๑۩۞۩๑ Kitap Dünyası - İlim Dünyası Kütüphanesi ๑۩۞۩๑ => Hz.Muhammedin İslam Daveti => Konuyu başlatan: Ekvan üzerinde 01 Ağustos 2011, 11:41:45



Konu Başlığı: Şaşkınlığın Girdabında
Gönderen: Ekvan üzerinde 01 Ağustos 2011, 11:41:45
Şaşkınlığın Girdabında


Ebû Leheb'in iki eli kurusun (yok olsun); zaten yok oldu ya. Ne malı, ne de kazandığı, onu (Allah'ın lanet ve gazabından) kurtaramadı. (O) alevli bir ateşe girecektir, karısı da odun hamalı olarak. Onun boynunda hurma lifin­den (örülmüş) bir ip (bulunacak). [230]

Bir sabah vakti Safa tepesinin eteğinde işitip gördükleri şeyler, Mekkeliler için sürpriz sayılmazdı. Birkaç yıldır Abdülmuttalib'in torununun bazı insanları çevre­sinde toplayıp, onlara Mekke'deki mevcut inançların çok dışında bir şeyler anlat­tığını, kendisini Allah tarafından görevlendirilmiş bir elçi olarak takdim ettiğini işitip duruyorlardı. Bu topluluğun ise tam bir sadakatle O'na bağlanıp itaat ettiği­ni, aralarında toplanıp sohbetler ettiklerim, namaz kıldıklarını da işitmiş veya gör­müşlerdi. Hatta içlerinden bazıları ya Muhammed'in bizzat kendisinden veya O'nun yanmdakilerden yeni dinle ilgili bir şeyler dinlemişler; iman topluluğunun mensubu olmaya davet edilmişlerdi. Bu daveti kabul edenler Muhammed'in ya­nındaydı; kabul etmeyenler ise merak ve şaşkınlık içerisinde olup-biteni anlama­ya çalışıyordu.

Fakat şu var ki O'nun işi bu kadar ileri götüreceğine ve bir gün tüm Mekkeli-lere hitap edip, bir lider gibi kendi etrafında toplanmalarım isteyeceğine ihtimal vermemişlerdi. Aslında gidişatın buraya doğru olduğu belliydi, ama bu kaçınılmaz görünen şeyin gerçekleşmesini istemediklerinden, Safa tepesinde karşılaştıkları şey nedeniyle şaşırdılar, ne diyeceklerini bilemediler. Duydukları ve gördükleri olacak şey değildi. Kararlan belli ve kesindi. Nesiller boyu süren geleneksel itibar çekişmelerini bir yana bırakıp, ataları arasında gerçekleşen çekişmeleri unutup Abdülmuttalib'in yetimini kendilerine bir önder olarak kabul etmeleri, O'nun etrafında toplanıp, O'nun adamı olmaları, O'nun emirlerine itaat etmeleri yapabile­cekleri bir şey değildi.

Mekke ileri gelenleri esasında ne yapacaklarından çok, neler olduğunu düşü­nüyorlardı. Bir türlü anlayamadıkları bir şey vardı: Muhammed'İn kendilerine bil­dirip inanmaya çağırdığı, gereklerini uygulamaya davet ettiği şeyler geleneklerin­de yer almayan şeylerdi. Muhammed'İn kendisiyle ilgili söylediği ve inanmaya da­vet ettiği şeyleri geçmişlerinde ne duymuş, ne de görmüşlerdi. Ayrıca, daha önce­leri Muhammed'den Kureyş'in lideri olmak istediğini ifade eden veya ima eden bir söz duymamışlar veya böylesi bir eğilim içinde olduğunu gösteren bir tutum ve­ya davranışına hiçbir şekilde şahit olmamışlardı. Fakat şimdi durum değişmişti. Herhalde amacı Kureyş'in lideri olmaktı. Büyük dedesi Kusayy gibi tek başına Mekke'nin lideri olmayı hayal ediyor olmalıydı. Mekke eşrafı islâm davetini böy­le anlıyor ve bunu kabul edemiyorlardı.

Mekke liderleri, Abdülmuttalib'in torununun krallığım kabul edemeyecekleri­ni düşündüler. Sehm, Adiyy, Esed, Zühre, Mahzûm, Muhârib, Cumah, Âmir, Teym ve Haris soyuna mensup olan kendilerinin, nesiller boyu devam eden tüm iddialarını terk edip, ideallerine sırtlarını dönüp Kusayy'm soyuna itaat etmeleri mümkün değildi. Yüzyılı aşkm süredir Kabe ve Mekke ile ilgili birçok görev zaten Kusayy'm soyundaydı. Kendileri, diğerlerine göre pek de önemli olmayan Aşnâk, Kubbe, Hükûma, Sifare, Meşvere (Maşure) gibi ikinci dereceden öneme sahip gö­revleri yürütüyorlardı. Bunların sağladığı küçük itibarlar ve imtiyazlarla yetinme­ye çalışıyorlardı. Zira, sahip oldukları bu görevlerin hiçbiri, sahibine ve yakın çev­resine büyük itibarlar ve imtiyazlar kazandıran Kabe ile ilgili görevler gibi değil­di. Şimdi nasıl olur da ellerindeki görev alanlarını da terk ederlerdi? Ayrıca, Abdüddâr'm soyuna mensup olanlar da Abdumenaf in soyuna mensup olanlarla ara­larında beş kuşaktır devam eden çekişmeleri ve savaşa kadar uzanan kavgaları unutmamışlardı. Abdüddâr'm torunları büyük dedeleri Kusayy'm kendilerine ver­diği görevlerin bir kısmını, babası Kusayy'm kararma saygı göstermeyip haince başkaldırarak ellerinden alan Abdumenafın soyuna kaptırmalarının acısını hâlâ yüreklerinde olanca canlılığıyla hissediyorlardı. Şimdi nasıl olur da tüm bunları unutabilir ve Abdumenafın soyundan birisini Mekke'nin tek lideri olarak tanıya­bilirlerdi? Umeyye oğullarının ise, Abdülmuttalib'in yetiminin liderliğini tanıma­ları hiçbir şekilde mümkün değildi. Çünkü, diğer soy ve ailelere göre yûreklerin-deki yaralan en yeni olanlar kendileriydi. Üç kuşaktır devam eden çekişme ve kavgalar hâlâ hatıralarında olanca canlılığıyla yaşamaya devam ediyordu. Ha-şim'in soyuna karşı tüm hissettiklerini unutup, Haşim'in torununu liderleri ola­rak kabul edemezlerdi. Dedeleri Umeyye'nin soy üstünlüğünü kaybedip Mek­ke'den sürgün edilmesini, itibar kaynağı görevlerin Haşim'in soyuna kalmasını nasıl unutabilirlerdi?

Mekkeliler, çocukluklarından beri hikayelerini dinleyerek büyüdükleri dede­lerinin kavgalarını, diğer boy, soy ve ailelerin mütecaviz tutum ve davranışlarını nasıl olur da bir anda yok sayabilirlerdi! Gerçi Abdülmuttalib'in torunu 'en güven­dikleri' kişiydi. O'ndan hiçbir kötülük görmemişlerdi. Herhangi bir yalanını işitmemişlerdi. Şimdiye kadar zengin olmak, lider olmak istediğine delil olabilecek en küçük bir sözünü, tutum ve tavrını ne işitmişlerdi, ne de görmüşlerdi. O'nun herhangi bir kötülük planladığını da düşünmüyorlardı. Ama kendilerinin arzusu veya çabası iyi bir yöneticiye sahip olmak değildi ki! Amaçları, sahibine itibar ve zenginlik kazandıran Mekke ve Kabe'yle ilgili görevlerden bir şeyler kapmaktı. Fa­kat şuna bak ki, Abdülmuttalib'in torunu yıllardır pek de gizli olmayan bir şekil­de etrafına adam toplamış, bu adamlardan yeni bir kitle teşkil etmiş ve bu gün karşılarına geçip 'bana itaat edin' demişti. Üstelik Muhammed'İn bu isteği sade.ce geleneksel arzularına aykırı olmakla kalmıyor, yanındaki adamların tutum ve ta­vırları geleneksel değerlerle de çatışıyordu. Bunlar kutsal değerlerine ters düş­mekten kaçınmayan kimselerdi. Çiğnedikleri en önemli kutsallardan birisi ise, kendi aralarındaki 'iman kardeşliğini, soy bağından daha değerli bulmalarıydı.

Abdülmuttalib'in torunu Safa tepesindeki konuşmasında öldükten sonra diril­mekten, o dirilişte dünyadayken yapılan tüm işlerden hesaba çekilmekten bahset­mişti. Bu, özellikle Mekke eşrafı için kesinlikle kabul edilemeyecek bir şeydi. Za­ten zor-bela sürdürdükleri hayatlarının hesabım vermek, hayatın hesabını vermek için gidişatlarını değiştirmek zorunda kalmak, kesinlikle yapabilecekleri bir şey değildi. Kazandıkları, sahip oldukları her şeyi dişleriyle, tırnaklarıyla kazıyarak el­de etmişlerdi; aylarca yolculuk edip ticaret yapmışlardı; gerekirse köy, kervan bas­mışlardı; büyük emekler ve paralar harcayıp köleler edinmişlerdi... Şimdi kendi­lerinden tüm bunların muhasebesini yapmaları isteniyordu. Bu olacak şey miydi! Yalan söylemeden ticaret yapılabilir miydi! Zor kullanmadan, aldatmadan yaşana­bilir miydi! Ara sıra hoş vakit geçirmek için, sohbetlerine konu olsun diye yaptık­ları dedikoduların, birilerini arkasından çekiştirmenin ne sakıncası olabilirdi! Hem, herkesin aynı haklara sahip olması, kölelerin de insan kabul edilmesi ve haklarının gözetilmesi olacak şey miydi!

Mekke eşrafının kafası karışmıştı. Bir yığın sorunun cevabını düşünüyorlardı. En güvendikleri kişi' olan Muhammed'e ne olmuştu da böylesi akıl almaz bir işe kalkışmıştı? Zavallı belki de aklım yitiriyordu! Belki de kâhin olmak istiyordu! Kâhin olmak istediğini açıkça söyleyemediği için, "bana vahyolunuyor' diyerek, asıl isteğini dolaylı bir şekilde bildirmek istiyor olabilirdi. Ama kâhin olmak herkese kısmet olacak bir şey değildi ki! Zaten Haşim'in soyundan veya daha geriye git­mek gerekirse Kusayy'm soyundan kâhin çıkmazdı. Mekke'de kâhin olmak, Hü-bel adına iş yapmak, Hübel'in konuşan dili olmak demekti. Hübel'in adına konu­şanlar Cumah'm soyundan çıkardı; bu 'ilahf görev onların hakkıydı. Hübel'in yardımıyla fal bakmak, kaderi bilmek, gaybdan haber vermek işlerini ifade eden 'f sar ve Ezlâm' işini yüzyıllardır Cumah'm torunları yapıyordu. Bu işi halihazırda yürü­ten kişi Safvan b. Umeyye idi ve işinden iyi gelir elde ediyordu. Çünkü bir fal sor­manın bedeli yüz dirhem para veya bir genç deve idi. Dolayısıyla Safvan b. Umey­ye ve akrabaları böylesi bir işi Muhammed'e kaptırmazlar di.

Mekke eşrafının Safa tepesinden geri dönüp evlerine veya Kabe'nin yakınında­ki sohbet alanlarına varıp oturduklarında düşünceleri karmakarışıktı. Bazıları Ka­be'nin yanında oturup, aralarında konuşarak şahit oldukları ve işittikleri şeylerin kritiğini yaptılar. 'Başımıza büyük bir iş geldi [231] dediler. Abdülmuttalib'in torunu nedeniyle gerçekleşen şeyler hoşlarına gitmemişti, gitmiyordu. Karşılaşılan bu du­rum Mekke'nin başını ağrıtacağa benziyordu. Kendilerini sevindiren ve biraz ol­sun rahatlatan tek şey, Ebû Leheb'in yeğeni karşısındaki tutumuydu. Ebû Le­heb'in yeğenine tepkisi çok fazlasıyla hoşlarına gitmişti. Ebû Leheb'in bu tutumu açıkça gösteriyordu ki ortada Haşim oğullarının gizli bir oyunu yoktu. En azından Haşini oğulları bölünmek üzereydi. Ebû Leheb'i destekleyip teşvik ederlerse, hem Haşim oğullarının gücünü kırabilir ve hem de Muhammed nedeniyle başlarına gelmesinden korktukları şeylerin gerçekleşmesini önleyebilirlerdi.

Eşraftan birçok kimse, Safa tepesinden gerçekleşen davetten birkaç gün sonra Muhammed'den işittikleri yeni bir sözün işlerine fazlasıyla yarayacağını düşündü­ler. Muhammed'in çevresindeki insanlara okuduğu bazı sözlerde amcası. Abdu'l Uzza (Ebû Leheb) ve karısını eleştirip, aşağıladığını duydular. Onların aşağılan­mış bir halde cehenneme gideceklerinden, cehennemde sonsuza kadar azap göre­ceklerinden bahsettiğini işittiler. İşte bu sözleri, amca ile yeğenin arasını iyice aç­mak için malzeme olarak kullanabilirlerdi.

Mekke eşrafının, Resulüllah'ın amcasını aşağılamak için söylediğini zannettiği sözler Tebbet sûresinin ayetleriydi. Bilindiği üzere sûre şöyledir: 'Ebû Leheb'in iki eli kurusun (yok olsun); zaten yok oldu ya. Ne mah, ne de kazandığı onu (Allah'ın la­net ve gazabından) kurtaramadı. (O) alevli bir ateşe girecektir, karısı da odun hama­lı olarak. Onun boynunda hurma lifinden (örülmüş) bir ip (bulunacak).[232] Ayette Ebû Leheb ve karısı açıkça lanetleniyordu. Ebû Leheb'in 'Eğer ye­ğenimin söyledikleri doğru ise, ben ahiret günü mallarımı ve çocuklarımı sizin için fe­da ederim. Sizi azaptan kurtarırım' demesinin cevabı veriliyordu. Onun mallarının ve çocuklarının kendisine bir fayda sağlamayacağı bildiriliyordu. Bu, esasen son derece genel bir bildirimdi. Ebû Leheb'in şahsında her dönemin şımarık ve zorba zenginlerine mallarının gerçekte kendilerine bir hayır sağlamayacağı, dünyada sürdürdükleri zevk ve sefa dolu yaşantılarını ahirette devam ettiremeyecekleri, ahirette azabın en şiddetlisine uğrayacakları bildiriliyordu. Ayrıca, Ebû Leheb bu ayetlerin vahyolunması üzerine, o güne kadar Abdu'l Uzza olarak tanınırken, 'ale­vin/ateşin babası' (Ebû Leheb) anlamına gelen lakapla anılmaya başlandı. Bu onun cehennemdeki halini tasvir eden bir benzetmeydi. Müminler ve şımarıklığı, ahlâk­sızlığı, zorbalığı nedeniyle kendisini sevmeyenler 'Ebû Leheb' ismini pek sevdiler. Bu ise Ebû Leheb için katlanılacak bir şey değildi. Yeğenine olan kini büyüdü ve daha da derinleşti.

Mekke eşrafı fırsatı kaçırmadı. Yeğenine karşı kinle dolu Ebû Leheb'e yeğeni­nin yaptıklarının büyük bir ayıp olduğunu, Mekke'de hiç kimsenin akrabalık bağ­larına bu kadar ihanet etmediğini söylediler. Ebû Leheb'in kini kabardıkça kabar­dı. Yeğeninin yaptıklarına nasıl karşılık verebileceğini düşündü. Aslında yeğeni­nin hakkından gelmek çok kolaydı; O'nu bizzat kendisi dövebilir ve hatta öldüre­bilirdi. Ama bunların hiçbirini yapamıyordu. Çünkü akrabalarının önemli bir kıs­mı, kardeşleri ve özellikle de kız kardeşleri, hatta Haşim boyundan olup şirkinde ısrar edenler bile, Muhammed'in yanında yer alıyorlardı. Kendisi ise akrabalarının bu genel tutumunun dışında kaldığı, yeğenine muhalefet ettiği, yeğenine muhale­fette diğer boy ve ailelerle birlikte hareket ettiği için akrabaları tarafından eleştiri­liyor; onların aşağılayıcı bakış ve sözlerini sürekli görüp, işitiyordu. Bunlar elini kolunu bağlıyor, yeğenine, yeğeninin bu son yaptığı şeye karşı hiçbir şey yapamı­yordu. Ebû Leheb düşündü, düşündü ve sonunda sıkıntısını azaltacak bir çare buldu; yeğenine fiilen bir şey yapamıyordu, ama O'na verebileceği bir zarar, yaşa­tacağı bir acı vardı. Oğlu Uteybe, yeğeninin kızlarından Ümm-ü Gülsüm ile, diğer oğlu Utbe ise yine yeğeninin kızlarından Rukayye ile evliydi. Ebû Leheb iki oğ­lundan da karılarını boşamalarını istemeye karar verdi. Konuyu oğullarıyla ko­nuştu. İki oğlu da ilk zamanlar bir şey demediler; zira eşlerinden memnundular. Ancak babalarının isteğini kırmak da istemiyorlardı. Üstelik eş boşamak, bir ka­dını boşayıp bir diğeriyle evlenmek o toplumda son derece kolay, herkesin hernen her zaman yaptığı bir şeydi. Uteybe babasının görüşüne destek verdi. Eşini boşa­yacağını söyledi. Ancak Utbe eşini boşamaya yanaşmadı. Ebû Leheb her ne kadar Utbe'ye öfkelendiyse de, Uteybe nedeniyle biraz olsun rahatladı; Uteybe ile yeğe­nine yaşatacağı ıstırabı düşündü ve sevindi.

Ebû Leheb yeğenine karşı kırgın ve kızgındı, ama asıl kızgın olan karısıydı. Ebû Leheb'in karısı, Umeyye soyunun lideri olan Ebû Süfyan'm kardeşiydi. Asıl ismi Arvâ, yaygın lakabıyla Ümm-ü Cemil olan bu kadın, öfkeden ne yapacağını bilemez bir haldeydi. Ayette kendisi odun hamalına benzetilmişti. Bu benzetme iki açıdan önemliydi ve ikisi de Ümm-ü Cemil'in utancını artırıyordu. Vdun ha­malı' Araplar arasında yaygın olarak bilinen ve kullanılan bir deyimdi. Araplar, in­sanların arasım açmak için söz getirip-götüren kimselere 'odun hamalı' derlerdi. Bu deyim ile Ümm-ü Cemil aşağılanıp, ahlâksızlığı deşifre ediliyordu. Aynca, söz konusu ayet, Ümm-ü Cemil'i sonsuza kadar kendisine azap verecek ateşin odunu­nu elleriyle taşıyan kişi olarak resmediliyordu. Boynunda liften örülmüş urgan ise Ummü Cemil'in aşağılık, perişan durumunu resmeden sahnenin bir diğer unsuruydu; aynen hayvanlar gibi boynunda urganla bir yere çekilip götürülen birisi görünümünde tasvir ediliyordu. Ümm-û Cemil kendisinden bahseden ayeti du­yunca öfkeden çılgına döndü. Öfke içerisinde eteğine taş toplayıp Resulüllah'ı ara­maya çıktı. Kararını vermişti; O'nu taşlayıp, yaralayacak, rezil edecekti. Resulül-lah'ı tüm Mekke'de aradı, ama bulamadı. Kabe'nin yakınlarında olacağım düşüne­rek oraya gitti. Gözleri öfkeden yuvalarından fırlamış bir haldeydi. ResulüIIah Ka­be'nin yanındaydı ama O'nu göremedi. Gidip evine kapandı. Zira, ortalarda gezi­nerek alaylı bakışlara daha fazla muhatap olmak istemiyordu.


[230] Tebbet sûresi, 111:1-5

[231] Ibn İshak, Siyer, 261.

[232] Tebbet, 111:1-5