Konu Başlığı: Sıfatlardan kullanılmaları caiz olup olmayanlar Gönderen: Sümeyye üzerinde 10 Şubat 2011, 18:40:58 Sıfatlardan Kullanılmaları Caiz Olup Olmayanlar: Kısaca söylemek gerekirse; Allah Teâlâ hakkında, gülmek, sevinmek, gazaplanmak, hoşnut olmak gibi sıfatlan kullanmamız caizdir; ağlamak, korkmak ve benzeri sıfatları kullanmamız ise caiz değildir. Gerçi her iki kısım sıfatların kaynakları aşağı yukarı aynı ise de, tevkîfiliğin sonucu olmak üzere böyle bir ayırım yapmamız gerekmektedir. Mesele, izahımız üzere hem akıl hem de nakille teyid edilmiş vaziyettedir. Bu konuda söylenecek hak söz budur ve hiçbir yönden bâtıla ihtimali bulunmamaktadır. Bu konuda hadisçilere yüklenen grubun sözlerini ve yaklaşımlarım ele alıp, iptali için lâfı uzatmanın yeri burası değildir. O yüzden onları eleştirmeye girmiyoruz. Sıfatlar Hakkında En Doğru Ve En Uygun Yorum: Biz; sıfatları, onların dediklerinden daha yakın ve daha açık bulunan bazı manalarla tefsir edebiliriz. Çünkü onların ileri sürdükleri manalar, illâ da kabul edilmesi gerekli olan bir mana değildir, aklî delil üzerinde düşünen kişinin kabul etmek zorunda kaldığı bir sonuç da değildir. Yine o mananın, diğerlerinden bir üstünlüğü de bulunmamaktadır, diğerlerine nisbetle bir ayrıcalığa sahip de değildir. Allah’ın muradının denilen mana olduğuna ne bir hüküm, ne de inanılmasının ve kabul edilmesinin gereğine dair bir icma bulunmaktadır. Nerede böyle bir şey! Bu itibarla biz şöyle diyoruz: Şimdi önünde üç tür varlık vardır: Diri, ölü ve cansız (cemâdât). Dirilik vasfı, âlim ve yaratıklar üzerinde etkin olması bakımından Cenâb-ı kudsiyet’e en yakın mana olmaktadır; dolayısıyla Allah Teâlâ’nın “Hayy = Diri” diye isimlendirilmesi vacip olacaktır. Bize göre ilim, bir şeyin hakikatinin ortaya çıkmasıdır (inkişâf). Alemde olan her şey, zâtında evvelemirde mündemiç bir halde, sonra da zamanla varlık âlemine çıkış haliyle tafsilat üzere O’na açıktır. Bu itibarla O’nun “Alîm” diye de isimlendirilmesi gerekir. Görmek ve işitmek, gözle görülen, kulakla işitilen şeyler hakkında tam bir inkişaf halidir. Bu ise, Cenâb-ı kudsiyet’te tam olarak mevcuttur; Öyleyse O’nun “Basîr = Gören” ve “Semi’ = İşiten” diye isimlendirilmesi de gerekir. “Falanca murad etti.” dediğimizde, bir şeyi yapma, ya da terketme azmini kastederiz. Allah Teâlâ, fiillerinden bir çoğunu âlemde bir şartın oluşması ya da istidadın bulunması anında yapar ve o anda daha önce vacip olmayan şeyi vacip kılar, bazı yüce mekanlarda izni ve hükmüyle daha önce bulunmayan icmâlar oluşur. Bu itibarla O’nun “Mürîd = İrade Sahibi” diye isimlendirilmesi de gerekir. Tek, ezelî, zatî ve Zât’ın gereği diye açıklanan irâde sıfatı, bütün âleme kül halinde bir defada taalluk eder; sonra olaylar zaman içerisinde peyder pey meydana gelir. Bu durumda, her olaya nisbetle “Allah Teâlâ, şunu, şunu irade buyurdu.” demek de sahih olur. “Falanca kadirdir.” dediğimiz zaman, bununla o kimsenin, bir şeyi yapma imkânının bulunduğunu ve o şeyi yapmaktan kendisini alıkoyacak haricî bir engelin bulunmadığını kastederiz. Kudretin taalluk ettiği şeyler içerisinden birinin tercih edilerek işlenmesi ise, o kişiden, yapmadığı diğer şeylere nisbetle kudret vasfını izale etmez. Allah Teâlâ, her şeye kadir bulunmaktadır. O, bazı fiillerin vücuda gelmesini inayeti ya da zatî iktizâsı sonucu tercih eder; zıtlarım getirmez. Bu durumda O’na “Kadir = Kudret Sahibi” demek de gerekecektir. “Falanca, filanca ile konuştu.” dediğimizde, bununla “muradı olan manayı, o manaya delâlet eden lâfızlarla ona ifade etti” demeyi kastederiz. Allah Teâlâ, zaman olur kuluna çeşitli bilgileri aktarır ve bunu yaparken de onun zihninde yer eden ve o bilgilere delâlet eden lâfızlar da ilkâ eder. Böylece öğretim işinin olabildiğince açık olmasını amaçlar. Bu durumda O’nun “Mütekellim = Konuşan” diye isimlendirilmesi de gerekir. Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır: “Allah, bir insanla ancak vahiy yoluyla veya perde arkasından konuşur yahut bir elçi gönderip izniyle ona dilediğini vahyeder. O, yücedir, hakimdir.” [340] Ayetin Tefsiri: Vahiy: Rüya, ya da gayba teveccüh sırasında yaratılan zorunlu bilgi yoluyla kalbe bir mananın ilkâ edilmesidir. Perde arkası: Hariçten işitiyor gibi, fakat söyleyeni görmeksizin dizilmiş bir sözü işitmesidir. Elçi göndermesi: Bu durumda melek, surete bürünerek o kişiye gözükür. Gayba teveccüh ve duyuların teslimiyeti esnasında çıngırak sesine benzer bir ses duyduğu da olur. Nitekim bu halde baygınlık geçirme ve bu esnada kırmızı ve siyah renkler görme de olabilir. Daha önce de geçtiği üzere Hazîre-i kuds’te, insanlık âleminde yürürlüğe konulması istenen bir düzen bulunur. Eğer insanlar, bu düzene uygun hareket ederlerse, Mele-i a’lâ’ya katılırlar ve zulmetlerden Allah’ın nuruna ve bolluğuna çıkarlar, kendi içlerinde nazlara garkolunurlar, meleklere ve yeryüzündeki diğer insanlara, onlara iyi davranmaları ilham edilir. Muhalefet etmeleri halinde ise, Mele-i a’lâ’dan ayrı düşerler, onların buğzuna maruz kalırlar ve bunun sonucunda da daha önce belirtildiği üzere azap görürler. Bu durumlar itibariyle (Allah Teâlâ hakkında), “Razı oldu”, “İyi karşıladı” (şekere) veya “Gazap etti”, “Lanet etti” gibi nitelemeler vacip olacaktır. Bunların hepsi, âlemin maslahat üzere yürümesi esasına çıkmaktadır. Bazen âlemin düzeni, dua edilen şeyin yaratılmasına tevakkuf eder. Bu durumda O, “Duaları kabul etti.” şeklinde nitelenir. Bir şeyi görmek, bizim ifade şeklimizde, görülen şey hakkında en güçlü bilgi sahibi olmayı ifade eder. İnsanlar, âhiret hayatı ile ilgili vaad olundukları bazı yerlere intikal ettiklerinde, âlem-i misal ortasında kâim olan tecellîye mazhar olurlar ve O’nu herkes baş-gözüyle görür. Bu durumda, “Elbette siz, Rabbinizi-aynen ayın ondördünde dolunayı gördüğünüz gibi- göreceksiniz.” [341] şeklinde bir tavsife gitmek gerekli olur. Allah’u a’lem! 5) Kadere İman En Büyük İyiliklerden Biri Kadere İmandır: En büyük iyilik (birr) türlerinden biri, hiç şüphesiz kadere inanmaktır. Çünkü insan, âlemi kuşatan ve tek olan tedbir-i ilâhîyi bu inançla dikkate almış olur. Kim de, lâyıkı veçhile kadere inanırsa, gözünü Allah katında bulunan şeylere diker; dünyayı ve orada olan her şeyi O’nun katında olanların gölgesi gibi kabul eder, Allah’ın hükmü karşısında kulların ihtiyarlarını, aynaya düşen görüntü gibi telakki eder. Bu inanç kişiyi, kudsiyet âleminde bulunan tedbir-i ilâhînin -âhiret hakkında da olsa- inkişafı için son derece hazır bir hale getirir. Rasûlullah (s.a.), kadere imanın, diğer iyilik türleri arasındaki büyüklüğüne dikkat çekmiş ve şöyle buyurmuştur: “Kim kadere; hayır ve şerrin Allah’tan olduğuna inanmazsa, ben ondan uzağım.” [342] “Hiçbir kul, kadere; hayır ve şerrin Allah’tan olduğuna iman etmedikçe, kendisine isabet edecek olan şeyin asla hata etmeyeceğine, kendisine dokunmayacak şeyin de asla isabet etmeyeceğine inanmadıkça iman etmiş olmaz.” [343] [340] Şûra: 42/51. [341] Buhârî, Mevâkît, 16, 26, Ezan, 129; Tefsîru Sûre, 50/2. [342] Kaynağı bulunamamıştır. [343] Kenzu'l-ummâl, 1/622. |