๑۩۞۩๑ Kitap Dünyası - İlim Dünyası Kütüphanesi ๑۩۞۩๑ => Hz.Muhammedin İslam Daveti => Konuyu başlatan: Ekvan üzerinde 01 Ağustos 2011, 11:14:28



Konu Başlığı: Sorumsuzluğu Erdem Kabul Edenler
Gönderen: Ekvan üzerinde 01 Ağustos 2011, 11:14:28
Sorumsuzluğu Erdem Kabul Edenler


Sorumsuzluk, Cahiliye dönemi Arab'ının en temel özelliğiydi. Bu nedenle İbn Haldun, cahiliye dönemi Araplarını 'çöllerde dolaşan, vahşi hayvanların tabiatında kaba kılıklı, gururlu, himmetleri büyük, başkanlık veya baş olmak için birbirleriyle yanşan ve çekişen bir kavim [271] biçiminde tanımlamıştır. Onlar, mensup oldukları coğrafyanın sık değişen özellikleri ve sınırsızlığı nedeniyle hoyratça, sorumsuz ve başıboş bir hayat tarzını kendilerine ilke edinmişlerdi. Çöl şartlarında tabiata kar­şı her an verilen mücadele, müsamahayı tanımayan, boyun eğmeyi aşağılanma ka­bul eden bir kişiliğin oluşumuna ve bunun gelenekselleşerek süreklilik kazanma­sına neden olmuştu. Söz konusu geleneğe göre bireysel ve sosyal 'şeref in anlamı­nı oluşturan boyun eğmemek, kendim serbest hissetmek, sınır ve ölçü tanımamak yaşantının olması gereken özelliklerini teşkil etmeliydi. Böyle de olmuştu. Çöl or­tamının zorluklarıyla baş edebilmenin etkisiyle gurur, büyük zorlukların üstesin­den gelebilmenin değişmez şartı olarak hoşgörüsüzlük, her türlü şarta ve zorlama­ya karşı itaatsizlik gibi bir dizi özellik Arap kişiliğinin temel özellikleri olmuştu. Onlar, tabiat ile kişilik arasında doğrudan etkileşimin en tipik örneklerini teşkil ediyorlardı. Cahiliye Arapları için özellikle itaatsizlik ve boyun eğmeme önemli bir özellik, bir erdem olarak anlam kazanıyordu. Sadece kendilerinin belirlediği şartlarla (esaslarla/ilkelerle) yaşamayı normal, başkasına itaati en büyük 'şerefsiz­lik kabul eden bir anlayış Arap kişiliğinin en karakteristik Özelliği haline gelmiş­ti. Bütün bunların sonucu olarak da, başkasına karşı sorumluluk hissine sahip olunmayan bir yaşantı tarzını sürdürüyorlardı. Herkes için önemli olan Öncelikle kendisiydi; kendisini takiben de ailesiydi, soyuydu, kabilesiydi. Başkalarını dikka­te almak, başkasına acımak, Arap karakterinin tanımadığı, bilmediği bir duyguy­du, temel bir özellikti. Bu nedenledir ki, Kur'an birçok ayetinde İslâm davetine muhatap olan risâlet çağının insanlarının bu sorumsuzluk duygusuna doğrudan veya dolaylı bir şekilde değinmiştir.[272]

Cahiliye Araplarındaki sorumsuzluk duygusu, sonunda hesabı verilmeyecek bir hayat anlayışına sahip olmaya yol açmıştı. Dünya hayatının boş olduğu, insa­nın bu anlamsız dünyada anlamlı bir şeyler yapmasının, ancak sorumsuzluğa da­yalı bir yaşantı ile mümkün olabileceği inancı Cahiliye düşünce ve yaşantı tarzın­da önemli bir bakış açısı haline gelmişti. 'Bu hayatın sonu vardır ve o sonun sonra­sı yoktur' anlayışı yaşantının bütün alanlarında hakim özellik olmuş ve diğer olumsuzlukları doğurmuştu. Bununla ilgili olarak Cahiliye devri şairi el-Muhab-bel'in karısı, müsrifliği nedeniyle kocasına sitem ederek 'Şüphesiz zenginlik ebedî hayattır ve yoksulluk insanın günlerini kısaltır' demesi, Cahiliye insanının hayata bakış tarzını ve sahip olduğu sorumsuzluğun kaynağını göstermesi açısından önemli bir örnektir.

Gerçi, birbirlerine oranla çok farklı şeylere inanan, farklı inanç mensuplarının bir arada yaşadığı Arap toplumunda ve özellikle de Mekke'de bazı kimselerin ölümden sonra dirilmekten bahsetmeleri, müşriklerin tepkilerine neden olmaya­bilir ve hatta zevk ve safalarını sınırlı dünya hayatının ötesine de taşıma arzusuy­la ilgi bile gösterebilirlerdi. Fakat böyle olmadı. Çünkü İslâm, ahiret inancım salt bir inanç unsuru olarak sunmuyordu. Diğer inanç unsurlarında da olduğu gibi bu inancı da hayatın merkezine koyuyor, hayatın her şeyini etkileyecek bir konuma yerleştiriyordu. Ahiret inancı demek, sorumluluk demekti; ahiret inancı demek, hesaba çekilmek demekti. Kur'an için ahiret hayatı her ne kadar süre ve mekân olarak ölüm sonrasında tekrar dirilmeyle/kıyametle başlıyorsa da esasen nitelik olarak şimdiden başlıyordu. Şu ayet bunu ifade eden ayetlerden birisiydi: 'Eksik ölçüp noksan yapan hilekârlara yazıklar olsun! Onlar insanlardan alırken ölçüp tart­tıklarında tam, onlara vermek için ölçüp tarttıklarında ise eksik ölçer ve tartarlar. Onlar düşünmezler mi ki, tekrar diriltilecekler! Büyük bir günde. Öyle bir gün ki, insanlar o günde âlemlerin Rabbinin huzurunda divan duracaklardır. Doğrusu günah­kârların yazısı, muhakkak Sicân'de olmaktır. Siccîn nedir, bilir misin? (O) Amelle­rin sayılıp yazıldığı bir küaptır.O gün vay haline yalancıların! Ki onlar, ceza günü­nü yalan sayarlar. Onu ancak hükümleri çiğneyen ve günaha dalan kimseler yalan­lar.[273] Bu ve benzeri ayetlerde açıkça ifade ediliyordu ki, yaşa­nan şu an ve takip eden zamanlar ahireti inşa etmektedir. Yaşanan şu an ve yaşa­nacakların niteliği ahiretin niteliğini belirlemektedir. Müşriklerin ve elbette ki Özellikle zengin, şımarık eşrafın alışageldikleri sorumsuz, başıbozuk hayat tarzla­rını değiştirmek gibi bir niyetleri yoktu. Onlar bu hayat tarzının kendileri için olumsuz bir karşılığa neden olacağını bilmek veya duymak istemiyorlardı. Bu yönde bir bilince sahip olmak işlerine gelmiyordu; zira gidişatlarından memnun­dular; her şeyiyle ölçülerini kendileri tarafından belirlendiği bir hayatı yaşıyorlar­dı; ezilenler, sömürülenler, aç kalanlar, mağdur edilenler, güçsüzler, yoksullar, çaresizler... ise başkalarıydı.

Tüm bunlar dikkate alındığında özellikle Mekke eşrafı islâm'ı kabul edemez­di. Çünkü İslâm Allah'ın vahyettiği ilâhi bilgiye göre inanıp, Allah'ın hükümleri­ne göre yaşanması gerektiğim ilan ediyordu, insanı sorumluluk sahibi olmaya ça­ğırıyordu. Birçok ayetin konusu insanın sorumluluğuyla ilgiliydi. Şu ayetler ise bunun örneklerinden sadece bazılarıydı: 'insan, kendisinin başıboş bırakılacağını mı sanıyor! [274] 'Sizi sadece boş yere yarattığımızı ve sizin hakikaten huzurumuza geri getirilmeyeceğinizi mi sandınız? [275] 'Her nefis, kazandığına karşılık bir rehindir.[276] Gerçekten de insan, ancak ça­lıştığım elde eder. [277] Ayrıca yine birçok ayette 'taat' (itaat), 'kunut' (te­vazu içerisinde itaat), 'huşu' (tevazu içerisinde teslimiyet), 'tadarru' (kendini Allah karşısında küçültme) içinde olmak emrediliyordu. Bu ise, bilhassa Mekke eşrafı için, sürdürdükleri sorumsuz hayat tarzlarını terk edip, Allah'ın tayin ettiği so­rumluluklara göre yaşamaları gerektiğini ilandan başkası değildi. Onlar, elbette ki Allah'ın varlığına inanıyor, evrendeki otoritesini kabul ediyorlardı. Ancak Allah bile olsa, yaşantılarına hiç kimsenin müdahale etmesini istemiyorlardı. Hayatları­nın hesabını vermek istemiyorlardı. 'Ben özgürüm ve özgürlüğüme kimseyi dokun­durmam' diyorlardı. Zira, o bazılarının 'özgürlüğü' sorumsuzluklarının meşruluğu­nu sağlıyordu. Bu sayede insanlar üzerinde sultalarını istedikleri gibi kurabiliyor­lardı.


[271] İbn Haldun, Mukaddime, 1/384, 386.

[272] Ahirete inanmayanlar hâlâ: 'Bu dünyadaki hayatımızdan başka bir şey yoktur, yaşarız, ölürüz. Bizi ancak zaman yok eder" derler. Fakat onların bu hususta gerçek bir bilgi­leri yoktur, onlar sadece zanna kapılmışlardır.' (Casiye, 45:24) inançsızlardan bir kısmı dediier ki; 'Bu dünyadaki hayatın ötesinde başka bîr şey yok­tur, öldükten sonra da dirümeyeceğiz' (En'am, 6:29)

içlerinden bir uyarıcının gelmesine şaştılar. O Allah'tan gelen gerçekleri örtbas edenler: 'Bu ne tuhaf şey!' dediler. 'Ölüp bir yığın toprak olduktan sonra mı tekrar diri­leceğiz? Bu gerçekleşmesi mümkün ve muhtemel olmayan bir dönüştür.' (Kâf, 50:2,3)

[273] Mutajjijin, 83:1-12

[274] Kıyamet, 75:36

[275] Mu'minun, 23:115

[276] Müddesir, 74:38

[277] Necm, 53:39