๑۩۞۩๑ Kitap Dünyası - İlim Dünyası Kütüphanesi ๑۩۞۩๑ => Hz.Muhammedin İslam Daveti => Konuyu başlatan: Ekvan üzerinde 01 Ağustos 2011, 11:51:13



Konu Başlığı: Hikmete Dayanan Bir Davet
Gönderen: Ekvan üzerinde 01 Ağustos 2011, 11:51:13
Hikmete Dayanan Bir Davet


Hikmet, yirmi farklı ayette geçen ve kullanılış yerine, gayesine göre kısmen fark­lı anlamlara gelebilen, Kur'an'm önemli ve davet sürecinin işlerlikli bir terimidir. Geniş bir anlam yelpazesine sahip olan [185] hikmetin sahip olduğu bütün anlamları iki noktada toplamak mümkündür:

1- Bir şeyi yerli yerine koymak,

2- İnançta, sözde ve yaşantıda olması gereken bütünlüğü gerçekleştirmek. Ancak dikkat edilirse bu iki anlamın da birbiriyle büyük oranda örtüştüğü, örtüşebilecekleri anlaşılmaktadır. Zaten bir şeyi yerli yerine koymadan inançta, söz­de ve yaşantıda olması gereken bütünlüğü gerçekleştirmek mümkün değildir. Bu itibarla hikmetin en temel anlamının 'bir şeyi yerli yerine koymak'1 olduğu söylene­bilir. Bu ise söz, düşünce, inanç, iş, davranış, tavır ve tutum gibi insanî her alan­da olabilir. Fakat burada şöyle bir ayrım noktası vardır. En azından Kur'an buna dikkat çekmiş ve hikmetin ayrılmaz özelliği olarak bunu ifade etmiştir: Hikmetin ifade ettiği 'bir şeyi yerli yerine koymak' özelliği kişilere, toplumlara ve zamana gö­re değişebilen göreceli (izafî) bir özellik değil, mutlak anlamda doğru ve dolayısıyla değişmeyen bir özelliktir. Eğer 'bir şeyi yerli yerine koymak'la kastedilen, in­sanların kendiliklerinden oluşturdukları ve gerek toplumlara ve gerekse zamana göre sürekli değişen esaslar olsaydı, insanların hiçbir zaman mutlak anlamda doğ­ruya ulaşamayacakları muhakkaktı. Bu nedenle lütfü sonsuz olan Allah, Resulleri ile insanlar için 'bir şeyi yerli yerine koymanın' şartlarını bildirmiş ve bunlara göre inanılmasını ve yaşanmasını istemiştir. Emredilen bu şeyler daha mükemmeli ola­mayacak kadar mutlak hakikatle uyumlu ve mutlak anlamda yerli yerindedir, iş­te bu hikmettir, Kur'an'dır, islâm'dır, hidayettir, esenliktir...

Konunun İslâm davetini ilgilendiren tarafına gelince, Allah, hikmeti emretmek suretiyle, öncelikie Resulüne ve O'nun şahsında bütün müminlere, diğer insanla­rı İslâm'a davet ederken hakka uygun, dikkatli, titiz, sebep-sonuç ilişkisini göz önünde bulunduran, amaçlanan faydayı gözeten, ortamın gereklerini dikkate alan bir tavır ve tutum içerisinde bulunulması gerektiğini bildirdi. Böylelikle muhata­bın, içinde bulunulan şartların ve zamanın özelliklerim göz önünde bulunduran, akleden, akletmeyi sağlamayı gözeten, düşünen ve düşündüren, duyguların esiri olmaktan kaçman fakat duygulara da hitap eden, doğruyu hiçbir şekilde gizleme­yen ve değiştirmeyen bir islâm davetinin gerçekleşmesi gerektiğini ifade etti. Bu yapılırken ne aceleci olunacak, ne de çok ağır ve ihmalkâr davranılacaktı. Söz ve davranışlar, tutum ve tavırlar, soru ve cevaplar, ilgi ve tepkiler, sevgi ve nefretler... hepsi yerli yerinde olmalıydı. Eğer böyle yapılmaz ise davetin başarılı olacağını söylemek güçtü, hatta imkânsızdı. Şu hadisler ise, vahiyle öğretilip eğitilen Resu-lüllah'm ulaştığı hikmet düzeyinin gereğine uygun açıklamalardan bazılarıdır:

insanların idrak seviyelerine göre konuşmakla emrolundum.[186]

İnsanlara durumlarına göre hitap edin. [187]

Kolaylaştırın zorlaştırmaym, müjdeleyin nefret ettirmeyin. [188]

Bir şeyi doğru tarzda sunmak davet açısından çok önemlidir. Bir şeyi doğru tarzda sunmak o kadar önemlidir ki, 'yanlış' şeyler doğru bir tarzda sunuldukları için insanlar tarafından kabul görebilmekte, fakat buna karşılık doğru tarzda su­nulmayan 'doğru'lar ise kolaylıkla reddedilmektedir. Küfrün ve şirkin yaygınlık sebeplerinden birisi de budur. O halde hiçbir mümin 'Benim dinim doğru, diğerle­ri ise yanlıştır. Bu nedenle islâm'ı insanlara istediğim gibi sunarım, kabul ederlerse etsinler, eğer reddederlerse kendilerinin bileceği iş' deme hakkına sahip değildir. 'Hakkı ayakta tutan şahitler olma [189] sorumluluğu bu anlayışı reddetmektedir, in­sanlara hakkı sunmak, onları her türlü batıl şeyden uzaklaştırmak belirli ve doğ­ru yöntemlerle yapılmalıdır. Bunun en temel şartı ise, her şeyi yerli yerinde söylemek ve yapmaktır. Bu nedenle Resulüllah, müminleri muhtemel yanlışlıklardan sürekli sakındırmış, davetin bu önemli özelliğine dikkat çekmiştir. Örneğin, 'Bir kavme, akıllarının almayacağı şeylerden bahsetmek doğru değildir. Eğer böyle yapar­sanız bazıları için fitneye sebep olursunuz [190] demiştir.

Davetin olmazsa-olmaz şartlarından 'hikmet'in emredilmesiyle anlaşıldı ki, is­lâm daveti hiçbir zaman tekdüze, sadece biçimi dikkate alan, olay ve şartların ar­ka planlarım, sebep sonuç ilişkilerini göz önünde bulundurmayan bir anlayışla gerçekleştirilmemelidir. Kişilerin idrak durumları, düşünme kabiliyetleri, beceri­leri, işleri, problemleri, içinde bulundukları şartlar ve diğer Özellikler sürekli göz önünde bulundurulmalı ve İslâm bütün bunların dahilinde yanlış, eksik anlama­lardan uzak bir şekilde sunulmalıdır. Yoksa yapılan çalışmaların, sahip olunan gayretlerin bir yararı olmayacaktır. Ayrıca, hikmetin baskın ikinci anlamı gereği, bir işin gerçek anlamda hikmetli olabilmesi için, inançta, sözde ve yaşantıda açı­ğa çıkan bir bütünlüğe sahip olunması gereklidir, inancın, sözün ve yaşantının uyumsuz veya birbirlerinden farklı olduğu yerde hikmetten bahsedilemez.[191] Zaten üçü arasında bütünlük olmadan, hikmetin birinci özelliği olan 'bir şeyi yerli yeri­ne koymak'tan da bahsetmek mümkün değildir. Mümin, insanları kabule davet et­tiği şeyi önce kendi kabul eden ve yine yaşanmaya davet ettiği şeyi önce kendisi yaşayan kişi olmak zorundadır. Önemli olan da yaşamaktır. Yaşamak, doğru oldu­ğu belirtilen şeyin doğruluğunun en önemli delili, davetteki samimiyetin en belir­gin işareti ve başkalarının iyiliğini düşünmenin en açık göstergesidir. Eğer Müs­lüman, insanları davet ettiği şeye kendisi sahip değilse, yaşantısında göstermiyor­sa, davet edilenlerin bu davete olumlu cevap vermesini beklemek boşuna bir bek­lentiden ibaret olur. Bu aşamada Hz. Şuayb kıssası ile Resulüllah'a yapılan dolaylı bir hatırlatma son derece önemlidir. Hz. Şuayb 'Ey kavmim! Yalnızca Allah'a kul­luk edin, sizin O'ndan başka gerçek ilâhınız yok! Rabbinizden apaçık bir duyurugd-di size. Öyleyse bütün işlerinizde ölçüyü, tartıyı tam olarak gözetin. İnsanların eşya­sında haksızlık edip, onları mahrum etmeyin. Yeryüzünde düzen sağlanmışken, boz­gunculuk etmeyin. Eğer inanıyorsanız, bütün bunlar sizin iyiliğiniz içindir. Mlah'a iman edenleri tehdit ederek ve Allah'ın yolundan alıkoyarak ve onu eğri göstermeye çalışarak doğruya götüren her yolun kıyısında pusuya yatmayın. Düşünün ki, vahiy-. iz siz pek az idiniz de Allah sizi çoğalttı ve bakın ki, bozgunculuk çıkaranların sonu nasıl oldu [192] diyerek kavmini islâm'a davet edince, kavminin sert tep­kisiyle karşılaştı. Kavminin ileri gelenleri işittikleri şeyler gelenekleriyle çatıştığı, inanç ve hayat tarzlarım değiştirmeye aday olduğu için öfkeyle ağır sözler söyle­yip, tehdit ettiler;: 'Ey Şuayb! Seni ve seninle beraber inananları memleketimizden kesinlikle çıkaracağız veya dinimize döneceksiniz [193] 'Ey Şuayb! Söyledik­lerinin çoğunu anlamıyoruz ve içimizde seni cidden zayıf (âciz) görüyoruz1. Eğer ka­bilen olmasa, seni mutlaka taşlayarak öldürürüz. Sen bizden üstün değilsin.[194] Bu tehditlerin amacı, Şuayb'ı kendi inanç ve hayat tarzlarına çekmekti. İs­tiyorlardı ki, Şuayb'da kendileriyle birlikte olsun, kendilerinin kanaat, düşünce ve hayat tarzını paylaşsın. Bunu ise tehditlerinin arkasından yumuşak bir ifadeyle di­le getirdiler: 'Oysa sen yumuşak huylu ve çok akıllısın!.[195] Ancak bu teh­dit ve tekliflerin amacını kavramakta zorlanmayan Hz. Şuayb yapabileceği veya yapamayacağı şeyi açıkça ifade etti: durunu hiçbir gerekçeyle gizlemedi, gerçeği olduğundan farklı göstermeye çalışmadı: 'Doğrusu Allah bizi ondan kurtardıktan sonra tekrar sizin dininize dönersek Allah'a karşı yalan uydurmuş oluruz [196] Ben sizi men ettiğim şeyleri kendim yaparak size (bildirdiklerime) aykırı davranmak istemiyorum. Sadece gücümün yettiğince sizi düzeltmek istiyorum. Başarım ancak Al­lah'ın yardımı iledir. Yalnız O'na dayandım ve yalnız O'na yönelirim. Ben sadece gü­cümün yettiği kadar ıslah etmek istiyorum.[197]

O halde hikmetli bir davet, bizzat daveti yapanın davet ettiği şeyleri pratiğe ak­tarması, kendi uygulamasında göstermesiyle mümkün olabilir. Bu nedenledir ki 'Hikmet, hakkı bilmek, onu söylemek ve onunla amel etmek [198] olarak da tanımlanmış­tır. Hikmet'e ağırlıklı olarak verilen bu anlam ise, kuşku yok ki ayetlerde üstlen­diği fonksiyondan kaynaklanmaktadır. Çünkü hikmet terimi hemen her zaman, emir ve yasakları konu edinen ayetleri takiben geçmiş ve bu emir ve yasakların ilâ­hî hikmetin eseri olarak gönderilmiş olduğuna işaret edilmiştir.[199]

Davet yönteminin ikinci şartı olan 'öğüt'e gelince; öğüt de, aynen hikmette oldu-0u üzere, Kur'an'da sıklıkla geçen önemli kavramlardan birisidir. Kur'an terminolojisinde ayrıcalıklı bir yere sahip olduğu, çok sayıdaki ayette geçmesinden ve da­ha da önemlisi bizzat Kur'an'm ismi olmasından anlaşılmaktadır.[200]

Kur'an öğüttür,[201] Resulüllah'rn görevi de öğüttür. [202] Resulüllah'm veya bir başka Müslümanm, hiç kimseyi zorlamaya, zorla Müslüman yapmaya hakkı ve yetkisi yoktur. Yapılması gereken güzel bir öğütle mutlak doğruları sunan ilâhî bilgiyi aktarmak ve ondan sonra insanları akılları ve vicdanlarıyla baş başa bırak­maktır.

'Öeüt'ün nasıl güzel olacağını tespit edebilmek için hikmetin anlamını tekrar dikkate almak gerekiyor. 'İlim', 'hilnC ve 'teenni' hikmetin özelliklerindendir. Buna göre, bir söz veya davranışın hikmetli olabilmesi için ilme, fakat gerçek ilme yani mutlak ilim olan vahye dayanıyor olması gerekir. Sadece ilim ise çok fazla bir şey ifade etmez. Önemli olan onu pratiği de aktarmaktır. Pratiğe aktarmak ise, mut­lak hakikatin muhalifi olan bütün iç ve dış güçlere karşı sabretmeyi gerektirir. Sabrın acelecilikle bağdaşmayacağı, ancak ağırbaşlılıkla birlikte olabileceği ise unutulmamalıdır. Mutlak ilme sabır ve ağırbaşlılıkla sahip olmak ve gereklerini yerine getirmek ise hunidir. Hiîmİn karşıtı taşkınlık olup, bir Müslümanm her za­man uzak olması gereken bir özelliktir. Ve elbette ki bütün bunların gerçekleşme­si için ne gibi tedbir (teenni) gerekiyorsa muhakkak alınmalıdır. Tedbir, davetin neden olabileceği muhtemel tepkilere karşı alınabileceği gibi; davetin daha iyi ger­çekleşmesi için gayret sarf etme biçiminde de olabilir. Bütün bunlar ise cehalet, taşkınlık ve acelecilikten uzak olmayı gerektirmektedir. Çünkü ilim, hilm ve te­enni bunlara zıttır. 'Güzel öğüf ise bütün bu özellikleri kendisinde bulunduran öğüttür. 'Güzel Öğüt' ilmi ifade eder, hilmin gerektirdiği sabır ve ağırbaşlılığa sa­hip olmayı gerektirir, arzulanan sonucun gerçekleşmesi için her türlü tedbirin alınmasını zorunlu kılar. Bu özelliklerin ayrıntıları ise şu şekilde oluşur: Bir öğü­tün güzel olması ifade olarak hoşa gider nitelikte olmasıyla doğrudan ilgilidir. Te­enninin gerektirdiği bu özellik nedeniyle kalplere hitap edip, kalpleri kuşatma özelliğine sahip olur. Davetlerine 'güzel öğüt' niteliği kazandırmak zorunda olan davelçiler, yumuşak ve güzel bir tarzda hitap etmeli, muhatabın kalbi davetin mu­hatabı kılınmalı, güzel duygular hiçbir şekilde incitilmemelidir. Kabalık, azarlama, sertlik, zorlama gerek ilimle, gerek hilmle ve gerekse teenniyle çatışan, dola­yısıyla "güzel öğüt'e ters düşen durumlardır. Hakkın davetçisi, davetine hiçbir şe­kilde bu olumsuz özellikleri yaklaştırmamalıdtr. Kötü niyet sonucu olmayan ve bilgisizlikten kaynaklanan hatalar yüze vurulmamak, bu hatalar gerektiği şekilde belirtilip, hatırlatılmalı ve sona ermesi sağlanmaya çalışılmalıdır. Fakat bunlar ya­pılırken, muhatap alman kimse kesinlikle incitilmemelidir. Akla hitap ederek ha­tanın nasıl bir hata olduğu vurgulanırken, kalbe hitap ederek de o hatadan uzak­laşmanın şartları hazırlanmalıdır. Ayrıca kötü şeyleri, yanlışlıkları, olmaması ge­rekenleri belirtmek muhataba sıkıntı verebilir. Bunları doğrudan ifade edip, mu­hatabın yüzüne vurmak yerine; güzel, olması gereken, iyi ve doğru olan şeyler ifa­de edilerek muhatabın yanlışlıklarını, onurunu incitmeden, aşağılamadan düşün­mesini sağlamak gerekir. Aynı zamanda muhataba, kendisinin iyiliği, yararı düşü­nüldüğü mesajı da verilmelidir.[203] Bunun şartı ise samimi olmak, yapmacık söz ve tavırlardan, öğünme ifade eden durumlardan tamamıyla kaçınmakla mümkün olabilir. Zaten davetçinin davetinin karşılığını isteyeceği ve bekleyeceği yegâne makam Allah'tır. O halde kendisine davet ulaştırılanlardan hiçbir şekilde menfaat ve karşılık beklentisi olamaz, olmamalıdır. Elbette ki bütün bu önemli ayrıntılar, 'yerli yerinde gerçekleştirilmelidir. Davetçi, davet ettiklerini öncelikle kendi üze­rinde göstermeli, onları uygulamaya aktarmalıdır. Bunlar bir öğütün güzel ve ba­şarılı olmasının zorunlu şartlarıdır. Ve aynı zamanda hikmetin de gerekleridir. Dolayısıyla 'güzel bir öğüt' hikmetle birliktedir. Hikmetten uzak bir öğüt güzel ola­mayacağı gibi, güzel olmayan bir öğüt de hikmetli değildir.



[185] Hiktnet', geçtiği ayetlere göre, 'sefihtik, fesat ve cehaletten men etmek', "söz, davranış ve anlayışta isabetli olmak', 'ilme uygun olmak', 'akıllı olmak', 'doğru, isabetli karar ver­mek', 'ifrat ve tefritten uzak olmak', 'gerçeği kavrama gücü' gibi anlamlara gelmektedir. Hikmetle aynı anlam dairesine dahil olan diğer bazı kavramlar ise şunlardır: Hükm, adalet, basiret, nüha, hıcr, fıkıh, fehm, furkan, kevser, marifet, hayr, tedebbür, şuur, takva, firaset. Şunlar ise bu kavramların karşısında yer alan anlam dairesinin bazı önemli kavramlarım oluşturmaktadırlar: sefeh, zulüm, cehalet, gaflet, zann, lağv, if­rat, bağy, israf, tebzir, buhl, fahşa. Kur'an'da 'hikmet'in karşıtını temsil eden kavram 'se/eh'tir. Sefeh, beyinsizlik, akılsızlık, hafiflik, ahmaklık, cahillik, dangalaklık gibi anlamalara gelen bir terimdir. Sefih kişi, sevinç veya öfke nedeniyle doğru düşüne-meyen ve doğru davranamayan, hâl ve hareketlerinde dengeyi tutturamayan, görüş­lerinde isabetli olamayan, budalaca davranan kişidir.

[186] Buharı, ilim 49.

[187] Ebû Davud, Edeb 22, 23.

[188] Buharı, film, 12; Müslim, Eşbiye 70,71.

[189] Ey insanlar! Allah için Allah için adaletle şahitlik yapın. Bir topluluğa olan.kininiz, sizi adaletten uzaklaştırmasın.' (Maide, 5:8)

[190] Müslim, Mukaddime 5.

[191] Fahreddin Razi'nin, Lokman sûresinin 12. ayetinde geçen hikmet terimi için yaptığı şu açıklama, dikkate alınması gereken önemli bir açıklamadır: 'Biz Lokman'a...hikmet verdik' (Lokman, 31:12) ifadesi, amelin ilme uygunluğundan ibarettir. Binâenaleyh kendisine, amel-ilim uygunluğu nasip edilen kimseye, hikmet verilmiş demektir. Bi­nâenaleyh o hikmeti, kendisine Allah'ın hikmetinin dahil olduğu konularda tarif et­mek istersek, 'Hikmet, amelin (işin, fiilin), maİum olana (yani Allah'ça bilinenlere) uygun olarak gerçekleşmesi, yapılmasıdır' deriz. Bu tarife şu da delâlet etmektedir:

Bir kimse bir şeyi öğrenir, ama onun faydalı ve faydasız yönlerini bilmezse, o kimse­ye hakim [hikmet sahibi] denilmez. Bu kimse olsa olsa, şanslı olmuş olur. Baksana, bir kimse kendisini yüksek bir yerden atsa, bir yere düşüp batsa ve kendisini bir şey olmaksızın, karşısına orada bir hazine çıksa, her ne kadar kendini aşağı atması neti­cesi bir menfaat elde etmiş olması, ölmesi gibi bir neticeden kurtulmuş olsa bile, o bunu baştan hesap etmediği için, ona hakim [hikmet sahibi] denilmez. Oraya kişi­nin kendisini atmasının ölümüne sebep olacağını bile bile oradan atlasa, böylece bir tarafı kırılsa, o, bu hareketi neticesinde olacakları hesap etmiş olmasına rağmen, bu­na da hakim denmez' (Fahreddin Razi, Tefsir-i Kebir XVIII/152).

[192] Araj, 7:85,86

[193] Araf, 7:88

[194] Hûd, 11:91

[195] Hûd, 11:89

[196] Araf,7:89

[197] Hûd, 11:88

[198] Zemahserî, d-Keşşâ/,1/152; Isfehanî,, el-Müjreâât, 127.

[199] Bu konuda en önemli örnek Isra süresindeki bir grup ayettir:

Allah'la beraber başka sahte ilâh tanıma, sonra kınanmış bir halde ve tek başına, yardım­dan mahrum olarak çöker kalırsın. Çünkü Rabbin, kendisinden başkasına kulluk etme­menizi ve anaya-babaya iyilik etmenizi buyurmuştur. Eğer onlardan biri veya her ikisi senin yanında ihtiyarlık çağma ererse, onlara 'öf bile deme, azarlama onları ve onlara gü zel ve iyi söz söyle, ikisine karşı da merhametle kol kanat ger, mütevazı ol ve Ta Rabbi! Onlar çocukluğumda beni v.as\\ büyütüp yetiştirdilerse, sen de onlara öylece merhamet etV de. içinizde olanı en iyi Rabbiniz bilmektedir. Eğer düzgün ve temiz kişiler olursanız, şüphe yok ki O, tevbe edip, hakka dönenlerin suçlarım örter. Akrabaya, yoksula, yolda kalmışa hakkını ver ve israfta ileri giderek boş yere, haksız yere malım saçıp savurma. Gerçekten de, malını boş yere saçıp savuranlar, şeytanlarla kardeş olurlar ve şeytan da Rabbine karşı çok büyük nankördür. Eğer elin dar olduğu için, Rabbinden umduğun bir rahmeti bekleyerek, o hak sahiplerinden yüz çevirecek, onlara birşey veremeyecek olur­san, güzel sözler söyle onlara, gönüllerini al. Ve ne elini boynuna bağlayıp cimri ol ve ne de sonuna kadar açıp, varını yoğunu ortaya döküp savurgan ol. Eğer cimri veya savur­gan olursan, kınanan ve yapayalnız bir durumda ve hiçbir şeye gücün yetmez, pişman bir halde çöker kalırsın. Şüphesiz senin Rabbin, rızkı dilediğine bolca verendir ve dile­diğine de ölçülü verendir. Kullarının durumunu, bütün açıklığıyla görerek haberdar olan da O'dur. Öyleyse artık, yoksulluk korkusuyla çocuklarınızı öldürmeyin. Onları da sizi de doyurup rızıklandiran biziz. Şüphe yok ki, onları öldürmek pek büyük bir suç­tur. Ve sakın zinaya da yaklaşmayın; çünkü bu son derece yüz kızartıcı, azgınca bir dav­ranış ve çok kötü bir yoldur. Ve yine sakın haklı bir gerekçeye dayanmaksızın, Allah'ın dokunulmaz kıldığı cana kıymayın. Bu konuda haksız yere öldürülen kimsenin velisine, adil bir karşılıkta bulunma yetkisi tanımışızdır, böylelikle o öldürülenin hakkını arar. Ancak o da öldürmede aşırı gitmesin, katil yerine, katilin akrabalarını veya onunla bir­likte bir başkalarının ölümünü de istemesin. Çünkü o, kendisine bir yetki verilmekle, zaten yardım görmüştür. Yetimin malına, kendisi ergenlik çağına varıncaya kadar, onu değerlendirmek amacı dışında, sakın yaklaşmayın. Verdiğiniz her sözü yerine getirin; çünkü verdiğiniz her sözden, hesap gününde mutlaka sorguya çekileceksiniz. Ve ölçtü­ğünüz zaman ölçüyü tam tutun, tartıyı da doğru terazi ile yapın. Böylesi sizin için iyi, yararlı ve sonuç olarak da güzel olacaktır. Bilmediğin şeyin üstüne durup ısrar etme; çünkü kulak, göz ve kaip hepsi yaptıklarından sorumludur. Kıyamette yaptıklarından sorguya çekilecektir. Yeryüzünde kibirlenerek yürüme; çünkü ne yeri yarabilirsin, ne de boyca dağlara ulaşabilirsin. Bunların hepsi de kötüdür ve Rabbinin katında hoşa gitme­yen şeylerdir, işte tüm bu söylenenler, doğru ile eğrinin ne olduğuna dair Rabbinin sa­na vahyettiği şeylerdir. Öyleyse ey insanoğlu! Allah'la beraber, sakın başka bir ilâh edin­me, yoksa kınanmış ve kovulmuş vaziyette cehenneme atılırsın, (lsra, 17:22-39)

[200] O, bütün alemlere öğüttür. Aranızdan doğru hareket etmek isteyenler için.' (Tekvir,81:27, 28)

Bu Kur'an bir hatırlatmadır. Dileyen onu düşünüp öğüt alır.' (Abese, 80:11, 12)

Hayır (iyi bilsinler ki) o (Kur'an) bir ikazdır. Dileyen onu düşünüp öğüt alır.' (Müdde-sir, 74:54, 55)

O (Kur'an) korunanlar için bir öğüttür.' (Gaşiye, 69:58)

[201] O, bütün alemlere öğüttür. Aranızdan doğru hareket etmek isteyenler için.' (Tekvir, 81:27, 28)

'Bu Kur'an bir hatırlatmadır. Dileyen onu düşünüp öğüt alır.' (Abese, 80:11, 12) 'Hayır (iyi bilsinler ki) o (Kur'an) bir ikazdır. Dileyen onu düşünüp öğüt alır.' (Müd-desir, 74:54, 55)

'O (Kur'an) korunanlar için bir öğüttür.' (Gaşiye, 69:58)

[202] Ey peygamber! Onlara öğüt ver, senin görevin yalnızca öğüt vermektir. Sen onian inanmaya zorlayıp zorla imana getirebilecek değilsin. Artık kim haktan yüz çevirip inkâra saparsa, Allah da onu dünya ve ahirette en büyük azapla azaplandırır. Şüphe yok ki, onların dönüşleri bizedir. Sonra onların hesabını görmekte bize düşer.' (Ga­şiye, 88: 21-26)

[203] Ey peygamber! Onlara öğüt ver, senin görevin yalnızca Öğüt vermektir. Sen onları inanmaya zorlayıp zorla imana getirebilecek değilsin. Artık kim haktan yüz çevirip inkâra saparsa, Allah da onu dünya ve ahirette en büyük azapla azaplandırır. Şüphe yok ki, onların dönüşleri bizedir. Sonra onların hesabım görmekte bize düşer.' (Ga­şiye, 88: 21-26)