๑۩۞۩๑ Kitap Dünyası - İlim Dünyası Kütüphanesi ๑۩۞۩๑ => Hüccetullahil Baliğa => Konuyu başlatan: Sümeyye üzerinde 05 Şubat 2011, 16:46:24



Konu Başlığı: Şerî hükümler hadler ve farizalar ilmi
Gönderen: Sümeyye üzerinde 05 Şubat 2011, 16:46:24
B) Şer’î Hükümler, Hadler Ve Farizalar İlmi:


İkinci türü, şerî hükümler (şerâi’), hadler ve farizalarla ilgili ilim teşkil etmektedir. Bununla, Şâri’in, miktar/sınır belirleyerek koymuş olduğu hükümleri kastediyoruz. Bu kısımda, maslahatlar için bilinen ve munzabıt olan mahaller (mazinne) ve emareler ko­nulmuş, hüküm bunlar üzerine bina edilmiş, insanlar bunlarla yü­kümlü tutulmuştur. İyilik türleri, rükünlerinin, şartlarının ve âdabının tayin edilmesi suretiyle zabturapt altına alınmış, her tür için insanlardan mutlak surette riayet etmeleri istenen bir sınır (had) belirlenmiş, ayrıca vacip olmaksızın mendup olmak üzere ri­ayeti istenilen ikinci bir sınır da belirtilmiştir. Her iyilik türünden belli bir miktar vacip, belli bir miktar da mendup kılınmıştır. Böy­lece bu kısımda yükümlülük, bizzat mazinnelerin kendisine yöne­lik olmuştur, hükümler de bizzat bu emarelerin kendisine bağlan­mıştır. Bu türün esasını, şer’î siyaset kanunları teşkil eder.

Maslahata mahal (mazinne) olan her şey, vacip kılınmaz. Va­cip kılınması için munzabıt, duyularla algılanabilen bir durum ya da herkesin bilebileceği açık bir vasıf olması gerekir. Bazen îcâb ve tahrîmin (vacib ve haram kılma), sonradan ortaya çıkan sebepleri de olabilir ve sırf bu yüzden Mele-i a’lâ’da yazılabilir, böylece ora­da îcâb ya da tahrîm sureti gerçekleşmiş olabilir. Bir kimsenin soru sorması veya insanların arzu göstermesi ya da yüz çevirmesi gi­bi. Bütün bunlar, akıl yoluyla gerekçesi idrak edilemeyen şeylerdir (gayrı makûlu’l-ma’nâ). Şu manada ki, biz her ne kadar belirleme (takdir) ve hüküm koyma (teşri.’) kıstaslarını biliyorsak da, o şe­yin Mele-i a’lâ’da yazılmış olup olmadığını, Hazîre-i kuds’te vücûb suretini alıp almadığım ancak Şâri’ Teâlâ’nın bildirmesiyle (nassla) bilebiliriz. Çünkü bu, ancak ihbar-ı ilâhî yoluyla bilinebilecek olan şeylerdendir. Bu aynen şuna benzer. Meselâ biz, buzun mey­dana geliş sebebinin, suyun soğuktan etkilenmesi olduğunu biliriz. Fakat şu anda kaptaki suyun donmuş olup olmadığını görmeden, ya da görenin verdiği haber olmadan bilemeyiz. Örneği konumuza tatbik edersek şöyle deriz: Biz, zekât için nisâb [658] takdirinin ge­rekli olduğunu bilmekteyiz. Yine ikiyüz dirhemin ve beş vesk tahı­lın, nisab için uygun miktar olduğunu da bilmekteyiz. Çünkü bun­larla, kale alınabilecek bir zenginlik gerçekleşir. İkiyüz dirhem ve beş vesk, munzabıt olan, insanlarca kullanılmakta olan birimler­dir. Fakat biz, bu nisabın Allah Teâlâ tarafından bizim üzerimize yazılıp yazılmadığını, rıza va gazabını bunlar üzerine bağladığını, Şâri’ Teâlâ’dan gelen bir nass olmadıkça bilemeyiz. Nasıl bilebili­riz ki?! Zira nice sebep vardır ki, haber (nass) olmadan onları bil­meye imkân yoktur. Şu hadisler bu manaya işaret etmektedir:

“Müslümanlar hakkında cürmü en büyük olanı, bir şey hak­kında soru soran ve sorusu yüzünden o şeyin haram kılınmasına sebep olan kimsedir.” [659]

“Üzerinize yazılmasından korktum...” [660]

 

Miktar Belirleyen Hükümlerde Kıyas:
 

Dikkate alınması gereken ulema, miktar belirleyen hüküm­lerde kıyasın cari olmadığı noktasında görüş birliği etmişlerdir. Çünkü kıyasın hakikati onlara göre, aslın hükmünü, müşterek bir illet sebebiyle fer’e geçirmektir. Yoksa maslahatın mahallini illet kılmak ya da münasib bir şeyi, rükün veya şart kılmak değildir. Keza onlar, maslahatın varlığı sebebiyle kıyasın uygun olmayaca­ğı, kıyasın ancak hükmün üzerinde kurulu olduğu munzabıt bir il­letin bulunması halinde caiz olacağında da müttefiktirler. Buna göre, güçlük içerisinde bulunan mukîm bir kimse, namaz ve oruç ile ilgili ruhsatlardan yararlanması için yolcuya kıyas edilemez. Çünkü zorluğun bertaraf edilmesi, ruhsat verme hükmünde amaç­lanan maslahat olmakta, namazı kısaltma va oruç tutmama ruh­sat hükmünün illeti olmamaktadır. İllet, bizzat yolculuktur. Bu konularda genelde ulemâ arasında ihtilâf bulunmamaktadır. Fa­kat tafsilat esnasında çoğu, bu gibi hamillerde bulunmaktadır. Bu da maslahatın, illet ve teşrî’e benzemesinden kaynaklanmaktadır. Bazı fakihler, kıyas konusunda aşırılığa kaçmışlar, bunun sonu­cunda şaşırmışlar ve bazı miktar belirleyen hükümlere de dalmış­lardır. Bunun sonucunda bazı miktarlara yapışmışlar ve onun, ona yakın bir bedel ile karşılanmasını inkâra kalkmışlardır. Bazıların­da ise müsamaha göstermişler ve bazı şeyleri onların yerine ikâme etmişlerdir. Buna örnek olarak, pamuk nisabını beş yük olarak be­lirlemelerini, denize binmeyi baş dönmesine mazinne kılıp, namazı oturarak kılma ruhsatını bizzat gemiye binmeye bağlamalarını, (pislik tutmayacak çok) suyu ona on (arşınlık bir alan) olarak be­lirlemelerini verebiliriz.

Şeriat bize herhangi bir yerde bir maslahatı tayin etse vabiz o maslahatı başka yerde de görsek, Allah’ın rızasının Özellikle o yere değil de bizzat o maslahata bağlı olduğunu anlarız. Miktar belirleyen hükümlerde ise durum böyle değildir. Çünkü rızayı ilâhî, bunlarda bizzat miktarı/sınırı belirlenmiş hükümlerin ken­disine (mekâdîr) bağlanmıştır. Biraz açıklayalım: Meselâ, bir vaktin namazını terkeden kimse günahkâr olur, o vakitte zikir ve daha başka taatlerle uğraşmış olması hükmü değiştirmez. Farz olan zekâtı vermeyen kimse, daha fazla bir miktarı hayır yollarına sarfetse bile günahkâr olur. Kişi, fakirlerin kalplerini kırma, in­sanları sefahat hayatına teşvik etme ihtimali bulunmayan tenha yerlerde altın takmsa ya da ipek giyinse, bununla dünyalığa önem verme gibijbir kastı olmasa bile günahkâr olur. Keza kişi tedavi ni­yetiyle içki içse, bu herhangi bir fesat da içermese, namazı bu yüz­den terketmese yine günahkâr olur. Çünkü ilâhî rıza ve gazap, biz­zat bu şeylerin kendisine bağlanmıştır. Her ne kadar bunlardan gözetilen aslî maksat, insanların fesattan alıkonması, onların mas­lahatlara yöneltilmesi ise de, Hak Teâlâ, ümmetin idaresi, bizzat bu şeylerin kendisinin vacip ya da haram kılınması söz konusu ol­maksızın mümkün olmayacağını bildiğinden, ilâhî rıza ve gazab bizzat onlara yönelmiş ve Mele-i a’lâ’da o şekilde yazılmıştır. Kişi­nin, ipekten çok daha kaliteli ve pahalı olan yün elbise giymesi, yakutla süslü kaplar kullanması halinde ise, bizzat bu fiilleri işle­mekten dolayı günahkâr olmaz. Ancak bu yaptığı şeyler yüzünden, fakirlerin kalplerinin kırılmasına sebebiyet verir, insanları da se­fahat hayatına sevkeder ise, fiilin bizatihi kendisi sebebiyle değil de, bu sonuçlan yüzünden ilahî rahmetten uzaklaşır. Böyle bir sa­kıncası yoksa o zaman bir beis olmaz.



[658] Asgarî zenginlik sınırı. (Ç)

[659] Buhârî, İ'tisâm, 3.

[660] Buhârî, Teheccüd, 5, Terâvîh, 1; Müslim, Müsâfırîn, 177.