๑۩۞۩๑ Kitap Dünyası - İlim Dünyası Kütüphanesi ๑۩۞۩๑ => Hz.Muhammedin İslam Daveti => Konuyu başlatan: Ekvan üzerinde 18 Temmuz 2011, 17:50:54



Konu Başlığı: Hudeybiye Anlaşmasının Sonu
Gönderen: Ekvan üzerinde 18 Temmuz 2011, 17:50:54
Hudeybiye Anlaşmasının Sonu


Hudeybiye anlaşması ile, gerek Müslümanlarla ve gerekse Kureyşle anlaşmalı toplu­lukların dokunulmazlıkları taraflarca kabul edilmişti. Buna göre, müttefike yönelik herhangi bir saldırı asıl tarafa yönelik bir saldln kabul edilecekti. Anlaşma, iki taraf­tan birisiyle müttefik olanları karşı tarafın zarar ve saldırılarından korunmalarına imkân sağlıyordu. Güvenliklerini ittifaklarla sağlayabilen kabileler için önemli bir imkân sağlanmış oluyordu. Bu nedenledir ki anlaşma metninin yazıldığı sırada, Hu-deybiye'de bulunan Huzâaların temsilcileri Müslümanların müttefiki olduklarım, Bekir oğullarının temsilcileri ise Kureyş'in müttefiki olduklarını ilan etmişlerdi. İki­si de aynı tarafın müttefiki olmamışlardı, çünkü iki kabile arasında birkaç kuşak ön­cesine uzanan bir kan davası vardı. Diğer Arap kabilelerinin Hudeybiye anlaşması nedeniyle taraflardan herhangi birisinin müttefiki olma konusunda çekimser kalma­larına karşılık, bu iki kabile mensuplarının Müslümanları veya Kureyş'i müttefik edinmelerindeki acelelerinin nedeni, birbirlerinin şerrinden emin olmak ve güçleri­ni müttefikleri ile artırmak arzusundan başka bir şey değildi.

Kureyş'in müttefiki olan Bekir oğulları, Müslümanlarla müttefik olan Huzâala-ra karşı derin bir düşmanlığa sahiptiler. İçlerindeki düşmanlığın kışkırtan güçlü sesini kesemiyorlardı. Huzâalara bir şekilde saldırmak ve önceden öldürülmüş adamlarının intikamını almak arzusunu yok edemiyorlar di. Hudeybiye anlaşma­sına rağmen sıklıkla Kureyş liderleriyle görüşüp, Huzâalara yönelik gizli bir eylem için fırsat kollamaya ve bu konuda Kureyş'in desteğini almaya çalışıyorlardı. Eğer nrsatmı bulabilirlerse istedikleri gibi davranmaya hazırdılar. Hudeybiye anlaşmasının gerektirdiği şartları engel olarak görmüyorlardı. Onlar için, kendi güvenlik­lerini garantiye alan ve karşı tarafı bağlayan bir anlaşma uyulmaya değer bir an­laşma sayılırdı. Kendilerini kısıtlayan hiçbir anlaşmaya içten gelerek uymak iste­mezlerdi. Esasen Kureyş'in durumu da bundan farklı değildi. Onlar da Müslü­manları yok etmek konusunda güçlü istek ve arzulara sahiptiler ve anlaşmayı bir engel olarak görmüyorlardı. Ama buna rağmen düşmanca bir girişimde de bulu-namıyorlardı, çünkü Müslümanlarla ilgili olarak savaş alanlarında yaşadıkları tec­rübeler düşmanca girişimlerinin aleyhlerine olacağını gösteriyordu. Ancak Bekir oğullan boş durmadılar. Kureyş'in genç liderlerim etkilemek için her fırsatı değer­lendirdiler. Kureyş'in liderlerini Huzâalılara karşı girişecekleri bir hareketin des­tekçisi olmak için kışkırttılar. Sonunda arzularına kavuştular. Kureyş'in genç li­derleri kimlikleri gizli kalmak şartıyla Bekir oğullarını destekleyeceklerini, Huzâ-alardan intikam almalarına yardımcı olacaklarını bildirdiler. Kureyş'in liderleri, böylelikle, dolaylı da olsa Müslümanlara bir zarar vermiş, içerindeki kinlerini az da olsa dindirme fırsatı bulmuş olacaklardı.

Bekir oğulları Kureyş'in genç liderlerinin desteğini alınca Huzâalara yönelik bir harekât için fırsat kollamaya başladılar. Aradıkları fırsatı bulunca da hemen harekete geçtiler. Bekir oğullarına mensup Enes b. Züneym'in islâm'ı ve Hz. Peygamber'i hicveden şiirler söylediği bir gün, Huzâah bir genç işittiklerine dayana­mayıp Enes b. Züneym'e saldırdı. Müşrik şairin kafasına vurarak yaralanmasına neden oldu. Bu, çoktandır Huzalara saldırmak için fırsat kollayan Bekir oğulları için iyi bir fırsattı. Arafat dağı civarındaki Vetir ismiyle bilinen bir su kuyusu, ba­şında toplanmış bulunan bazı Huzâalara gece baskını düzenlediler. Kureyş'in genç liderleri mütecavizce gerçekleşen bu baskına silah ve adam yardımında bulunarak destek verdiler. Ancak baskın düşünüldüğü gibi sonuçlanmadı. Huzâalar çabucak toplanıp, saldırıya karşı direndiler. Huzâalar bir yandan kendilerine saldıranlara karşı mücadele ederlerken, bir yandan da Harem'in sınırına girmeye çalışıyorlar­dı. Amaçları, kan dökmenin haram olduğu Harem bölgesine girerek canlarını kur­tarmaktı. Hiçbir Arap'm haram bölgede kan dökmeyeceğini biliyorlardı. Huzâalar, sadece bir kişinin ölümüyle sonuçlanan direnişi takiben Harem'e girmeyi başardı­lar ve Bekir oğullarının lideri Nevfel b. Muaviye'ye hitaben 'Ey Nevfel! Biz Harem'e girdik, ilâhından sahn! ilâhından kork! Artık kılıçlarınızı bizden uzak tutun' diye seslendiler. Fakat Nevfel'den hiç ummadıkları bir cevap aldılar: 'Bugün bizim için ilâh falan yok. Ey Bekir oğullan intikamınızı alın! Sizler hacıları dahi Harem bölge­sinde soymaktan çekinmezken, şimdi bu adamları öldürmekten mi çekineceksiniz. Haydi intikamınızı almaktan geri durmayın: Böylelikle bir kez daha anlaşıldı ki müşrikler için değişmeyen tek ölçü menfaatleriydi; uğrunda can almaktan veya vermekten çekinmedikleri putları ve dinleri, aslında menfaatlerinin teminatı ol­duğu sürece bir değer ifade ediyordu.

Gecenin karanlığında gerçekleşen katliam Mekke liderlerini sevindirdi. Fakat sabah olunca, konuyu biraz soğukkanlı bir şekilde düşününce, hata yaptıklarını fark ettiler ve gerçekleşenlerden dolayı pişmanlık duymaya başladılar. Çok tehli­keli sonuçlara neden olacak bir işe giriştiklerini anladılar. Katliam nedeniyle Hu­deybiye anlaşmasını ihlâl ettiklerini ve bunun, Müslümanlara anlaşmayı iptal et­me hakkı tanıyacağını fark etmekte zorlanmadılar. Anlaşmanın iptali kendileri İçin hiç istenmeyecek bir durumdu. Anlaşmanın imzalanmasından bu yana geçen iki sene içinde her şey aleyhlerine dönmüş ve son umutlarını ve her yönden sar­sılan güvenliklerini ancak Hudeybiye anlaşması ile sağlayabilir duruma gelmişler­di. Anlaşmayı ihlâl ettikleri anlaşılacak olursa, Müslümanların Mekke'yi işgal ede­ceklerini biliyorlardı. Bekir oğullarına destek vermekle Mekke'nin Müslümanlar tarafından işgaline bizzat kendi elleriyle meşruiyet sağlamışlardı. Kureyş'in genç liderleri, o ana kadar gerçekleşenlerden haberdar olmayan Ebû Süfyan'a giderek durumu anlattılar. Ebû Süfyan duydukları karşısında şaşkına döndü. Hudeybiye anlaşmasının bozulduğunu, Müslümanların Mekke'yi istilâ etmelerine meşruiyet sağlandığını söyledi. Mekke'nin genç liderlerini yaptıkları nedeniyle suçlayıp, azarladı.- Ancak artık olan olmuştu. Durumun aleyhlerine dönmesini önleyecek ne gibi girişimlerde bulunabileceklerini düşünmeye başladılar.

Kureyş liderleri olayın aslının Resulüllah tarafından duyulması durumunda gerçekleşecek muhtemel gelişmeleri aralarında görüşüp tartıştılar. En kuvvetli ih­timal olarak, Resulüllah'm anlaşmayı devam ettirmek isteyeceğini, ancak kendile­rinden ölenlerin diyetlerini de isteyeceğini düşündüler. Ölenlerin diyetleri çok tu­tuyordu. Ne kendilerinin, ne de yoksul Bekir oğullarının bu diyeti ödemeleri mümkün değildi. Bu kuvvetli ihtimale karşılık, ikinci ihtimal olarak Resulüllah'm kendilerinden Bekir oğulları ile olan ittifaklarını bozmalarını isteyip Bekir oğulla­rını cezalandırmaya kalkışabileceğini düşündüler. Kureyş buna razı olamazdı. Bu durumda hem müttefiklerini koruyamadıkları için Araplar arasında itibarlarını kaybederler, hem de Mekke dininin en önemli savunucularını kaybetmiş olurlar­dı, tik ikisine göre daha zayıf bir ihtimal olmakla birlikte, üçüncü ihtimal olarak da Resulüllah anlaşmanın ihlâl edildiğini düşünüp, Mekke'ye yönelik bir harekâ­ta girişebilirdi. Bu durumda savaşmaktan başka çareleri yoktu. Bu ise hiçbir şekil­de istemedikleri bir şeydi. Konuşmalar sırasında üçüncü ihtimali zayıflatmak için katliamdan haberdar olmadıklarını, kendilerinin bu olayların dışında kaldıklarını iddia etmeye karar verdiler. Ayrıca Ebû Süfyan'm Medine'ye giderek durumu kurtarmaya çalışmasının, anlaşmanın devamı için görüşmeler yapmasının iyi olacağı­na karar verdiler.

Huzâaların acıları büyüktü. Vakit kaybetmeden mağduru oldukları katliamı bildirmek ve desteğini istemek için bir heyeti Medine'ye, Resulüllah ile görüşme­ye gönderdiler. Huzâa heyeti, yaşadıklarını olduğu gibi Resulüllah'a anlatıp, ken­dilerine saldıranların Bekir oğullan olduğunu bildirdiler. Onlar, Kureyş liderleri­nin söz konusu katliama destek verdiklerini bilmiyorlardı. Bu nedenle sadece Ku-reyş'i saldırıya engel olmamakla suçladılar. Resulüllah mağdurlar nedeniyle üzül­dü, ama gerçekleşen tecavüz nedeniyle de öfkelendi. Huzâalara yardım edeceğini bildirdi. Üzüntü ve sıkıntısı had safhadaydı. Evine giderek duş almak istedi. Re-sulüllah'm o anki durumuna tanık olan Hz. Aişe diyor ki; 'Allah Resulünü hiç o ka­dar öfkeli görmemiştim. Duş alırken sürekli 'Eğer Ka'b oğullarına yardım etmezsem, yardım edilen olmayayım' diyordu'.

Öte yanda üzüntülü ve öfkeli olan birisi daha vardı. O, evine sığman dostları­nı koruyamamış bulunan Büdeyl b. Verka idi. Büdeyl, evinde gerçekleşen katli­ama engel olamadığı için üzgün, Kureyş'in liderleri olan arkadaşlarının bu katli­ama destek vermeleri ve kendi onurunu ayaklar altına almaları nedeniyle de öfke­liydi. Harem'de kan dökmek büyük bir suçtu, bir eve sığınmış olanlara saldırarak evin sahibinin onurunu çiğnemek ise bir başka suçtu. Bütün bunlar köklü bir ge­leneğin çiğnenmesinden başka bir şey değildi. Büdeyl, bütün bu haksızlıklara kat­lanamadı ve gizlice Medine'ye gitti. Medine'ye gidince de kendisinin bildiği ve ta­nık olduğu herşeyi Resulüllah'a anlattı.

Ebû Süfyan, Medine'ye giderken bir mola yerinde Medine'den dönmekte olan Büdeyl ile karşılaştı. Büdeyl'in Medine'den geldiğini anlayınca gizledikleri şeyle­rin Büdeyl tarafından açığa çıkarılmış olmasından kuşkulandı. Bu nedenle olayın gizli tutmayı kararlaştırdıkları kısmını Resulüllah'a bildirmiş olabileceğini düşü­nerek Büdeyl'in ağzını aradı, fakat istediği türden bir bilgi elde edemedi. Bu sefer sorusunu açıkça sordu. Büdeyl, Kureyş'in sırrını Resulüllah'a bildirmediğini söy­ledi. Hatta Medine'ye gitmediğini söyledi. Ebû Süfyan, Büdeyl yanından uzakla­şınca Büdeyl'in devesinin pisliğini inceledi. Hayvan Medine hurması yemişti. Bu, Medine'ye gitmediğini söylerken Büdeyl'in yalan söylediğini gösteren önemli bir delildi. Bu yalansa diğeri de yalandı. Demek ki Büdeyl her şeyi Resulüllah'a anlat­mıştı. Ebû Süfyan korktu; işlerin iyice karıştığını ve durumlarının gittikçe zorlaş­tığını düşündü.

Ebû Süfyan ne yapacağını bilememenin sıkıntısı içerisinde Medine'ye girdi. Doğruca on yılı aşkın süredir görmediği kızı Ümm-ü Habibe'nin odasına gitti. Kı­zı kendisini soğuk karşıladı; umduğu sıcaklığı bulamadı. Bir ara oturmak istedi. Odada üzerine oturulabilecek tek şey yerdeki yataktı. Yatağın üzerine oturacağı sırada kızının hiç beklemediği bir tepkisiyle karşılaştı. Resulüllah'ın eşi olan Ümm-ü Habibe, babasının oturmasına engel olup, yatağı topladı. Ebû Süfyan şaş­kınlık içinde 'Kızım! Yatağı mı benden, beni mi yataktan esirgedin. Niçin böyle dav­randığını anlayamadım' dedi. Ümm-ü Habibe düşüncesini hiç çekinmeden söyle­di; 'Yatağı senden esirgedim. Bu Resulüllah'ın yatağıdır ve O'nun yatağına senin gibi pis bir müşrik oturamaz'- Ebû Süfyan şaşırdı; 'Vallahi sana bir kötülük dokunmuş, değişmişsin' dedi. Sonra üzgün'bir şekilde odadan çıkmak için kapıya yöneldi. Kı­zının arkasından söylediklerini duydu, ama bir şey demedi. Ebû Süfyan odadan ayrılırken, kızı Ümm-ü Habibe arkasından şunları söylüyordu: 'Hayır/ Bana bir kötülük dokunmadı. Allah beni İslâm'la şereflendirdi. Umarım Kureyş'in akıllı ve yaş­lı lideri olan sen de islâm'dan uzak kalmazsın.

Ebû Süfyan mescide giderek Resulüllah'ı buldu. Konuşmasına, kızı Ümm-ü Habibe başta olmak üzere Medine'de kimseyi misafirperver bulmadığını, herkesin Araplıktan uzaklaştığını, geleneğe saygı kalmadığını dile getiren sitem dolu söz­lerle başladı. Amacı kendisini üstün tutacak psikolojik bir ortam hazırlamaktı. Bu arada kızının yaptıklarım olduğu gibi anlattı. Resulüllah işittikleri karşısında memnun olmuştu; gülerek 'Demek öyle' dedi. Ebû Süfyan konuşmasını uzatmadan sözü asıl konuya getirdi. Hudeybiye anlaşmasını yenilemek arzusunda olduğunu söyledi. Bunun gerekçesi olarak da, Resulüllah'ın gerçekleşenlerden habersiz ola­bileceği kanaatiyle, Hudeybiye'de kendisinin bulunamadığını, Kureyş'in lideri ola­rak kendisinin böyle bir anlaşmanın gerçekleşmesinde bulunmayı istediğini ifade etti. Resulüllah sadece dinliyor, hiçbir şey demiyordu. Ebû Süfyan konuşurken, bir yandan da Resulüllah'ı gözlüyordu. O'nun düşüncesini anlamaya çalışıyordu. Fakat olumlu veya olumsuz bir karşılık alamayınca 'Ey Muhammedi Biz seninfe yaptığımız anlaşmaya uyuyoruz. Bu konuda son derece titiz ve kararlıyız' dedi. Her şeyden habersiz görünen Resulüllah 'Yoksa siz anlaşmayı bozdunuz mu? Anlaşma­yı bozacak bir şey mi oldu?' dedi. Ebû Süfyan samimi bir görünüm sergileyerek 'Al­lah korusun! Öyle bir şey olur mu? Biz sözümüzün üzerinde duruyor ve anlaşmanın şartlarına titizlikle uyuyoruz. Biz bu anlaşmaya muhalif bir iş ne yaparız, ne de bu anlaşmayı değiştirmeye kalkarız' dedi. Resulüllah da 'Biz de Hudeybiye'de yaptığı­mız anlaşmaya uyuyoruz ve ona aykırı bir iş yapmadık' dedi. Ebû Süfyan tekrar 'O halde anlaşmayı yenileyip, süresini uzatalım' teklifinde bulundu. Resulüllah bunu anlamsız bulduğunu ima edecek şekilde sessiz kaldı. Ebû Süfyan, yapacağı bir şey olmadığına karar verip mescitten ayrıldı.

Ebû Süfyan, Resulüllah'la görüşmesinden isteği sonucu alamayınca aracı olma­sını istemek için Ebû Bekir'in yanma gitti. Ebû Bekir böylesi bir şeyi yapamayaca­ğını bildirdi. Ebfı Süfyan, Ömer'in yanına gidip ondan yardım istedi. Ömer de böylesi bir girişimde bulunamayacağını, Ebû Bekir'e göre daha sert bir üslûpla ifa­de etti: 'Senin için ResuîüI/ah'Ia görüşeceğim ha! Vallahi böyle bir şey yapmam ve bir karınca için bile olsa size karşı savaşırsa ben de onun yanında size karşı savaşırım.

Ebû Süfyan, Ali'nin yanına gitti. Ali'yi eşi Fâtıma ve henüz küçük bir çocuk olan Hasanla bir arada otururken buldu. Ricasını Ali'ye bildirdi. Ali, Ebû Süfyan'm ri­casını kabul etmedi. Ebû Süfyan son bir umutla Fâtıma'ya yöneldi. Onun yardımı­nı istedi. Eğer kendisine yardımcı olur ve anlaşmayı yeniletirse bütün Araplar ara­sında şerefle anılmayı hak edecek bir iş yapmış olacağını söyledi. Fakat istediği yardımı alamadı. Artık çaresiz bir haldeydi. Son bir umutla Ali'ye 'Bana ne tavsiye edersin? Ne yapayım?' diye sordu. Ali, 'Resulüllah'ın yanına gir ve iki tarafı uzlaş­tırma işini üzerine aldığını söyle, sonra da git' dedi. Ebû Süfyan merakla sordu; 'Bu bana bir fayda sağlar mı'. Ali'nin cevabı 'Sanmam bunun sana bir faydası olsun. An­cak yapacağın başka bir şey de yok' oldu. Ebû Süfyan, Ali'nin tavsiyesi üzerine mes­cide gitti ve Müslümanlardan bir grupla birlikte oturan Resulüllah'ın önünde, her iki topluluk arasında uzlaşmacı olduğunu, anlaşmayı yenilediğini söyleyip mescit­ten çıktı. Doğruca Mekke'ye gitti.

Ebû Süfyan, Mekke'ye dönünce merakla kendisinin getireceği haberi bekleyen Kureyş liderlerine olup-biteni anlattı. Kureyş'in genç liderleri şaşırdılar. Ebû Süf-yan'a çıkışmaktan kendilerini alamadılar: Yazıklar olsun sanal Vallahi Ali seninle alay etmiş. Şimdi öyle bir durumdayız ki anlaşma devam ediyor mu, etmiyor mu bil­miyoruz. Bu nasıl iştir! Senin kendi kendine yaptığın anlaşma Muhammed'i bağla­maz. Anlaşmayı istediği zaman istediği şekilde bozar. Şimdi ne yapacağız; bize savaş haberi getirmedin ki hazırlık yapalım. Bize barış haberi getirmedin ki emniyet içinde oturalım?'