Konu Başlığı: Bina yapma yarışı Gönderen: Sümeyye üzerinde 17 Ocak 2011, 15:47:47 Bina Yapma Yarışı: 10. Bir diğeri yüksek binalar yapma yarışına girmek, evleri nakışlamak, yaldızlamak gibi davranışlardır. İnsanlar bu konuda son derece aşırı gidiyorlar, büyük külfetler altına giriyorlar, muazzam miktarda mallar harcıyorlardı. Rasûlullah (s.a.) bunu, kötü bir şey olduğunu önemle belirterek ortadan kaldırmak istemiştir. Bu meyanda şöyle buyurmuştur: "Mü'min, yaptığı her türlü harcamadan dolayı ecir kazanır; şu toprağa yaptığı harcamalar hariç. [111] "Her bina, sahibi Üzerine bir vebaldir; zarurî olanı müstesna, zarurî olanı müstesna. [112] "Hiçbir velinin -ya da nebinin- süslü püslü bir eve girmesi doğru olmaz, [113] "Allah bize taşları, toprakları giydirmemizi emretmedi.[114] Cahiliye Döneminde Bilgi Edinme Yolları: Rasûlullah'tan (s.a.) önce insanlar hastalıklarında, karşılaştıkları musibetlerde tıbba ve afsunculuğa (rukye) baş vururlardı. Fala bakmak, uğursuz saymak, remel atmak, kâhinlik, müneccimlik, rüya tabiri gibi yollarla bilgi sahibi olunacağına inanırlardı. Bunların bir kısmı uygunsuzdu. Rasûlullah (s.a.) bu özellikte olanlarını yasakladı, diğerlerini ise mubah kıldı.[115] Tıp: Tıp, mahiyet itibariyle hayvanı, nebatî ya da madenî ilaçların kullanılmasından, böylece bünyedeki unsurların (hılt ç. ahlat) azaltılarak ya da çoğaltılarak dengelenmesinden ibarettir. Dinî kurallar bu yöntemi yerinde görür. Zira bu işlem, herhangi bir şirk şaibesi içermez, dünya va âhirete yönelik bir zarar da bulundurmaz. Aksine büyük fayda sağlar, insanlığın iki yakasını bir araya getirir. Bu genellemenin bazı istisnaları vardır: i. İçki ile tedavi. Çünkü içkide hiçbir zaman eksik olmayan bir zarar vardır. ii. Zehir ile tedavi de aynı şekilde, eğer başka türlü tedavi imkânı varsa yasaktır. Çünkü böyle bir tedavi ölüm ile sonuçlanabilir. iii. Dağlama yoluyla tedavi. Zira ateşle yakmak, meleklerin nefret ettiği sebeplerden biridir. Tıbb-ı nebevî ile ilgili rivayetlerde asıl olan, o zamanda Arap ulusunda mevcut bulunan tecrübe birikimidir.[116] Rukye (afsun): Rukyenin aslı ise, misâl âleminde bir tür tahakkuk ve etkisi olan kelimeleri söylemektir. Din kuralları, şirk olmadığı sürece bunlara tevessül edilmesinde bir sakınca görmez, özellikle de bu kelimeler Kur'ân'dan ya da sünnetten seçilmişse, yahut onlara benzer mahiyet arzeden tazarru ve niyaz ifadelerinden meydana gelmişse herhangi bir sakıncası olmaz. [117] Nazar Haktır: Nazar haktır.[118] Bunun aslı esası, nazar eden kimsenin nefsinin bir şey üzerinde yoğunlaşmasının etkisini göstermesi, nazar ettiği şeye olan bakışından kaynaklanan bir sadmenin ortaya çıkmasıdır. Cin nazarı da aynıdır. Rukye, muska ve iplik bağlama ile ilgili olarak gelen yasaklayıcı her hadis, içinde şirk bulunduran, yahut Allah Teâlâ'dan tamamen gafletle herşeyi onlardan bekleme manası içeren türlerine yöneliktir. [119] Fal Ve Uğursuzluk Telakkisi: Fal ve uğursuzluk telakkisine gelince, bunların hakikati şudur: Bir işe Mele-i a'lâ'da hükmedildiği zaman, yaratılışında sür'at-i in'ikâs bulunan bazı şeyler/olaylar onun rengini alabilir. Bunlardan biri havâtırdır. Bir diğeri dikkate alınacak bir kasıt olmaksızın dilden dökülmüş olan lâfızlardır. Bunlar, bizzat kendisine yönelik kasıt bulunan gizli havâtırın kalıpları (eşbâh)dır. Bir diğeri hava durumlarıyla ilgili olaylardır. Çünkü bunların genelde tabiî olan sebepleri zayıftır. Bunların belli bir kalıba girmesi ancak felekî sebepler yahut Mele-i a'lâ'da bir işin karara alınması sebebiyle olur. Araplar, olacaklar hakkında bunlardan istidlalde bulunurlardı. Tabiî ki bu tahmin içermekte ve vesveseler doğurmaktaydı. Dahası Allah'ı inkâr noktasına kadar da gidebiliyordu. (?) Bu itibarla Rasülullah (s.a.) uğursuzluk inancını {tıyara, teşe'üm[120] yasakladı ve, "Onun en hayırlısı faldır."buyurdu. Falı da "Herhangi birinizin (sâlih bir kimseden) işittiği güzel bir sözdür" şeklinde açıkladı. [121] Bu, yukarıda sözü edilen çirkinliklerden uzaktır. Hastalığın bizatihi sirayetinin olmayacağını beyan buyurdu. Bu, böyle bir şeyin esasen olmadığı manasında değildir. Araplar bunu müstakil bir sebep olarak görürlerdi ve tevekkülü tümden unuturlardı. Doğrusu şudur ki, bu sebeplerin sebepliği, Allah Teâlâ'nın aksi doğrultusunda bir buyrultusu olmadığı zaman ancak geçerli olur. Zira Allah Teâlâ bir şeyin olması doğrultusunda hükümde bulunmuşsa, tabiî nizâm bozulmadan o şeyi tamamlar. Bu nüktenin şeriat lisanıyla ifadesi, onların aklî değil de âdî sebepler olduğunu söylemek şeklinde olmuştur.[122] Baykuş Ve Gûl Yabanî: Baykuş ötmesiyle ilgili inanç, [123]çoğu kez şirk kapısını açar. Gûl yabanî[124] de aynı şekildedir. [125] Bu yüzden bu gibi şeylerle meşgul olmaları yasaklanmıştır. Zira bu inançların asla bir hakikati yoktur. Şöyle ki: Cinlerin mevcudiyeti ve onların âlemde dolaştıklarına dair hadisler çoktur, hastalığın sirayet edeceğini gösteren hadisler de bulunmaktadır. Eğer varsa uğursuzluğun kadında, atta ve evde olacağını bildiren hadisler vardır. [126] Bu durumda hadisteki "yoktur" ifadesi, bu tür şeylerle uğraşmanın caiz olmadığını ifade içindir. Bu gibi konularda davaya kalkışmanın, "falanca, hasta devesini develerimin yanma sokarak benim develerimi öldürdü ve hasta etti" şeklinde bir iddia ileri sürmenin kale alınmayacağını belirtmek içindir. [127] [111] bkz. Buhârî, Merdâ, 19; Tirmizî, Kıyamet, 40. [112] Tirmizî, Kıyamet, 40. [113] Ahmed, 5/221; Ebû Dâvûd, At'ime, 8; İbn Mâce, Afime, 56. [114] Müslim, Libâs, 87; Ebû Dâvûd, Libâs, 45. Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/610-611. [115] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/611. [116] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/611. [117] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/611. [118] bkz. Buhâri, Tıbb, 36; Müslim, Selâm, 41. [119] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/612. [120] Cahiliye döneminde insanlar, önlerinden uçan ya da kaçan kuşlarla, hayvanlarla teşe'ümde bulunurlardı ve bu da onları iş güçlerinden akkordu. Şeriat bunuyasaklamıştır.(Ç) [121] Müslim, Selâm, 110. [122] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/612-613. [123] Maktulün ruhunun, öcü alınmadığı zaman çıkıp baykuş halini aldığına ve öcü alınıncaya kadar öttüğüne inanırlardı. [124] Gûl: Eski Arap inançlarına göre çeşitli renk ve kılıklara girerek insanlara görünen ve onları yollarından sapıtıp helak eden bir tür şeytandır. Kırlarda yaşar. Bazılarına göre "Gûl yoktur" sözünün manası, gûl aslen yoktur demek değildir. Arapların gûl hakkındaki bu inançları yoktur anlamındadır.(Ç) [125] bkz. Müslim, Selâm, 106, 107. [126] bkz. Müslim, Selâm, 115. |