๑۩۞۩๑ Kitap Dünyası - İlim Dünyası Kütüphanesi ๑۩۞۩๑ => Hz.Muhammedin İslam Daveti => Konuyu başlatan: Ekvan üzerinde 16 Temmuz 2011, 14:53:51



Konu Başlığı: Bir Günahın İtirafı
Gönderen: Ekvan üzerinde 16 Temmuz 2011, 14:53:51
Bir Günahın İtirafı

 

Tebük seferine katılmayarak, görünüm olarak münafıklarla aynı safa düşen Müs­lümanlardan Kâ'b b. Mâlik'in yaşadıkları süreçle ilgili anlattıkları kaynaklarda yer almaktadır. O, hatalarını, hatalarının neden olduğu günahtan kurtulmak için çek­tikleri sıkıntıları ve sonunda affedilmelerini dile getiren anlatımında her şeyi ol­duğu gibi dile getirmiştir. Onun bu samimi anlatımına ilâve dilecek bir şey yok­tur. Müslüman için geçerli olan hata-tovbe ilişkisinin seyrini, sonucunu görmek açısından Kâ'b b. Mâlik'in başından geçenleri okumak ve düşünmek önemli bir imkândır. Ayrıca, Kâ'b'ın anlattıklarından hareketle, hayatın kitabı olan Kur'an'ın sürece müdahale edişim, hayatı yönlendirişini görmek de mümkün olabilmekte­dir. Kâ'b b. Mâlik'in konu dahilinde anlattıkları şöyledir:

Tebük seferi hariç Resulüllah'ın katıldığı savaşların hiçbirinden geride kalma­dım. Hepsine katıldım. Gerçi Bedir savaşma da katılmamıştım. Ama o zaman savaşa katılmayan hiç kimse azarlanmamış ti. Çünkü o zaman Resulüllah ve Müslümanlar Kureyş kabilesine ait kervanı ele geçirmek için yola çıkmışlardı. Yola çıkarken savaş söz konusu değildi. Fakat yüce Allah, beklenmedik bir şe­kilde onlarla düşmanlarını karşı karşıya getirdi, islâm'la şereflenip biat ettiği­miz Akabe gecesinde de Resulüllah'ın yanındaydım. Halk, Bedir'i daha fazla önemsese de ben Akabe biatim hiçbir şeye değişmem.

Tebük seferinde Peygamberimizin hazırladığı orduya katılmadım. Fakat bu ka­tılmamı engelleyen şartlar olduğu için değildi. Hatta seferden geri kaldığım o günlerde her zamankinden güçlü, her zamankinden daha rahattım. O zaman iki bineğe sahiptim ki, başka hiçbir savaşta böylesine sahip olmamıştım. Resu­lüllah, Tebük seferine kadar, bir sefere çıkmak istedi mi nereye gidileceğini bil­dirmez, hatta başka tarafa yönelirdi. Fakat Tebük seferinde böyle yapmadı. Bu sefer, iklimin sıcak olduğu bir zamanda olacaktı. Yolculuk uzun ve zorluklarla doluydu. Düşmanın sayısı da fazlaydı. Bu yüzden düşmanlarına karşı gerekli hazırlığı yapabilmeleri için Müslümanlara durumu açıkça söyledi. Hangi tarafa gidileceğini haber verdi. Herkes hazırlıklara başladı. Hazırlıklar bittiği zaman Resulüllah ile birlikte sefere çıkacak Müslümanların sayısının bir deftere sığ­mayacak kadar çok olduğu görüldü. Sefere katılmak istemeyenlerin sayısı ise son derece azdı. Onlar da vahiy gelmediği sürece kendilerinin farkına varılma­yacağını düşünen münafıklardı.

Sefere çıkılacağı sıralarda meyveler olgunlaşmıştı. Sıcakların artması nedeniyle gölgeler serin ve çekiciydi. Ben bunları seven, rahatına düşkün bir adamdım. Resulüllah'ın isteği üzerine Müslümanlar savaş hazırlıklarına başlamışlardı. Ben de hazırlıklara başlamak istiyordum, ama hiçbir şey yapmıyordum. Kendi kendime istediğim zaman bu hazırlıkları yaparım' diyerek oyalanıyordum. Hal­buki Müslümanlar hazırlıklarını tamamlamak için çalışıp, çabalıyorlardı. Resu­lüllah ve beraberindeki Müslümanlar yola çıkmak üzere hazır oldukları gün ben hâlâ bir hazırlık yapmamıştım. Çabuk ve kolayca hazırlanıp yetişebileceği­mi düşünüyordum. Keşke ihmalkâr davranmasam ve hazırlıklara daha önce­den başlasaymışım. Ordu Medine'den ayrıldığı zaman ben hiç hazırlık yapma­mış bir halde Medine'de kalakaldım. Halkın arasına çıktığım zaman utandım. Çünkü, sefere çıkmayıp geride kalanlar ya münafıklardı ya da mazeret sahibi olup, izin alanlardı. Ben ise Medine'de kalmak için izin almamıştım. Sonradan duydum ki, Resulüllah Tebük'e varana kadar benden hiç söz etme­miş. Tebük'te bir grup mücahitle birlikte otururken 'Kâ'b b. Malik'ten ne haber?' diye sormuş. Seleme kabilesinden bir adam, 'Ya Resulüllah, hurmalıkları ve ken­dini beğenmişliği onu bize katılmaktan alıkoydu' demiş. Muaz b. Cebel o adama müdahale etmiş ve 'Ne kadar kötü konuşuyorsun/ Allah'a andolsun ki, onun hakkında iyilikten başka bir şey bilmiyoruz' demiş. Resulüllah ise hiç bir şey söyle­memiş.

Resulüllah'ın Medine'ye yaklaştıkları haberim alınca sıkıntım arttı. Ne yapaca­ğımı, Resulüllah ile karşılaştığımda ne diyeceğimi bilemiyordum. Yalan söyle­meye karar verdim. Nasıl bir yalan söylersem kendimi Resulüllah'a masum gös­terebilirim diye düşündüm. O'nu üzmek, O'nun gözünde değer yitirmek büyük bir azaptı ve bunu istemiyordum. İkna edici bir yalan söylersem O'nun gözün­deki değerimi kaybetmeyeceğimi umuyordum. Ancak Resulüllah'ın Medine'ye girdiği haberini alınca tüm şeytani düşüncelerden sıyrıldım. Düşündüğüm şey­lerin yanlış olduğunu fark ettim. Sadece doğruyu söylemeye ve hiçbir şekilde yalana meyletmemeye karar verdim.

Resulüllah bir seferden gelince önce mescide girip iki rekat namaz kılar, sonra da halkın araşma çıkar, onlarla konuşurdu. Bu sefer de aynısını yaptı. Namazı­nı kılıp halkın arasında oturduğu zaman, sefere katılmayıp Medine'de kalanlar yanma gelerek özür dilemeye, Medine'de kalmalarına neden olan gerekçeleri konusunda yalan söylemediklerini ispatlamak için yeminler ederek aflarını di­lemeye başladılar. Bu şekilde davrananların sayısı seksenden fazlaydı. Resulül­lah onların sözlerini ve yeminlerini dikkate alarak özürlerini kabul etti, ama işin aslını da Allah'a havale etti. Resulüllah'ın yanma gelip özür dileyenler ara­sında, hasta olduğu için sefere katılamamış kimseler de vardı. Onlar durumla­rım bildirerek özür dilediler. Söyledikleri doğruydu, Bunu herkes biliyordu. Resulüllah onlara acıdı, özürleri kabul etti ve kendileri için Allah'tan af ve mağ­firet diledi. Herkes bu şekilde özür dileyip uzaklaştıktan sonra ben yanma yak­laşıp selâm verdim. Kırgın bir gülümseyişle bana bakıp ıgeV dedi. Yaklaşıp önü­ne oturdum. 'Neden geride kaldın? Halbuki sen Akabe'de biatin sorumluluğunu is­teyerek yüklenmiş birisin' dedi. Dünyam başıma yıkıldı. Üzüntü ve utançtan ne diyeceğimi bilemiyordum. Kendimi zorladım ve hiç yalan söylemeden konuş­maya başladım: 'Ey Allah'ın Resulü] Vallahi senden başka her kim olursa olsun, ileri süreceğim özürle kendimi affettiririm. Çünkü ben tartışmada, ikna edici ko­nuşmada güçlü, yetenekli birisiyim. Karşımdakini çok kolaylıkla ikna eder, görü­şüme dahil ederim. Ancak şunu biliyorum ki ben bugün burada sana karşı yalan söyleyip seni ikna etsem bile çok geçmeden Allah İşin içyüzünü açıklar ve beni re­zil eder. Yapmam gereken sana doğrusunu söylemektir. Doğruyu söylediğim za­man seni kızdıracağımı biliyorum ama bu durumda Allah'tan affımı dilemem ko­laylaşacak. Vallahi geri kalmam konusunda söyleyecek hiçbir özürüm yok. Ben se­fere katılmayıp geri kaldığım gün, engelleyici bir duruma sahip değildim. Hatta her zamankinden daha müsaittim'. Ben bunları söyleyince Resulüllah 'Kâ'b doğru söyledi. Şimdi kalk ve git. Allah senin hakkında hükmünü verinceye kadar bekle' dedi. Kalkıp doğruca evime gittim. Ben evime gidince bazı tanıdıklarım gelip 'Biz senin daha önce bir günahına, yanlışına şahit olmadık. Sen diğerleri gibi özür dileyip kendini kurtarmak yerine, kendini rezil etmeyi seçtin. Halbuki Resulüllah'a kolaylıkla Özür bildirebilir ve kendini affettirebilirdin. Böyle davranmakla yanlış yaptın' dediler. Dostlarımın bu sözleri üzerine bir an yaptığıma pişmanlık duyup, tekrar Resulüllah'a giderek biraz önceki söylediklerimi yalanlayıp, özür dilemek ve kendimi affettirmek istedim. Bu düşünceler içerisindeyken 'Bu ko­nuda benimle benzer durumda olan var mı?' diye sordum. 'Senden başka iki kişi daha var. Onlar da senin söylediklerine benzer şeyler söylediler' dediler. Onların kimler olduğun sordum. Mürâre b. Rebî ile Hilâl b. Umeyye'nin ismini söyle­diler. Her ikisi de Bedir'de bulunmuş iyi kimselerdi. Onların yaptığı gibi dav­ranmakla doğru davrandığımı düşünüp, şeytanın aklıma soktuğu son düşünce­lerden sıyrıldım. Bu sırada Muaz b. Cebel ile Ebû Katâde geldi. Arkadaşlarımın sözlerini duymuşlardı. Bana ıSen doğrusunu yaptın. Sakın bu arkadaşlarına uy-. ma. Doğru olmaya devam et. Umuyoruz ki Allah senin durumunu rahatlatacak, sı­kıntım giderecektir. Seni bu durumdan kurtaracaktır' dediler.

Kâ'b b. Mâlik ve onunla aynı durumda olan Mürâre b. Rebî ve Hilâl b. Umey-ye sıkıntılı bir bekleyişle durumlarının açıklığa kavuşacağı zamanı beklerlerken, Resulüllah'ın yeni bir talimatıyla karşılaştılar. Resulüllah, tüm Müslümanlara bu üç kişiyle görüşmelerim ve konuşmalarını yasakladı. Resulüllah'ın bu yasağı aye­tin gereğiydi. Çünkü o günlerde vahyolunan bir ayet, sefere katılmayıp Medine'de kalan ve daha sonra da yalan gerekçelerle özür dileyip kendilerini affettirmek is­teyen münafıklarla görüşülmesini ve konuşulmasını yasaklamıştı. Ayet şöyleydi: '(Seferden) döndüğünüz zaman size özür beyan edecekler. De ki: '(Boşuna) Özür dile­meyin! Size asla inanmayız; çünkü Allah, haberlerinizi bize bildirmiştir. (Bundan sonraki) amelinizi Allah da görecektir, Resulü de. Sonra görüleni ve görülmeyeni bi­lene döndürüleceksiniz de yapmakta olduklarınızı size haber verecektir. 'Onların ya­nına döndüğünüz zaman size, kendilerini (cezalandırmaktan) vazgeçmeniz için Allah adına and içecekler. Artık onlardan yüz çevirin. Çünkü onlar murdardır. Kazanmak­ta olduklarına (kötü i$lerineXkar$ıltkteza olarak varacakları yer cehennemdir.[163] Resulüllah ayetin emri gereği söz konusu üç Müslümanla konuşul­masını ve görüşülmesini yasakladı. Çünkü o aşamada bu üçü de münafıklarla ay­nı safta gözüküyorlardı. Bu yasağı ve takip eden günleri Kâ'b b. Mâlik şöyle anlat­mıştır:

Resulüllah sefere katılmayıp geride kalanlarla konuşulmasını yasakladı. Bunun üzerine tüm Müslümanlar bizden uzak durmaya ve konuşmamaya başladılar. Bizi görünce yüzlerini ekşitiyor, sırtlarını dönüyorlardı. Bu dayanılması zor bir durumdu. Dünyada yapayalnız kalmıştım.Yeryüzü bütün genişliğine rağmen beni sıkmaya başladı. Dünyam değişti; dünya artık tanıdığım bir yer değildi. Bu hâl elli gün devam etti. Diğer İki arkadaşım evlerine kapandılar. Hiç dışarı çık-mıyorlardı. Sürekli ağlıyorlardı. Üzüntüden perişan olmuşlardı. Ben onlara gö­re daha güçlü ve dayanıklıydım. Dışarı çıkıyor pazarda geziyor, namaz vakit­leri mescide gidip namazımı kılıyordum. Fakat hiç kimse benimle konuşmu­yordu. Bazen namaz sonrasında Resulüllah'a yaklaşıp selâm veriyordum. Selâ­mımı alacağını umuyor ve selâmımı alrp almadığım anlamak için dudaklarının oynayıp oynamadığını görmeye çalışıyordum. Yine çoğu zaman namaz sırasın­da Resulüllah'a yakın durmaya özen gösteriyordum. Belki bana bakar da yüzü­nün yumuşadığını görürüm diye umutlanıyordum. Ancak benim kendisine baktığımı hissedince yüzünü başka tarafa çeviriyordu. Bana karşı kırgın tavrın­da en ufak bir değişiklik yoktu.

Tüm Müslümanların benimle konuşmadığı, benden uzak durduğu, dünyanın daralıp beni sıktığı günlerin birisinde Ebû Katade'nin bahçesine gittim. Ebû Kâtade amcamın oğludur. Kendisini çok severdim. Onu bahçede görünce yak­laşıp selâm verdim. Selâmımı almadı. Bunun üzerine 'Ey Ebû Kâtade! Allah için doğru söyle! Sen benim, Allah'ı ve Resulünü sevdiğimi biliyorsun değil mi?' dedim. Sustu, bir şey demedi. Sorumu tekrarladım. Yine sustu. Sorumu üçüncü kez tekrarladım. Bunun üzerine sadece 'Allah ve Resulü daha iyi bilir' dedi. Dayana­madım ağlamaya başladım. Bahçeden ayrılıp doğruca evime gittim. Sabaha ka­dar ağladım. Sabah olunca çarşıya çıktım. Ne yapacağını bilmez bir halde çar­şıda dolaşıyordum. Şam'dan buğday satmak için Medine'ye gelmiş bir Nabati gördüm. Nabatinin, çevresindeki insanlara 'Kâ'b b. Mâlik'i bana gösterin' dedi­ğini duydum. Nabatiye beni gösterdiler. Nabati yanıma geldi. Gassan emiri ta­rafından bana yazılmış bir mektup verdi. Mektubu açınca 'Duyduğuna göre sa­hibin olan şahıs seninle konuşmuyor ve halk sana sıkıntı veriyormuş. Sen horlana­cak ve kaybedilecek birisi değilsin. Yanıma gelmeni isterim. Eğer davetimi kabul eder yanıma gelirsen sana yaraşan bir iyilik ve ihsanla karşılanacaksın' diye ya­zıldığını gördüm. Mektubu okuyunca 'Bu da bir başka imtihan. Müşriklerden biri­si içine düştüğüm halden dolayı hakkımda bir umuda kapılmış' dedim. Yapılan da­veti hiç dikkate almadım. Mektubu ateşe atıp yaktım.

Müslümanların bizimle ilişkiyi kesip, konuşmamaya başlamalarının üzerinden kırk gün geçmişti. O gün Huzeyme b. Sabit gelerek, Resulüllah'ın, eşimden ay­rılmamı emrettiğini bildirdi. 'Eşimi boşamam mı gerekiyor?' diye sordum. 'Ha­yır.' Boşaman gerekmiyor. Ayrı kalman yeterli' dedi. Resulüllah'ın diğer iki arka­daşıma da aynı emri verdiğini öğrendim. Eşime "Kalk anne ve babanın yanına git. Allah durumumu açıklığa kavuşturana kadar da orada kal' dedim. Hilâl b. Umeyye iyi bir Müslümandı. Allah ve Resulüne sevgisi derindi. Hatası nedeniyle sürekli ağlıyordu. Yakınları ağlamaktan öleceğini düşünmeye başla­mışlardı. Üstelik yemiyor, içmiyor; sürekli oruç tutuyordu. Çoğu zaman iftar yapmadan az bir sütle iki gün peş peşe oruç tuttuğu oluyordu. Geceleri hep na­maz kılıyor ve affını diliyordu. Ayrıca kendisinden dolayı hiç kimsenin Resu­lüllah'ın emrine muhalif davranmasına vesile olmamak için evinden dışarı çık­mıyor, hiç kimsenin yanma gitmiyordu. Hatta küçük bir çocuğun bile kendisi­ne yakın olmasını istemiyordu. Çocuk olduğu için kendisiyle konuşur da Re­sulüllah'ın emrini çiğnemiş olur diye korkuyordu. Fakat Hilâl yaşlı, kendi işi­ni görmekten aciz birisiydi. Karısı onun bu durumuna üzülerek Resulüllah'tan Hilâl'in işlerini görmek için yanında kalmasına müsaade edilmesini istedi. Re­sulüllah kadına izni verdi. Bazılar 'Bak Hilâl'in karısı kocasının yanında kalma­ya izin aldı. Senin karın da gidip Resulüllah'la görüşsün. Umuyoruz ki o da gerekli İzni alır' dediler. Ben 'Böyle bir şey yapamam. Resulüllah'ın bana ne diyeceğini bilmiyorum. Ben Hilâl gibi değilim. Kendi işini görecek kadar genç ve kuvvetliyim' dedim. Artık evde yalnızdım. Günler bu şekilde geçmeye başladı. Müslümanların bizimle ilişkiyi kesmelerinin, konuşmayı terk etmelerinin ellin­ci günüydü. Sabah namazını kılmış evin damındaki çardakta oturuyordum. Sı­kıntım büyüktü; dayanılmaz bir hâl almıştı. Bütün yeryüzü tüm genişliğine rağmen dar geliyor, beni sıkıp sıkıpbırakıyordu. Derin düşüncelere dalmış bir haldeyken 'Ey Kâ'b! Müjde" diye bağırıldığım duydum. Hemen secdeye kapan­dım ve şükrettim. Anladım ki affedilmiştim; artık genişlik, ferahlık gelmişti. Haberciden, Resulüllah'ın, sabah namazından sonra, üçümüzün de affedildiği­mizi bildirdiğini ve müjdeciler gönderdiğini öğrendim. Bana gelen müjdeci Zü-beyr b. Avvam'dı. Zübeyr atma binerek müjdeyi ulaştırmak için koşup gelmişti. Yanıma gelince kendisine müjde hediyesi olarak iki kat elbise verdim. Hal­buki o zaman fazladan sadece o iki elbiseye sahiptim.

Münafıklarla aynı konuma düşen üç Müslümanm durumunu açıklığa kavuş­turan ve affedildiklerini bildiren ayet o gece vahyolunmuştu. Resulüllah müjdeyi önce eşi Ümm-ü Seleme'ye vermiş, onun 'Bunu Müslümanlara bildireyim mi?' de­mesi üzerine 'Sabaha kadar bekle' demişti. Resulüllah müjdeyi sabah namazı son­rasında cemaate bildirerek, affedildiklerinin üç Müslünıana iletilmesini istemişti. Hemen üç kişi yola çıkmış ve müjdeyi sahiplerine ulaştırmışlardı. Affedildiği müj­desi kendisine bildirildiği zaman Hilâl b. Umeyye sevinçten secdeye kapanıp uzun bir süre kalkmamış, hatta eşi, sevinçten öldüğünü sanmıştı.

Müslümanların üçü de hemen Resulüllah'ın yanına koştular. Bir an önce sev­gili peygamberlerine ulaşmak ve O'nun kendileri için dünyanın her şeyinden da­ha değerli gülen yüzünü görmek, kendilerine sarf ettiği herhangi bir sözünü duy­mak istiyorlardı. Kâ'b b. Malik mescide gitmesini, Müslümanlarla ve Resulûllah'la karşılaşmasını şöyle anlatıyor:

Affedildiğim müjdesini alınca hemen mescide gittim. Müslümanlar gruplar ha­linde toplanmış bizi bekliyorlardı. Hepsi sevinçliydi. Her kime yaklaştıysam 'Tövbenin kabul edilmesi sana kutlu olsun' diyordu. Resulüllah bir grup Müslü-manla oturmuş sohbet ediyordu. Talha b. Ubeydullah hemen ayağa kalkıp ba­na doğru geldi. Elimi sıkıp, tebrik etti. Selâm verip Resulüllah'a yaklaştım. Yü­zü sevinç içerisindeydi. Tebrik edip, o günün annemden doğduğum günden bu yana sahip olduğum en hayırlı gün olduğunu söyledi. Merakla 'Ey Allah'ın Re­sulü! Bu müjde senden mi, yoksa Allah'tan mı?' diye sordum. 'Benden değil, Al­lah'tan' dedi. Allah'tan bir müjde aldığı zaman yüzünün ay parçası gibi parladı-ğım ve sevindiğini biliyordum. Biz O'nun yüzünün parlaklığından müjde bildi­ren bir ayet vahyolunduğunu anlardık. Bu sefer de aynı durumdaydı. Önüne oturarak 'Ey Allah'ın Resulü.' Hem tövbemin kabulüne şükür için, hem de Allah ve Resulünün rızasını kazanmak için bütün sahip olduklarımı bağışlamak istiyorum dedim. Resulüllah 'Malının hepsini bağışlama, bir hışmını yanında tut. Bu senin için daha hayırlıdır' dedi. 'Ey Allah'ın Resulü! Beni ancak doğru olmak kurtardı. Artık ben hiçbir zaman, hiçbir şehilde doğruluktan ayrılmayacağım' dedim. Vallahi, Allah'ın bana verdiği nimetler içerisinde, islâm ile hidayete ermemden sonra, doğru söyleyerek helâka uğramaktan engellemesi kadar bence daha bü­yük bir lütufu olmamıştır. Hiçbir şeyi bununla değişmem. Doğruluğumuz ne­deniyle biz affedilirken, Resulüllah'a yalan söyleyip kendilerini affettirdiklerini' sananlar helak olup gittiler. Allah onlar için 'Onların yanına döndüğünüz zaman size, kendilerini (cezalandırmaktan) vazgeçmeniz için Allah adına yemin edecek­ler. Artık onlardan yüz çevirin. Çünkü onlar murdardır. Kazanmakta olduklarına (kötü islerine) karşılık ceza olarak varacakları yer cehennemdir. Onlardan razı olasınız diye sizeyemin edecekler. Fakat siz onlardan razı olsanız bile Allah fâsık-lar topluluğundan asla razı olmaz [164] demiştir. Bizim için ise 'An-dolsun ki Allah, Müslümanlardan bir grubun kalpleri eğrilmeye yüz tuttuktan son­ra, Peygamberi ve güçlük zamanında ona uyan muhacirlerle ensarı affetti. Sonra da onların tövbelerini kabul etti. Çünhü O, onlara karşı çok şefkatli, pek merha­metlidir. Ve (seferden) geri bırakılan üç kişinin de (tövbelerini kabul etti). Yeryü­zü, genişliğine rağmen onlara dar gelmiş, vicdanları kendilerini sıktıkça sıkmıştı. Nihayet Allah'tan (O'nun azabından) yine Allah'a sığınmaktan başka çare olmadı­ğını anlamışlardı. Sonra (eski hallerine) dönmeleri için Allah onların tövbesini ka­bul etti. Çünkü Allah tövbeyi çok kabul eden, pek esirgeyendir. Ey iman edenler! Allah'tan korkun ve doğrularla beraber olun [165]


[164] Tevbe, 9: 95, 96

[165] Tevbe, 9:117-119