๑۩۞۩๑ Kitap Dünyası - İlim Dünyası Kütüphanesi ๑۩۞۩๑ => Hz.Muhammedin İslam Daveti => Konuyu başlatan: Ekvan üzerinde 16 Temmuz 2011, 14:58:14



Konu Başlığı: Pişmanlık Ve Af
Gönderen: Ekvan üzerinde 16 Temmuz 2011, 14:58:14
Pişmanlık Ve Af


Allah'ın, kullarının tevbesini kabul edeceğini, sadakaları geri çevirmeyece­ğini ve Allah'ın tevbeyi çok kabul eden ve pek esirgeyen olduğunu hâlâ bil­mezler mi? [160]

Kim bir kötülük yapar yahut nefsine zulmede de sonra Allah'tan mağfiret dilerse, Allah'ı çok yarlığayıcı ve esirgeyici bulacaktır. [161] Rabbiniz şöyle buyurdu: Bana dua edin, kabul edeyim. Çünkü bana ibadeti bırakıp büyüklük taslayanlar aşağılanarak cehenneme gireceklerdir. [162]

Tebük seferi, diğer tüm seferlerden, harekâtlardan ve hatta savaşlardan çok ayrı­calıklı bir öneme sahip oldu. Farklı olmasını sağlayan önemli özelliklerinden ba­zılarım, yolculuğun çok uzun olması, bu uzun yolculuğun başta sıcak ve açlık ol­mak üzere son derece ağır zorluklar eşliğinde gerçekleştirilmesi, savaşılacağı dü­şünülen ordun an dünyanın en büyük devletinin ordusu olması oluşturuyordu. Çıkılan sefer ölüme gidişten farksız gibiydi, işte böylesi zorluklarla dolu sefere çıkmak ancak Allah ve Resulüne içten gelerek iman etmiş, imanlarını 'işittik ve ita­at ettik' teslimiyeti düzeyine çıkarmış müminlerin yapabileceği bir şeydi. Bu ne­denledir ki Tebük seferine katılıp-katılmamak Müslüman olmakla münafık olma­nın aynm ölçütü kabul edildi. Sefere katılanlar imanlarım ispatlamış olmalarına, imanları için gerekirse ölümü dahi göze almaktan çekinmeyeceklerini göstermiş olmalarına karşılık; çeşitli bahanelerle sefere katılmayıp Medine'de, evinde kalan­lar ise imanlarmdaki samimiyetsizliği ortaya koymuşlardı. Bu konuda bazı istisna­lar vardı. Bu istisnalar arasında, Resulüllah'ın talimatıyla Medine'de kalan Hz. Ali ile Muhammed b. Mesîeme vardı. Onlar görevleri gereği, orduya katılıp sefere çık­mayı her şeyden daha çok istemelerine rağmen, Medine'de kalmışlardı. Ayrıca, mazereti nedeniyle izin alan diğer bazı kimseler de vardı. Tüm bunların dışında­kiler sahte imanın adamlarıydılar. Fakat Tebük'ten dönülünce anlaşıldı ki esasen Müslüman olmalarına, imanlarmdaki samimiyetlerini daha önce birçok vesileyle ispatlamalarına rağmen, üç kişi daha Medine'de kalmıştı. Bunlar Kâ'b b. Mâlik Mürâre b. Rebî ve Hilâl b. Umeyye isimli kişilerdi. Üçü de imanlarından kuşku duyulmayan kimselerdi. Daha önce birçok kez Müslümanlıklarının gereğine göre davranmış, birçok zorluğa imanlarının gereği olarak göğüs germişlerdi. Kâ'b b. Mâlik, Akabe'de Resulüllatı'a beyat etmiş ilk Müslümanîardandı. Tebük seferin­den önce gerçekleşen savaşlardan sadece Bedir'e katılamamış, diğer tüm savaşlar­da Resulüllah'ın yanında yer almıştı. Mürâre b. Rebî ve Hilâl b. Umeyye de iman-küfür ayrımında ölçü olan Bedir savaşma katılmış Müslümanîardandı. ikisi de Te­bük seferinden önce gerçekleşen tüm savaşlara katılmışlar, şehit olmak için iste­yerek ölümün üzerine atılmışlar ve imanlarındaki samimiyetlere tekrar tekrar is­patlamışlardı. Ancak ne var ki, bu üç Müslüman, münafıklar gibi, Medine'de kal­mış ve Tebük seferine katılmamışlardı. Münafık olmadıkları halde, münafıklarla aynı safta gözüküyorlardı. Bu nedenle ordunun Medine'den ayrılıp Tebük'e doğ­ru hareket ettiği günden beri günahlarının ağırlığı altında eziliyor, ne yapacakla­rım bilemez hale gelmiş bulunuyorlardı.

Söz konusu üç kişinin Medine'de kalmalarının haklı bir gerekçesi yoktu. Üçü de son derece basit bir nedenden dolayı sefere katılamamışlardı. Sefere katılmama nedenleri, hazırlıklar sırasında ağır davranmaları ve hazırlıklarını tamamlayama-rnalanydı. Şimdi ihmalkârlıklarının cezasını çekiyorlardı, ihmalkârlıkları nede­niyle münafıklıkla suçlanacak bir konuma düşmüşler, utançlarından ne yapacak­larını bilemez hale gelmişlerdi. Seferin ilk gününden beri, günahları ve Resuîül-lah'la karşılaşacakları anın utancıyla perişan haldeydiler. Ordunun Medine'ye dö­nüşüyle dünyalarının yıkıldığını hissettiler. Utançlarından ne yapacaklarını bile­mez oldular. Ama ne olursa olsun Resulüllah'ın huzuruna çıkmaları ve en azından 'Hoş geldin! Seferin hayırlı olsun' demeleri gerekiyordu. Öyle de yaptılar.

Resulüllah ordusuyla Medine'ye döndüğü zaman, ölüm korkusundan ve yol­culuğun zorluklarından dolayı Medine'de kalmış olan münafıkların hepsi, daha önceki sahte veya abartılmış bahanelerini tekrarlayıp, orduya katılamadıkları için özür dilediler. Esasen orduya katılmayı çok arzuladıklarını, ama engelleyici şart­lar nedeniyle bunu yapamadıklarını dile getirdiler. Gerekçeleri de, dilekleri de sahteydi. Özürlerinde samimi değillerdi. Müslümanların Bizans ordusu karşısın­dan hezimete uğrayacağını ve kendilerinin de Müslüman görünme sıkıntısından kurtulup tekrar açıkça küfürlerine döneceklerini ummuşlardı. Ama beklentileri gerçekleşmemiş, Müslümanlar hezimete uğramadan, herhangi bir tehlikeyle kar­şılaşmadan Medine'ye dönmüşlerdi. Üstelik savaşsız seferleri birçok başarıya vesi­le olmuş, Bizans ordusuna dahi karşı çıkabileceklerini göstererek psikolojik sava­şın galibi olmuşlardı. Suriye bölgesinde Bizans'ın iradesini sona erdirip, kendi ira­delerini geçerli kılmışlardı.

Münafıklar yalancılıkları yüzünden cezalandırılmaktan veya toplum dışına itilmekten korkuyorlardı. Münafıklıklarının açığa çıkması nedeniyle birçok açidan zor durumda kalacaklarını düşünüyorlardı. Bu nedenle de kendilerini masum göstermeye, durumlarını kurtarmaya çalışıyorlardı. Resulüllah, münafıkların gerekçelerinin ve özürlerin sahte olduğunu bildiği halde, olumsuz bir şey demedi. Herhangi bir eleştiride bulunmadı. Nasıl olsa herkesin imanmdaki samimiyet du­rumu, kişilik ve karakterinin özelliği ortaya çıkmıştı. Tebük seferi herkesin içyü­zünü ortaya sermişti. Bundan böyle Müslümanların münafıklara karşı daha mesa­feli ve daha ihtiyatlı olacakları kesindi. Haklarında ayetle bildirilmiş herhangi bir ceza da olmadığına göre, münafıklarla ilgili bir özel uygulamaya, cezaya gerek yoktu. Bundan böyle münafık olarak bilinmeleri, ceza olarak yeter de artardı bile. Resulüllah'ın yanma özür dilemek için gelenler arasında ihmalkârlıkları nede­niyle Medine'de kalmış üç Müslüman da vardı. Durumları her açıdan kötüydü. Hem Medine'de kalarak münafıklarla aynı safta yer almışlar ve hem de şimdi sah­te özür bildiren münafıklarla birlikte özür dilemek sorunda kalarak görünüşteki olumsuz durumlarını daha da pekiştirmişlerdi. Bu üç Müslüman hata ve günahla­rı nedeniyle özür dilemekten çekinmezlerdi. İmanları özür dilemeyi kendileri için bir ibadet kılmıştı. Ama bu şekilde özür dilemek, münafıkların sahte özürler dile getirdikleri bir anda ve ortamda, üstelik aynı sebepten dolayı özür dilemek zorun­da kalmak, katlanılması zor bir durumdu. Durumları her açından kendilerinin münafıklarla benzer durumda olduğunu gösteriyordu. Ama öyle değillerdi, iman­larında samimiydiler. Bu nedenle de üzgündüler. Üzüntülerinden, utançlarından ne yapacaklarını bilemez haldeydiler, perişandılar. Resulüllah'ın huzuruna geldik­leri saman, niçin Medine'de kaldıkları, orduya katılmadıkları soruldu. İşte bu aşa­mada münafıklar gibi davranmadılar. Münafıkların yaptığı gibi gerekçeler icat et­mek ve yalan şeyler söylemek için çaba sarf etmediler. İmanlarının gereği olarak gerçeği söylediler. Sefere katılmayıp Medine'de kalmalarını gerektirecek bir gerek­çelerinin olmadığını ifade ettiler. Böylelikle de her türlü cezaya razı olduklarını ifade edip, münafıklarla benzer konumda olmanın ağırlığından bu şekilde kurtul­maya çalıştılar.



[160] Tevbe sûresi, 9:104

[161] Nisa sûresi, 4:110

[162] Mü­min sûresi, 40:60