Konu Başlığı: İtiraz Gönderen: Ekvan üzerinde 29 Temmuz 2011, 16:13:41 İtiraz Bir peygamberin görevi, insanların sahip oldukları herhangi bir görev gibi değildir. Farklılıklardan en önemlisi, peygamberliğin bir boyutuyla ilâhî, diğer tarafıyla da beşeri olmasıdır. Her peygamber bir insan olarak, diğer insanlarla tüm beşerî hâl ve durumları paylaşır; onlardan birisi olarak yaşar, ancak aynı zamanda da ilâhî hakikatin elçisi olarak yüce yaratanla, eşi ve benzeri olmayan yüce kudret ile irtibatlıdır; O'nun insanlar arasından seçtiği ve kendisine ilâhî hakikatleri bildirdiği elçisidir. Kabul etmek gerekir ki, bir peygamber, insanlara bildirip, uyulmasını istediği ilke ve şartları bir filozof, bir devlet adamı, bir kral kimliğiyle bildir-şeydi; onun bildirdiklerini kabul etmeyenler onunla tartışırlar, belki onun söylediklerine karşı çıkarlar ama bu durum hiçbir zaman müşriklerin bir peygambere verdiği tepkiler gibi olmazdı. Gerçekleşen sadece düşünceler çatışması olur ve bu çatışma sırasında düşünceler birbirlerini etkiler ve bir nokta da buluşurlardı. Ancak peygamber ile muhaliflerinin çatışması böyle şekillenmemiştir ve Resulüllah'ın şahsında da böyle şekillenmiyordu. Peygamberi filozof veya kraldan ayıran temel farklılıklardan birisi, peygamber ve muhatapları arasında yaşananlar bir düşünceler buluşması/çatışması değildir; onların şahsında iki beşerî düşünce çalışmamıştır. İlâhî bilgi ile beşerî zanlar çatışmıştır. Daha doğrusu beşerî zanlar ilâhî bilgiye karşı doğruluk iddiasında bulunmuş ve doğruluklarını ise kaba kuvvete, hile ve aldatmalara dayanarak ispatlamaya çalışmışlardır. Şiddet beşerî bilginin, zannın, ilâhî bilgi karşısındaki en önemli dayanağı, meşruluk aracı olmuştur. Bir diğer farklılık ise ikisinin de birbirlerini etkileyerek bir noktada buluşmalarının söz konusu olmamasıdır. İlâhî bilgi veya bir diğer ifadeyle ilim, zanlara karşı tavizsizdir. Gerçek, hiçbir şekilde yalana iltifat etmez. Olması gereken yalanın, gerçeğe uyması; zannın, ilme tabi olmasıdır. Ancak zanda, yalanda, hilede çıkarı olanlar buna yanaşmazlar ve yanaşmamışlardır. İşte bu durumda zarının", yalanın, hilenin taraftarları, hakikat karşısında şiddeti, iftirayı, hileyi takip edebilecekleri tek yöntem olarak benimsemişler ve Resulüllah'ın zamanında da böyle yapmışlardır. Zannın, yalanın, hilenin taraftan olan Mekke müşrikleri ve özellikle de eşraf, iftira, karalama kampanyalarının öncelikli konusu olarak Resulüllah'ın ilâhî kimliğini seçtiler. Hz. Muhammed'in beşerî kimliğinin ötesinde bir ilâhî kimliğe sahip olmadığım iddia ettiler. Bu iddialarını ise, günlük hayatlarından bildikleri, yaşanan, görülen bir durumla açıklamaya çalıştılar; 'Onlar şöyle dediler: 'Bu ne biçim peygamber, bizler gibi yemek yiyor, çarşılarda dolaşıyor!.[119] Onlar, peygamberliğin yüce bir görev, ilâhî boyuta sahip bir görev olduğunun farkındaydılar. Muhtemeldir ki ticarî faaliyetleri sırasında görüşüp konuştukları Yahudi ve Hıristiyanlardan peygamberlik hakkında bir şeyler işitmişlerdi. Bu işi ttikl eriyle de zihinlerinde bir peygamber tasavvuru oluşturmuşlardı, ama bu tasavvurları Hz. Muhammed'e hiç uymuyordu. Onlar Yahudilerden ve Hıristiyanlardan bir peygamberin ALLAH'la soy bağına sahip kişiler olduğunu, 'ALLAH'ın oğlu [120] olduğunu duymuşlardı. Elbette ki ALLAH ile soy bağına sahip olmak, aynen Yahudi ve Hıristiyanların peygamber tasavvurunda olduğu gibi ilâhî tasarrufta bulunmayı, beşerî özelliklerden uzak olmayı gerektirirdi. Fakat, Mekkeliler doğduğu günden beri yakından tanıdıkları Hz. Muhammed'in kendileri gibi bir insan olduğunu: acıkan, susayan, hastalanan, geçimini sağlamak için çalışmak zorunda olan, evlenen, yaşadığı olumsuz durumlar karşısında üzülen, morali bozulan, öfkelenen... birisi olduğunu biliyorlardı. O, aynen kendileri gibi ihtiyaçlarını karşılamak için çarşı ve pazarlarda gezmen birisiydi. Mekke liderlerinin tasavvurlarına, zan-larma göre bir peygamber böyle olmamalıydı: bir dilim ekmeğe, bir bardak suya ihtiyaç duymamalı, bunları temin için çalışıp çabalamamalıydı: 'Onlar şöyle dediler: 'Bu ne biçim peygamber; bizler gibi yemek yiyor, çarşılarda dolaşıyor! ... Kendisine bir hazine verilmeli veya içinden yiyip ihtiyaçlarım karşılayacağı bir bahçesi olmalıydı.[121] Bunu, bizzat Resulüllah'ın yüzüne söyledikleri gibi, kendi aralarındaki sohbetlerinde, dertleşip konuşmalarında da dile getiriyor, böylelikle birbirlerini uyarıyorlardı: 'Kalpleri geçici hoşnutluklar peşinde olup işi ciddiye almayanlar, yaratılış maksadına aykırı davrananlar, birbirleriyle gizlice konuştuklarında 'Bu peygamber, ancak sizin gibi bir insan değil mi? O halde siz, göz görerek büyüye mi kapılacaksınız?' dediler.[122] Onların düşüncelerinin bir kıyısında hep peygamberin gizli amaçlara sahip olduğu, asıl niyetini sakladığı, bu gizli amacının ise hükümranlığı ele geçirmek olduğu kanaati vardı. Bunu ise bazı za- manlar, irtibatlı oldukları müminlere söyleyerek akıllarınca onları uyarmış oluyorlardı: 'O zalimler, müminlere 'Siz, ancak büyüye tutulmuş bir adama uymaktasınız!' dediler.[123] Bu iddialarında da kendilerince haklıydılar; iddialarına samimi bir şekilde inanıyorlardı. Bir insanın, üstelik Muhammed gibi yetim, öksüz bir insanın peygamber olması mümkün olmayacağı konusunda emindiler. Hemşehrileri Muhammed'in peygamberliği, olsa olsa ya büyük bir yalandı, ya da bir aldanıştı: 'Dediler ki: 'Ey kendisine Kufan indirilen Muhammed! Sen mutlaka bir mecnunsun!.[124] Gerçi 'Muhammed kesinlikle peygamber olamaz' iddiasına sahip olmayanlar da vardı. Onlar, bir insan olması nedeniyle onun peygamber olmasını akıl ve mantığa aykırı bulmalarına rağmen, yanılma ihtimallerini de göz ardı etmiyorlardı. Fakat onlara göre de, ALLAH gerçekten bir insanı kendisine elçi olarak seçiyorsa, bunun ilâhî bir delili olmalıydı. Bu ilâhî delil de ancak gözleriyle görecekleri, elleriyle dokunacakları bir melek olabilirdi. Bir melek inmeli ve Muhammed'in peygamber olduğuna tanıklık etmeliydi. Bunu şöyle dile getiriyorlardı: 'Ona bir melek indirilmeli, kendisiyle birlikte o da uyarıcı olmalıydı!.[125] Diğer bazılarına gelince, onlar Hz. Peygamber'in peygamberliğini reddederlerken daha başka iddiaya sahiptiler. Hz. Peygamber'i yakından tanıyan ve 'en güvenilir kişi1 oluşuna şahitlik eden bu bazıları, doğru inancın ve hayat tarzının örneği olarak O'na yönelmekten kaçındılar. Bunların bir kısmı yanlış gidişatının geçici kazançlarına kanarak onu reddederken; bazısı ise akılsızlığından, inadından, kötülük timsali karakterinden, kıskançlığından dolayı O'na uymayı reddetti. Onlar, bu tutum ve tavırlarının gerekçesi olarak da, O'nun insan oluşunu gösterdiler. Eğer yüce ALLAH kendilerine gerçekten bir örnek şahsiyet sunmuş olsaydı, bunun ancak bir melek olabileceğini iddia ettiler. Müşriklere göre ilâhî görevin elçisi de ilâhî olmalıydı. Yahudi ve Hıristiyanların söyledikleri ve inandıkları peygamberleri gibi ALLAH'la soy bağına sahip bir peygamber kendilerine gönderilmemişse bile, bir melek gönderilebilirdi. Onlar, bu meleğin beşer üstü özelliklerini görür ve ona iman etmekte zorlanmazlardı. Melek dahi olmayan bir peygamberi kabul etmek akıl ve mantığın kabul edeceği bir şey değildi. Bu nokta da selefleriyle benzer iddialara sahiptiler: 'Peygamberler onlara: Önlerinden ve arkalarından gelerek Allah'tan başkasına kulluk etmeyin, dedikleri, zaman, 'Rabbimiz dileseydi elbette melekler indirirdi. Onun için biz sizinle gönderilen şeyleri inkâr ediyoruz' demişlerdi.[126] [119] Furkan, 25:7 [120] Tevbe, 9:30 [121] Furkan, 25:7 [122] Enbiya, 21:3 [123] Furkan, 25:8 [124] Uicr, 15:6 [125] Furkan, 25:7 [126] Fus-silat, 41:14 Konu Başlığı: Ynt: İtiraz Gönderen: Kaan Han üzerinde 27 Nisan 2015, 19:54:30 Bir peygamberin görevi, insanların sahip oldukları herhangi bir görev gibi değildir. Farklılıklardan en önemlisi, peygamberliğin bir boyutuyla ilâhî, diğer tarafıyla da beşeri olmasıdır. Her peygamber bir insan olarak, diğer insanlarla tüm beşerî hâl ve durumları paylaşır; onlardan birisi olarak yaşar, ancak aynı zamanda da ilâhî hakikatin elçisi olarak yüce yaratanla, eşi ve benzeri olmayan yüce kudret ile irtibatlıdır;
|