Konu Başlığı: Tevhid Gönderen: Sümeyye üzerinde 16 Şubat 2011, 19:08:11 Tevhid: Tevhid bahsinde ise şöyle demektedir: “Müşrikler; önemli olayların idaresi konusunda, yine olması kesin olarak programlanıp kararlaştırılan şeyler hakkında müslümanlarla aynı şekilde düşünmektedirler. Bunun dışında diğer konularda ise farklı bir inanca sahiptirler. Bunlar, daha önceki nesillerden sâlih insanların Allah’a ibadet ettiklerini, O’na yaklaştıklarını, bunun sonucunda da Allah Teâlâ’nın onlara uluhiyyet (tanrılık vasfı) verdiğini, böylece onların da, diğer insanların kendilerine ibadette bulunmasına hak kazandıklarını kabul ederler ve inançlarını şöyle bir örnekle açıklarlar: Hükümdarlar hükümdarına kölesi hizmet eder, hizmetinde kusur göstermez ve onun teveccühünü kazanır. Bunun sonucunda da hükümdar ona, saltanat hilati verir ve ülkesinin bir bölümünün idaresini ona havale eder. Bu makama ulaşmasıyla artık ona, (aslında köle olmasına rağmen) o ülke halkının itaati vacip olur. Bunlar şöyle derler: Allah’a yapılan ibadetin kabul edilmesi için, mutlaka bunlara da ibadette bulunulması gerekir. Dahası, Allah Teâlâ, son derece yücedir, erişilmez bir yerdedir; bunun için de, O’na doğrudan ibadette bulunmak bizatihi insanı O’na yaklaştıramaz. Bu itibarla, Allah ile kullar arasında aracı olmaları ve O’na yaklaştırmaları için, mutlaka sözü edilen sâlih insanlara ibadet etmek gerekir. Bunlara göre, onlar işitirler, görürler, kullan için şefaat ederler, onların işlerini düzenlerler ve onlara yardım ederler. Bu inançlara sahip olan müşrikler, zamanla onların adına taşları yontmuşlar ve bu heykelleri ibadetleri esnasında kendilerine kıble edinmişlerdir. Arkalarından gelen nesiller, bu kıble edinilen putlarla, o putların temsil ettiği kimseler arasındaki bağlantıyı kavrayamaz olmuşlar ve önlerindeki putların, bizatihi mabûd olduğunu düşünmeye başlamışlardır.” [8] Cahiliye dönemi insanlarının inançları, ibadetleri vb. gibi konulardan bahsederken de şöyle der: “Cahiliye döneminde Allah Teâlâ’nın, gökleri, yeri ve bunlar arasında bulunan her şeyi yaratmada, büyük işleri idare etmede herhangi bir ortağının olmadığına inanılır, hiçbir kimsenin onun hükmünü geri çeviremeyeceğine, takdir buyurması ve kesin hükmetmesi halinde O’nun kazasını önleyecek bir manianın olmadığına itikat edilirdi. Şu âyet-i kerîmeler bu temayı işlemektedir: “Andolsun ki, onlara, ‘Gökleri ve yeri kim yarattı?’ diye sorsan, mutlaka ‘Allah...’ derler.” [9] “Bilakis yalnız Allah’a yalvarırsınız.” [10] “Denizde başınıza bir musibet geldiğinde, O’ndan başka bütün yalvardıklarınız kaybolup gider.” [11] Ancak onların zındıklıklarından sayılacak şu sözleri bulunuyordu: “Meleklerden ve ruhlardan öyle şahsiyetler vardır ki, bunlar büyük işlerin dışında kalan konularda yeryüzü işlerini idare ederler; kişinin kendisini, ailesini ve mallarını ilgilendiren konularda ıslaha yönelik tasarruflarda bulunurlar. Bunların hali, sultanlar sultanına nisbetle etrafında bulunan küçük krallara, hışmından yanına yaklaşılamayan hükümdara nisbetle şefaatçi ve nedimlere benzer. Bu inancın çıkış noktası, şeriatların, işlerin meleklere havale edilmiş olduğunu, mukarrabûn mertebesine ulaşmış insanların dualarının kabul olunduğunu ifade etmiş olmasıdır. İnsanlar bu tür ifadelerden hareketle, görünmeyeni görünene benzeterek hükümdarlar gibi melekleri iktidar sahibi, tasarrufta bulunabilen varlıklar zannnetmişlerdir...” [12] Şah Veliyyullah Dihlevî, açıklamalarıyla şirk manası taşıyan amellerin ve inançların temeline inmişti. Halkın ve onlara çok benzeyen aydınların içine düşmüş oldukları şirk manası içeren davranışlara karşı savaş açmıştı. Alllah’tan başkası adına adakta bulunmak, kurban kesmek, veli ve salihler adına oruç tutmak, onlara dua etmek, onlardan dilek tutmak, onlara sığınmak, onlardan korku ve ümit arasında olmak, istimdad ve istiânede, kabirlerine tazimde bulunmak, onlarla ilgili olan her şeye Allah’ın evine, hareme, şer’an kutsal sayılan yerlere hürmet eder gibi saygı göstermek, insanın mutlu ve mutsuz oluşunda, sıhhatli ve hasta oluşunda, fakirlik ve zenginliğinde etkin olduklarına inanmak..., gibi inanç ve davranışları tevhid inancını zedeleyen, şirk manası taşıyan inanç ve davranışlar olarak mahkum etmiştir. Şah Veliyyullah Dihlevî, inançların açıklanmasında selefin yolunu tutmuş, Kur’ân ve sünnetin açıklamasını esas almıştır. Bu konuda İbn Teymiye (ö. 728), onun talebesi İbn Kayyim el-Cevziyye (ö. 791) gibi isimler kendisi için örnek olmuştur. Akaide dair yazdığı, el-Akîdetu’l’hasene adlı kitabında tevil ile lâfızcılık arasında orta bir yol tutmuştur. Kitap, akıcılığı, ibaresinin kolaylığı yanında, Ehl-i sünnet inancını özet olarak içinde toplayan muhtevalı bir eserdir. Şah Veliyyullah Dihlevî, Farsça olarak yazdığı Vesâyâ risalesinde konu hakkındaki tutumunu şöyle ifade etmiştir: “Bu fakirin ilk tavsiyesi, itikat ve amelde Kitap ve sünnete dört elle yapışılması ve daima onlara göre amel edilmesidir. Akaid konusunda ilk dönem Ehl-i sünnet (mütekaddimîn) metodu tercih edilmelidir. Selef-i sâlihin uzun boylu üzerinde durmadığı sıfatlar ve müteşabihler konusuna fazlaca girilmemeli, akılcıların, zeki geçinenlerin kuşkuya düşüren görüş ve düşüncelerine değer verilmemelidir.” İsimler ve sıfatlar hakkındaki yaklaşımını da şöyle takdim etmektedir: “Bil ki: Hak Teâlâ, akıl ya da duyularla kavranılan herhangi bir şeye mukayese edilmekten veyahut arazların mahallerinde gözükmesi gibi O’na sıfatların hulul etmesinden, sıradan insanların akıllarıyla kavranmaktan, halk arasında kullanılan lâfızların O’nu ifade etmesinden münezzeh ve yücedir. Öbür taraftan O’nun mutlaka insanlara tanıtılması da gerekmektedir. Çünkü kendileri için mümkün olan kemâl mertebesine ulaşabilmeleri için, bu zorunludur. Bu durumda aşağıdaki yollara başvurmak gerekecektir: 1. O’nun hakkında zahir manaları değil de sonuçlan itibarıyla bazı sıfatların kullanılması vacip olacaktır. Meselâ O’na, “rahmet” sıfatının, kalbin şefkat duyması ve hislenmesi manasında değil de, nimetlerin inmesi anlamında nisbet edilmesi gibi. 2. İstiare yoluyla, hükümdarın, ülkesini yönetmesini ifade etmek için kullanılan lâfızların, Allah Teâlâ’nın kâinatı idare etmesi için kullanılması. Çünkü bu manayı ifade etmek için bundan daha açık başka bir yol bulunmamaktadır. 3. Teşbihler kullanılması. Bunlarla, kullanılan kelimelerin ifade ettikleri mananın kendisi değil de, örfte o benzetmeye uygun bulunan manaların kastedilmesi şarttır. Meselâ, “eli açıklık” tan, cömertliğin kastedilmesi gibi. Yine bu teşbihlerin, muhataplara O’nun hayvanı duygulara sahip olduğunu açık bir şekilde hatırlatmaması da şarttır. Bu, tabiî muhataplara göre farklılık arzedecek bir durumdur. Buna göre meselâ Allah Teâlâ hakkında “görür”, “işitir” denir; fakat “tadar”, “dokunur” denemez. 4. Allah Teâlâ’nın her ayrı konuyla ilgili fiillerini dikkate alarak O’nu “Rezzâk”, “Musavvir”..., gibi adlarla isimlendirmek. 5. Allah Teâlâ’ya lâyık olmayan her türlü yakıştırmalardan, özellikle de O’nun hakkında yanılgıya düşen kavimlerin itikatlarını hatırlatıcı tavsiflerden kaçınmak; “Lem yelid ve lem yûled” gibi.[13] İstisnasız bütün semavî din müntesipleri, Allah Teâlâ’nın sıfatlarının bu şekil üzere beyan edilmesi, O’nu niteleme babında gelen kelimelerin olduğu gibi kullanılması, kullanımı ötesinde üzerinde durularak kurcalanmaması hakkında icmâ (görüşbirliği) etmişlerdir. Haklarında hüsnü şehadette bulunulan ilk nesiller, hep bu tavır üzere olagelmişlerdir. Sonra bir grup müslümanlar, bu konuya dalmaya başlamışlar ve herhangi bir nass ya da kesin bir aklî delil olmaksızın, onların ne manalara geldiğini kurcalamaya başlamışlardır.” [14] Allah’ın isimleri ve sıfatları konusunda selefin görüşünü tutması, yersiz yorumlara giden ve sıfatlar konusundaki sözleri, bazen sıfatları ortadan kaldırma noktasına kadar giden felsefeci kelâmcılarla uyum içinde olmaması, hadise ve sünnete karşı olan tutkusu ve aşırı saygısı, Şah Veliyyullah Dihlevî’yi, Şeyhülislâm İbn Teymiye’yi savunmaya, onun değerinin büyüklüğünü itiraf etmeye sevketmiştir. Bilindiği gibi İbn Teymiye, son asırlarda hakkında çok tartışma yapılan, hakaretlere, suizanlara hedef olmuş bir şahsiyettir. İşte böyle bir ortamda Şah Veliyyullah Dihlevî, onu son derece güzel ifadelerle övmüş, onu müdafaa etmiştir, et-Tefhîmâtu’l-ilâhiyye’de şöyle demiştir: “Şeyhülislâm İbn Teymiye’nin görüşleri arasında, Kitap, sünnet, selefin söz ve uygulamalarından mesned ve delili olmayan hiçbir şey yoktur. Dünyada böyle bir âlimin bulunması çok ender çıkar. Yazılı ya da sözlü beyanda onun seviyesine kim ulaşabilir?! Ona karşı çıkanlar, onun sahip olduğu meziyetlerin onda birine bile sahip değillerdir.” [15] [8] Huccettullahi'l-bâliğa, 1/59. [9] Lokman: 31/25. [10] En'âm: 6/41. [11] İsrâ: 17/67. [12] Huccettullahi'l-bâliğa, 1/125. [13] Manası şöyle: "Allah, doğurmamıştır, doğurulmamıştır; yani O ne baba olmuştur, ne de oğul." Bu âyet, Hıristiyanların Allah inancını reddetmektedir. [14] Huccettullahi'l-bâliğa, 1/63. |