๑۩۞۩๑ Kitap Dünyası - İlim Dünyası Kütüphanesi ๑۩۞۩๑ => Hz.Muhammedin İslam Daveti => Konuyu başlatan: Ekvan üzerinde 01 Ağustos 2011, 11:59:18



Konu Başlığı: İnancın ve Hayatın Referansı
Gönderen: Ekvan üzerinde 01 Ağustos 2011, 11:59:18
İnancın ve Hayatın Referansı


Kavmin ileri gelenlerinden büyüklük taslayanlar, horlanan ve zayıf görülen müminlere dediler ki: 'Siz Salih'in, Rabbi tarafından gönderilmiş bir elçi oldu­ğuna emin raisiniz?' Onlar da 'Şüphesiz biz onunla ne gönderilmişse ona iman ediyoruz' dediler. [70]

Risâletin ilk yıllarında islâm davetini kabul edenler, müminlerin ilklerinden ol­malarının yanı sıra, ayırıcı ve önemli bir özelliğe daha sahiptiler. Onlar, kendile­rine sunulan daveti, davetin konusu nedeniyle kabul etmediler. Davet edildikleri şeyin mutlak hakikat olması, ilâhî olması, insanlığın inanç ve hayat tarzını en doğ­ru ve en güzel tarzda inşa edecek olması, onların iman edişlerinde belirleyici un­sur değildi, islâm'ın bu özelliklerinin, davetin ilk yıllarında iman edenlerin bu ka­rarlarındaki etkisi çok azdı. Hatta daha da erken bir zamanda, risâletin daha ilk günlerinde, iman edenler için mensubu oldukları dinin özelikleri hiçbir şekilde kararlarının belirleyici unsuru olmadı. İlk müminler, Kur'an'm insanı şaşkınlıkla­ra sürükleyen üslûp mükemmelliğini duyarak veya sahip olduğu mükemmel me­sajı kavrayarak İslâm'a girmediler. İnancı ve hayat tarzım dosdoğru, en güzel kı­lan İslâm ile diğer inanç ve hayat tarzlarını karşılaştırıp, birbirlerine göre eksikle­rini ve yanlışlarını tespit edip, bu inceleme ve araştırmaların sonunda islâm'ın en doğru ve en güzel din olduğuna karar vererek Müslüman olmadılar. Zaten istese­ler de bunu yapamazlardı. Çünkü henüz çok az sayıda ayet vahyohmmuştu. Ne Kur'an'ın tamamı indirilmiş, ne de bir inanç sistemi ve hayat tarzı olarak islâm ta­mamlanmıştı. Tarihsel bir gerçek olarak biliyoruz ki, ilk müminlerin İslâm'a gir­meleri için Resulüllah'm 'Ben Allah'ın elçisiyim' demesi yetmişti. Onlar öncelikle ve hatta sadece ResulüUah'm şahsına güvenerek mümin olmuşlar, daha sonra da aşama aşama vahyolunan ayetleri okuyup İslâm'ı öğrenmişlerdi. Onlar için önemli olan tek şey neye davet edildikleri değil, kimin davet ettiğiydi. Davet edene gü­venleri, davet edildiklerine de güvenmelerine vesile olmuştu. Bu açıdan onların bir çoğundan rivayet edilen şu söz oldukça anlamlıdır; 'Biz önce güvenmeyi, sonra Kur'an'ı öğrendik ve güvenimiz daha da arttı'.[71] İlk müminler, işte bu özellikleriyle, ilâhî mesajı duyup, düşünüp, bu mesajla insanlığa sunulan ebedî saadetin yolunu fark ederek İslâm'a mensup olan sonraki müminlerden ayrıldılar. Ve bu durum onlar için bir kusur veya eksiklik değil, erdem oldu. Bu nedenledir ki, risâletin son yıllarında veya raşit halifeler zamanında müminler erdemlerine göre tabaka­lara ayrıldığında, bu ilk müminler erdem piramidinin en üstünde yer aldılar; tüm Müslümanların takdirlerini ve övgülerini kazandılar.

îlk müminlerin iman edişlerindeki özel durumun sebeplerine ve süreç içerisin­de nasıl eğitildiklerine geçmeden, onların sırf Resulüllah'ın şahsına olan güvenle­ri nedeniyle daveti kabul edip islâm'a girdikleri tespitinin somut dayanaklarını ha­tırlamakta fayda var. Bu açıdan öncelikle dikkate alınması gereken kişi Hz. Hati­ce'dir. O, Resulüllah'ın dahi kendi durumu ve görevi konusunda bazı tereddütler içerisinde olduğu bir zamanda, kocasının elçiliğini tasdik edip, hiç kuşku duyma­dan ve tereddüt etmeden mümin oldu. Zira, daha önceleri bir komşusu, hemşeh­risi olarak yakından tanıdığı Muhammed b. Abdullah, 15 yıldır da kocasıydı. O'nun yanlış bir yolda veya kötü bir gidişatta olabileceğine hiçbir şekilde ihtimal vermedi, böylesi bir düşünceye hiçbir şekilde sahip olmadı. Böylesine mükemmel bir şahsiyetin yanlışların aracısı veya aleti olacağını düşünmedi. Bu nedenlerle, in­sanların en mükemmeli olarak tanıdığı kocasma inanmakta bir an dahi tereddüt etmedi. Üstelik bizzat kocası elçiliğiyle ilgili bazı kuşkulara sahip olmasına rağ­men, onun elçiliğini tasdik edip, bu kararının gerekçesini de açıkça ifade etti: 'Böyle yanlış şeyler düşünme, sevin! Allah'a yemin ederim ki, Allah seni hiçbir zaman utandırmaz. Çünkü sen akrabana bakarsın, sözün doğrusunu söylersin, işini görmek­ten aciz olanların yardımına koşarsın, fakire verir, onlara kimsenin yapmadığı iyilik­leri yaparsın. Hak yolunda gerçekleşenler karşısında insanlara yardım edersin.[72]

Hz. Peygamber'in çocukluğundan itibaren yakın arkadaşı olan Ebû Bekir, Mekkelilerin şikayetleri üzerine durumu anlamak için görüşmeye gelip olup/bilerin mahiyetini sorduğunda, 'Ben Allah'ın elçisiyim. Beni, bazı şeyleri tebliğ et-iCİn gönderdi. Seni bu şeyleri kabule davet ediyorum. Vallahi bu bir gerçektir.

Seni bir olan, kendisine ibadet edilmeye tek başına layık olan, ortağı ve benzeri bu­lunmayan Allah'a iman etmeye; O'na itaat etmeye davet ediyorum [73] sözleri karşısın­da hiç tereddüt etmeden sevgili arkadaşının elçiliğini tasdik etti. Resulüllahâse onun bu durumunu daha sonraları şöyle açıkladı ve güveninden dolayı takdirle­rini ifade etti: ıHer kimi İslâm'a davet ettimse duraklamış ve tereddüt edip bir baha­ne göstermiştir. Yalnızca Ebû Bekir, İslâm'a davet edildiği zaman kabulde gecikmedi ve tereddüt etmedi.' Öyle de olması gerekiyordu, çünkü Ebû Bekir, bizzat sahabe­lerin ifadesiyle Resulüllah'ı en iyi tanıyanlardan birisiydi.

Zeyd b. Haris de, Resulüllah'ı çok yakından ve iyi tanıyanlardan birisiydi. O'nu yıllardır tanıyordu. O'nu babasına dahi tercih etmekte tereddüt etmemişti. Önce­leri efendisi, şimdi babalığı olan Resulüllah'ın, 'Ben Allah'ın elçisiyim' sözlerini hiç tereddüt etmeden tasdik etti.

Burada Hz. Ali'den bahsetmek, konunun mahiyeti açısından önemli olmayabi­lir. Çünkü o Müslüman olduğu zaman henüz bir çocuktu. Onun bu durumunu diğer Müslümanlardan daha farklı değerlendirip, bir çocuğun tercih ve onayının çok fazla önem ifade etmediği düşünülebilir. Fakat yine de bilinmelidir ki, onun da, kuzeni olan Resulüllah'ın elçiliğini tasdik etmesinin öncelikli nedeni, O'na olan sevgi ve güveniydi.

Her ne kadar risâlet dönemine kadar yaşamamış ve islâm davetine muhatap ol­mamışsa da burada Varaka b. Nevfel'den de bahsetmek gerekiyor. Risâletin ilk günlerine şahit olan Varaka b. Nevfel'in tutumu, konu dahilinde son derece önemlidir. Varaka, tereddüt ve korkular içerisinde yanma gelen Muhammed b. Abdullah'ın anlattığı şeyleri dinledikten sonra, 'Yalan söylüyorsun', ' Hastasın1 ve­ya 'Bu anlattıkların Tevrat ve incil'de bahsedilen Peygamberlerin durumlarına benzi­yor, fakat sen peygamber olamayacağına, peygamberliğin gerektirdiği sıfatlara sahip olmadığına göre, sana ancak cinler musallat olmuş olabilir' demedi. Böylesi veya benzeri bir kanaat dile getirmedi. En ufak kuşku duymadan ve hiç tereddüt etme­den şunları söyledi; 'Bu gördüğün Musa'ya gelen Namus-u Ekber'dir. [74] Çünkü, Re­sulüllah'ı doğduğu günden beri çok yakından tanıyor, O'nun ne kadar mükemmel bir şahsiyet olduğunu çok iyi biliyordu. O'nun yalan söylediğini, açık veya gizli planlara sahip olduğunu, bazı oyunlar kurguladığını düşünmedi. Bunları en kü-Çük ihtimal olarak dahi aklına getirmedi. Hatta daha da önemlisi, Muhammed'in söylediklerinde doğru olduğunu söyledi ve cinlerin etkisi altına girmiş olabilece­ğini dahi düşünmedi. Böylesi bir ihtimali de, aynen Hz. Hatice'de olduğu üzere, mÇbir şekilde mümkün görmedi. Halbuki yaşadıkları toplumun cinlerle ilgili mançları böyle düşünmelerine müsaitti. O, hiç tereddüt etmeden Muhammed b. Abdullah'ın anlattıklarının gerçek olduğunu tasdik etti. Ve hatta bu tasdikinin neden olacağı zorluklara ortak olmayı büyük bir özlemle dile getirdi: 'Ah keşke senin davet günlerinde genç olsaydım. Keşke kavminin seni Mekke'den çıkaracakları gün hayatta bulunsaydım [75] dedi. Ancak ne var kt, kısa süre sonra vefat etti.

Bütün bunlardan anlaşılan odur ki, ilk müminlerin iman edişlerinin tek nede­ni, Resulüllah'm şahsına duydukları sevgi ve güven idi. Gerçi zaman ilerledikçe ve vahiy arttıkça iman edişte vahyin bizzat kendisi etkili olmaya başlamışsa da, baş­langıçta vahyin iman ediş üzerinde etkisi olmamıştır. Bu konuda farklı bir görüş ileri sürmek mümkün değildir. İlk müminlerden Osman b. Maz'ûn'un İslâm da­vetini kabul edişiyle ilgili açıklaması konunun delillerinden birisi olarak önemli­dir. Osman, islâm davetini kabul ediş nedenini şöyle açıklamıştır: 'Ben başlangıç­ta yalnız Muhammed'den utandığım için Müslüman olmuştum. Esasen îslâm kalbime yerleşmemişti. [76]

Şurası açık ve kesindir ki, eğer elçi olarak Muhammed b. Abdullah değil de bir başkası seçilseydi, onun kendisine vahyolunan birkaç ayeti okuması ve ıBen Al­lah'ın elçisiyim' demesi karşısında en yakınları bile 'Senin söylediklerinin doğru ol­duğuna nasıl inanalımV derlerdi. Hatta bir çoğu bunu bile demeden 'zavallı aklını kaybetti' veya 'saçmalıyor' diye tepki gösterirdi. Olaya biraz daha olumlu yaklaşan­lar bile, elçi olduğunu söyleyen kişinin doğru söylediğine, insanları aldatmadığı­na ikna olmaya çalışırlardı. Elçiliğin delili için delil isterlerdi. Davete çok daha olumlu yaklaşanlar ise en azından yemin ettirirlerdi. Ama bunların hiçbirisi Mu­hammed b. Abdullah için söz konusu olmadı. Kendisini tanıyanlardan bir kısmı, en ufak bir kuşkuya kapılmadan, sorup-sorgulamadan O'nun durumunu kabul edip, bildirdiklerini tasdik ettiler. Çünkü güvensizlik ifade eden bir durumun Re-sulüllah'la hiçbir şekilde bağdaşmayacağını çok iyi biliyorlardı. Zaten O'nu tasdik etmeyenler ve bildirdiklerini reddedenler, O'na güvenmediklerinden veya O'nu yalancı bulduklarından değil, bizzat kendileriyle ilgili nedenlerden dolayı bunu yaptılar. Kendi kişisel veya toplumsal bazı durum ve özellikleri daveti reddetme­lerinde etkili oldu.

Risâlet sürecinin her aşamasında o kutlu elçinin ahlaken mükemmel, kusur­suz, güzel, doğru bir kişi olduğunu sadece O'nu gönderen yüce Allah veya seven­leri değil, O'nun en katı, en acımasız düşmanları bile gerektiğinde ifade etmekten kaçınamadılar. Onlar, aralarında yaşadığı için çok yakından tanıdıkları O büyük şahsiyeti, o insanlık zirvesini tüm düşmanlıklarına rağmen övmekten başka bir şey yapamadılar. Zihinlerini, kapkara kalplerini ne kadar zorlarlarsa zorlasmlar O'nun hakkında hayırdan başka bir şey söyleyemediler. Hiçbir kötü huyu, davra­nışı, tutumu O'nun sıfatları arasında sayamadılar. O'nu 'en güvenilir kimse' olarak anmaktan kendilerini alamadılar. Bu konuda Ebû Süfyan'la ilgili rivayet önemli bir örnektir. Zaman, risâletin Medine yıllarıdır. Şam'da bulunan Bizans imparato­ru Herakliyus, Resulüllah'm İslâm'a davet mektubu kendisine ulaşınca, mektubun sahibi hakkında bilgi edinmek ister. Şam'da bulunan bir Mekkelinin kendisine ge­tirilmesini emreder. İslâm'ın büyük düşmanı Ebû Süfyan, o günlerde ticari faali­yetleri nedeniyle Şam'dadır. Ebû Süfyan, görevliler tarafından Herakliyus'un hu­zuruna çıkarılır. Kral kendisine Muhammed'in nasıl birisi olduğunu, yalancı olup-olmadığım sorar. Ebû Süfyan bir süre ne diyeceğini düşünür, fakat kendisi­ne düşman edindiği şahsiyet öylesine mükemmel birisidir ki yalan söyleyemez. 'Onun hiç yalanım işitmedik' der ve hakkında olumlu, övücü sözler söyler. [77] Bir baş­ka örnek ise Sâib b. Ebî Saib ile ilgilidir. Hz. Osman ve Zübeyr, Müslüman olma­sını arzuladıkları Sâib'e Resulüllah'ı anlatır, O'nu överler. Övgülerin sonu gelme­yince Sâib müdahale ederek onları susturur ve şunları söyler; 'Sizler O'nu bana ta­nıtıp sevdirmek için uğraşmayın. Ben O'nu iyi tanırım. O, eskiden benim ortağımdı. O, hayırlı ve iyi bir ortaktı! Nejitne ve fesat yollarına sapar, ne de boş, yararsız bir davranışta bulunurdu. Şayet kendisine ticarî seyahati sırasında satması için bir mik­tar mal versem, dönüp geldiğinde beni tamamen memnun edecek şekilde hesabı gör­meden evine gitmezdi. Ben ticarî seyahate çıktığımda şayet satmam için O bana mal vermişse, döndüğümde, diğer bütün arkadaşlar öncelikle kendi işleriyle ilgili şeyler sormalarına karşılık, O bana sadece sağlığımı ve halimi sorar, iyi olup olmadığımı anlamaya çalışırdı. [78]

Bütün bunlar da gösteriyor ki, risâlet öncesi hayatında hem kendisi ve hem de çevresindeki insanlar farkında değillerdi ama Muhammed b. Abdullah risâlete ha­zırlanmış, ilâhî müdahalelerin etkisiyle kişiliğiyle, mizacıyla, ahlakıyla, karakte­riyle insanların en seçkini kılınmıştı. Zaten bu nedenle toplumunun 'en güvenilir kişisi' olmuştu. Kendisine verilecek ilâhî göreve ilk anından itibaren layık bir şah­siyet kılınmıştı. Bu açıdan 'Allah elçiliği nereye vereceğini bilir [79] aye­ti önemli bir tespitte bulunmuştu.

Muhammed b. Abdullah'ın 'en güveni/ir kişi' ve kendisini tanıyan herkesin ko­şulsuz itimat edeceği bir şahsiyet olması önemliydi. Çünkü insanların Kur'an'a yö­nelişlerinin başlangıç noktası O olacaktı. Zira bir bilginin doğru olması insanlar tarafından kabulü için yeterli değildir. Önemli olan doğru şeyi doğru kişinin sun­masıdır. Hatta başlangıç itibarıyla doğru kişi, doğru bilgiden daha fazla önem ifa­de eder. Ancak şu da önemlidir ki, Muhammed b. Abdullah'ın 'en güvenilir kişi' ol­ması, insanlık için 'en güzel örnek [80] 'alemlere rahmet [81] bir şahsiyet olmasına yeterli değildi. O'nun 'en güvenilir kişi' olması, 'en güzel örnek'' ve 'alemlere rahmet' olmasına uzanan süreçte sadece bir başlangıçtı. O bir toplumun gözünde 'en güvenilir kişi' idi. Halbuki ilâhî irade, O'nu insanlığın modeli kılmasını murad etmişti. İlahî plan, O'nu insanlık için 'en güzel örnek' , alemlere rahmet' kılacaktı. O'nu kurtuluşun, esenliğin rehberi yapacak olan ise va­hiydi. O insanlığın esenliğe ulaşmasını sağlamak için kendisine vahyolunanla eği­lip yetiştirilecekti.

Elçinin kişiliği, karakteri, ahlâkı, aklı, zekası... tüm bu bireysel özellikleri, ebe­dî hakikatin insanlar tarafından kabul edilişinde önemli bir referanstı. O'nun er­demleri davetin olumlu seyri için olmazsa-olmaz niteliğinde önemli bir şarttı. An­cak şu da var ki, inanç sistemini ve hayat tarzını en doğru ve en güzel kılacak, in­sanları esenliğe ulaştıracak olan şey vahiydi; vahyin son elçinin şahsında kitaplaş-mış biçimi olan Kur'an'dı. Bu nedenle insanların mutlak referansları Kur'an olmak zorundaydı. Hatta, Resulüllah'la ilişkilerinde; O'na karşı tutum ve tavırlarında da ölçüleri Kur'an olmalıydı. Hiç kimse vahyin/Kur'an'ın üzerinde yer almamalıydı. Zira vahiy tamamıyla ilâhîydi, Resul ise ilâhî hakikatleri bildiren bir beşerdi. Re-sulüllah ahlakıyla 'yaşayan vakıf olsa bile, vahyin kendisi değildi. Dolayısıyla mut­lak olanla izafi olanı, ilâhî olanla beşeri olanı ayırmak gerekiyordu. Birçok ayetin konusunu bu ayrım teşkil etti. Şunlar söz konusu ayetlerden bazı örneklerdir:

De ki: 'Ben, yalnızca sizin gibi bir beşerîm. (Tek farkım) bana, Hâk'ınızın, sadece bir İlâh olduğu vahy olunuyor. Artık her kim Rdbbine kavuşmayı umuyorsa, iyi iş yapsın ve Rabbine ibadette kiçbir şeyi ortak koşmasın. [82] De ki: 'Ben ancak Rabbimden bana vahyolunana uyarım. Bu Kur'an, Rabbinizden gelen ve kalp gözlerini açan beyanlardır; İnanan bir kavim için hidayet ve rahmet­tir.[83]

'Ben ancak, bu şehrin (Mekke'nin) Rabbine ki O burayı dokunulmaz hûmıştır kulluk etmekle emrolundum. Her şey O'na aittir. Bana Müslümanlardan olmam emredildi.[84]

Hz. Salih'in davetini konu edinen bir ayet ise, konuyu çok daha açık bir şekil­de takdim etmiştir. Söz konusu ayette, vahiy ile elçinin şahsının birbirinden ayrıl­ması gerektiği dile getirilmiştir. Şöyle ki, Hz. Salih'in kavminden olan müşrik eş­raf, kibir ve gururla, 'ayak takımı' olarak niteledikleri müminlerin kalbinde Hz. Sa­lih'le ilgili bir kuşku oluşturarak imanlarından dönüşlerini sağlamak için 'Siz Sa-lik'in, Rabbi tarafından gönderilmiş bir elçi olduğuna emin misini^?' diye sorarlar. Bu sorularıyla Hz. Salih'in yalan söyleyebileceğini veya psikolojik bir problemin sonu­cunda kendisini Allah'ın elçisi kabul etmiş olabileceğini veya gizli amaçların etkisi altında olabileceğini ima ederler. Fakat müminlerin bu soruya cevapları Hz. Sa­lih'in şahsına olan güvenleriyle ilgili olmaz. Elbette ki Hz. Salih'te Hz. Muhammed gibi veya diğer elçiler gibi toplumunun 'en güvenilir kişisi' idi. Ama o müminler, imanlarının asıl nedeninin Hz. Salih ile kendilerine sunulan ebedî hakikatler olduğunu bildirirler. Böylelikle hem şeytanî sorunun amacına ulaşmasını önlerler ve hem de imanın asıl konusunun ne olduğunu ifade etmiş olurlar. Kendilerine yö­neltilen soruya 'Şüphesiz biz onunla ne gönderilmişse ona iman ediyoruz [85] cevabını verirler. Ayetin bildirdiği bu somut örnekle de anlaşıldı ki, sadece Resu-lüllah'a olan itimatları nedeniyle iman etmiş kimselerin gerçek mümin olabilmele­ri ve örnek Kur'an nesli haline gelebilmeleri için, bireysel itimattan ebedî hakikat itimada  yönlenmeleri  gerekmektedir.  Bu  yönlendirme  süreç  içerisinde,

»an'ın özelliklerini ön plana çıkaran ayetlerle, adım adım gerçekleştirildi. Şu ba avetler, müminlere asıl referanslarının ne olması gerektiğini gösterdi ve öğretti: Şüphe yok ki, Kur'an, hak ile bâtılı ayıran bir sözdür. [86]

Onlar artık bundan (Kur'an'dan) sonra hangi söze inanacaklar.[87]

Doğrusu o (Kur'an), Allah'a karşı sorumluluklarının bilincinde olanlar (takva sahipleri) için bir öğüttür. [88]

Allah'a, Peygamberine ve indirdiğimiz o nura (Kur'an'a) inanın. Allah yaptıkla­rınızdan haberdardır. [89]

Andolsun ki, biz Kur'an'ı öğüt alınsın diye kolaylaştırdık. (Ondan) öğüt aîan yok mu? [90]

Sonuçta, inancın ve hayat tarzının mutlak referansının vahiy olduğu, insanla­ra ve özellikle de örnek Kur'an nesline bildirilmiş oldu. İlk müminlerin imanları Resulüllah'a güvenden vahye güvene yönlendirildi. Elbette ki ikinci aşamada Re-sulüllah'a güven azalmadı; aksine arttı. İlk aşamada bizzat Resulüllah'ın kişisel özellikleri iman kararının nedeniyken, ikinci aşamada vahiy Resulüllah'a yönelik güvenin referansı oldu. Dönüşüm öylesine mükemmel tarzda gerçekleştirildi ki, sonraki yıllarda özellikle de Medine döneminde, Resulüllah'a tarif edilemez bir sevgi ve güven duyan müminler, Resulüllah'ın kendilerine bildirdiği bir şey kar­şısında, Allah'ın olmasını istediği imanın gereğine uygun bir şekilde 'Bu senden mi yoksa Allah'tan mı?' diye sormayı ihmal etmez oldular. Bunu yaparken 'Eğer söy­lediğin şey kişisel kanaat ve tercihinse bunu seninle konuşur, bu konuda kendi görüşlerimizi de söyleriz. Ancak eğer bunu Allak bildiriyorsa bize düşen 'işittik ve itaat et­tik' demektif demiş oluyorlardı. Resulüllah'ın 'benden' dediği durumlarda da gö­rüşlerini bildirmekten çekinmediler. Bedir'de ordunun düzenlenmesine, Uhud'da savaş yerinin belirlenmesine, Hudeybiye'de müşriklerle yapılan anlaşmaya, Resulülîah'm münafıkların reisinin cenaze namazını kılmasına itirazları konuyla ilgili akla gelen Örneklerden sadece bazılarıdır.



[70] Araf sûresi, 7:75

[71] Sözün kelime tercümesi 'Biz önce imam, sonra Kur'an'ı öğrendik ve imanımı^ arttı' (îbn Mâce, Mukaddime, 61; Ibn Teymiyye, Külliyat, IV/45; Hakim, Müstedrek, 1/35; Taberanî, Mecma'uz Zevaid, 1/65; Kettânî, Et-Terâtîbu'l îdâriyye, 111/42, 94) biçimin­dedir. Ancak burada metindeki biçimiyle tercüme edilmiştir. Çünkü ilgili sözde ge­çen 'iman' terimi, özellikle risâletin ilk günlerinde, bugün yaygın olarak kullanılan 'dini' anlamından daha öte bir anlama sahipti. Bu, gerek cahiliye şürindeki ve gerek­se ilk ayetlerdeki kullanımından anlaşılmaktadır. Buna göre 'iman'ın anlamı 'güven­mek', 'tereddütten uzak olmak', 'haber verenin doğruluğu konusunda kuşku duymamak', 'güven ve emniyet İçinde olmak.

[72] Buharı, Bedu'l Vahy 3; Ahmed, Mûsned, Vl/233; İbn İshak, Siyer 178; Zehebî, Tarihü'l İslâm, 11/63; Taberî, Tarihu'r-Rusûl ve'l-Mülûk, 11/205.

[73] İbnü'l Esir, Üsdü'l Gabe, III/313.

[74] Buharı, Bed'ü'l-Vahy, 21, Tefsir, Alâ- Ta'hir 1; Müslim, İman 252; Tirmizî, Menâkıb 13.

[75] Buhar!, Bed'ü'l-Vahy, 21, Tefsir, Alâ- Ta'bir 1; Müslim, İman 252; Tirmizî, Menâhb 13.

[76] Fahreddin Razı, Tefsır-i Kebir, X1V/32O; Hamdı Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, V/254.

[77] Buharı, Bedu'l Vahy 6; Müslim, Cihad 74; Ahmed, Müsned 1/262.

[78] Ebû Davud, Edcb 17; tbn Mâce, Ticaret 63; Ahmed, Mûsned 111/425.

[79] En'am, 6:124

[80] Ahzâb, 33:21

[81] Enbiya, 21:107

[82] Kehf, 18:110

[83] Araf, 7:203

[84] Nemi, 27: 91

[85] Araf, 7:75

[86] Târik, 86:13

[87] Mürselât,77:50

[88] Hakka, 69:48

[89] Teğabün, 64:8

[90] Kamer, 54:17