağı umut ve sevinciyle hemen Meclise gitti. Fakat daha ilk anda karşılaştığı durum, umut ve sevincinin yersiz olduğunu gösterdi. Meclisin üyele­rinden birisi, Meclisin sözcüsü sıfatıyla ve sert bir tavırla 'Ey Muhammedi' diyerek söze başladı: 'Seninle konuşmak amacıyla toplandık ve seni çağırttık. Vallahi, bizler Araplar arasında senin gibi kavminin başına dert açmış başka birisini tanımıyoruz. Sen atalarımıza dil uzattın, dinimizi aşağıladın, ilâhlarımızı reddettin, birliğimizi bo-zup, dağıttın. Başımıza getirmediğin kötü iş kalmadı. Eğer bütün bunları mal elde et-mek amacıyla yapmışsan, gel bu yaptıklarından vazgeç seni en zenginimiz yapalım. u uğurda bütün sermayemizi senin hizmetine vermeye hazırız. Eğer amacın en şan-1 ve şereflimiz olmaksa, seni kendimize büyüğümüz ve liderimiz olarak tanımaya ha-zırız. Kral olmak arzusu taşıyorsan, kralımız olmana da razıyız. Eğer bunların hiç-ırısiyle ilgin yok ve bütün bu yaptıklarım sana musallat olmuş bir cinin etkisiyle ya-Ptyorsan, seni en iyi tabiplere tedavi ettirelim. Bu uğurda hiçbir masraftan kaçınma­yız. Böylelikle biz üzerimize düşeni yapmış olur ve sorumluluktan kurtulmuş oluruz'. Bunlar, Mekke eşrafının İslâm'a yaklaşımıyla ilgili olarak hiçbir şeyin değişmediğini gösteren, yakın zaman önce Utbe b. Rabia ve Velid b. Muğire'nin dile getir­diği tekliflerin tekrarından başka bir şey olmayan sözlerdi. Resulüllah üzüntülü ama kararlı bir ses tonuyla, kendisine sunulan bu tekliflerle ilgili kararım hemen orada açıkladı: 'Bu sizin söylediklerinizin hiçbirisi bende yok. Bana bir cin musallat olmadığı gibi, ben hu davayı, mal elde etmek, kral olmak, aranızda şan ve şerefle anıl­mak için yürütüyor da değilim. Ben sadece Allah tarafından görevlendirilmiş bir pey­gamber olarak yapmam gerekeni yapıyor ve bana verilmiş hitap ile sizleri yanlışlık­larınız nedeniyle uyarıp, kötü gidişatınızın sonuyla korkutuyorum. Yapacağınız doğ­ru ve güzel şeyler için mükafatlarla müjdeliyorum. Eğer dediklerimi kabul ederseniz, hem dünya da hem de ahirette saadeti elde edersiniz. Eğer kabul etmeyip, reddederse­niz, görevimi yapmak uğrunda her türlü zorluğa katlanırım. Nasıl oha, Allah benim­le sizin aranızda hükmünü verecektir. Bütün engellemelerinize rağmen, ben yolumda devam eder ve Allah'ın aramızdaki hükmünü beklerim.

Müşrik liderler, daha önceki tekliflerinin de benzer şekilde geri çevrilmiş ol­masından hareketle, bir kez daha anladılar ki, Resulüllah'm bu tür tekliflere bir il­tifatı yok; bu tür tekliflerle gidişatı değiştirmek mümkün değil. Bunun üzerine, toplantıda aldıkları karar gereği, Resulüllah'ı davasına güven konusunda şüpheye sevk ederek bir anlaşma zemini oluşturmayı denediler. Yeni tekliflerini hemen di­le getirdiler: 'Ey Muhammedi Biliyorsun ki, memleketi bizim bu memleketimiz gibi verimsin olan başka bir topluluk yok. Eğer söylediklerinde doğru isen, Rabbine dua et bizim bu memleketimizi genişletip, verimli kılsın. Şu dağlan bizden uzaklaştır sın. Bu arada işlerimizi kolaylaştırması için atalarımızdan Kusayy'ı diriltsin. Çünkü o iyi bir yönetici idi. Eğer o dirilirse, belki senin söylediklerinin doğru olduğunu tasdik eder de biz de sana inanır, söylediklerini kabul ederiz.

Resulüllah, müşrik liderlerin konuyu çarpıtan, islâm davetini kendi istedikle­ri zemine çekme amacı taşıyan bu son derece sinsi taktikleri karşısında gerçeği ifa­de etmekten başka bir şey yapmadı: 'Ben size bunlar için gönderilmedim. Zaten, ben bunları yapabilirim de demedim. Ben sadece Allah'ın size bildirmemi istediği şeyleri bildirdim. Allah beni müjdeleyici ve korkutucu olarak gönderdi. Dediklerimi kabul ederseniz dünyanın ve ahiretin saadetini elde edersiniz. Eğer reddedecek olursanız, bu da sizin bileceğiniz bir iştir. Bana düşen görevimi yapıp, Rabbimin hükmünü bekle­mektir. O benimle sizin aranızdaki hükmünü muhakkak verecektir.

Müşrikler, sinsi taktiklerini sürdürdüler. Son tekliflerinin işe yaramadığını an­layınca, başka bir teklifte bulundular; 'Eğer bizim için olan isteklerimizi yapmıyor­san, hiç değilse kendin için Allah'tan bir şeyler iste. Böylelikle işin kolaylaşır, sıkıntı­ların son bulur. Mesela Allah sana bir melek göndersin ve biz de o meleği görelim. O melek seni tasdik edip, seni bizden korusun. Ayrıca Allah'tan bağlar, bahçeler, saray­lar, altın ve gümüşlerden oluşan hazineler iste. Böylelikle hayatını daha rahat geçir­me İmkânına kavuşmuş olursun. Çarşı ve pazarlarda dolaşıp, geçimini sağlamak için bizler gibi koşuştupndktan kurtulursun. Tüm bunlar gerçekleşirse, senin Allah katın­da değerli ve seçkin bir kül olduğunu anlamış oluruz'.

Müşriklerin bu teklifleri karşısında Resulüllah'm cevabı yine öncekiler gibi gerçeği ifade etmekten başka bir şey olmadı: 'Bu dediklerinizi yapmam, yapamam. Ben Allah'tan bu tür şeyler isteyecek birisi değilim. Zaten size bunun için gönderilmiş de değilim. Allah beni size müjdeci ve korkutucu olarak gönderdi. Eğer dediklerimi kabul ederseniz, dünya ve ahirette mesut olursunuz- Yok eğer kabul etmeyip, redde­derseniz, Allah sizinle benim aramdaki hükmünü verinceye kadar Allah'ın emrettik­lerini yapmaya devam ederim.

Kararlı ve rotasından hiçbir şekilde sapmayan bir tavrın gereğine uygun bu sözler karşısında müşrik liderler öfkeyle karışık duygular içerisinde yeni teklifle­rini dile getirdiler: 'O halde şu bahsettiğin azabı üzerimize getir de ne kadar doğru söylediğini anlayalım. Eğer bunu da yapmazsan sana asla inanmayız'. Resulüllah'm cevabı yine değişmedi: 'Bu benim istememle olacak bir şey-değil. Rabbim dilerse onu gerçekleştirir ve o zaman ona hiç kimse engel olamaz.

Müşrikler, Resulüllah'm bu kararlı tavrı karşısında, taktiklerinin bir başka aşa­masına geçtiler. İftira atarak ve tehdit ederek Resul'üllah'ı zor durumda bırakma­yı denediler: 'Ey Muhammedi Her şeyi görüp-işiten bir Rabbın elçisi olduğunu söylü­yorsun. Rabbın bizim seninle oturup, konuşacağımızı bilmiyor muydu ki, sorularımı­zın cevabını sana bildirmedi? Söylediklerini reddedeceğimiz zaman neler yapacağının sana neden bildirmedi? İşittiğimize göre sen bu söylediklerini Yemâme'deki Rahman isminde birisinden öğreniyormuşsun. Vallahi biz hiçbir zaman Rahman diye birisine inanmayız. Biz söyleyeceklerimizi söyledik. Artık bundan sonra sana karşı bir sorum­luluğumuz yok. Vallahi biz senin yakam hiçbir zaman bırakmayacağız. Ya sen bizi yok edersin, yada biz seni yok ederiz.

Müşrik liderlerin, çaresizlik içerisinde çırpınmalarından başka bir şey ifade et­meyen bu son sözleri; uyguladıkları ve uygulayacakları baskı ve işkenceleri meşru göstermenin önemli adımlarından birisini temsil ediyordu. Bu sözleri ve tavırları ile üçüncü kişilere karşı 'Biz elimizden geleni yaptık; hep iyi niyetli olduk ama Mu-hamnıed inatçı çıktı; her türlü teklifimizi reddetti' diyerek daha rahat hareket etme­lerine imkân sağlayacak gerekçeler oluşturma amacı taşıyorlardı. Resulüllah'ı Ye­mâme'deki Rahman isimli birisiyle irtibatlı gösterme çabalarının bir iftiradan baş­ka bir şey olmadığını ise bizzat kendileri açıkça biliyorlardı. Zaten, 'duyduğumuza göre' diyerek iftiralarını dile getirmişlerdi. Üstelik eğer öyle birisi varsa, o halde ni-Çin Resulüllah'la uğraşıp mallarını, mülklerini sırf davasından vazgeçmesi için tek­lif ediyorlardı. İddiaları doğru olsa, gidip o Rahman isimli kişiyi engeller veya öl­dürürler ve problemlerini sona erdirirlerdi. Ancak tüm bunlar, müşrik lidelerin, İs-. ^m karşısında çaresiz kaldıkları için ortaya attıkları ve gündemi istedikleri şekilde değiştirmeyi amaçlayan iftiralarından sadece birisiydi, başka bir şey değildi.

Resulüllah, teklif, tehdit ve iftiralara gerekli cevaplan verdikten sonra Mec-lis'ten ayrılırken, müşriklerden birisi öfke ile arkasından bağırmaya başladı: Allah ile melekleri önümüze getirip göstermedikçe sana inanmayacağız'. Öfkesini bastira-mamış olan Abdullah b. Umeyye ise, Resulüllah'ın peşine takılarak teklif ve teh­ditleri dile getirirken, öfke içerisinde asıl amaçlarını ifade etti: 'Ey Muhammedi Kavmin sana bazı tekliflerde bulundu. Ancak sen hiçbirisini kabul etmedin. Allah ka­tındaki değerini anlamak amacıyla kendileri için Allah'tan bir şeyler istemeni teklif ettiler, ama kabul etmedin. Allah katındaki üstünlüğünü anlamak için, Allah'tan ken­di adına bir şeyler istemeni teklif ettiler, kabul etmedin. Hep tehdit edip durduğun azabı istediler, gene kabul etmedin. Allah'a yemin olsun ki, sen göğe bir merdiven ku­rup, gözümüzün önünde ona tırmanıp peygamber olduğuna tanıklık edecek dört tane melek getirmedikçe sana asla inanmayacağım. Vallahi aslında bunları yapacak olsan da inanacağımı sanmıyorum ya.[277]

Resulüllah, daveti kabul edecekleri umuduyla meclislerine görüşmeye gittiği müşrik liderlerin durumlarındaki ısrarları nedeniyle üzüntülü bir halde evine döndü. Fakat meclisteki tartışmalar yine de bitmemişit. Ebû Cehil öfkeyle ayağa kalkmış, bağırıp-çağırıyordu: 'Ey Kureyş'in uluları! Muhammed dinimizi kötülemek­ten, atalarımızı eleştirmekten, akıllanmış:! idraksizlikle suçlamaktan ve ilâhlarımızı reddetmekten vazgeçmiyor. Yarın o namaz kılarken onu bana gösterin. Başım taşla ezeceğim. Haşim oğulları da ne isterlerse onu yapsınlar. [278] Ebû Cehil'in bu sözlerin­de, öfkenin yanı sıra, Resulüllah'ı öldürerek problemden en kısa yoldan kurtulma düşüncesini gündeme getirme ve Resulüllah'ı destekleyen Haşim oğullarına karşı bir cephe oluşturma gayretinin etkileri vardı. Mecliste bulunanlar. Ebû Cehil'i onayladılar ve istediğini yapmasını söylediler. Fakat Ebû Cehil ertesi günü Resu­lüllah'ı öldürme düşüncesini uygulamaya koyamadı. Öldürmek niyetiyle Resulül-lah'm yanma yaklaştı, ama herhangi bir şey yapmadan geri döndü. Herhalde, bir kızgınlıkla verdiği kararı uygulamaya koyması durumunda Haşim oğullarının boy hedefi olmaktan kurtulmayacağım, Mekke'yi kana bulayacak bir savaşa neden ola­cağını anlamıştı.



[276] îsra sû­resi, 17:90-93

[277] İbn İshak, Siyer, 257-260; İbn Hişam, es-Siretü'n-Nebeviyye, 1/ 315- 319; Taberî, Câmiu'l-Beyân fî Tefsîri'l-Kur'ân, XV/164- 166

[278] İbn Hişam, es-Siretü'n-Nebeviyye, 1/319; Zehebî, Tarihü'l islâm, 11/88.