Konu Başlığı: Islam hukukunda manevi zararlarin tazmini Gönderen: Ekvan üzerinde 05 Mart 2010, 13:50:57 İSLAM HUKUKUNDA MANEVİ ZARARLARIN TAZMİNİ
Zarar mefhumu ve aksamı. - Manevî zararların lüzumu tazmini, - Zararların tazmin şekilleri. - Manevî zararların maddî ivazlarla karşılanması. - mutazarrırın tatmini. - tecavüzün takbih edilmesi. - Haksızlığın teşhiri ve mahvü ıslahı. - Mutazarrırın mütecavize cevap vermesi. - Manevî tazminatın ferağ ve intikali. - Manevî tazminatın kabili haciz olup olmaması. - Manevî tazminatın miktarını tayin salâhiyeti. - Manevî tazminatın cezadan madut olup olmadığı. [38] Zararı manevî ve aksamı : Malûmdur ki bugün erbabı hukuk arasında zarar mefhumu maddî ve manevî namile iki kısma ayrılmaktadır: Maddî mülke, cismanî bir varlığa, iktisadî kıymet ve mahiyeti haiz her hangi bir şeye taallûk eden bir ziyan, bir kusur, maddî bir zarar olduğu gibi maddî mülke, cismanî ve iktisadî bir varlığa müteallik olmayan, ruhu müte-ezzi eden, şeref ve haysiyeti muhil, sıhhat ve hürriyete rnünafi bulunan herhangi bir hâdise de manevî bir zarar addedilmektedir. Zarar mefhumu, lügat itibariîe nefse, mala, mansıp ve caha arız olan noksan ve herhangi bir fena hale maruziyet manasınadır. Bu kelime, durr lâfzından isim olup nefi1 mukabilidir. Durr mefhumu ise üç kısma ayrılır: 1 - Bedene müteallik suihal: Bazı uzuvların muattal bulunması gibi. 2 - Nefse ait suihal: ilmin, fazilet ve iffetin noksanlığı gibi. 3 - Haleti zahireye ait fenalık, mal ve cahm azalması gibi [39] Bu taksime nazaran da zarar mefhumunun cismanî, ruhanî veya maddî, manevî kısımlarına ayrılması lâzımgelir. Bu halde bir kimsenin bir malını telef etmek veya bir uzvunu bir arızaya uğratmak onun hakkında maddî bir zarar olacağı gibi bir kimse hakkında haysiyetini kıracak veçhile fena bir söz söylemek veya ruhunu muztarip edecek bir tarzda eza ve cefada bulunmak da manevî bir zarar teşkil etmiş olur. (Len yedurruküm illâ eza) nazmı celilindeki eza lâfzı «ta´n ve tehdit gibi az bir zarar» diye tefsir olunmuştur.[40] Demek ki zemm-ü kadeh suretile, tehdit ve ihafe tarikile yapılan eza ve cefa da zarardan madut imiş. Bu kabil zararlar ise ruhu müteeUim edecek halattan olduğundan bunların birer manevî zarar teşkil edeceği şüphesizdir. îşte bundan da anlaşılıyor ki mücerret ruhu müteessir edecek olan herhangi bir hâdise, islâm Hukuku nazarında bir zarar sayılmaktadır. Bu halde islâm Hukukunca da zararların maddî ve manevî kısımlarına ayrılabilmesi kendiliğinden tahakkuk etmiş oluyor. Manevi zararların lüzumu tatmini : islâm Hukukunda her zararın kendine mahsus, âdilâne bir tarzda tazmin ve tamir edilmesi mühim´ bir esastır. «Zararlar izale olunur», «zarar ve mukabele bizzarar yoktur», «bir zarar kendi mislile izale olunmaz», «zararı âmı defi için zararı hâs iltizam olunur», «zararı eşed, zararı ehaf ile izale olunur» düsturları malûmdur. Şüf´a, hacr, kısas, hudut, zamanı mütlefat gibi hukukî meselelerin bir çoğu da bu düsturlara müpteni bulunmaktadır.[41] Haksız yere vukubulan herhangi bir zararın usulü dairesinde izalesine çalışmak halk arasında intizamı muhafazaya, adaleti tevzie memur olan müesseselerin birinci vazifelerini teşkil eder. Binaenaleyh maddi zararların lüzumu tazmini Şark ve Garbın bütün hukukî müesseselerince kabul edilmiş olduğu gibi manevî zararların kendilerine hâs, hikmet ve maslahata uygun bir tarzda tazmin ve tamir edilmesi de hem bir çok garp hukuk müesseselerince, hem de islâm hukukunca kabul edilmiş bulunmaktadır. Ancak bu hususta garp hukukçularile garp medenî kanunları arasında muhtelif nazariyeler, mütenevvi hükümler mevcut olduğu ve manevî tazminin mahdut hâdiselere tahsisi iltizam edildiği gibi islâm Hukukunda da bu cihet pek derin bir tarzda nazara alınmış ve bu tazminin müteaddit şekilleri tayin, âit olduğu hâdiseler tahdit edilmiştir. Filhakika islâm hukukçuları esasen zarar mahiyeti umumiyesini nazara alarak her zararın kendine uygun bir veçhile tazminine ait mesaili uzun uzadı-ya nazariyatı fıkhiyesile beraber dermeyan etmişlerdir. Şu kadar var ki zararları maddî, manevî kısımlarına ayırmak suretile tasnife tâbi tutmamışlar, bu zararlara ait tazmintı da maddî tazminat, manevî tazminat namile zikretmeğe lüzum görmemişlerdir. Daha doğrusu alelekser herhangi bir zararın az çok hem maddî, hem de manevî tesirleri mevcut olduğu ve hâdisat sahasında her manâsile yalnız maddî, yalnız manevî bir zararın mevcudiyeti de pek o kadar kabul edilemiyeceğı cihetle islâm fükahası zararları ve onların tazminlerini umumî bir surette nazara alarak bunları ayrı ayrı mahiyette telâkki ettiklerini göstermemişlerdir. Netekim Fransa Kanunu Medenîsi de maddî ve manevî zararları bir tutuyor, bunları bir esas dahilinde tazmine tâbi tutmuş bulunuyor. Meselâ : Bir zatın sırf maddî, afakî olan bir varlığına, meselâ rükûbuna mahsus olan otomobiline bir ziyan iras edildiği farz olunsun, o zat bundan maddeten mutazarrır olduğu gibi mutlaka ruhan da az çok müteellım olacaktır. Bu teellüm İse maddî zararın zımnında tahakkuk etmiş manevî bir zarar değil midir? Bilâkis bir zatın mücerret .şahsına karşı hakaret âmiz bazı sözler söylendiği, kendisine gayrı ahlâkî bazı haller isnat edildiği düşünülsün, bu zat bundan şüphesiz pek müteellim olacak, şerefinin nakisedar olduğunu düşünerek günlerce acı duyacaktır. Bu hal ise manevi bir zarardır. Fakat iş bununla bitmiş olmıyacak, belki o zatın bu veçhile haysiyetinin haleldar olması kendisinin maddî zararlara uğramasına da sebebiyet verecektir. Farz edelim ki bir doktora insafsızlık gibi, hastalara karşı merhamet ve şefkat duygusundan mahrumiyet gibi bir nakise isnat edilsin, bu doktor bu yüzden bir kısım hastaların müracaatlarından mahrum kalarak maddî zararlara uğramış olmaz mı? Keza bir avukata deruhte ettiği dâvaları güzel bir neticeye iktiran ettirmek hissinden mahrumiyet gibi, lâubalilik gibi bir kusur isnat olunsun, artık bu avukat bir takım kimselerin kendisine dâvalarını tevdi etmelerinden mahrum kalarak maddeten de mutazarrır olmuş olmayacak mıdır? Bir memura, bîr müstahdeme, bir tacire isnat edilecek suihaller de hep böyle maddî zararlara sebebiyet veremez mi? Demek oluyor ki çok kere manevî zararlar, maddî zararlarla müterafık bulunuyor. Bu takdirde herhangi bir zarar, sırf maddî ve sırf manevî sayılamaz, bu zararlarda her iki cihet te az çok mevcuttur. Şu kadar var ki hangi cihet galip ise ona göre zarara isim verilmiş oluyor. işte bu hakikati nazara almış olduklarından dolayı olmalıdır ki islâm hukukçuları, zararları böyle iki kısma ayırmak külfetinde bulunmamışlardır. Yoksa böyle iki kısma ayrılabileceği kabul edilen zararlardan hiç birisini az çok tazmin ve tamirden vareste addetmemişlerdir. Zararların tazmin şekilleri : Bilûmum zararların tazminatına dair İslâm Hukukunu ihtiva eden fıkıh kitaplarında pek mufassal malûmat vardır. Hattâ mücerret tazminat hakkında yazılmış müstakil eserler de mevcuttur. Ebu Muhammed bin Ganimi Bağdadînin 460 sahifeden müteşekkil, matbu, «Kitabı mecmaızzamanat» unvanlı meşhur eseri bu cümledendir. Binaenaleyh biz bu makalemizde maddî zararlara ait tazminattan bahsedecek değiliz. Biz burada manevi zarar diye telâkki edilebilecek olan bazı zararların taz minatına dair biraz malûmat vermek istemekteyiz. Şöyle ki: Manevî zararların tazminindeki hikmet; bu kabil hâdiselerin vukuunu azaltmak, rahnedar olan bir şeref ve haysiyeti tamir etmek, tahaddüs eden ruhî acıları tadil eylemek, cemiyetin nezaheti ahlâkiyesini temine çalışmak gibi gayelerden ibaret olduğundan bu gayelere göre tazminat şekilleri muhtelif tarzda tebarüz eder. Bunların başlıca eşkâli şunlardır: 1 - Manevî zararların maddî ivazlarla karşılanması. 2 - Mütecavizi tedip ile mutazarrırın tatminine çalışılması. 3 - Tecavüzün tazir suretile takbih edilmesi. 4 - Haksızlığın teşhiri ve mahiv ve ıslahı. 5 - Mutazarrırın mütecavize bilmukbeîa cevap vermesi. Manevî zararların maddî ivazlarla karşılanması : Malûmdur ki manevî zararların maddî bir ivazla, bir para ile telâfisine çalışılması meselesi hukukçular arasında muhtelif mütalâaların tecellisine sebep olmuştur. Manevî zararlara maddî ivazların tekabül edemiyeceğini nazara alan bir kısım erbabı hukuk, bu kabil zararların maddî ivazlarla karşılanmasına cevaz vermemektedirler. Bu cihetle bazı milletlerin medenî kanunları manevî zararların tazminine ait hükümleri ihtiva etmemektedir. Diğer bir kısım hukuk mütehassısları ise manevî zararların da maddî tazminat ile tazmin ve tehvini cihetini iltizam etmektedirler. Bunun içindir ki´ garp kanunlarının ekserisinde manevî zararların maddî bir mal ile telâfisi esasen kabul edilmiştir. Şu kadar var ki bu tazminat şekli mahdut hâdiselere hasredilmiş, bunun sahası pek o kadar tevsi edilmemiştir. îşte islâm Hukuku da manevî zarar addedilebilecek her hâdisenin maddî bir ivazla karşılanmasını vâsi bir mikyasta kabul etmemiş olmakla beraber bazı mühim hâdiselerde bu esası kabul etmiş, hele cismanî zararlarla müterafık olan manevî zararlarda bu usulü daha ziyade iltizam eylemiştir. Aşağıdaki mukayeseli hususatı, bu esasa teferrü eden nıesailden addedebiliriz : 1 - Bazı garpmedenî kanunlarına nazaran kasden veya hata tarikiie öldürülmüş olan bir şahsın efradı ailesi veya muayyen bir derecei karabette bulunan akrabası katilden manevî tazminat namile bir miktarmeblâğ istemek hakkına maliktirler. Bu meblâğ; o kimselerin katil sebebiie maruz kaldıkları muinsizİikten mütehassıl ihtiyacı tadile, veya sevgili bir fertlerinin ziyamdan mütevellit elemlerini teskine medar addedilmektedir. Netekim Türk Borçlar Kanununun 47 inci maddesinde de: «Hâkim hususî halleri nazara alarak cismanî zarara duçar olan kimseye yahut öldüğü takdirde ölünün ailesine manevî zarar namile adalete muvafık tazminat verilmesine karar verebilir.» denilmektedir. I§te bu esas islâm Hukukunda da ötedenberi mevcuttur. Şöyle ki; Kısası müstelzim katillerden maada bigayri hakkın vukubulan herhangi bir katil hâdisesinden dolayı maktulün veresesine verilmek üzere katilden diyet namile muayyen miktar nakdî tazminat istifa olunur. Velev ki bu veresenin maktule derecei karabetleri uzak bulunsun. Hattâ maktulün veresesi bulunmadığı tak dirde bu tazminat, efradından birini kaybetmiş ve bu yüzden bir nevi sarsılmış olan içtimaî heyete ait olmak üzere hazinei Devlet namına istifa olunur da masum bir şahsın bigayri hakkın hedrolup gitmesine meydan verilmiş olmaz .[42] islâm Hukukunda bazı ölüm hâdiseleri daha vardır ki bunlardan dolayı da tazminat itası icabetmektedir. Ezcümle Fıkhı Hambelîde deniliyor ki: Mekûlât veya meşrubattan bir şeye muztar kalan bir kimse, muztar bulunmayan bir şahsa müracaat ettiği halde zarureti is´af edilmediğinden dolayı ölecek olsa o şahıs tazminat itasına mahkûm olur. Kezaük her kim bir kimseyi bir mehlekeden kurtarmaya muktedir olduğu halde kurtarmayarak lâkayit bulunsa üzerine tazminat itası lâzımgelir. Kezalik bir şahıs bir kimsenin muhtaç olduğu mekûlât veya meşrubatı, yahut nefsini sail hayvanlara karşı müdafaa edeceği silâhını alıp ta bu yüzden o kimsenin telefine sebebiyet vermiş olsa diyetini tazmine mecbur olur. Keza bir kimseyi bir veçhile korkutarak bir arızaya uğratmış olan şahıs, bu hareketinden dolayı o kimseye tazminat itasile mükellef bulunur. Kezalik yüklü bir kadım rayihasından müteezzi olacağı malîftn bulunan bir taamın veya kibrit kütlesi gibi bir maddenin yanında tevkif eden şahıs, o kadının veya hamlinin bu yüzden telef olması takdirinde tezminat itasına tâbi tutulur.[43] 2 - Bazı garp kanunları manevî tazminatı sıhhatle alâkadar olan hâdiselere de teşmil etmiştir. î§te islâm Hukukunda bu cihet de nazarı içtihada alınmış, sıhhati velev muvakkaten -ihlâl- eden hâdiselerden dolayı nakdî tazminat itasına kail olan müçtebitler bulunmuştur. Ezcümle Fikhi Malikîde deniliyor ki: Bir şahsın amd veya hata tarikile ika ettiği münakkile, âmme, darnıga ve caife denilen yaralardan dolayı mecruha diyet namile bir miktar tazminat vermesi icabeder. Velevki yara bir ayıp, bir çirkinlik eseri bırakmaksızın tamamen iltiyam kesbetmiş olsun.[44] Demek ki mecruh, sıhhatinin bir müddet muhtel olduğundan veya bir miktar elem çektiğinden dolayı bu tazmine müstahık oluyor. 3 - Bazı garp kanunlarında hüsn-ü cemalin ihlâl edilmesinden meselâ çehrenin güzelliğini giderecek olan bir arızanın ika edilmiş bulunmasından dolayı da mütecavizden manevî tazminat namile bir miktar akçe alınması tecvîz% edilmiştir. işte islâm Hukukunda bu kabil tazminat dahi kabul edilmiş bulunmaktadır. Şöyle ki: Bir şahıs bir kimsenin meselâ bir tırnağını çıkarıp ta onun yerine ayıplı bir tırnak gelecek olsa o şahıs üzerine hükümeti adil tarikile zaman lâzım gelir.[45] Kezalik bir şahısbir erkeğin veya bir kadının saçlarını kısmen veya tamamen yolup ta bir sene içinde yerlerine saç gelmiyerek bu yüzden hüsn-ü cemalini ihlâl eden bir arıza husule gelmiş bulunsa mütecavizden diyet namile tazminat olarak miktarı muayyen bir meblâğ istifa olunur.[46] 4 - Garp kanunlarının bazılarında bir kısım nişanların bozulmasından veya boşama hâdiselerinden dolayı mutazarrır olan taraf için diğer taraftan bir miktar tazminat istifası esası da kabul edilmiştir. işte islâm Hukukunda bu esas da kısmen mevcut bulunmaktadır. Şöyle ki: Bir kadınla evlenen bir erkek o kadım gerek zifaftan evvel ve gerek sonra boşayacak olsa kendisine müt´a veya mihir namile tazminat olarak bir miktar mal vermeğe mecbur olur. Velevki mihir namile evvelce bir şey tesmiye edilmiş olmasın.[47] Demek ki kadının boşanma yüzünden uğrayacağı maddî, manevî zararlar bu veçhile tamir edilmiş oluyor. 5 - Bütün erbabı hukukça müsellem olduğu üzere cebren veya iğfal ile veya sair gayri muhik bir sebeple vukua gelen izalei bikir hâdiselerinde hem de manevî zararlar mevcuttur. Binaenaleyh garp kanunlarının bazıları bu kabil zararların telâfisi, tamiri lüzumunu gösterir maddeleri ihtiva etmektedir. işte islâm Hukuku bu kabil hâdiseleri de etrafile nazarı itinaya almış, bu hususta bir çok ahkâmı muhtevi bulunmuştur. Ezcümle fıkıh kitaplarında deniliyor ki: Bir akid veya mülk şüphesine mebni kendisine gayrı meşru mukarenet vukubulan bir kız veya dul bir kadın için ukr veya mihri misil namile tazminat olarak bir miktar mal verilmesi ica-bedur. Kezalik taş ile ve bu gibi bir şey ile bikri izale edilen kıza mihri misil namile tazminat olarak bir miktar meblâğ itası lâzım gelir. Keza bir kimse menkûhesi olmayan bir kızı itip düşürmekle bekâretinin zail Olmasına sebebiyet verse onun mihri mislini zamin olur.[48] Bütün bunlar maddî zararlar ile müterafık olan manevî zararların telâfisi gayesini istihdaf etmekte bulunmuştur. 6 - Garp hukukçularınca manevî zararlara sebebiyet veren kimselerden hükümet namına bir miktar meblâğ alınması ve mahkeme masraflarının da kendilerine yükletiimesi bu nevi tazminattan addedilmiştir. islâm Hukukuna gelince esasen müçtehitler başkasının hukukuna tecavüz eden ve bu sebeple tedip ve takbihe müstahık olan eşhastan tazir maksadile bir miktar meblâğ alınmasını savap görmemişlerdir. Bu zevata göre bu usulün kabul edilmesi bir çok suiistimallere sebep olacak, ve nâsm mallarına bir takım insafsız kimselerin musallat olmasına imkân verecektir. Ancak Hanefî müçtehitlerinden olup kadlkuzat bulunan ve bu cihetle adliye icabatını daha yakından takdir ve tatbika salâhiyettar olan imam Yusuf, bu gibi bazı eşhastan tazir ve tedip maksadile bir miktar meblâğ alınabilmesini tecviz etmiştir. Bazı fükahamn beyanına nazaran bu gibi mücrimlerden alınacak bu kabil akçalar hükümetçe tevkif edilir, mücrim ıslahı hal ettiği takdirde kendisine iade olunur, etmediği takdirde hâkimin münasip göreceği cihete sarf edilir .[49] Hâsılı, nâsı mutazarrır eden bazı mütecavizlerden alınacak bu gibi akçeler, mutazarrırın teşfiyei sadrına, teskini teessürüne hadim olabileceği cihetle bir nevi manevî tazminat mahiyetinde görülebilir. 7 - Garp hukukçularının bir kısmı, bir kimsenin bigayri hakkın uğrayacağı bir elem ve kederden dolayı mütecavizden tazminat olarak bir miktar meblâğ istiyebüeceğini dermeyan etmişlerdir. Hattâ bu hususa dair bir kısım medenî kanunlarda bazıhükümler de mevcuttur. islâm Hukukunca bu cihet te nazara alınmıştır. Şöyle ki: Meselâ bir tecavüze uğrayarak başı veya sair bir uzvu yaralanmış olan bir kimsenin bu yarası tamamen kapanıp hiç bir eseri kalmamış olsa dahi bu hâdiseden dolayı carihten tazminat olarak bir miktar meblâğ istiyebilmesi Hanefîlerİn büyük müçtehitlerinden olan imam Yusufun içtihadına tevafuk etmektedir. Müşarünileyhin bu içtihadına göre mademki o kimse haksız yere uğradığı bir tecavüz sebebile bir müddet elem ve kedere maruz kalmıştır. Artık bundan dolayı ehli vukufun tayin edeceği bir miktar meblâğa müstahık olmalıdır, buna «hükümeti elem» denir ki acı parası veya ivaz olarak ehli hıbrenin usulü dairesinde tayin edecekleri bir tazminat demektir.[50] imam Yusufun bu içtihadı. Maliki müçtehitlerinin yukarıda yazdığımız reylerine de tevafuk etmektedir. Sair Hanefî müçtehitlerine göre mecruhun yarası iltiyam bulun ta cerah-haten eser kalmazsa carihe diyet veya hükümeti adil lâzım gelmez. Fakat mecruh o cerhten naşi bir müddet sahibi firaş ve kesipten âciz olarak tabibe müracaat etmiş, ilâç almış bulunursa o müddete ait nafakası ve doktor ile ilâ cin ecri mislini carihten alabilir [51] Mütecavizi tedib suretile mütezarrtnn tazminine çalışılması : Manevî zararlardan dolayı icabeden tazminatın bir şekli de zecr ve tedip tariki olarak kabul edilebilir. Çünkü bu nevi tazminatın her vakit para ile istifası muvafık olamaz. Yukarıda da arzedildiği gibi bazı garp hukukçuları da bu kabil tazminatın para ile yapılmasını esasen muvafık görmemişlerdir. Bunlar, ihlâl edilen bir şeref ve haysiyetin para gibi maddî bir ivaz ile tazmin edilmesinin izzeti nefse münafi, şerefi şahsîyi tenzile badi, ve çok kere gayri ahlâkî hareketlere saik olabileceğini dermeyan etmişlerdir. Filhakika ihlâl edilen bir şeref ve haysiyet hiç bir zaman bir miktar para istifasile telâfi edilmiş olamaz. Manevî zararlardan dolayı daima para ile tazminat tarikine gidilmesi çok kere suiistimallere kapı açabilir, bir takım mü-temevvil mütecavizlere cüretbahş olabilir. Binaenaleyh para ile olan tazminatın mahdut hâdiselere inhisarı hikmeti hukuk bakımından pek muvafık görülmektedir. Bu cihetledir ki islâm Hukukunda da para ile tazminat tarikine pek o kadar vüsat verilmemiş, şahsî ve içtimaî mühim tesirleri mutazammın olan bir kısım manevî zararlardan dola yi zecr ve tedip tarikile bir nevi tazminat şekli iltizam edilmiştir. Netekim kazf hâdiselerinde bu tarika tevessül olunmaktadır. Şöyle ki: Afif, matlup evsafı haiz bir zata gayri meşru bir mukareneti cinsiye isnadı onun şerefini pek ziyade sarsacak, içtimaî hayatına büyük bir suikasd teşkil edecek bir cürümdür, bir tecavüzdür. Şüphe yok ki bir kimseyi gayrı meşru mukarenetlerle şaibedar göstermek, o kimseyi içinde yaşadığı cemiyetin nezaheti hayatına tecavüz etmiş, cemiyet arasında gayri meşru uzuvların türeyebilmesine sebebiyet vermiş, insaniyetin en kudsî haklarını ayaklar altına almış bir cani gibi halka teşhir etmek demektir. Artık bu kadar ağır bir töhmet altında kalmış olan bir bigünah kimsenin teessüratmı tadil, manevî zararlarını tamir için para kâfi değildir. Binaenaleyh böyle bir isnada mücasir olan eşhas hakkında miktarı ve keyfiyeti muayyen bir darp usulü caridir ki buna «haddi kazf» denilmektedir. Bu suretle mütecavizin kizbi meydana çıkarılmış, mağdurun pek ziyade rencide olan hissiyatı kâfi derecede tamir ve tatmin edilmiş olur. Hattâ bu isnat o kadar ağırdır ki afif, evsafı lâzimeyi haiz bir müteveffa hakkında vaki olacak olan böyle bir isnattan dolayı onun usul ye füruunun mahkemeye müracaatla mütecaviz aleyhinde zecr ve tedip muamelesinin yapılmasını talebe hakları vardır. Filvaki bunlar kendi baba veya evlâtlarına isnat edilen bu faziha yüzün den müteellim olmuş, neseplerine sürülmek istenilen lekeden arlanmış olacakları cihetle kendilerini hissettikleri elemden, hicaptan kurtarmak için böyle bir talebe müstahaktırlar. Şu kadar var ki böyle bir isnada uğrayan kimselerin hakimane, afivkâra-ne bir vaziyet alarak lüzumu kat´î görülmedikçe hâdiseyi mahkemelere düşürmemeleri islâm Hukukunca mültezem ve şayanı tavsiye görülmektedir. Çünkü bir şeyin şüyuu vukuundan daha şenidir. Binaenaleyh mümkün olduğu kadar bu gibi hâdiselerin şuyuuna meydan vermemelidir. Şunu da ilâve edelim ki usul ve füruun bu tazminatı talebe istihkakları, veraset ve intikal tarikile olmayıp bizzat kendilerine İâhık olacak olan bir arı defi için resen ve bidayeten sabit bulunmaktadır. Bunun içindir ki bir gayri müslim, müslim olan usul ve füruuna varis olamadığı halde bunlardan birinin nhakkında vefatlarından sonra vukubulacak olan kaziften dolayı arzolunduğu veçhile kazifin tedibini istemek hakkına malik bulunur .[52] islâm Hukukunda yalnız böyle kazif suretile olan isnatlar değil, nisbeten pek hafif isnatlar, hakaret âmiz tefevvühler, hattâ müstehziyane bakışlar bile, bunlardan hissiyatı rencide olan kimselerin müracaatı takdirinde mücasir-leri hakkında zecr ve tedibi müstelzim olabilir. Bu tedip ise eşhasa, ahvale göre haps ile, darp ile, tekdir ve tevbih ile yapılabilir.[53] Vakıa hapis ve darp şekilleri tazminden ziyade bir ceza mahiyetinde görülebilir. Fakat bu hadiselerde mahkemelerin işe vaziyet edebilmesi mutazarrırların müracaatına bağlı olduğu ve mutazarrırların bu gibi hâdiseleri afiv ile karşılayabilecekleri cihetle şahsî hukuka taallûk eden bu hâdiselerin müstelzim olduğu hapis ve darbın cezadan ziyade, mutazarrırları tatmin edici birer manevî tazmin mahiyetinde telâkki edilmesi daha muvafık olsa gerektir.[54] Tecavüzün tazir suretile takbih edilmesi : Manevî zararların tamir ve teskini hususunda mahkeme tarafından mütecaviz hakkında verilecek bir takbih kararı da bir nevi tazminattan madut görülmektedir. işte islâm Hukukunda bu nevi tazmin şekli de mevcuttur. Şöyle ki: Bir-zat hakkında hakaretâmiz yazı yazmış, veya lâkırdı söylemiş olan şahsı, mutazarrırın müracaati üzerine haline münasip bir veçhile hâkim tekdir eder, yazdığı şeyin, veya söylediği sözlerin meselâ ahlâka, umumî adaba muvafık olmadığını kendisine ihtar ile hareketini takbih edebilir. Böyle bir muamele ise şüphe yok ki mutazarrırın teessürünü teskine, manevî zararım tamire hizmetten halî değildir. Fıkıh kitaplarının tazirata müteallik mesaili, bu kısım ahkâmı ihtiva etmektedir. [55] Haksızlığın teşhiri ve mahv-ü ıslahı : Manevî zararların tazmini şekillerinden biri de vukubulan haksızlığın teşhiri, mahiv ve ıslah edilmesi usulüdür. Meselâ : Bir kimse aleyhine kullanılan muzir, müzevver yazıların, mahkeme kararile mahiv veya tashihi, mücasirinin teşhir edilmesi bu kabilden dir. îşte İslâm Hukukunda bu nevi tazminat şekli de mevcuttur, Ezcümle tez vir yoluyla vücude getirilmiş olan hüccetler, vesikalar, yazılar mahvedilerek bunların mücasirleri hakkında tazir muamelesi yapılır.[56] Bu mahiv ve ta zir ise mutazarrırı maddî ve manevî zararlardan vikaye edeceği cihetle şüphe yok ki bir nevi tazmin sayılabilir. Bir kimse aleyhine yalan yere ihbar ve şehadette bulunmuş olanların mahkeme kararile teşhir edilmesi bu cümledendir. [57] Mutazarrırın mütecavize bilmukabele cevap vermesi : Manevî zararlara ait tazminat şekillerinden biri de mutazarrırın mütecavize bilmukabele cevap vermek hakkına malikiy etidir. Filhakika bir kimsenin aleyhine söylenilen sözlere veya yazılan yazılara cevap vermeğe salâhiyettar olması, hukukunu siyanet ve müdafaaya hadim olacağı cihetle tazminattan madut olabilir. islâm Hukukuna gelince onda da bu usulün esasen kabul edilmiş olduğunu görmekteyiz. Ezcümle hakkında fena lâkırdılar söylenilen kimse mütecavize karşı ayni veçhile mukabelede bulunabilir. «Hakaret reddolunur muhayyerdir. Meselâ : Kendisine fasik, facir, hain veya habis denilen kimse bu hakareti: «Belki sensin» diye mütecavize reddedebilir. Maahaza islâm Hukuku, mücasirleri hakkında tedip ve takbihi müstelzira olan bu gibi lâkırdılara maruz kalan kimsenin bu veçhile mukabelede bulunmasını savap görmemektedir. Bu gibi seb ve şetimden madut sözlerden dolayı tazir suretile tazminat istihsali için mahkemeye müracaat edilebilir.[58] Manevî tazminatın ferağ ve İntikali kabil olup olmaması : Garp hukukçularına göre manevî zararlara ait tazminat şahsî olup kabili ferağ ve intikal değildir. Bunlarda ferağ, veraset cari olmaz, islâm Hukukund aise bu mesele muhtacı izahtır. Şöyle ki manevî tazminat kabilinden sayılacak şeyler İslâm Hukukunca da alelekser şahsî olup kabili intikal değildir. Meselâ almış olduğu carihadan dolayı tazminat dâvası açmamış olan bir kimse müteakiben başka bir arıza İle vefat edecek olsa artık veresesi o cerihadan dolayı carihten tazminat talep edemez. Kezalik bir şahıs kendi hakkında vukubulan kazaftan dolayı henüz dâva ikâme etmeden ölecek olsa artık veresesi kazif aleyhine dâva açamaz.[59] Bu meselelerde manevî tazminatın kabili intikal olmadığı görüldüğü gibi bunun kabili devr-ü ferağ olmadığı da anlaşılmış oluyor. Fakat bu neviden sayılacak bazı tazminat da vardır ki onlar vereseye intikal etmektedir. Meselâ : Maktulün veresesine verilecek olan diyetler bu cümledendir. Çünkü bu diyet, maktulün sair emvali gibi terekesinden sayılır, bundan evvelâ borçları verilir, vasiyeti varsa tenfiz edilir, sonra mütebaki kısmı veresesine ait olur.[60] Kezalik şüphe ile bikri izale edilen bir kıza mihri mislî miktarı verilecek olan tazminat ta veresesine intikal eder. Boşanılan kadına verilecek olan tazminat ta böyle. Bu hâdiselerdeki manevî zararlar, maddî zararlar ile daha ziyade müte-rafık bir halde bulunduğundan bunlardan dolayı icabeden tazminatın vereseye intikali hikmeti hukuk bakımından şüphe yok ki pek muvafıktır.[61] Manevi tazminatın kabili haciz olup olmadığı : Garp hukukuna nazaran manevî zararlardan münbais tazminat, kabili haciz de değildir. islâm Hukukuna gelince bu kabil tazminatın haczedilip edilemiyeceği ca-yi izahtır. Şöyle ki: Bir kısım tazminat vardır ki bunlar mutazarrır tarafından af ve terk edilebileceği cihetle kablettahsil haczedilemez. Hükümeti adil tarikile ah nacak olan bir kısım tazminat gibi. Fakat diğer bir takım tazminat ta vardır ki bunlar mutazarrırın tahakkuk etmiş emvali mesabesinde bulunduğundan haczedilebüir. Maktulün veresesine verilecek diyet gibi. Bunun evvelâ maktule ait olduğu, sonra temsil ve halefi-yet tarikile veresesine intikal eylediği kabul edildiğinden bunun alacaklılar tarafından feczedilebümesi İktiza eder. Netekim bu meseleye yukarıda da işaret etmiş bulunuyoruz. [62] Manevî tazminatın miktarını tayin etmek salâhiyeti : Garp hukukçularına ve kanunlarına göre manevî tazminatın miktarını tayin salâhiyeti hâkime aittir. Bu tazminatın azamî ve asgarî hadleri kanunlarda tayin edilmeyip bunların takdir ve tayini hâkimlerin reylerine bırakılmıştır; islâm hukukuna gelince bu kabilden sayılacak olan tazminat iki kısma ay-rılir. Şöyle ki: Eğer ika edilen manevî zararların mahiyeti esasen herkes hak kında müttehit ise bunlardan dolayı icabeden tazminat miktarı, hâkimin reyine muhavvel olmayıp resen muayyen bulunmaktadır. Katilden dolayı icabetten diyet, kazıftan naşi lâzım gelen darp miktarı gibi. Cemiyet efrat ve sınıfları arasında hikmet ve maslahat, adalet ve müsavat umdelerine bihakkın riayet edilmesi bu tazminatın muayyen olmasını istilzam etmektedir. Fakat tazminat, eşhasa, şerait ve evsafa göre tebeddül edecek mahiyette ise bu halde bunun miktarını tayin, hâkimin reyine, ehli vukufun takdirine muhavvel bulunmuştur. Mihir suretile veya hükümeti adil tarikile verilmesi icabeden bir kısım tazminat gibi. Fıkıh kitaplarında diyet manâsında olan erj mefhumumın ersi mukadder, ergi gayrı mukadder diye iki kısma ayrıldığı da malûmdur. [63] Manevî tazminatın cezadan madud olup olmaması : Garp hukukçularının beyanına nazaran manevî zararlara ait tazminatın mahiyeti hakkında üç noktai nazar vardır. 1 - (Bu tazminat, cezadan maduttur. 2 - Bu tazminat, mütecasirin haksızlığının bir remzidir. 3 - Bu tazminat, husule gelen zararların bir dereceye kadar telâfi ve tamiri demektir. islâm Hukukuna gelince bu nevi tazminatın bir kısmı yalnız vücuda gelen zararları telâfi maksadına matuftur. Boşanmadan dolayı verilmesi lâzım gelen mihir namındaki tazminat gibi. Diğer bir kısmı da min veçhin cezadan madut, mütecavizin haksızlığına işareti mutazamm, min veçhin de zararların- telâfi ve tamiri gayesini muhtevidir. Netekim kaziften dolayı istifa edilen manevî tazminat bu cihetleri ihtiva etmektedir. Çünkü böyle bir tazmin ile hem mütecavize ceza verilmiş, kendisinin haksızlığı Cemiyet arasında teşhir edilmiş, hem de mutazarrırın şeref ve haysiyeti himaye edilerek bu veçhile zararı tamire, teessürü tadile çalışılmış oluyor. Keza verilecek diyetlerde de bu iki noktai nazar mevcuttur. Büyük fuka-hadan Şemsüddin Serehsi´nin beyanına göre bir kere kısas, diyet gibi şeylerin meşruiyeti zecir ve men´i hikmetim mutazammındır. İnsanların ekserisi yalnız uhrevî bir ukubet düşüncesile değil, belki âcil bir ukubet korkusu ile memnu şeylerden münzecir olurlar. Sonra diyet, nefsin bir misli değil, bir bedeli, bir zamanıdır. Vakıa cürüm ile ceza arasında bir mümaselet aranır. Bu cihetledir ki amden vuku bulan katilden dolayı kısas Iâzımgelir. Fakat hata tariki ile olan katilde´bu mümaseleti tatbika imkân yoktur. Çünkü bu mümaselet ukubetin son mertebesidir, hatî, ise mazurdur, iâkin beri taraftan maktulün nefsi de muhteremdir. Bu hürmeti hangi bir şahsın hatası iskat edemez. Binaena leyh masum bir nefsin büsbütün heder olup gitmekten sıyaneti, katilin de ihtiyatsız hareketinden dolayı cezalandırılması için bir diyet itası icap etmektedir. işte bu ifadelerden de anlaşılıyor ki, islâm hukukçuları böyle diyet ve saire namı ile verilen şeyleri minveçhin tazminat, minveçhin de bir ceza telâkki etmişlerdir. Maamafih bu nevi tazminatın mahiyeti, hikmeti hukukiyesi hakkındaki bu muhtelif mkatı nazar,, telâkkiye göre birer emri itibarî sayılabilir. Ve bu nazar noktalarının herhangi bir tazmin şeklinde içtimai da kabil görülebilir. Bununla beraber bütün bu nazariyat ve mütalâatın kabili tenkit ye müdafaa olduğunda da şüphe edilemez. ´ Ömer Nasuhl Bilmen «Hukuki İslâmiyye ve Istılahat Fıkhiyye» Kamusu için neler yazmışlardı[64] «HUKUKİ İSLAM! YY E VE ISTILAH ATİ FIKHİYYE KAMUSU» NUN TEMİN EDECEĞİ BÜYÜK FAYDALAR Hak ve adaletin en büyük ve feyizli kaynaklarından olan îslâm hukuki asırlarca en medenî milletlerin ihtiyaçlarına cevap verdiği halde bugün mukayeseli hukuk sahasında lâyık olduğu yeri alamamış bulunmaktadır. Roma hu kuku, kaidelerinin zaman ve devlet şekilleri içinde geçirdiği istihale ve haya-tın zaruretlerine intibak bakımından, ilim âleminde büyük bir kıymet arzettiği halde İslâm hukukunun; aynı istihaleleri geçirmiş, hayat şartları birbirinden farklı ve ayrı yarı medeniyetlere sahip olan Türk, Arap, Iran, Hint gibi müteaddit islâm milletlerinin içtimaî bünyelerine uymuş ve ihtiyaçlarına cevap vermiş olmasına ve bugün de içinde adalet ve faziletin en esaslı hükümleri saklı bulunmasına rağmen mukayeseli hukuk sahasında ve hukukun tekâmülünde bugün bir rolü bulunmaması hukuk ilmi namına esefle karşılanmak ica-beder. Bugün îslâm hukuku esaslarının meydana konması, bunların ehemmiyet ve kıymetlerinin dünya hukuk âlemi ve ilmi içinde belirtilmesi bu ilmin inki safı bakımından büyük bir hizmet olacaktır; çünkü islâm hukuku üzerinde mukayeseli hukuk kaide ve usulleri dahilinde yapılacak tetkikler bir taraftan bu hukukun ehemmiyetini meydana koyacak bir taraftan da birçok meselelerde cemiyetin en âdil hareket kaidelerini bulmağa yardım edecektir. Mazide islâm hukukunun gelişmesinde ve hâdiselere tatbikinde büyük hizmetleri dokunmuş olan Türk hukukçularına bugün de bu hukukun zaman kıymet hükümleri dahilinde tetkik ve izahı vazifesi düşmektedir. Fakat bu mühim işe başlamak için seleflerimizin bir bahr-i bîpâyan diye tavsif ettikleri fıkıh ilmini, îslâm hukukunu bütün incelikleriyle ortaya koymak lâzımdır. Asırlar ve kıtalar içinde, milletler ve medeniyetler arasında yayılmış muazzam bir hukuk manzumesini bugünkü nesillerin anlayabileceği bir şekilde ve toplu olarak ortaya koymak her ilim ve hukuk adamının yapabileceği bir İŞ değildir. Değerli âlimimiz ve Müftümüz Ömer Nasuhi Bilmen büyük bir bilgi ve ihatanın, yorulmak bilmez bir mesainin mahsulü olan bu kıymetli eserleriyle bu çok güç İşi başarmış bulunuyorlar. Bugünün ve yarının hukukçuları orijinal mukayeseli hukuk tetkiklerine, kanun vazıları hazırhyacakları kanunlara esas olacak bilgileribu değerli eserde bulacaklardır. Bu kitapla Türk Hu kuk edebiyatı kıymetli bir eser kazanmış bulunuyor. Üniversite böyle bir eseri neşriyatı arasında görmekle büyük bir haz ve memnuniyet duymaktadır. Eserin fazıl müellifini bu büyük başarısından dolayı tebrik ederken bu eserleriyle biz hukukçulara yapmış oldukları kıymetli yardımlarından dolayı şükranlarımı sunmağı da bir borç sayıyorum. [65] İstanbul Üniversitesi Rektörü Ord. Prof. Dr. Sıddık Sami ONAR «HUKUKİ ISLAMİYYE VE IST1LAHATI FIKHİYYE KAMUSU» YAYINLANIRKEN Millî medeniyet, bir bakıma, millî olanla yabancı olan her nevi kıymetlerin ve müesseselerin devamlı ve şuurlu bir surette millî icaplara göre telif ve terkip edilmesi yolu ile bir milletin hayatında teessüs eyliyen tarihî devamlılıktan ibarettir. Milletlere, insanlık camiası içinde, hususî hüviyetlerini kazandıran bu tarihî devamlılık vakıası, kaynağını millî mazinin derinliklerinden alarak istikbale yönelen millî hayat hamlesinin ifadesidir. Milletlerin medeni yet seviyeleri ve yaşama kabiliyetleri bu hayat hamlesinin kuvvet ve istimrarı ile mütenasiptir. Bu zaviyeden bakıldığı zaman, millî tarihimizin başka milletlerin tarihinde rastlanmıyan çok dikkate değer bir vasıf taşıdığı görülür. Bilhassa Atatürk inkılâbı ile tarihimizin seyrinde vukua gelen bariz değişiklik ve tarihi devamlılığımızda hâsıl olan sarsıntı düşündürücü bir keyfiyettir. Millî hayat hamlemizin Şarktan Garba sert ve kat´î bir hareketle yönelmesinden ileri gelen bu sarsıntı bir tarihî ânın doğurduğu bir arıza olmaktan ziyade Tanzimattanberi başlamış olan önüne geçilmez tekâmülün bir neticesi sayılmak icab eder. Filhakika, memleketimizin yüz şu kadar senedenberi Garpla Sarkın bir mücadele sahnesi oldu. Bu mücadele Şarkın eski medeniyet kuvvetlerinden yıpranmış olanların Garbın zinde kültür ve teknik kuvvetleri önünde ergeç hezimete uğraması tabiî idi ve, esas itibariyle, matlûp olan da bu idi. Fakat itiraf etmek lâzımdır ki, bu çarpışmayı uzun yıllardanberi sevk ve idare eden bir avuç münevver zümresi de, çarpışmaya ekseriya mütevekkilâne seyirci kalan büyük halk kitlelerimiz de çok. kere hatalı bir düşünüşe kapıldılar. Umumiyetle zannedildi ki, Türk milleti Şarkla Garp arasında mutlaka kat´î bir tercih yapmak, birbirine zıd ve hattâ düşman sanılan bu medeniyetlerden birini bütünü ile kayıtsız, şartsız kabul etmek, diğerini ise toptan ve kayıtsız, şartsız red ve inkâr etmek mecburiyetindedir. Bu düşünüş, eski bir medeniyet patri-muvanına sahip olan Türk cemiyetinde her iki istikametten gelen tesirlerin birbirini toptan ve tamamen ifna etmesinin imkânsızlığına binaen, telâkkilerimizde ve müesseselerimizde hâlâ devam eden Şark-Garp ikiliğine sebep ol du. Halbuki karşılıklı nüfuz ve tesirlere her devirden fazla tâbi bulunan bir medeniyet dünyasında böyle bir düşünüşün sakatlığı aşikârdı; doğru olan Garbın iyisini almak, Şarkın iyisini yaşatmak ve bunları, millî zaruretlere göre, telif ve terkip etmekti. Aksi kanaatte bulunanlar böyle bir ayıklamanın ve ter kibin zorluğunu, hattâ imkânsızlığını her vesile ile ileri sürerek bir çeşit fatalizme düştüler. Maahaza iddialarında hakikat payı yok değildi. Garba kapılarımızı alabildiğine açtıktan sonra oradan gelecek iyi, kötü muhtelif tesirler ve müesseseler bir nevi gümrük muayenesine tâbi tutulmazdı. Lâkin asıl mesele başka idi. Asıl mesele, kanaatimizce, Garp-Şark probleminin ötedenberi vazedilip tarzında, Garpla Şarkın gerek beşerî, gerekse millî zemin üzerinde, birbirini tamamliyabileceklerine, birbiri ile, hiç değilse bazı noktalarda, kayna-şabileceklerine inanmamakta idi. Bu inanmamazlık memleketimizin ve milletimizin tarihî ve coğrafî realitelerine nazaran, büyük bir hata idi ve çok uzun yıUardanberi için çırpınıp durduğumuz intikal devresinin ve onun doğurduğu maddî ve manevî buhranların devam edip gitmesine meydan verecek mahiyette idi. Atatürk inkılâbı ile kapalı ve eskimiş bir Şark camiası olmaktan kurtulan ve Garptan gelen her şeye bilâtefrik, bol boî yer veren Türk milleti, ciddî bir ayarlama ve müvazelendirme devrine girmiş bulunmaktadır. Bundan sonra, Şark-Garp problemini Şark veya Garp İehine mutaassıp taraftarlıktan sıyrılarak vazetmemiz lâzımdır. Artık başarılan inkılâpların sağlam temelleri üzerinde muhtelif medeniyet ve kültür çevrelerinden gelen tesirlere şuurlu bir şekilde açık, onları şekilden ziyade ruh ve esasa yönelterek millî şartlarımızla en makul tarzda telif ve terkibe muktedir, kendisi ve insanlık camiası hakkındaki vazifelerini daha fazla müdrik, olgun, köklü bir millet haysiyetiyle hareket etmek mükellefi ye tindeyiz. Varlığımızın temeli ve dinamizm mânâsını ifade eden inkılâpçılığımızın rehberi olmak gereken liberal ve uyanık bir tarihi devamlılık şuurunun İîk şartı her iyi, doğru ve güzel olan yeniye de, eskiye de aynı derecede saygı göstermektir. Son zamanlarda müşahede etmekte bulunduğumuz bazı fikir hareketleri ve teşebbüsler bize bu karakterde bir tarihî devamlılık şuurunun canlanmağa başladığını ifade eder gibi görünüyor. Milli benligimiza mal olmuş bulunan islâmî terbiyenin, lâyık umdeler titizlikle korunmak şartiyle, ailede ve mek tepde kuvvetlendirilmesi ceryanı, Ankara Üniversitesinde bir ilahiyat Fakültesinin açılması kararı, istanbul Hukuk Fakültesinde bir Mukayeseli Hukuk Enstitüsünün kurulması, yine istanbul Hukuk Fakültesinde bir Türk ve islâm Hukuk Tarihi Enstitüsünün yakında tesisi tasavvurları bu hareket ve teşebbüsler cümlesindendir. Bu suretle geniş ve müsbet bir ilim zihniyetine dayanan, milletimizi yersiz aşağılık duygusundan olduğu kadar mânâsız gurur hissinden de uzaklaştıracak ve onu şerefli mazisinden aldığı kuvvet ve imanla istikbalin ileri hedeflerine ulaştıracak olan olgun bir fikir hareketinin başlamış bulunduğunu sanıyoruz. Son senelerin demokratik inkişaflarına bağlı olan bu fikir hareketinin her gerilik devrine veya, ekseriyetle, inkılâp zamanlarına hâs ifrat ve tefritlerden azade salim bir istikamette inkişafı temenniye şayandır. istanbul Müftisi muhterem Ömer Nasuhi Bilmen tarafından telif edilen bu Kamus boyla bir fikir havası içinde intişar ediyor, intişarı, bu sebeple, çok mes´ut bir tesadüf eseri olduğu kadar çok değerli bir mânâ da taşımaktadır. Çünkü bu güzide telif, değer ve mânâsını daha iyi belirtmek maksadiyle, geniş hatlariyle hatırlattığımız tarihî tekâmülümüzün mühim bir merhalesini tesbit etmekte, müşahede eylediğimiz fikir hareketinin yüksek bir ifadesini vücude getirmektedir. Hukuk Fakültesi, muhterem selefim Ord. Prof. Hıfzı Veldet Velidedeoğ-lu´nun Dekanlığı zamanında bu eserin neşri hakkındaki isabetli kararı vermekle duyulan büyük bir ihtiyacı karşılamak istemiştir. Zira, islâmî esaslara dayanan eski hukukumuzun çoğu hukuk tarihimize intikal eden ve bu itibarla millî bir kıymet taşıyan müesseselerinin izahına yarayacak böyle bir Kamusa giddetle ihtiyaç vardı. Muhterem hocam Ord. Prof. EbüTulâ Mardin, Yargıtay Reislerinden muhterem Ali Himmet Berki ve emsali gibi birkaç hukuk üstadı müstesna olmak üzere, eski hukukî müesseselerimizi bihakkin izaha muktedir zevat nâdir denecek derecede azalmıştır. Bu müessif vaziyet gözönünde tutulursa bu vasıfta bir Kamusun hukuk tarihimizi tetkik edecek olan bugünün ve yarının genç hukukçuları için ne değerli bir yardımcı olacağı anlaşılır. Eser çok uzun ve geniş bir tetebbüün mahsulü olan derin bir vukufla hazırlanmıştır. En muğlâk meseleler senli mümteni denecek bir vuzuhla şerh ve izah edilmiş, en ince teferruat dahi gözden kaçınlmamıştır. Muhterem müellifinin Önyazısından da anlaşıldığı veçhile birinci cildi teşkil eden bu eseri islâm Hukukunun muhtelif kısımlarına taallûk eden daha beş cilt takip edecektir. Fakültemiz onların da yakın zamanda intişar sahasına çıkmasını çok arzu eder ve bu hususta hizmette bulunmağı bir vazife bilir. Neşri evvelce kararlaştırılmış olan bu kıymetli eser için bu nâçiz satırları yazmak fırsatına kavuşmuş bulunmakla şahsan ayrıca şeref ve bahtiyarlık duymaktayım. Eserin fazıl müellifine istanbul Hukuk Fakültesi namına teşekkürlerimi sunar, ilim hazinemize kazandırdıkları bu güzide Kamusun hazırlanmasında masruf büyük himmetlerinden dolayı hayranlıklarımı ifade eylemeği derin bir zevk telâkki ederim. [66] İstanbul Hukuk Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Hüseyin Nail KÜBALI HUKUKI İSLAMİYYE KAMUSU» NİÇİN VE NASIL NEŞREDİLDİ? Uzun asırlardanberi milletimizin hukuk nizamını temin etmiş ve 1926 yılında Türk Medenî Kanununun kabulüne kadar memleketimizde tatbik edilmiş bulunan îslâm Hukukuna ait tam ve müdevven bir Kamusun yapılmamış olması hukukî hayatımızda çok büyük bir eksiklik teşkil ediyordu. istanbul Müftüsü, Fatih Müderrislerinden çok muhterem Ömer Nasuhi Bilmen´in uzun yılların mesaisi neticesinde böyle bir eser meydana getirdiğini, Hukuk Fakültesi Dekanı bulunduğum sırada haber alınca, bunu Fakültemiz hesabına neşretmeyi düşündüm. O sırada eserin Fakültemizce tabettiril-meşine mütedair muhterem müellifinden de yazılı bir telif aldım. Ancak herhangi bir hukukî eserin Fakülte hesabına bastırılabilmesi için, Üniversitemizde müesses usule göre, o eserin salahiyetli Fakülte öğretim üyeleri tarafından incelenmesi ve bu hususta bir rapor verilmesi iktiza ettiğinden, İslâm Hukuku Kamusunun müsveddelerinin tetkiki işi, bu sahadaki geniş salâhiyeti/vukufu malûm ve müsellem olan Medenî Hukuk ve Toprak Hukuku Ordinaryüs Profesörü çok muhterem üstad EbüTulâ Mardin´den rica olundu. Eseri ba§tan başa inceleyen muhterem Profesör, Dekanlığa, bu Kamusun Fakültemizce bastırümasımn fayda ve lüzumuna dair müdellel bir rapor verdi ve bu suretle hukuk edebiyatımıza büyük bir kıymet ilâve edecek olan eserin basılması imkân dahiline girdi. Bu defa Kamusun birinci cildinin tamamlanması müyesser olmakla, eserin takdimi zımnında bir mukaddime yazılması, gerek muhterem müellif ve gerek muhterem üstadım Ord. Prof. Ebül´ulâ Mardin tarafından istendiğinden, şu birkaç satırı yazdım. Böyle muhalled bir eseri Türk hukuk âlemine ihda etmeğe muvaffak oldukları için, onun değerli ve muhterem müellifini bütün samimiyetimle tebrik ve kendilerine teşekkür etmeği bir vazife bilirim. [67] Hukuk Fakültesi Medenî Hukuk Ord. Profesörü Dr. Hıfzı Veldet VELİDEDEOGLU [1] Ömer Nasuhi Bilmen, Hukukı İslamiye ve Istılahatı Fıkhiyye Kamusu, Bilmen Basım ve Yayınevi: 8/157-160. [2] Ömer Nasuhi Bilmen, Hukukı İslamiye ve Istılahatı Fıkhiyye Kamusu, Bilmen Basım ve Yayınevi: 8/160-167. [3] Ömer Nasuhi Bilmen, Hukukı İslamiye ve Istılahatı Fıkhiyye Kamusu, Bilmen Basım ve Yayınevi: 8/167-174. [4] Ömer Nasuhi Bilmen, Hukukı İslamiye ve Istılahatı Fıkhiyye Kamusu, Bilmen Basım ve Yayınevi: 8/175. [5] Ömer Nasuhi Bilmen, Hukukı İslamiye ve Istılahatı Fıkhiyye Kamusu, Bilmen Basım ve Yayınevi: 8/175-176. [6] Ömer Nasuhi Bilmen, Hukukı İslamiye ve Istılahatı Fıkhiyye Kamusu, Bilmen Basım ve Yayınevi: 8/176-178. [7] Ömer Nasuhi Bilmen, Hukukı İslamiye ve Istılahatı Fıkhiyye Kamusu, Bilmen Basım ve Yayınevi: 8/179-189. [8] Ömer Nasuhi Bilmen, Hukukı İslamiye ve Istılahatı Fıkhiyye Kamusu, Bilmen Basım ve Yayınevi: 8/189-190. [9] Ömer Nasuhi Bilmen, Hukukı İslamiye ve Istılahatı Fıkhiyye Kamusu, Bilmen Basım ve Yayınevi: 8/191-192. [10] Ömer Nasuhi Bilmen, Hukukı İslamiye ve Istılahatı Fıkhiyye Kamusu, Bilmen Basım ve Yayınevi: 8/192-199. [11] Ömer Nasuhi Bilmen, Hukukı İslamiye ve Istılahatı Fıkhiyye Kamusu, Bilmen Basım ve Yayınevi: 8/199-203. [12] Ömer Nasuhi Bilmen, Hukukı İslamiye ve Istılahatı Fıkhiyye Kamusu, Bilmen Basım ve Yayınevi: 8/204-209. [13] Ömer Nasuhi Bilmen, Hukukı İslamiye ve Istılahatı Fıkhiyye Kamusu, Bilmen Basım ve Yayınevi: 8/210. [14] Ömer Nasuhi Bilmen, Hukukı İslamiye ve Istılahatı Fıkhiyye Kamusu, Bilmen Basım ve Yayınevi: 8/210-213. [15] Ömer Nasuhi Bilmen, Hukukı İslamiye ve Istılahatı Fıkhiyye Kamusu, Bilmen Basım ve Yayınevi: 8/213-219. [16] Ömer Nasuhi Bilmen, Hukukı İslamiye ve Istılahatı Fıkhiyye Kamusu, Bilmen Basım ve Yayınevi: 8/219-220. [17] Ömer Nasuhi Bilmen, Hukukı İslamiye ve Istılahatı Fıkhiyye Kamusu, Bilmen Basım ve Yayınevi: 8/221-222. [18] Ömer Nasuhi Bilmen, Hukukı İslamiye ve Istılahatı Fıkhiyye Kamusu, Bilmen Basım ve Yayınevi: 8/222-226. [19] Ömer Nasuhi Bilmen, Hukukı İslamiye ve Istılahatı Fıkhiyye Kamusu, Bilmen Basım ve Yayınevi: 8/226-228. [20] Ömer Nasuhi Bilmen, Hukukı İslamiye ve Istılahatı Fıkhiyye Kamusu, Bilmen Basım ve Yayınevi: 8/229. [21] Ömer Nasuhi Bilmen, Hukukı İslamiye ve Istılahatı Fıkhiyye Kamusu, Bilmen Basım ve Yayınevi: 8/229-231. [22] Ömer Nasuhi Bilmen, Hukukı İslamiye ve Istılahatı Fıkhiyye Kamusu, Bilmen Basım ve Yayınevi: 8/231-234. [23] Ömer Nasuhi Bilmen, Hukukı İslamiye ve Istılahatı Fıkhiyye Kamusu, Bilmen Basım ve Yayınevi: 8/234-236. [24] Ömer Nasuhi Bilmen, Hukukı İslamiye ve Istılahatı Fıkhiyye Kamusu, Bilmen Basım ve Yayınevi: 8/236-238. [25] Ömer Nasuhi Bilmen, Hukukı İslamiye ve Istılahatı Fıkhiyye Kamusu, Bilmen Basım ve Yayınevi: 8/238-240. [26] Ömer Nasuhi Bilmen, Hukukı İslamiye ve Istılahatı Fıkhiyye Kamusu, Bilmen Basım ve Yayınevi: 8/241244.- [27] Ömer Nasuhi Bilmen, Hukukı İslamiye ve Istılahatı Fıkhiyye Kamusu, Bilmen Basım ve Yayınevi: 8/244-246. [28] Ömer Nasuhi Bilmen, Hukukı İslamiye ve Istılahatı Fıkhiyye Kamusu, Bilmen Basım ve Yayınevi: 8/246-248. [29] Ömer Nasuhi Bilmen, Hukukı İslamiye ve Istılahatı Fıkhiyye Kamusu, Bilmen Basım ve Yayınevi: 8/248-249. [30] Ömer Nasuhi Bilmen, Hukukı İslamiye ve Istılahatı Fıkhiyye Kamusu, Bilmen Basım ve Yayınevi: 8/250-252. [31] Ömer Nasuhi Bilmen, Hukukı İslamiye ve Istılahatı Fıkhiyye Kamusu, Bilmen Basım ve Yayınevi: 8/253. [32] Ömer Nasuhi Bilmen, Hukukı İslamiye ve Istılahatı Fıkhiyye Kamusu, Bilmen Basım ve Yayınevi: 8/253-254. [33] Ömer Nasuhi Bilmen, Hukukı İslamiye ve Istılahatı Fıkhiyye Kamusu, Bilmen Basım ve Yayınevi: 8/254-256. [34] Ömer Nasuhi Bilmen, Hukukı İslamiye ve Istılahatı Fıkhiyye Kamusu, Bilmen Basım ve Yayınevi: 8/256-258. [35] Ömer Nasuhi Bilmen, Hukukı İslamiye ve Istılahatı Fıkhiyye Kamusu, Bilmen Basım ve Yayınevi: 8/258-286. [36] Ömer Nasuhi Bilmen, Hukukı İslamiye ve Istılahatı Fıkhiyye Kamusu, Bilmen Basım ve Yayınevi: 8/286-287. [37] Ömer Nasuhi Bilmen, Hukukı İslamiye ve Istılahatı Fıkhiyye Kamusu, Bilmen Basım ve Yayınevi: 8/268. [38] Ömer Nasuhi Bilmen, Hukukı İslamiye ve Istılahatı Fıkhiyye Kamusu, Bilmen Basım ve Yayınevi: 8/271. [39] Müfredatı Ragip. [40] Envarüttenzİl. [41] Mecelle, Eşbah. [42] Mebsutu serahsi ve saire. [43] Neylülme´arip. [44] Haşiye! düsukî. [45] Miyarı adalet. [46] Ibnİ Abidin. [47] Hidaye. [48] Mecmuaüzzamanat. Bahri Raik, Miyarı adalet [49] Fethülkadir, Zeyleî, Şehabeddin Şilbî, Ibni Abidin. [50] BedayI, Bahri Raik. [51] Miyarı adalet. Ömer Nasuhi Bilmen, Hukukı İslamiye ve Istılahatı Fıkhiyye Kamusu, Bilmen Basım ve Yayınevi: 8/271-279. [52] Elbedayi, Mebsut. [53] Fethülkadir, Tenvirül´ebsar. [54] Ömer Nasuhi Bilmen, Hukukı İslamiye ve Istılahatı Fıkhiyye Kamusu, Bilmen Basım ve Yayınevi: 8/279-281. [55] Ömer Nasuhi Bilmen, Hukukı İslamiye ve Istılahatı Fıkhiyye Kamusu, Bilmen Basım ve Yayınevi: 8/281 [56] Hindiye [57] Ömer Nasuhi Bilmen, Hukukı İslamiye ve Istılahatı Fıkhiyye Kamusu, Bilmen Basım ve Yayınevi: 8/281-282. [58] Mebsut, Hindiye. Ömer Nasuhi Bilmen, Hukukı İslamiye ve Istılahatı Fıkhiyye Kamusu, Bilmen Basım ve Yayınevi: 8/282. [59] Mebsut. [60] Miyarı adalet. [61] Ömer Nasuhi Bilmen, Hukukı İslamiye ve Istılahatı Fıkhiyye Kamusu, Bilmen Basım ve Yayınevi: 8/283. [62] Ömer Nasuhi Bilmen, Hukukı İslamiye ve Istılahatı Fıkhiyye Kamusu, Bilmen Basım ve Yayınevi: 8/283-284. [63] Ömer Nasuhi Bilmen, Hukukı İslamiye ve Istılahatı Fıkhiyye Kamusu, Bilmen Basım ve Yayınevi: 8/284. [64] Ömer Nasuhi Bilmen, Hukukı İslamiye ve Istılahatı Fıkhiyye Kamusu, Bilmen Basım ve Yayınevi: 8/284-285. [65] Ömer Nasuhi Bilmen, Hukukı İslamiye ve Istılahatı Fıkhiyye Kamusu, Bilmen Basım ve Yayınevi: 8/289-290. [66] Ömer Nasuhi Bilmen, Hukukı İslamiye ve Istılahatı Fıkhiyye Kamusu, Bilmen Basım ve Yayınevi: 8/291-294. [67] Ömer Nasuhi Bilmen, Hukukı İslamiye ve Istılahatı Fıkhiyye Kamusu, Bilmen Basım ve Yayınevi: 8/295-296. |