๑۩۞۩๑ Kitap Dünyası - İlim Dünyası Kütüphanesi ๑۩۞۩๑ => Hz.Muhammedin İslam Daveti => Konuyu başlatan: Ekvan üzerinde 01 Ağustos 2011, 11:06:22



Konu Başlığı: Davetin Muhaliflerinin Bazı Özellikleri
Gönderen: Ekvan üzerinde 01 Ağustos 2011, 11:06:22
Davetin Muhalifleri ve Bazı Özellikleri


İstihbar: Istikbar, Kur'an'da isim ve fiil haliyle birçok defa geçen, 'kibir' kökün­den türemiş bir terimdir. Kısaca, kişinin kendisini 'büyük görmesi', 'kibirlenmesi, 'böbürlenmesi' anlamlarına gelmektedir. Bu durumdaki kişinin, kendinden başka­sına 'tepeden bakmasını' ifade etmektedir. Istikbarı anlayabilmek için, iblis'in du­rumu önemli bir örnektir. Istikbar, Kur'an'da İblis'in bir vasfı olarak ifade edilmiş­tir. 'Ademe secde edin [288] ilâhî emrine uymayan îblis'in, ilâhî emrin ge­reğini yapmak yerine, 'Beni ateşten, onu çamurdan yarattın. Ben ondan üstünüm [289] diyerek 'böbürlenmesi [290] ile istikbarmm açığa çıktığı ifade edilmiştir. O bu durumuyla da bir yaratık olduğunu ve gerek yaratı­lışının ve gerekse varlığının 'bütün yükselme derecelerinin sahibi olan Allah'ın [291] iradesine bağlı olduğunu unutmuş bir halde, böylesi asılsız ve saçma bir üstünlük iddiasında bulunmuştur. Bu nedenle de ilâhî huzurdan kovulmuştur. Yüce Allah, ona 'Büyüklük taslamak senin haddin değildir. Defol, çünkü sen aşağı­lardansın [292] demiştir. Zira yaratıklardan hiç kimsenin, kendinden baş­kalarına tepeden bakacak bir üstünlüğü söz konusu değildir, iblis de dahil bütün yaratıklar, Allah'a kul olan ve kullukta diğer kullara oranla daha fazla bir ayrıca­lığı olmayan aciz yaratıklardır. Bu nedenledir ki, İblis şu ilâhî ihtarın da muhata­bı olmuştur: 'Ey İblis! ...Büyüklük tasladın. Yoksa sen yücelerden mi oldu(ğunu sa­nıyorsan?.[293]

Kur'an açıkladı ki, yaratılıştaki farklılığından dolayı, kendisinden aşağı gördü­ğü Adem'e yönelik 'secde ef ilâhî emrine itiraz eden iblis'in bu itirazcı tavrı, insan­lardan olan dostlarında da aynı şekilde açığa çıkar, insanlardan bazıları, bir kul ol­duklarını, her halleriyle ve durumlarıyla, tamamıyla Allah'ın iradesine bağlı ol­duklarım dikkate almayarak veya unutarak, sahip oldukları bazı imkânlar ve fark­lılıklar nedeniyle kendilerini tüm insanlar üzerinde, onlardan daha büyük ve yet­kili görürler. Allah'ın mülkünde ve Allah'ın bir mülkü olan kendilerini Allah'tan müstağni görme cüretkârlığını gösterirler. Allah'ın, insanın bireysel ve toplumsal hayatında geçerli olması gereken otoritesini reddetmede bir sakınca görmezler. Böylelikle Firavun, Nemrut ve Dâru'n Nedve üyeleri örneklerinde olduğu gibi, sa­hip oldukları siyasî, ekonomik, askerî güç ve imkânlara dayanarak, insanların inanç ve yaşantılarına müdahale etme hakkına sahip olduklarına inanır ve iddia ederler. Üstelik bu müdahalelerinin en doğal hakları olduğunu, kendilerince ilâ­hî bir gerekçeye de dayandırırlar. Zanlarmca ve bu zanlarma dayanan iddialarınca, eğer kendileri kötü, yanlış yolda bulunan kişiler olsalar böylesi bol ve büyük imkânlara sahip olamayacaklarını; sahip oldukları mevcut imkânların kendileri­nin doğru, iyi yolda olduklarını gösterdiğini ifade ederler. Yine yaygm iddialarına göre, mevcut durumları, kendilerinin ilâhî katta onaylandığını, beğenildiğini gös­termektedir. Üstelik bu kimselerin suçları bununla da kalmamakta, insanların ha­yat tarzlarına müdahale ederken, onların iyiliğini en ufacık şekilde bile olsa- dü­şünmezler. Çoğu zaman gizlemeye çalışsalar da, bütün gayretleri ve gayeleri sade­ce kendi çıkarlarıdır. Gerçi bazen, çevrelerindeki insanların iyiliğini düşündükle­rini dile getirdikleri olabilmektedir,[294] fakat esasında sadece ve sadece kendilerini düşünürler. Gizlice veya açıkça, insanları aşağılayıp sömürmekten bir an olsun geri durmazlar. Azgınlıkları da sahip oldukları güç ve imkânlarla bağlantılı olarak arttıkça artar.

îstikbarı, kişiliklerinin parçası, saltanatlarının gerekçesi ve hayat tarzlarının il­kesi kılan bu şahıslar, durumlarının ilâhî gerçeği ifade etmediğini, kendilerinin de ancak bir kul olduklarım ve Allah'a karşı diğer insanlar gibi sorumlu olduklarını bildiren peygamberlerin karşısına muhalif kimseler olarak çıkmışlardır. Bu muha­lefetlerini ise kendileri için zorunlu bulmuşlardır. Çünkü, çok iyi bilmektedirler ki, statükoyu oluşturan şirk dininin değişmesi kendi 'üstünlüklerinin' ayaklar altı­na alınmasına yol açacaktır. Bu itibarla şirkin/küfrün savunucuları olma vasfını hiçbir zaman terk etmezler. Bütün haksız menfaatlerini bitirecek ilâhî çağrıyı so­na erdirebilmek, çarpıtıp kendi çıkarlarına uygun hale getirmek için bütün im­kânları kullanmaktan geri kalmazlar. Şu bazı ayetler bu durumu, geçmişteki ör­neklerden hareketle şöyle anlatmıştır:

(Salih'in) kavminin büyüklük taslayan önderleri, hakir görülerek zayıf bırakı­lan müminlere dediler ki: 'Salih'in gerçekten Rabb'i tarafından gönderildiğini bi­liyor musunuz?' (Onlar): 'Doğrusu biz onunla gönderilene inananlarız' dediler.

Büyüklük taslayanlar dediler ki: ıBiz sizin inandığınızı inkâr edenleriz'. [295]

(Firavun ve adamları Musa'ya) dediler ki: 'Bizi büyülemek için ne kadar mucize getirirsen getir, biz sana inanacak değiliz'. Biz de onların üzerine ayrı ayrı muci­zeler olarak Tufan, Çekirge, Kımıl (haşerat), Kurbağalar ve Kan gönderdik. Ama yine de büyüklük tasladılar ve suçlu bir topluluk oldular. [296]

Onlara 'Allah'tan başka ilâh yoktur' denildiği zaman büyüklük taslarlardı. 'Cinlenmiş bir şair için ilâhlarımızı mı terk edeceğiz' derlerdi. [297]

Istikbar suçunu işleyen ve böylelikle azgınlaşan kişilerin böylesi bir suça yö­nelmelerini sağlayan özelliklerini ve suçlarının seyrini takip edebilmek için Kur'an'ın konuyla ilgili olarak temel aldığı diğer bazı kavramları da dikkate almak gerekmektedir. Teğa bunlardan birisidir.

Teğa: İnsanın, Allah'ın belirlediği ilke ve kurallara uymamasının nedenleri çok farklı biçimlerde açığa çıkabilmektedir. Ancak elbette ki bütün farklılıklara rağ­men ortak bir özellik de mevcuttur. Bu ortak özelliğin ne olduğunu ise Kur'an bil­dirmiştir. Resulûllah'a risâletin ilk günlerinde vahyolunan bir ayette, insanın az­masının nedeni şöyle açıklanmıştır: 'însan azar; kendisini zengin (kendisine yeter­li) gördüğü için.[298] Ayette geçen ve Türkçeye 'azma' olarak tercüme edilen terim teğa' dır. Teğa, Kur'an terminolojisinde, önemli işleve sahip olan ve bu nedenle birçok ayette geçen önemli bir kavramdır.

Tega, engel ve sınır tanımamayı ifade eden bir terimdir. Teğa halindeki (tağî) kişi, hiçbir şeyin kendi kişisel düşünce ve davranışlarına müdahale etmesine, sı­nırlamalar getirmesine razı olmaz. Böylesi bir sınırlamaya hiçbir şekilde müsaade etmez. Çünkü istikbar olarak açığa çıkan düşünce ve davranışlarında, kendisinin üstünde bir makam tanımaz. İnanç ve yaşantısı ile ilgili konularda kendisini yet­kili, yeterli gördüğü için, Allah'ın hükümlerini dikkate almayıp, sadece kendisini, kendi arzu ve isteklerini dikkate alır ve böylelikle azar. Açığa çıkan azgınlığın ilk plandaki tezahürleri ise kibir, nankörlük, asilik, bencillik [299] gu­rur [300] şüphecilik [301] cimrilik [302] yetime, düşküne, ihtiyacı olana yardım etmeme [303] aşırı mal sevgisi [304] hayra engel olma, saldırganlık, kabalık, itaatsizlik, günah­kârlık, minnet etmeme, kabadayılık [305] gibi özelliklerdir.

Tağî olan bir kişinin, kendisini yeterli (İnanç, düşünce ve yaşantıda yegâne mercii) görmesinin dayanakları, sahip olduğu imkânlar ve yeteneklerdir. Kur'an'da açıklandığı biçimiyle, özellikle de sahip olunan mal zenginliği veya ta­raftar çokluğu, azgınlığın dayanakları arasında asıl unsur olarak açığa çıkmakta­dır.[306] Şunlar ko­nuya değinen ve açıklamalarda bulunan ayetlerden bir kısmıdır: 'Arkadan çekiştirip duran, kaş göz hareketleriyle alay eden her kişinin vay haline ki o, mal yığıp bi­riktiren ve onu saydıkça sayandır. Malının kendisini gerçekten ebedî kılacağını san­maktadır. Hayır! Andolsun ki o hutameye atılacaktır. Hutamenin ne olduğunu sana bildiren nedir? Allah'ın tutuşturulmuş bir ateşidir; ki o yüreklerin üstüne tırmanıp çıkmaktadır. O, onların üstüne kilitlenecektir. (Kendileri de) dikilip yükseltilmiş sü­tunlara (bağlanacaklardır).[307]

Tuğyan: Tuğyan, esas itibarıyla 'teğa'nın masdarıdır. Tağva olarak da ifade edilir. Tuğyan, birey veya toplum esas alınarak ifade edildiğinde hak ve hukuk ta­nımamak, sınırı aşmak ve dolayısıyla Allah'ın insanlar için belirlediği ilke ve öl­çülere karşıt veya lakayt olmak halini ifade eder. Teğa ile tuğyan arasında çok faz­la bir farklılık olmamakla birlikte, söyleşi bir farkın mevcut olduğu da açıktır: Tuğyan' hali, 'feğa'ya oranla, toplumsal alanla daha çok ilgilidir. 'Teğa'daki birey­sellik, 'tuğyan'a oranla daha baskındır. Dolayısıyla 'tuğyan', "tegcC halinin bir üst basamağı durumundadır.

Kur'an'da tuğyana kalkışanların halleri ve özellikleri, risâletin ilk günlerinden itibaren ayrıntılı olarak bildirilmiştir. İnsanlardan bazılarının tuğyana kalkışması­nın neden olduğu davranış ve tutumların başlıca özellikleri şöyle açıklanmıştır: Onlar, kendilerinin çok güçlü olduğunu zannederler. Kanaatlerince kendilerini alt edecek hiç kimse yoktur [308] Zenginliklerine güvenirler.[309] Kendi üstünlükleri konusunda hiçbir şüpheleri yoktur.[310] Kuvvetlerine güvenirler.[311] Bu nedenlerden dolayı şımarıp, böbürlenirler.[312] Çalım satarak, gösteriş yaparak gezerler.[313] Zayıf, güçsüz kimseler, (siyasî ve ekonomik gücü olmayanlar) peygambere bağlanıyor diye, peygamberle alay ederler.[314] Bozgunculuk yaparlar.[315] Kendi izinleri olmadan halkın, yoksulların, güçsüzlerin inançlarım, hayat tarzlarını değiştirmelerine razı olmazlar.[316] Kısacası onlar ve­lî/dost edindikleri şeytanın taraftarıdırlar (hizbidirler).[317] Onlar bütün bu ve benzeri özellikleri nedeniyle de 'tağutlaşırlaf. İnsanlar üzerinde sul­talarını kurarak, onlar hakkında istedikleri gibi kararlar alırlar. İnanç, düşünce, yaşantı biçimleri (din) oluşturup, insanların bunlara uymasını isterler. Bunu ger­çekleştirebilmek için de her yola başvururlar.

Tuğyan bir azgınlaşma halidir. Allah'ın mülkünde Allah'a başkaldırma ve bu başkaldırıyı fiilen devam ettirme durumudur. Bu özelliğe sahip olanlar ise elbette ki müşriklerden/kafirlerden herkes değil, sahip oldukları imkân ve yetenekler ne­deniyle azgınlaşanlardır. Bunlar, Allah'ın mülkünde, O'nun belirlediği hududu öl­çü kabul etmeme sapkınlığına sahip oldukları gibi, sapkınlıklarını açıklayan ve yok olmasını hedefleyen ilâhî bilgiye ve bu ilâhî bilginin nakledicileri olan pey­gamberlere ve haleflerine de büyük bir düşmanlık içerisinde bulunurlar. Hakikat­leri açıklayan ilâhî bilgiler karşısında tuğyanlarını daha da artırırlar. Şu ayet bu durumu açıklamıştır: 'Andolsun, Rabb'inden sana indirilen onların çoğunun azgınlı­ğını artıracaktı.[318]

Kur'an'daki açıklamalardan öğreniyoruz ki, bütün tuğyanlarına rağmen, bu ki­şilere tuğyanlarını artırmalarına ve devam etmelerine izin verilmesi ilâhî bir pla­nın ve hesabın gereğidir: 'İnsanların hayrı acele istemeleri gibi, Allah da onlara şer­ri acele verseydi, süreleri hemen bitirilmiş olurdu. Ama biz, bize kavuşmayı umma-yanları bırakırız- Azgınlıkları içinde bocalar dururlar.[319] 'Artık kim azarsa ve dünya hayatını tercih ederse, (onun için) gidilecek yer cehennemdir.[320]

Tağut: Tağut, Kur'an'da oldukça sık geçen, tevhid-şirk karşıtlığının ve müca­delesinin kilit kavramlarından birisidir. Tağut, Allah'ın mülkü olan insanın, üste­lik Allah'ın mülkünde yer alarak Allah'ın emir ve yasaklarına itiraz etme, karşı koyma azgınlığının en üst aşamadaki durumunu ifade etmektedir. Bundan da an­laşıldığı üzere, 'ttğd ve 'tuğyan' haliyle 'tağut' arasında bir sebep-sonuç ilişkisi var­dır. İnsan önce 'tağf olur ve bu hali devam ettirdiği sürece azgınlığı gittikçe artar (tuğyan) ve sonunda tağutlaşır.

Kur'an, ilâhî hakikatlere iman etmeyi, tağutu reddetme şartına bağlamıştır.[321] Kelime-i tevhid (Lâ İlahe lllalâh) de bunu formüle etmektedir. Kelime-i tevhidde önce bütün sahte ilâhlar reddedilir, bunların hepsinin otoritesinin kabul edilme­diği, hiçbirisine boyun eğilmeyeceği ilan edilir: (lâ ilahe). Sonra da gerçek ve ye­gâne ilâh olarak Allah tasdik edilir; sadece Allah'a boyun eğileceği, sadece O'nun emir ve yasaklarına göre hayat tarzının düzenleneceği kabul ve ilan edilir: (illal­lah). Bundan da anlaşılmaktadır ki; insan için inanç ve hayat tarzıyla içinde yer alabileceği iki alan vardır; Allah'ın tayin ettiği ve içinde yer alınmasını istediği alan, tağutların oluşturup içinde yer alınmasını istedikleri ve bu amaçla insanları zorladıkları alan. Bunlardan birincisi, gerçek aydınlığa ulaşmanın yegâne yoludur, ikincisi ise zifiri karanlıkta yolunu kaybedip kalmanın, azaba sürüklenmenin yo­ludur. Bu durum, risâletin Medine döneminde vahyolunan bir ayette şöyle açık­lanmıştır: 'Allah inananların dostudur. Onları karanlıklardan aydınlığa çıkarır. Ka­firlerin dostları da tağutlardır. (O da) onları aydınlıktan karanlığa çıkarır. Onlar ateş halkıdırlar, orada ebedi kalacaklar.[322]

Tağut, Türkçeye çoğu zaman 'put' veya 'şeytan' olarak tercüme ediliyorsa da, bu oldukça eksik bir manâdır, ister teğa anlamıyla, isterse tağutlaşmak anlamıyla ol­sun bu iki kavram ve ara durumları ifade eden diğer kavramlar, bir varlığı veya sa­dece bireysel yapıyı değil, aynı zamanda toplumsal yapıyı da ifade etmektedirler. Tağutta bunu daha net olarak görmek mümkündür. Tağutun bütün tanımlarında, toplumsal hayata yansıyan ve insanları İslâm'dan uzaklaştırıp, dünya ve ahiret ka­ranlıklarına sürükleyen özellikleri görmek mümkün olmaktadır. Nisa süresinde­ki bir ayet bu konuda Kur'anî bir delil olması itibarıyla oldukça önemlidir: 'Şun-lan görmüyor musun? Kendilerinin sana indirilene ve senden önce indirilene inandık­larım sanıyorlar da, hakem olarak (sana değil) tağuta başvurmak istiyorlar. Oysa kendilerine onu reddetmeleri emredilmişti. Seylan'da onları iyice saptırmak istiyor.[323]

Tağut, esas itibarıyla tağîleşen kişinin ulaştığı son merhaleyi ifade etmektedir. Ancak, Kur'an'daki kullanım yerleri dikkate alındığı zaman, tağutun sadece tağut-laşan kişiyi ifade eden bir terim olarak değil, aynı zamanda bu kişi veya kişilerin oluşturdukları toplumsal sistemi, bunların tağutlaşmasma imkân ve meşruluk sağlayan inanç sistemini ve bu sistemi meşrulaştıran dayanakları da ifade eden bir terim olarak geçtiği anlaşılmaktadır. Bu nedenledir ki, İslâm uleması, tağutu özel kişiyi ifade eden bir kavram olarak değil, toplumsal bir örgütün, sistemin, inan­cın, ideolojinin ismi olarak anlamış ve kullanmıştır. Bundan da, tağutun mahiye­tiyle ilgili olarak önemli olanın, insanı Allah'tan uzaklaştırıp, O'nun hükümlerine muhalif kılması veya karşı olmasını sağlaması olduğu anlaşılmaktadır.[324] Kısacası; her nerede Allah'ın insanların hayat tarzları için tayin ettiği ilkelere isyan veya on­ları değiştirme veya iptale yönelik bir müdahale varsa orada 'azgınlık' vardır. Bu azgınlığın oram değişik boyutlarda olabilir. Ancak hangi boyutta ve aşamada olur­sa olsun sonuçta islâm'ın karşıtını ifade eder.

Teref: Teref istikbar, teğa, tuğyan, tağut, müstekbir gibi hâl ve durumların te­melinde yer alan ve onları oluşturan nedenlerden en önemlisidir. En kısa anlamıy­la, mal ve servet çokluğu nedeniyle şımarmayı ifade etmektedir. Bu öylesine bir şı­marıklıktır ki artar, büyür ve kişiyi kısa zamanda kontrolüne alıp, onu diğer in­sanlara tepeden bakan, Rabb'i olan Allah'ı unutmuş birisi haline dönüştürür. O hem ferdi ve hem de toplumu yıkan bir 'pislik'tir (rics). Tehlikesi nedeniyle, Kur'an, teref durumu hakkında bilgiler vermiş, uyanlar da bulunmuştur. İnsanla­rın, sahip oldukları mallar ve mülkler nedeniyle nasıl azgmlaşabileceklerine ve az-gmlaştıklarına dikkatleri çekmiştir. Böylesi kötü gidişatı önlemek için de alınma­sı gereken tedbirleri göstermiştir. Terefleşenlerin hiçbir zaman sadece kendilerini helak etmediklerini, ahlâkî yozlaşmalarına, yanlış hayat tarzlarına başkalarını da dahil ederek, insanlardan birçok kişiyi ve hatta toplumu peşleri sıra helâka sürük­lediklerini açıklamış ve tarihsel örneklerini vermiştir. Şu ayet bunun örneklerin­den birisidir:'Biz bir ülkeyi helak etmek istediğimiz zaman, onun varlık ve güç sahi­bi önde gelenlerine emrederiz. Böylelikle onlarda o yerde bozgunculuk çıkarırlar. Ar­tık o (toplum)un üzerine (azablytkûış sözü) hak olur da onu kökünden darmadağın ederiz.

Kur'an, teref durumunun toplumsal bir probleme dönüşmemesi için mal ve sermayenin belirli ellerde toplanmasını önleyecek tedbirlerin alınmasını istemiş­tir. Zekat gibi zorunlu malî ibadetle, sadaka gibi gönül esasına dayanan malî da­yanışma ile terefleşmenin önlemlerini almıştır.

Terefleşenlerin önemli özelliklerinden birisi, hakkı ikameye yönelik çalışma ve gayretlere ilk planda karşı çıkanlar olmaları, çeşitli gerekçe ve bahanelerle aldat­tıkları halkı peşlerinden sürükleyerek, hakikatin sesini kısmaya çalışmalarıdır. Çünkü bilmektedirler ki hakkın ikamesi onların haksız menfaatlerine son verecek ve insanlar üzerindeki istikbarlarını sona erdirecektir. Bu nedenle İslâm davetinin her zaman ilk, sürekli ve en katı muhalifleri terefleşenler olmuştur. Aynen Nuh'un, Hûd'un, ibrahim'in, Salih'in, Şuayb'ın, Musa'nın.... davetleri zamanında gerçekleştiği gibi. Aynen Hz. Muhammed'in islâm deveti karşısında zengin ve şı­marık Mekke eşrafının tepki verdiği gibi. Kur'an bu konuda değişmeyen temel özelliği şöyle ifade etmektedir: 'Biz hangi ülkeye bir uyana, korkutucu gönderdiy-sek, oranın refah içerisinde şımaran Önde gelenleri muhakkak 'Biz, sizin kendisiyle gönderildiğiniz şeyi tanımıyoruz' demişlerdir.[325]

B«ğy; istikbar halinde olmayı ifade eden diğer kavramlarda olduğu gibi, 'bağy' de benzer olumsuz tutum ve tavırların bir başka ismi olarak anlam kazanmaktadır. Bağy, 'İstemek', 'istemekte ileri gitmek' gibi manâlara geldiği gibi, bu manâlar­da anlam bulan durumun gereği olarak; sının aşmak, başkalarına harsı zorbalıkta bulunmak, onları ezmek, saldırmak, horlamak, bozgunculuk yapmak, hakkıyla yetin­meyip başkalarının da hakkını gasbetmek manâlarına da gelmektedir. Bağy, Mek­ke'nin müşrik eşrafının islâm'a, Resulüllah'a, müminlere yönelik tecavüzlerini, baskı ve zulümlerini tanımlamak, böylelikle onların kimliklerini gözler önüne sermek için risâletin ilk günlerinden itibaren vahyolunan birçok ayette sıklıkla ge­çen bir kavramdır. Bu bağlamda olmak üzere, müşrik önderlerin sahip oldukları büyük mal ve mülklere rağmen nasıl doyumsuz kişiler oldukları, bu nedenle di­ğer insanların mal ve mülklerine nasıl göz diktikleri ve onları ele geçirmenin ha­yali ve girişimleri içerisinde bulundukları açıklanmıştır. Onların, bir türlü doyu­ma ulaşmayan, hep daha fazlasını isteyen aç gözlülükleri deşifre edilmiştir. Bütün hile ve tuzaklarıyla kendilerini masum gösterme gayretinde bulunmalarına rağ­men, esas itibarıyla kendilerinden başka kimseyi düşünmeyen ve kendilerinin dı­şındaki insanların haklarını gasbetme konusunda istekli ve mahir oldukları göz­ler önüne serilmiştir.

Sad sûresinde anlatılan 'davacılar' kıssası, 'bağy'nin anlamını açıklaması itiba­rıyla önemlidir. Kıssada anlatıldığına göre, birbirlerinden davacı olan iki kişi Hz. Davud'a gelerek, haklarında karar vermesini, problemlerini çözmesini isterler. Aralarındaki problem ise, bütün çağların değişmeyen bir tipinin tanımlanması, farklı zamanlarda ve farklı toplumlarda farklı isimlerle açığa çıkan bu karakterde­ki kişilerin ortak özelliklerini göstermesi açısından önemlidir. Bunu, davacılardan mağdur durumda olanın sözlerinde buluyoruz: 'İçlerinden biri: 'Bu benim kardeşim, onun 99 koyunu, benim de bir koyunum var. Buna rağmen 'Onu da bana ver' dedi ve konuşmasıyla beni yendi, onunla baş edemedim ve sana hükmünü sormaya geldik.[326] Bu ifadelerden hareketle anlıyoruz ki 'bağy\ sahip olunan bütün im­kânlara, mal ve mülklere rağmen, hâlâ diğer insanların haklarına, mal ve mülkle­rine göz dikmek, onların elinden bu haklarını, mal ve mülklerini almak için deği­şik usûllere başvurma girişim ve çabalarının ismidir. Bu çabalar fiilî zorbalık biçi­minde olabileceği gibi, bu kıssada ifade olunduğu gibi 'ikna etme' biçiminde veya bazı siyasî, politik oyunlar biçiminde de olabilir. Karun'un, mensubu olduğu isra­il oğullarının mallarım elde etmek için oynadığı oyunlar ve kurduğu tuzaklar [327] ilâhî bilgi kendilerine ulaştıktan sonra hâlâ ayrılığa düşüp, problem­lerini bu ilâhî bilgiyle çözmeyenlerin, ilâhî bilginin gösterdiği istikamette gitme­yenlerin durumları [328] hep 'bağy' haline örnektir. Bir ayette ise, insa­nın nefsinde bulunan fücur eğiliminin gereği olarak, insanların potansiyel olarak 'bagy'leşme eğiliminde bulunduklarına dikkat çekilmiştir: 'Eğer Allah rızkı kulla­rına bol bol verseydi yeryüzünde azarlardı.[329]

Elbette ki olması gereken hak ve hukuku korumaktır. Fakat bazı insanlar tarafından belirlenip uygulanması istenen ve ismi 'hak/hukuk' olanları değil, Allah'ın tayin edip belirlediği gerçek anlamda adalet temeli üzerinde yer alan hak ve hu­kuku. Zira insanların kendiliklerinden oluşturdukları hukukî, siyasî, ekonomik sistemlerin mutlak anlamda hak ve hukuku ifade ettiğini, hak ve hukuku hedef­lediğini söylemek mümkün değildir. Genellikle birilerinin diğer insanlara oranla daha çok ve hatta onların aleyhine menfaat elde etmelerine imkân sağlamak için oluşturulan ilke ve kurallar en tipik anlam ve biçimiyle 'bagy'leşmenin bir gereği­dir. Bu nedenle bir ayetteki ilâhî ihtar geneldir, herkesedir: 'Ey insanlar! bağyiniz kendi aleyhinizedir. Onunla, sadece jani dünyanın zevkini (elde edebilirsiniz. Elde edeceğiniz başka bir şey yoktur). Sonra bize dönersiniz, biz de sizin bütün yaptıkla­rınızı haber veririz.[330]

Müstekbir: 'Müstekbif istikbar ile aynı kökten gelen bir terimdir. Genel ve yay­gın anlamıyla, kibirlenmeyle birlikte gerçekleşen bûyüklenmeyi, böbürlenmeyi ifade etmektedir. Bu özelliklerin hakikate karşı nankör olanlarla (küfredenlerle) ilgili olduğu da dikkate alınınca anlamı sadece 'isyan ve itaatsizlik, küfür ve inanç­sızlık' değil, aynı zamanda 'küfreden ve karşı çıkanın büyüklük taslaması ve meydan okuması' olmaktadır. Bir diğer ifadeyle, kişinin kendisini büyük görmesine istik­bar, bu büyüklüğünü diğer insanlarla olan ilişkilerinde ortaya koymasına ise müs­tekbir denilir. Buna göre, müstekbir, istikbünn devamı niteliğine sahip olan du­rumlar ve bu durumların failleri olan kişilerin isimleridir.

Müstekbir, ayetlerde sıkça geçen kavramlardan birisidir. Bir eylem veya kişi­den çok, aralarında bazı bakımlardan benzerlik bulunan kişilerin oluşturduğu bir topluluğu ifade etmektedir. Türkçeye "büyüklük taslayanlar' olarak tercüme edi­len, meallerde de bu şekilde karşımıza çıkan 'müstekbif, toplumların seçkini, eş­rafı, ileri geleni konumunda olan bazı şahısların ismidir. Onlar ki servetleri ve toplumsal statüleri nedeniyle azgmlaşır, ilâhî sınırları çiğner ve bunların sonu­cunda da başkalarını sömürmekten, onlara zulmetmekten geri durmazlar. Bunu yaparken de, bütün bunların en doğal hakları olduğunu iddia edecek bir tavır içe­risinde bulunurlar. Çünkü hiç tereddütsüz bir biçimde, kendilerinin diğer bütün insanlardan yüce ve üstün olduğu inanç ve kanaatine sahiptirler. Dolayısıyla di­ğer insanlara yönelik bütün tutum ve davranışları söz konusu farklılığın doğal te­zahürleri olarak açığa çıkmakta ve anlam kazanmaktadır. Bu durum bir ayette şöyle örneklenmiştir: 'Ad (kavmi) yeryüzünde haksız olarak büyüklük tasladılar ve 'Bizden daha kuvvetli kim var?' dediler. Onları yaratan Allah'ın kendilerinden daha kuvvetli olduğunu görmediler mi? Bizim ayetlerimizi de kasten inkâr ediyorlardı.[331]

Müstekbir olan kimseler, gerek Hz. Muhammed'in ve gerekse Önceki peygam­berlerin davet süreçlerinde hep davetin en önemli engeli ve düşmanı olarak orta­ya çıkmışlardır. Çeşitli usûllerle aldatmayı başardıkları kitleleri peşlerinden sürükleyerek, inandıkları ve kitlelere de inandırmayı başardıkları 'büyüklüklerini' sorgulayan ve aşağılayan ilâhî bilgiyi yok etmeye veya çarpıtmaya çalışmışlardır. İnsanların inanç ve hayatlarını şekillendirip, kontrol etmenin kendi yetkileri da­hilinde olduğunu, kendileri nasıl isterlerse insanların da öyle olmasını isteyecek kadar durumlarını doğal ve gerekli olduğunu ifade etmişlerdir. Bu nedenle de ye­gâne ölçü olarak kendilerini takdim etmişlerdir. Kur'an, Hz. Şuayb'm toplumun­daki müs tekbiri eri konunun bir örneği olarak anlatmıştır: 'Kavminden büyüklük taslayan ileri gelenler dediler ki: 'Ey Su'aybl Ya mutlaka seni ve seninle birlikte ina­nanları kentimizden çıkarırız, ya da dinimize dönersiniz'. Şuayb dedi ki: 'İstemesek de mi?.[332]

Kur'an'm açıklamalarıyla müstekbirler, büyük servetlere sahip oldukları, in­sanları bu servetlerinin yardımıyla istedikleri gibi yönlendirebildikleri için; so­rumsuzluk kişiliklerinin ayrılmaz parçası olmuş kimselerdir. Her şeyin kendi is­tek ve arzularına göre şekilleneceğini, gerçekleşeceğini bir kural olarak kitlelere dayatırlar. Hatta ahiretteki hesabın dahi kendi lehlerine gerçekleşeceğini veya o hesaptan muaf tutulacaklarını iddia edebilirler. Kur'an bu konuda şu örneği an­latmıştır: 'Onlara şu iki adamı misal olarak anlat: ikisinden birine iki üzüm bağı ver­miş, onların etrafını hurmalarla çevirmiş, içlerinde de ekin bitirmiştik. Her iki bağ da yemişini vermiş, ondan hiçbir şeyi eksik etmemişti. Aralarından bir de ırmak akıtmış­tık. O adamlardan birisinin başka geliri de vardı. Arkadaşıyla konuşurken ona: 'Ben malca senden zenginim, adamca da senden güçlüyüm' dedi. Böylece kendisine yazık etti. Bağa girerek 'Bunun hiç yok olacağını sanmam' dedi. 'Kıyametin kopacağını da sanmıyorum. Şayet Rabb'ime döndürülsem bile (orada) bundan daha güzel bir sonuç bulurum.[333]

Müstekbirler, hududullahı çiğneyerek azgmlaştıklan, zorbalaştıkları için azabı hak ederler. Ayrıca, çeşitli usûllerle kendilerinin 'büyüklüğünü' kabul ettirerek ita­atlerini elde ettikleri kitleleri de peşleri sıra azaba sürüklerler. Bu nedenle, risâle-tin ilk günlerinden itibaren, önceki toplumlardan örnekler verilerek, Dâru'n Ned-ve 'büyüklerine' itaat ettikleri için, gidişatlarının varacağı yerin hiç de iyi ve güzel şeyler olmadığı Mekkelilere açıklanmıştır. Örnek vererek durumlarım gözden ge­çirmeleri istenmiştir: 'Firavun toplumu saptırdı; (onları) doğru yola iletmedi.[334] 'Nuh: 'RabbimV dedi. 'Onlar bana karşı geldiler de, malı ve çocuğu kendisinin ziyanını artırmaktan başka bir işe yaramayan (şımarık, azgın) bir adama uydular. Büyük tuzaklar kurdular. Dediler ki: 'ilahlarınızı bırakmayın, ne Vedd'i, ne Suva'ı, ne de Yeğusu', Ye'ük'u ve Nesr'i bırakmayın'. (Böylece) onlar, birçok kimseleri yoldan çı­kardılar. Sen de o zalimlere şaşkınlıktan başka bir şey artırma'. Onlar hatalarından dolayı boğuldular, ateşe sokuldular, kendilerine Allah'tan başka yardımcı da bulama­dılar.[335]

İstiz'af: Elbette ki, herhangi bir sınır tanımaksızın, başkalarının da bazı şeylere hakları olacağını hesaba katmaksızın 'büyüklenmenin', 'gururlanmanın' varıp da­yanacağı yer 'zorbalaşmaktır'. Zorbalaşmak ise insanlardan bazılarını ezmek, sö­mürmek; hayatları ve malları üzerinde istenildiği gibi tasarrufta bulunmak anlam­larına gelir. Kur'an'm konuya ilişkin açıklamalarından anlaşıldığı üzere, hududul-lahın esas olmadığı her çağda ve toplumda, siyasî, ekonomik ve hukukî sistem ne­deniyle diğer insanların aleyhine olacak şekilde belirli menfaatler elde etmiş olan­ların, haklarını gasbettikleri insanları aşağıladıkları, horladıkları görülmüştür. Onlar bu durumu meşru gösterebilmek için gerekçeleri hazırlamayı da ihmal et­memişlerdir. Zorbalıklarını haklılaştırırken, kitlelerin 'ezilmeyi', "aşağılanmayı' hak ettiklerini dile getirmişlerdir. Düşüncelerini sıklıkla 'Bu adamların insanlıkla olan bağlantıları biçimsel olmaktan öteye geçmez' gibi ifadelerle dile getirmişler ve bu kabullerine bağlı olarak da 'onlar gerçekte insanî değere sahip değiller', 'onlar tembellikten başka bir şey bilmezler, bu nedenle topluma yük olmaktadırlar', 'yaratı­lış itibarıyla aşağılanmaya layıktırlar', 'onlara değer vermek haksızlıktır; herkese hak ettiği gibi davranmak gerekir, 'sırtlarından sopa hiç eksik edilmemelidir ki doğ­ru dürüst çalışsınlar' ... vs."gibi görüşleri savunmuşlardır. Onlar bu sözleriyle de­mek istemektedirler ki, bu olumsuz özelliklerle andıkları kişi veya kişileri her za­man ezmek ve horlamak gerekmektedir. Bunu yapmak meşrudur, çünkü meşru-laştırıcı nedenler vardır. Dolayısıyla kendi yaptıkları doğrudur; kendi yaptıkları­na zorbalık, zulüm denilemez. Onlar bu iddia ve inançlarını ise, idrak kabiliyeti­ni kısırlaştırdıkları kitlelere kabul ettirmekte pek zorlanmazlar. Böylelikle grupla­ra ayrılmış olan toplum içinde savaşlar, kavgalar sürüp gider ve müstekbirler taht­larına kurulup büyük bir keyifle olup biteni seyrederler. Çünkü, bilirler ki kitle­ler birbirleriyle uğraşıp, gözleri başka bir şey görmediği, akıllan başka şeyle meş­gul olmadığı sürece kendi saltanatları sağlamdır, devam edecektir. Kur'an bu ko­nuda tipik bir örnek olarak Firavun'u hatırlatmıştır: "Gerçek şu ki; Firavun yeryü­zünde (Mısır'da) büyüklenmiş ve oranın halkını birtakım fırkalara ayırıp, bölmüştü. Onlardan bir bölümünü güçsüz düşürüyor, erkek çocuklarını boğazlayıp, kadınlarını sağ bırakıyordu. Çünkü o bozgunculardandı' (Kasas, 28:4).

insanları aşağıladıktan sonra ezme ve hor görme suçunun Kur'an'daki karşılı­ğı 'istiz'af tır. Istiz'af, ıza'f kökünden türemiş bir terim olup, Kur'an'da dokuz de­fa geçmektedir. Za'f, beden, ruh ve toplumsal konum itibarıyla zayıflığı ifade et­mektedir. Kendilerini gerek bedenen, gerek ruhen ve gerekse toplumsal konum (statü) itibarıyla güçsüz hisseden kişi ve kişiler za'f sahibi olan kimselerdir. Bun­lar müstekbirler tarafından hiç de zorlanılmadan ezilirler, sömürülürler, horlanır­lar. Yukarıda örnek olarak zikrettiğimiz ayette geçtiği üzere Firavun'un yaptığı da bundan başkası değildir. Bundan da anlaşılıyor ki, istiz'afm gerçekleşebilmesi için önce istiz'af edilecek kişilerin za'fa uğratılması gerekmektedir. Yoksa, bedenen, ruhen ve toplumsal konum itibarıyla kendilerini güçlü hissedenleri ezmek ve horlamak çok zordur. Müstekbirler, şeytanî planları ve ustaca gerçekleştirdikleri po­litikalarıyla bu işi başarıyla yerine getirirler. Genelde kitleleri ve özelde ise bazı kesimleri za'fa uğratır, sonra da onları ezip, horlarlar. Kur'an, bu durumun teza­hürlerinin tarihteki bazı Örneklerini ayrıntılı olarak anlatmıştır. Firavun'un toplu­mu bunun örneklerinden birisini teşkil etmektedir.'Ayetlerdeki açıklamalardan anlaşıldığına göre, eğer kitleler aşağılanmasa ve aşağılık oldukları kendilerine ka­bul ettirilmeseydi, Firavunlar keyfleri için yüzbinlerce insanı ölümleri pahasına çalıştırıp o piramitleri yaptıramazlar, Karun'lar o büyük servetlerini elde edemez­lerdi. Yine aynı şekilde; insanlar savaş alanlarında birbirlerinin kanlarını döküp, canların alırlarken, bu yaptıklarının ne için olduğunu bilmez bir halde davran­maz, verdikleri kan ve canlarla müstekbirlerin saltanatlarını güçlendirdiklerini fark ederek, asıl düşmanlarının kim olduğunu kolaylıkla anlama imkânına sahip olurlardı. Tahtlarda oturup hazlar, sefalar içerisinde yaşayanlar bu hallerini de­vam ettirirlerken, kitleler kutsanan bazı sahte değerlerlerle süslenen çığırtkanlık­lara kanıp sahip oldukları malların son birimlerini ve güçlerinin son enerjilerini de sarf etmezlerdi.

Müstekbirler, istiz'afı sadece kitlelere veya bir kesim insanlara değil, peygam­berlere karşı gerçekleştirmekten de geri kalmamışlardır. Hemen her fırsatta pey­gamberleri çeşitli gerekçelerle aşağılamaya çalışmışlardır. Böylelikle peygamberi en azından ruhen güçsüz kılıp, O'nun tebliğ ettiği dinde istedikleri yönde deği­şiklik yapmayı arzulamışlardır. Fakat Allah'ın koruması altındaki davet sürecin­de istediklerine kavuşamamışlardır. Bunun Hz. Muhammed'in davet süreciyle il­gili örneklerinden birisini Kur'an şöyle anlatmış ve bu konuda resulünü uyarmış­tır: 'O yolunu şaşırmış leim.se/er bizim sana vahyettiğimizden başka birşey ortaya atasın diye seni ayartarak, seni vahyettiğimiz gerçeklerden uzaklaştırmaya çalış­maktalar. Öyle ki, eğer bunu başarabilselerdi seni kendilerine dost edinirlerdi. Eğer senin imanına sebat vermemiş olsaydık, belki de az kalsın onlara biraz olsun eğilim gösterecektin. Eğer bunu yapsaydın, hayatın acısını da iki kat olarak tattıracaktık sana, ölümün acısını da; sonra kendin için bize karşı hiçbir yardımcı bulamayacak­tın.[336]


[288] Bakara, 2:34

[289] Sâd, 38:76; A'raf, 7:12

[290] Bakara, 2:34

[291] Me-aric, 70:3

[292] A'raj, 7:13

[293] Sâd, 38:75

[294] Firavun dedi: 'Bırakın, Musa'yı öldüreyim de Rabbineyaharsın bakalım, O Musa'yı kur­taracak mı? Dikkat edin, ben O'nun dininizi değiştireceğinden, yahut yeryüzünde bozgun­culuk çıkaracağından korkuyorum!' (Mü'min, 40:26). Firavuıı'un bu tavrı esasen İb­lis'in tavrının aynıydı: 'îblis onlara (Adem ve eşine): 'Ben gerçekten sizin İkiliğinizi is­teyen biriyim' diye de yemin etti' (Araf, 7:21).

[295] A'raf, 7:75,76

[296] A'raf, 7:132,133

[297] Saffat, 37:35,36

[298] Alak, 96:6,7

[299] Müddesir, 74:44

[300] Kıyamet, 75:31-33

[301] Kaf, 50:25

[302] Leyi, 92:8

[303] Fecr 89:17; Mâ'ûn, 107:2,7

[304] Fecr, 89:20

[305] Kalem, 68:13

[306] Müddesir, 74:12-17; Kalem, 68:14; Tebbet, 111:2; Leyi, 92:11,18

[307] Hümeze, 104:1-9

[308] Enfâl, 8:48

[309] Yunus, 10:88

[310] Mu'minûn, 23:47

[311] Fussilat, 41:15

[312] Mümin, 40:75

[313] Enfâl, 8:47

[314] Hûd, 11:27

[315] Isrâ, 17:16

[316] Tâhâ, 20:71

[317] Mücâdele, 58:19

[318] Maide, 5:64

[319] Yunus, 10:11

[320] Nazi-at, 79:37-39

[321] Kim tağutu reddedip, Allah'a inanırsa, muhakkak ki o, kopmayan sağlam bir kulpa yapışmıştır.' (Bakara, 2:256).

[322] Bakara, 2:257

[323] Nisa, 4:60

[324] Arapça 'tağut' kelimesi, sözlük anlamıyla, sınırlan aşan herkes için kullanılır. Kur'an bu kelimeyi, Allah'a isyan eden, Allah'ın kullarının hakimi ve maliki olduğunu iddia eden ve onları kendi kulu olmaya zorlayan kimse için kullanır.' (Mevdudi, Tejhimu'l Kur'an,1/202)

"Tağut' kelimesi gerçeği çiğneyen, hak sınırları aşan her türlü düşünce, sistem ve ideolo­ji anlamına gelen 'tuğyan' kelimesinden türemiştir. Bu düşüncenin Allah'a inanmak ve O'nun koyduğu kanunlara uymak gibi herhangi bağlayıcı bir kaydı yoktur. Prensiplerini Allah'ın kanunlarından almayan her sistem, her kurum, her düşünce, her davranış kura­lı, her gelenek 'Tağut' kapsamına girer.' (Kutub, Fi^Üâli'l Kur'an, 1/475) 'Peşinde gidilen bir düşünce, bir heves, bir şahıs, para, mal/mülk hırsı, şan şöhret arzusu ve bunun gibi şeyler, eğer İnsanı Allah'a isyan etmeğe götürürse, bunların herbiri, o insa­nın tağutu olur.' (Koçyiği t-Cerrah oğlu, Kur'an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, 1/512) 'Tağutun çeşitli tefsirleri (açıklamaları) örnek veya çeşitlerini gösterebileceği gibi 'şeytan, sihirbaz, kahin, batıl mabud, insanların ve cinlerin büyüklük taslayıp inad edenleri' kelime­lerinin herbiri tağut kelimesiyle tarife benzer ve uygun düşecek bir tarzda ifade edildiği­ne göre bunların mânâ itibarıyla tam eş anlamlı değilseler bile pek yakm ve birbirini ge­rektiren şeyler olarak kullanıldıklarına da işaret edebilir. İkinci olarak demek oluyor ki, tağutun açığı da gizlisi de, görünürü de, görünmezi de vardır. Üçüncü olarak, tuğyan (is­yan, azgınlık) kavramından anlaşılıyor ki putlar İkinci dereceden tağutturlar. Bakılırsa akıl sahibi olmayan putlarm ve dikili taşların tagutlardan bile sayılmaması gerekirdi. Çünkü bunların kendileri Allah'a karşı bir azgınlığa sahip olamazlar ve azgınlığa rıza gös­teremezler. Fakat ret de edemezler. Bu sebeple nihayet bir azgınlık sebebi olabilirler. Bu sebebi de azgınlar bulurlar. Putlar, aslında erkek ve dişi tağutların hayalleri ve azgınların azmanlarıdır. Gizli veya açık azgınlar, bunlarla kendi azgınlıklarını ileri sürerler. Bu yö­nüyle putlar, asıl tağut değil, tağutların temsilcileridirler.' (Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, 11/171).

[325] Sebe, 34:34

[326] Sâd, 38:23

[327] Ka-sas, 28:76

[328] Casiye, 45:17

[329] Şura, 42:17

[330] Yunus, 10:23

[331] Fussilet, 41:15

[332] Araf 7:88

[333] Kehf 18:32-36

[334] Taka, 20:79

[335] mh, 71:21-25

[336] Isra, 17:73-75