Konu Başlığı: İbadetin Allah ın kulları üzerindeki hakkı Gönderen: Sümeyye üzerinde 10 Şubat 2011, 18:31:38 6) İbadetin, Allah’ın KullarıÜzerinde Hakkı Olduğunaİnanmak İbâdet, Allah Teâlâ’nın kulları üzerinde hakkıdır; çünkü O, kullarına in’âmda bulunmuştur ve irade sebebiyle onları sorguya çekecektir: İman, Allah Teâlâ’nın Kullar Üzerindeki Bir Hakkıdır: Bil ki: İyilik (birr) türleri içerisinde en büyüklerinden biri de, insanın bütün kalbiyle en ufak bir kuşku duymaksızın şu inanca sahip olmasıdır: İbadet, Allah Teâlâ’ya ait kullar üzerinde sabit bir haktır. Kullar, Allah Teâlâ’ya ibadet etmekle yükümlüdürler. Nasıl ki, hak sahipleri, haklarını isterlerse, Allah Teâlâ da bu hakkı kullarından öyle istemektedir. Bu meyanda Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: “Ya Muâz! Allah’ın kulları üzerindeki hakkı, kulların da Allah üzerindeki hakları nedir, bilir misin?” Muâz: “Allah ve Rasûlü daha iyi bilir.” dedi. Rasûlullah (s.a.): “Şüphesiz Allah’ın kulları üzerindeki hakkı, O’na kulluk/ibadet etmeleri ve O’na hiçbir şeyi ortak koşmamalarıdır. Kulların Allah üzerindeki hakları ise, kendisine hiçbir şeyi ortak koşmayana azap etmemesidir.” [356] Bir kimse kesin olarak buna inanmaz ve kendisinin başıboş bırakılabileceğini, irâde ve ihtiyar sahibi bir Rab tarafından ibadetle sorumlu tutulmayacağını düşünürse, o zaman dehrî (tabiat-perest, ateist) olur. Böyle biri ibadetleri yapsa bile bedeniyle yapmış olacağı ve kalbine sirayet etmeyeceği için, onların hiçbir değeri olmaz. Bu tür ibadetler, kul ile Rab arasında bir kapı aralamaz; diğer sıradan hareketler kabilinden yapılmış olur. Ceberut Âleminde Öyle Bir Makam Vardır ki, İrade Ve Kasıt Oradan Çıkar: Peygamberler ve onların varisleri olan âlimler -salât ve selâm üzerlerine olsun!- tarafından yapılan açıklamalara göre, Ceberut âleminde öyle bir makam vardır ki, irâde ve kasıt orada bulunmaktadır. Bu, bir şeyin işlenmesine, o şeyin işlenmesiyle birlikte terkinin de sahih olması şartıyla, o yere nazaran azmedilmesi manasındadır. Gerçi, beşer üstü (fevkani) maslahatın, var olmasını ya da yok kalmasını vacip kılmadığı hiçbir şey yoktur; ama burada irade ve kasda nazaran o şeyin hem işlenebilmesi, hem de terkediîebilmesi eşittir; şu kadar ki işlenmesine yönelik azim bulunmuştur. Ona göre, beklenen halin vücuda gelmesi söz konusu değildir. Filozofları işitip de, iradenin bu manada olduğunu söyleyen kimselere de itibar yoktur. Onlar, bir şeyi öğrenmişlerse, pek çok şeyi gözden kaçırmışlardır. Bu itibarla onlar, hem sözünü ettiğimiz makamı görmekten nasipsiz kalmışlardır, hem de afakî ve enfüsî delillerle karşı karşıyadırlar. Sözünü Ettiğimiz Şeyi İnkâra Yeltenenler, Hakikati Görmekten Perdelenmişlerdir, Delillerle De Kuşatılmışlardır: Nasipsizlikleri şöyle: Bunlar, Tecellî-yi a’zam ile Mele-i a’lâ arasındaki, cevherle kâim şuaya benzer bir makamı idrak edebilecek kabiliyetten yoksundurlar; gözleri perdelenmiştir. Ve lillâhi’l-meseti’l-a’lâ! [357] Bir şeyin işlenmesi ya da terki bu makamda müsavi iken, Mele-i alâ’nın bilgi ve himmetlerinin gerekli kıldığı şekil üzere icmâ, işte burada olur. Onlara karşı getirilecek delile gelince şöyle deriz: Herhangi birimiz, çok açık olarak bilir ki, meselâ elini uzatır ve kalemi alabilir. Bu durumda iken o, hem irade hem de kasıt sahibidir; kendisine nisbetle bulundurduğu kasda ve nefsinde yer etmiş kuvvetlere nazaran fiili işlemek veya terketmek eşit durumdadır. Gerçi be-şerüstü maslahata (kader) göre her şey, ya zorunlu olarak yapılacak ya da yapılmayacak şeklinde belirlenmiş bulunuyorsa da, o kişiye nisbetle fiilin işlenmesi ya da terki eşit durumda bulunmaktadır. Özel bir kabiliyetin gerekli olduğu her şeyde de durum aynıdır. O, (kabihyet) suretlerin Rabbinden, -aynen suretlerin inişi gibi- kabiliyetli bulunan maddeler üzerine iner; duanın hemen akabinde kabul edilişi işte böyledir. Bunların, yeni meydana gelecek şeye herhangi bir şekilde etkisi olur. (?) Belki şöyle diyebilirsiniz: “Bu, beşerüstü (fevkânî) maslahat hasebiyle o şeyin vücûbiyetini bilmemektir. Dolayısıyla, bu Cenab-ı Hakk hakkında nasıl söz konusu olabilir?!” Buna şöyle cevap veririz: Haşa! Aksine bu ilimdir ve o makamın hakkının verilmesidir. Cehalet, aslen vacip olmadığını söylemektir. İlahî şeriatlar, bu cehaleti, kadere iman hükmünü getirmek ve başa gelmesi mukadder olan şeyin, mutlaka geleceği; gelmesi mukadder olmayan şeylerin de asla olmayacağı inancını yerleştirmek suretiyle ortadan kaldırılmıştır. İhtiyar, İllete Bağlıdır; İlletin Bulunması Halinde O da Bulunur: Ama, bu makama itibarla işlenmesi ve terki sahihtir denilecek olursa, hiç şüphesiz bu bir ilm-i haktır. Meselâ sen, hayvanlardan boğanın, boğalığın gereklerini yaptığını, dişinin de dişiliğin gerektirdiği gibi bir davranış gösterdiğini görsen, eğer onlardan sadır olan bu fiillerin, -aynen taşın yuvarlanması esnasındaki hareketi gibi- zoraki hareketler olduğunu söylersen, yalan söylemiş olursun. Onların, bir illete dayanmaksızın sadır olduğunu; ne boğalık mizacının bunu gerektirdiğini, ne de dişilik mizacının böyle bir hareketi doğurduğunu iddia edersen, yine yalan söylemiş olursun. Eğer içlerinde yer etmiş olan irade, fevkânî vücuba tıpa tıp benzer ve ona dayanır, sanki ötesinde bir başka hedef yokmuş gibi bağımsız olarak feveran etmez dersen, yine yalan söylemiş olursun. Bu konuda söylenecek hak söz, iki durum arasında orta bir yoldur ve o da şudur: İhtiyar, illete bağlıdır; dolayısıyla illetin bulunması anında bulunmamazlık etmez; irade olunan fiili, illetler gerekli kılar ve bu durumda olmaması mümkün değildir. Ancak bu ihtiyarın özelliği, kendisine nazarla açılması ve üzerindeki şeye (fevkânî vücûb) bak-mamasıdır. Eğer bu makamın hakkını verir, “nefsimde fiilin işlenmesini ve terkini eşit görüyorum ve ben fiili ihtiyar ettim” dersen, ihtiyarın, o şeyin işlenmesinin illeti olduğunu kabul edersen, işte o zaman doğru ve hak söz söylemiş olursun. İlâhî şeriatlar, bu makamda yer etmiş bulunan iradeden haber vermişlerdir. İrade Vardır, Mücâzât Vardır: Kısaca, taalluku yenilenen bir irade, buna bağlı olarak da dünya ve âhirette bir mücazât vardır. Âlemi yöneten, bütün mahlukâtı uymak mecburiyetinde oldukları bir şeriatla idare etmekte ve böylece ondan yararlanmalarını amaçlamaktadır. Bu şu örneğe benzemektedir: Efendi, hizmet etmeleri için köleler edinmiş ve onlardan hizmet beklediğini kendilerine bildirmiştir. Bunun sonucunda efendi, hizmette kusur göstermeyenlerden hoşnut olmuş, hizmetten kaçanlara ise gazaplanmıştır. İlâhî şeriatlar, bu ifadelerle gelmiştir; çünkü şeriatlar sıfatlar ve diğer konularda en açık ifade tarzı ne ise onu kullanırlar; o lâfızların lüğavî hakikat veya örfî mecaz olmasına aldırmazlar. Çünkü önemli olan, kulların en iyi bir şekilde anlayabilecekleri bir ifade tarzının kullanılmasıdır. [356] Buhârî, Tevhîd, 1; Müslim, İmân, 48. [357] "Ve en yüce sıfatlar O'na aittir." Nahl: 16/60 manasında bir âyet olan bu ifade, takdir için kullanılan bir tabir olmaktadır. (Ç) |