Konu Başlığı: Şah veliyyullah dihlevî nin mezhep görüşü Gönderen: Sümeyye üzerinde 16 Şubat 2011, 18:59:30 Şah Veliyyullah Dihlevî’nin Mezhep Görüşü: Şah Veliyyullah Dihlevî, zahirî yaklaşımı ve katı mezhepçiliği şiddetli bir şekilde eleştirmiştir. Her iki kesime de aşırılıkları, katılıkları dolayısıyla tenkit yöneltmiş ve hakkın orta yolda, itidalde olduğunu açıklamıştır. Bu konuda o şöyle demektedir: “Hem fukahanın görüşleri üzerinden yürümek, hem de hadislerin lâfızlarını araştırmak gerekir ve bu ikisinin dinde önemli bir yeri vardır. Muhakkik âlimler, öteden beri bu iki esas üzerinden yürüyegelmişlerdir. Kimi bunlardan şuna az itibar etmiş, öbürüne çok; kimi de bunun tersini yapmıştır. Ama bunlardan birinin tamamen ihmal edilmesi -Zahirîler ve katı mezhep müntesiplerinin büyük çoğunluğunun yaptığı gibi- asla doğru olmaz. Yapılması gereken, bunlardan birinin diğerine uygunluğunun ortaya konulması, bunun araştırılması ve böylece birinin eksik kısmının diğeri ile telafi edilmesidir. Bu, aynı zamanda Hasenu’l-Basrî’nin görüşü olmaktadır. [21] Vasiyetmame’sinde şöyle demektedir: “Fer’î meselelerde, fıkıh ile hadisi birleştiren muhaddis âlimlere uyulmalıdır. Fıkhı mesâilin, mutlaka Allah’ın kelâmına ve Rasûlullah’ın (s.a.) hadisine arzedilmesi, onlara vurulması gerekir.” “Hangi asırda olursa olsun müslümanlar, içtihadı mesaili, Kitap ve sünnete arzetmekten müstağni olamazlar.” [22] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hanefî fıkıh ve usûlünün hâkim olduğu bir muhitte yaşamış, bu mezhebin özelliklerine bihakkın vakıf biridir ve herhangi bir büyük Hanefî âlimi gibi onu kabul etmektedir. Bununla birlikte Hanefî mezhebinin imamı Ebû Hanîfe’yi takdir ettiği gibi, diğer mezhep imamlarım da takdir etmekte ve onlar hakkında saygı duyduğunu belirten sözler söylemektedir. Şah Veliyyullah Dihlevî’nin, dört mezhebi de yakından tanıması, onların yüksek mevkilerini, ilimlerinin genişliğini, bakışlarının inceliğini bilmesi, ümmet üzerindeki saygınlıklarını görmesi sebebiyle, tek bir mezhebi bilen, onun imanıma büyük bir taassupla bağlı kalan müelliflere nisbetle mezhepler konusunda daha bir esnek olmasını sağlamış ve itidal noktasını yakalamasına yardımcı olmuştur. Şah Veliyyullah Dihlevî’nin, İçtihad Ve Taklid Konusunda Mutedil Oluşu: İçtihad ve taklit konusunda iki uç nokta vardır: a) Âlim olsun cahil olsun, herkes için taklidin mutlak haram olduğuna, her konuda doğrudan Kitap ve sünnetle amel etmenin gereğine, hükümlerin bu iki kaynaktan alınması lüzumuna inanan kesim. Gerçi onlar, bunu sözleriyle açıkça söylemiyorlarsa da, amel konusundaki metotları ve yazdıkları bizi bu sonuca götürmektedir. Bunların sözcülüğünü İbn Hazm (ö. 456/1064) yapmıştır. Bu yaklaşım, son derece nazarî olup, uygulanabilirlik şansı hiç yoktur. Zira her müslümanın böyle bir şeyle yükümlü tutulması, takat üstü yükümlülük olur. b) Bütün müslümanlara taklidi vacip kılan kesim. Bunlar, bu katı hükmü dinlemeyip, bu daireden çıkan kimselere hemen “fâsık”, “sapık”, “mezhepsiz” gibi damgaları basmaktadırlar. Bunlar taklidin, halkin heva ve heveslere tabi olmalarını, kendi görüşlerine uymalarını önlemek, müslüman toplumunu kargaşadan, anarşiden korumak, dinî amelî alanda birlik ve beraberliği sağlamak, şer’î hükümlerle amel etmeyi kolaylaştırmak.., gibi sebeplerle bir tür düzenleme yolu olduğunu unutmuşlar ve bunu dinin bir parçası şekline sokmuşlar, bu görüşleri üzerinde son derece ısrar etmişler, katı bir tavır göstermişlerdir. Böylece bunun fıkhî bir görüş olduğu, içtihadî bir mesele bulunduğu unutulmuş, dinî bir nass halini almış, kat’î bir amel, başlı başına dinî bir iş niteliğine bürünmüştür Bu konuda Şah Veliyyullah Dihlevî’nin tercih etmiş olduğu yol, şeriatın ruhuna daha yakın olmaktadır ve ilk asırda takip edilen metoda daha çok uymakta, insan fıtratına daha muvafık düşmektedir ve pratik hayatın icaplarını karşılamaya daha elverişlidir. O, bu konu ile ilgili olarak hicrî dördüncü asırdan önceki durumu tasvir ederek görüşünü belirtmekte, insanların gerek dinî yaşantılarında ve gerekse dünyevî işlerinde karşılaştıkları problemlerini nasıl çözdüklerini, onların tercih ettikleri ve tuttukları yolun ne olduğunu açıklamaktadır. Hüccetullâhi’l-bâliğa’’da, “Dördüncü yüzyıl öncesi ve sonrasında insanların tutumu” diye açtığı bir babda şöyle demektedir: “Bil ki, hicrî birinci ve ikinci yüzyıllarda insanlar, belli bir mezhebi taklit etme üzerinde hemfikir değillerdi. Ebû Tâlib el-Mekkî (ö. 386/996} Kûtu’l-kulûb adlı eserinde şöyle demektedir: “Kitaplar, mecmualar sonradan ortaya çıkmıştır. Birinci, ikinci asırlarda âlimlerin içtihadlarıyla hüküm vermek; âlimlerden birinin mezhebine göre fetva vermek, onun görüşlerini kabul edip bir meselede onları nakletmek ve onun mezhebine dayanmak diye bir şey halk arasında mevcut değildi.” Aksine insanlar iki derecede idiler: a) Âlimler, b) Halk. a) Halk: Bunlar, müslümanlar arasında veya müctehidlerin ekserisi arasında ihtilafsız olan, üzerinde icma edilmiş olan meselelerde sadece şeriat sahibini taklit ediyorlardı. Abdestin alınış şeklini, guslün nasıl yapılacağını, namaz ve zekâtın hükümlerini..., vb. atalarından veya memleketlerindeki âlimlerden öğrenmekte idiler. Onlar, bu minval üzere yürüyorlardı. Nadir olan bir olay ortaya çıktığı zaman mezhep tayin etmeksizin hangisi olursa olsun, buldukları müftiye, o olay hakkında fetva sorarlardı. İbn Hümam (ö. 861/1457), Tahrîr adlı eserinin sonunda şöyle demektedir: “Halk, herhangi bir müftîye her meselede sıkı sıkıya bağlı olmaksızın (iltizam etmeksizin) bir kere birine, diğer bir kere daha başka bir müftiye fetva sorardı.” b) Âlimler: Bunlar da iki kısımdır: 1. Ehl-i hadis: Bunlar sürekli hadisle meşgul olmaları sonucunda, konuyla ilgili bir başka şeye ihtiyaç duymayacak biçimde, bazı fukahaca da amel edilmiş, terki mazur görülmeyecek olan müstefîz ya da sahih hadise sahip olurlar veya sahabenin ve tabiînin çoğunluğuna ait, muhalefeti hoş karşılanmayacak güçlü görüşlere ulaşırlar. Eğer mesele hakkında, naklin tearuzu, tercih imkanının bulunmaması vb. gibi sebeplerle kalbi mutmain kılacak bir şey bulamazlarsa, o zaman daha önce geçmiş olan fukahadan bazılarının görüşlerine başvururlar. Eğer iki görüş bulursa, bunlardan daha güçlü olanını tercih eder; görüş sahibinin Medine ya da Küfe ekolünden olması farketmez. 2.Ehl-i tahrîc: Bunlar, sarih olarak bulamadıkları şeyleri çıkaran ve mezhep içerisinde içtihadda bulunan kimselerdir. Bunlar, imamlarının mezhebine nisbet edilerek anılırlar. Meselâ, “Falan, Şâfiîdir, filan Hanefîdir...” denilir. Görüşlerinin çokça muvafık düşmesi halinde, hadis âlimleri de bu şekilde belli bir mezhep imamına nisbet edilebilir. Nesâî ve Beyhakî’nin İmam Şafiî’ye nisbet edilmeleri gibi. Kaza ve iftâ görevini ancak müctehid olanlar üstlenirdi. Ancak müctehid olan kimseye fakîh denirdi. Bu asırlar geçtikten sonra işler değişti ve başka başka insanlar geldi; bunlar sağa sola saptılar. Birçok yeni durumlar ortaya çıktı.” [23] [21] Huccettullahi'l-bâliğa, 1/156. [22] el-Vasâyâ (Farsça), s. 2-3'den. [23] Huccettullahi'l-bâliğa, 1/150-153. |