๑۩۞۩๑ Eğlence Dünyası ๑۩۞۩๑ => Masal Dünyası => Konuyu başlatan: Eflaki üzerinde 27 Haziran 2010, 17:48:57



Konu Başlığı: Ayşecik ve Yasemin Sultan
Gönderen: Eflaki üzerinde 27 Haziran 2010, 17:48:57
(http://www.cocukpinari.com/images/stories/aysecik.jpg)


Ayşecik ve Yasemin Sultan  

Ayşecik' in babası sarayın sütçüsüydü. Saray yakınlarındaki bir kasabada küçük bir çiftliği vardı. Her sabah saraya taze süt götürürdü. Çiftliklerinden saray rahatça görülüyordu.

İki yıldır Ayşecik arada sırada " Baba ben de seninle geleyim. Sarayın nasıl bir yer olduğunu çok merak ediyorum " der dururdu. Fakat babası Ayşecik' in kaybolacağından korkar,
" Biraz büyü de o zaman " derdi.

Günlerden bir gün, sabah kahvaltısından sonra babası kızına şöyle dedi: " Ayşecik artık on yaşına girdin. Kocaman bir kız oldun. Yarın sabah hazır ol bakalım..Sen de benimle beraber geliyorsun " Ayşecik bu habere çok sevindi. Hemen babasına sarıldı, onu yanaklarından öptü. Annesi kızının bu coşkulu sevincine katıldı, üçü bir sevgi yumağı meydana getirdiler.

Ayşecik gün boyu pek neşeliydi. İçi içine sığmıyordu. Heyecandan yerinde duramıyor, eli ayağı birbirine dolaşıyordu. Öğle üzeri mutfakta annesine yardım ederken iki çay bardağı ile üç yemek tabağını kırmıştı.

Tabii ki bunları isteyerek yapmamıştı. Zaten annesi hiç mi hiç kızmamıştı. Sadece kendisine " Ayşecik ben yemeği sofraya getirebilirim. İstersen masada oturup yemeğin gelmesini bekleyebilirsin, oldu mu canım kızım? " demişti. Annesinin kızması için sebep yoktu ki.

Ayşecik ertesi sabah süt güğümlerinin at arabasına yüklenmesine yardımcı oldu. Arabaya bindi ve babasıyla birlikte saraya doğru yola koyuldular. Ayşecik sarayın bu kadar büyük olduğunu tahmin etmiyordu.

Sarayın iç avlusunda babası süt güğümlerini teslim etmeden önce babasına sarayın içini görmek istediğini söyledi. Bunun üzerine saray görevlilerinden bir kadın Ayşecik' e yardımcı verildi. Ayşecik kadınla beraber sarayın odalarını, salonlarını gezdi dolaştı.

Bir koridordan geçerken karşıdan gelmekte olan beş kız gördüler. Görevli kadın Ayşecik' e, en öndekinin Yasemin Sultan olduğunu, bir şey sorarsa cevap vermesini, sözlerine dikkat etmesini usulca söyledi. Yasemin Sultan arkasında nedimeleri olduğu halde yanlarına yaklaştı. Ayşecik' i bir süre süzdükten sonra görevli kadına dönerek,

" Evet, misafirimiz kim oluyor? " diye sordu. Görevli kadın:
" Efendim, bu kız sütçünün kızı. Saraya ilk kez geliyormuş. Benden kendisini sarayın içinde gezdirmem istendi. "

Yasemin Sultan:
" Ya demek öyle. Ne kadar güzel " dedikten sonra Ayşecik' e dönerek:
" Sarayı beğendiğinizi umarım arkadaşım. Adınızı öğrenebilir miyim? "

Ayşecik kendisi ile aynı yaşlarda olan Yasemin Sultan' ın dostça tavırlarından çok memnun olmuştu. Hele kendisine 'arkadaşım' demesi yok mu?.. Bir dakika önceki heyecanını üzerinden atıverdi, rahatladı ve sesine tatlı bir çeşni vererek:

" Efendim, adım Ayşecik' tir.Bizim evden saray rahatça görülüyor. Hep merak ederdim acaba nasıl bir yer diye.İşte sonunda bu amacıma ulaştım.Geldim, sarayı gezdim, gördüm. Gerçekten büyük ve güzel bir yermiş. Hayran olmamak elde değil. Burasını çok sevdim.

. Bizim evimiz buraya göre oldukça küçük. Fakat ben evimi de çok seviyorum" deyince Sultan' ın arkasında duran nedimeler gülüştüler. Yasemin Sultan şöyle bir arkasına dönüp baktıktan sonra hafifçe tebessüm ederek,

" Ayşecik, gel istersen odama geçelim, orada konuşmamıza devam ederiz " dedi.
Ayşecik ile Yasemin Sultan iki saati aşkın bir süre konuştular dertleştiler. Sonra nedimeleri öğle yemeği için padişahın beklediğini Sultan' a haber verdiler. Ayşecik ile Yasemin Sultan yarın sabah yeniden buluşmak dileğiyle ayrıldılar.

Ayşecik babasıyla sarayın iç avlusunda buluştu.Süt güğümleri at arabasına yüklenmişti.Arabaya binip evlerine doğru yola koyuldular.

Yemekten sonra padişah, Yasemin Sultan' a, sütçünün kızı ile odasında görüştüğünden haberi olduğunu, bunu yanlış bir davranış biçimi olarak değerlendirdiğini, bir Sultan' ın alelade bir köylü kızıyla arkadaş olmasının saray erkanı tarafından hoş karşılanmayacağını söyledi.

Bunun üzerine Yasemin Sultan:
" Ayşecik sizin tarafınızdan biraz olsun tanınsaydı, onun hakkındaki düşünceleriniz mutlaka olumlu olurdu.Ayşecik alelade değil, fevkalade bir köylü kızıdır.İnsanlar giydikleri elbiselere, yaşadıkları çevreye bakılarak değerlendirilemez. "

diye konuşurken padişah sinirli bir şekilde ayağa kalktıktan sonra; " Ayşecik veya Fatmacık, kim olursa olsun.Onunla bir daha görüşmeyeceksin!.. İşte bu kadar" diye bağırınca Yasemin Sultan ayağa kalktı ve ağlayarak uzaklaştı.

Ertesi sabah babası süt güğümlerini görevlilere teslim ederken Ayşecik saray avlusunda boşu boşuna bekledi. Öğle vakti babasıyla birlikte eve dönerken cevabını düşünüp bulamadığı soru şuydu: Yasemin Sultan ile görüşmelerinin hangi sebepten ötürü engellendiği?

Yasemin Sultan Ayşecik ile görüştürülmemesine çok üzüldü. Yemeden içmeden kesildi. Birkaç gün sonra hastalandı. Yatağında devamlı olarak " Ayşecik.. Ayşecik.." diye sayıklıyor, günden güne sararıp soluyordu. Ülkenin en iyi doktorlarının çabası boşuna oldu. Sonunda padişah Ayşecik' in saraya getirilmesini istedi.

Yasemin Sultan Ayşecik'in gelmesine çok sevindi. Onun berrak bir su kadar temiz ve tatlı sesi hastalığının en iyi ilacı oldu.



Ağlayan gözleri güldü
Yanağında güller açtı
Bir hafta geçti, geçmedi
İyileşti, ayağa kalktı.

Padişah da onu pek sevdi
"İkinci kızım sensin"dedi
Sevgiyle bağrına bastı
Hatasını bağışlattı.


Konu Başlığı: Ynt: Ayşecik ve Yasemin Sultan
Gönderen: Serdar Yıldırım üzerinde 29 Haziran 2013, 21:59:51
Süper masaldır bu masal. Dünyanın en iyi masalıdır.


Konu Başlığı: Ynt: Ayşecik ve Yasemin Sultan
Gönderen: Yazgül_8-A üzerinde 07 Ocak 2014, 21:53:45
kim ne hata yaparsa yapsın onu affetmek en büyük ERDEMLİKTİR..


Konu Başlığı: Ynt: Ayşecik ve Yasemin Sultan
Gönderen: Serdar Yıldırım üzerinde 11 Mayıs 2025, 13:38:21

Adam Ve Kurt Köpeği - Serdar Yıldırım
ADAM VE KURT KÖPEĞİ
Ahmet  Sevilgen otuz iki yaşındaydı. Gençliğinde atletizmle uğraşmış ve katıldığı yarışmalarda daima son sıralarda yer almıştı. İki yıldır yarışmalara katılmıyordu ama atletizmi bırakmamıştı. Yine kendi çapında antrenmanlarını sürdürüyordu. Eşofmanlarını giydiği gibi şehrin cadde kenarındaki kaldırımlarda altı kilometrelik koşulara çıkıyor ve her çıktığı koşuda yaptığı dereceyi defterine yazıyordu.  Eski bir arabası vardı. İkinci elden alınan bu araba birkaç gündür arıza problemi yaşıyordu. Arabasını bir oto tamircisine götürdü. Şansa bak tam da yemek saatine denk gelmişti ve tamirciler ortada yoktu. Tamirhane sahibi, arabanı saçak altına çek, dedi ve gitti. Sağına soluna bakındı. Sonra saatine baktı. Saat 12.30'du. Bunlar yarım saatten önce gelmezler, diye düşündü. Arabasını saçak altına çekti ve bir ileri, bir geri yürümeye başladı. Neden hep böyle, diye düşündü. Sanki hep iki ileri, üç ileri olsa, kim ne kaybederdi? Bir ileri, bir geri yani bunun adı yerinde saymaktı. Yerinde sayan bir insan geriye gidiyor demekti. Geriye gitmemek, ileriye, güzele, doğruya gitmek mümkün değil miydi?
Arabanın beş ileri, bir geri vitesi vardı. Bu her durumda dört adım ileri demekti. Hayatta geçmişten ders almak, bugünü yaşamak, geleceği düzenlemek gerekliydi. Gelecek senin olmalıydı. Senin beyninde şekillenmeliydi. Şimdiye kadar yaşamış en zeki insan, beyninin karanlık odalarının yüzde dokuzunu aydınlatabilmişti. Geriye yüzde doksan biri kalmıştı. Sen zaten o yüzde dokuzun aydınlığında biçim kazandın ve yüzde ona ilk olarak ulaşabilmek, eskimiş, geri kalmış  fikir ve düşünce sistemlerinin neden olabileceği zarardan önce kendini sonra başkalarını korumak yeterliliğine ulaştın.

Geldiği tamirhanenin yan tarafında bulunan diğer tamirhanenin bahçesine baktı. İşte orada, kurt köpeği oradaydı. Kulübesinde uzanmış yatıyordu ama uyanıktı ve bu sefer daha sevecen bakıyordu. Birkaç ay evvel buraya geldiğinde kurt köpeği ayakta ve daha yakındaydı ve gözleri çakmak çakmaktı.
Ahmet düşündü: " Kimbilir ne güçlüdür bu kurt köpeği ama dar alanda hareketleri kısıtlı ve gücünü gösterme olanağından yoksun. Üstelik çok hızlı koşar. Bu koşarken insan kendini parçalasa buna yetişemez. Bunun gücü bana geçse, beni yakala ki geçesin. Şu zaman diliminde dünyada yaşayan herkesi koşuda geçerdim. Dünya ve olimpiyat rekorlarını kırardım.
Sessiz düşünmeyi bırakıp, sesli düşünmeye başladı:  " Sayın kurt köpeği, ben koşulara katılan, bu koşularda başarılı olamayan ve son sıralarda yer alan biriyim. Ne yapayım gücüm bu kadar. Sizin ne kadar güçlü olduğunuzu söylememe gerek yok. Gücünüzü bana verirseniz herkesi geçerim. Bu yaşadığınız yerde sizin pek fazla güçlü olmanıza gerek yok. Az bir güç size yeter. İstediğiniz anda gücünüzü geri vereceğimden şüpheniz olmasın. Ne dersiniz? "

Bunun üzerine kurt köpeği ayağa kalktı ve konuşmaya başladı:  " Hemşerim, ben seni tanıyorum. Tamirhanedeki televizyonun spor kanalından yarışları izliyorum. Senin girdiğin on yarışın sekizinde sonuncu olduğunu biliyorum. Sonuncu olduğun yarışlardan sonra ağladığım zaman oldu. Keşke diyordum, şu Ahmet'e gücümün birazını verebilseydim de herkesi geçseydi. Bazı yarışlarda bir iki kişiyi geçiyordun ya, o yarışlardan sonra öyle bir neşeleniyorum ki, sorma. Şimdi sen benim gücümden alsan bir de birinci mirinci olursun, deyme benim keyfime. Her günüm mutlu ve huzurlu geçer. Gücümü sana nasıl aktaracağım, sen onu söyle. "

Ahmet köpeğin konuşmasını beklemiyordu ama köpeğin konuşması bittikten bir iki dakika sonra şaşkınlığını üzerinden attı:  " Ondan kolayı ne var. Gücümün yarısını Ahmet'e veriyorum deyin olsun bitsin. "  Kurt köpeği, gücümün yarısını Ahmet'e veriyorum deyince, Ahmet  vücuduna inanılmaz büyüklükte bir enerji depolandığını ve gücünün  arttığını fark etti.
Ahmet, kurt köpeği ile vedalaşıp ayrıldıktan sonra yol kenarından Bursa'dan Gemlik'e doğru koştu.  Koşmaktan bıkıp geriye döndüğünde öyle fazla bir yorgunluk hissetmedi.
" Fıstıklı iş bu ha, diye düşündü. Koş, koş da yorulma. Şu gücümle pek çok dünya rekoru kırmazsam, bana da Ahmet Sevilgen demesinler. "

Ahmet birkaç yerde koşu denemesi yaptıktan sonra yerel gazetelerden Bursa'da yapılacak atletizm yarışlarını takip etmeye başladı. Bir hafta sonra Bursa Atatürk Stadyumu'nda yapılan koşularda 100 - 200 - 400 - 800 - 1.500 metre yarışlarını kontrollü koşarak az bir farkla kazandı. İstese bu yarışları çok büyük farklarla kazanırdı. Amacı, bu ve diğer yarışları kazanıp, Türkiye Şampiyonu olduktan sonra gerçek gücünü Avrupa ve Dünya Şampiyonası'nda göstermekti.
Planını aynen tatbik etti ve birkaç ay içinde Türkiye Şampiyonu olup, Avrupa Şampiyonası'na katılmaya hak kazandı. Bu arada kurt köpeği tamirhanedeki televizyondan yarışları izliyor ve bu yarışları kendi kazanmışcasına seviniyordu.

1999 Marmara Depremi'nde Bursa'da yıkılan birkaç ev ve işyerinin içinde bu kurt köpeğinin korumalığını yaptığı tamirhane de vardı. Sabaha karşı 00.3'de tamirhanenin yıkıntıları altında kalan kurt köpeği arka ayaklarından giderek canının çekildiğini fark etmiş, son çare olarak, gücümün yarısını Ahmet'den geri istiyorum, demiş ve eski gücüne kavuşunca üstün bir gayret göstererek kendini yıkıntılardan kurtarmayı başarmıştı. Arka ayaklarını sürüyordu ya belki zamanla düzelir diyordu.

Ahmet o gece sarsıntıya uyanmış ve acele tarafından giyinip sokağa çıkmıştı. Bursa'da elektrikler kesilmiş, yollar karanlıktı. El fenerini yakıp sokaklarda dolaşırken, aklına kurt köpeği geldi. Kurt köpeğinin gücünü aldıktan beri dört aya yakın bir süredir onu görmeye gitmemişti. Fener ışığında usul usul tamirhaneye doğru koşmaya başladı. Daha birkaç yüz metre koşmuştu ama kesik kesik soluyordu. Dünkü gücünden eser yoktu. Çaptan düşmüştü, bunu fark etmişti ve sebebini olanca acılığıyla anladı. Kurt köpeği hayatı tehlikede olmadıktan sonra gücünü geri almazdı. O zaman deprem kurt köpeğinin üstüne yıkılmıştı. Canım, güzelim benim, seni kurtarmaya geliyorum, dedi ve geri dönüp arabasına bindi. Üç kilometre gittikten sonra tamirhanenin yıkıntılarının yanına geldi. Fenerin ışığında yıkıntıları tararken, kurt neredesin? Bak koşucu Ahmet geldi. Kurt ben geldim, diye bağırdı. Yıkıntıların ilerisinden:  " Ben buradayım Ahmet, ben yaralıyım, "  diyerek yerini belli eden kurt köpeğinin yanına gitti. " Ahmet arka ayaklarım tutmuyor, durumum çok kötü. " dedi.

Seni hemen hastaneye götürmeliyim, diyen Ahmet kurt köpeğini kucağına alarak arabasının arka koltuğuna yatırdı. Araba ay ışığının aydınlattığı caddede hastaneye doğru yol almaya başladı.
Kurt köpeği:  " Gücümü geri almak zorunda kaldım çünkü arka ayaklarımın üstüne düşen kalastan kurtulamıyordum. Canımın çekildiğini hissetmeye başlamıştım. Artık gücümü sana tekrar vermem mümkün değil, bildiğin gibi bu iş iki kere olmaz. Tam da Türkiye Şampiyonu olmuş ve Avrupa'da yarışmak üzereydin. Senin işini de bozdum. "
Ahmet:  " Böyle şeyler düşünme. Bir an önce iyileşmeye bak. Sakatlandım derim Avrupa'ya gitmem. "
Depremden bir saat sonra elektrikler geldi. Ahmet yaralı kurt köpeği olduğu için veterinere yönlendirildi. Veteriner, kurt köpeğinin arka ayaklarını alçıya aldı. Uzun süreli dinlenme tavsiye etti. İki ay sonra alçılar alındı ve kurt köpeği tam olarak iyileşmese de arka ayaklarını kullanabiliyordu. Günler geçtikçe iyileşme sürecinin hızlanacağını veteriner söylemişti.

Aradan günler, aylar geçti. Ahmet sahibinden izin alarak kurt köpeğini evinin arka bahçesinde besledi. Bahçede kurdukları televizyonda Avrupa Şampiyonası'nı birlikte seyrettiler. Her yarış başlangıcında ayrı bir heyecan duydular.
Bir aralık kurt köpeği şöyle bir soru sordu:  " Ben yıkıntıların arasında kalsaydım ama gücümü geri almasaydım, sen şimdi bu yarışlarda koşuyor olacaktın. Girdiğin her yarışı kazanarak beş altın madalya almayı mı yoksa şimdiki gibi benimle burada olmayı mı tercih ederdin? "
Bunun üzerine Ahmet şöyle dedi:  " O nasıl söz, arkadaşım. Tabi ki burada seninle olmayı tercih ederdim. Sen doğrusunu yaptın, hayatını savundun. Yaşamak istedin ve gücünü geri aldın. Beş değil, kırk beş altın madalyaya seni değişmem. "
Bu sözleri duyunca göğsü kabaran kurt köpeği, Ahmet'e sarıldı ve ağlamaya başladı.

SON







Konu Başlığı: Ynt: Ayşecik ve Yasemin Sultan
Gönderen: Serdar Yıldırım üzerinde 11 Mayıs 2025, 13:40:16


İKİ ODUNCU
Bundan yıllarca önce ülkenin birinde iki oduncu yaşarmış. Bu iki oduncu çok iyi arkadaşmış. Kasabanın yakınındaki ormanın kenarına yaptıkları evlerde kalırlar, her sabah birlikte ormana gidip odun keserler, odunları eşeklerine yükleyip kasabada satarlar, bir ihtiyaçları varsa alırlar ve evlerine dönerlermiş. Bir gün bu iki oduncu kasabadan dönerken bir hiç yüzünden kavga etmişler. Ertesi sabah biri ormanın bir tarafına, diğeri öbür tarafına odun kesmeye gitmiş. Artık birbirlerini arayıp sormuyorlar, yolda karşılaşmamaya dikkat ediyorlarmış.

Odunculardan adı Ahmet olanı ormanda odun keserken, ağacın kovuğunda bir küp altın bulmuş. Çok sevinmiş. Altınları evine getirip saklamış. O gün çok düşündüğü halde altınları ne yapacağına karar verememiş. Ertesi sabah arkadaşı şüphelenmesin diye yine odun kesmeye gitmiş. Aradan günler geçtiği halde soruna bir çözüm yolu bulamayan Ahmet, şu bizim Mehmet’e bir şaka yapayım, bakalım nasıl şaşıracak, diyerek bir keseye altın doldurup gece yarısı ormana gitmiş. Arkadaşının odun kestiği yerdeki bir ağacın dalına keseyi asmış. Sabah olunca ağacın dalında altın dolu keseyi gören Mehmet çok şaşırmış:  “ Altın dolu kesesini saklamak isteyen biri getirip de böyle ağacın dalına asmaz. Kuşlar getirip bunu buraya bağladı desen o da olmaz. Yoksa bizim Ahmet…Tabii ya, neden olmasın. Demek ki, Ahmet ormanda çokça altın buldu. Birazını keseye doldurup, bu ağaca bağladı. Düşündüğüm doğru olabilir de, olmayabilir de. En iyisi durumu Ahmet’le konuşmak “ diye düşünmüş.

Çabucak odun kesip eşeğin sırtına yüklemiş ve kasabaya giden yola çıkıp Ahmet’i beklemeye başlamış. Aradan yarım saat geçmiş geçmemiş, Ahmet eşeğiyle karşıdan görünmüş. Mehmet, Ahmet’e durumu anlatmış ve bu altınları oraya kendisinin bırakıp bırakmadığını söylemesini istemiş. Ahmet yalan söylemesini sevmezmiş ama bilmem, benim haberim yok, deyivermiş işte. Bunun üzerine Mehmet bulduğu altınlarla bugün kasabada ziyafet vereceğini söylemiş. Ahmet kasabaya varıncaya kadar ne kadar dil döktüyse de, Mehmet’i kararından vazgeçirememiş. Birlikte odunları sattıktan sonra Mehmet bir tellal tutmuş ve kasabalıları meydanda vereceği ziyafete çağırmış. Meydana masalar kurulmuş, yenilmiş, içilmiş, oyunlar oynanmış, neşe içinde ziyafet tamamlanmış. Akşamüstü Ahmet ile Mehmet eşeklerini önlerine katıp evlerine dönmüşler.

Ahmet o gece bir türlü uyuyamamış. Yatağında bir o yana, bir bu yana dönmüş, durmuş. Mehmet’in bir kese altını boş yere harcamasına şaşıyormuş. Gece yarısı aniden aklına bir fikir gelmiş. Mehmet belki bir kese altını keşke harcamasaydım diye düşünüyordur. Belki yaptığına pişman olmuştur. Eğer yarın bir kese altın daha bulursa kesinlikle aynı şeyi yapmaz, kendi ihtiyacı için kullanır. Ahmet üşenmeden kalkmış, bir keseye altın doldurup ormana gitmiş. Mehmet’in odun kestiği yerdeki bir ağacın dalına keseyi asmış.  Sabah olunca Mehmet keseyi bulmuş. Ahmet’in yalvarmasına, çırpınmasına aldırış etmeden kasabada bir ziyafet daha vermiş. Ahmet o gece hiç uyuyamamış. Bütün gece evin içinde dönmüş, durmuş. Hırsından ne yapacağını bilmez haldeymiş. Ertesi gün öğle üzeri ne kadar altını varsa eşeğine yükleyip kasabanın aksi istikametinde bir yola girmiş ve rastladığı ilk şehirde tam iki yıl her gün şölen düzenleyerek, ziyafet vererek eğlenceli bir hayat yaşamış. Altınlar bitince eşeğine binerek evine geri dönmüş.

İki oduncu tekrar birlikte odun kesmeye başlamış. Aradan aylar geçmiş fakat ne Ahmet Mehmet’e iki yıl süresince nerede olduğunu, ne yaptığını anlatmış ne de Mehmet Ahmet’e bunları sormuş. Günlerden bir gün kasabadan dönerken yine bir hiç yüzünden kavga etmişler. İki oduncunun yolları ayrılmış. Biri ormanın bir tarafında, diğeri öbür tarafında odun kesmeye başlamış. Bu sefer Mehmet bir ağacın kovuğunda bir küp altın bulmuş. Altınları nasıl harcayacağını düşünürken aklına Ahmet gelmiş. Bir gece Ahmet’in odun kestiği yere bir kese altın bırakmış. Ahmet ertesi gün kasabada ziyafet vermiş. Bir iki derken, Mehmet kızmış, eşeğine binip uzak bir şehre gitmiş. İki yıl her gün ziyafet verip altınların hepsini bitirmiş, evine geri dönmüş. İki oduncu yine barışmışlar, birlikte odun kesmeye başlamışlar.  Aradan uzun yıllar geçmiş. Bu arada, iki oduncunun eşekleri ölüp gitmiş. İki oduncu ihtiyarlıklarında kasabaya sırtlarında odun taşırken, yıllar önce buldukları birer küp altınla birbirlerine nasıl oyun yaptıklarını ballandırarak anlatmışlar.

SON



Konu Başlığı: Ynt: Ayşecik ve Yasemin Sultan
Gönderen: Serdar Yıldırım üzerinde 11 Mayıs 2025, 13:40:53


PAPAĞAN İLE ZÜRAFA
Afrika’nın uçsuz bucaksız savanlarında yaşayan bir papağan vardı. Bu papağanın adı Sarp’tı. Sarp hangi ağacın altındaki gölgelikte serinleyen hayvan grubu varsa oraya gider, konuşmaları dinlerdi. Kim ne demiş, kim ne söylemiş, kimin ne derdi varmış, hepsini bilirdi. Sarp öğrendiklerini sağda solda anlatmaz, olayların hesaplaşmasını kendi iç dünyasında yapardı. Duydukları çok önemliyse, bunları arkadaşı zürafa Bili ile paylaşırdı. Zürafa Bili, Sarp’ın anlattıklarını önemsemez, güler geçerdi.

Günlerden bir gün, Sarp bir ağacın dalları arasında uyukluyordu. Öğleye doğru bir aslan grubu Sarp’ın durduğu ağacın altında dinlenmeye çekildi. Aslanların konuşmalarını duyan Sarp gözlerini açtı. Bu aslan milleti oldum olası iki konu hakkında konuşurdu. Birincisi, en büyük düşmanları sırtlanlar ve ikincisi, bu gece ne avlasak? Civardaki sırtlanlar, geceli, gündüzlü avlanarak aslanların tekerine çomak sokmuştu. Yalnız gezen sırtlanı yakalayıp öldürmeli ve sayılarını kontrol altında tutmalıydı. Sırtlanları tümden yok edebilseler buralar geyik, zebra ve antilop dolardı. Dün gece av peşinde koşmuşlar, iki zebra ve bir antilobu ellerinden kaçırmışlardı. Belli ki, zebralar, antiloplar hızlarını arttırmışlardı. Belki de, biz yavaşladık, diyenler vardı. Bir diğer aslan: Yavaşladığımız doğrudur. Hatırlarsanız dün gece de av yakalayamadık yani iki gündür açız. Aç aslan hızlı koşamayacağına göre, avlanamaması normaldir.

Bunun üzerine grubun lideri erkek aslan: “ Şu ilerideki ağacın yapraklarını yiyen uzun boyunlu zürafayı avlayalım. Akşamüstü peşine düşeriz. Öyle bir tuzak kuralım ki, o zürafanın boyunu devirelim. Dur bakalım, zürafa Bili değil mi o? Akşama yedim seni, Bili.”
Sarp duyduklarına inanamadı. Aslanlar, arkadaşı Bili’yi yakalayıp yiyeceklerdi. Hemen gidip Bili’yi uyarmalı ve onun buralardan çok uzaklara gitmesini sağlamalıydı.
Bili, papağanın anlattıklarını her zamanki gibi önemsemedi, güldü, geçti. Yıllardır ona dokunmayan aslanlar neden şimdi fikir değiştirsin? Hem onun aslanlardan korkusu yoktu. Gücüne güveniyordu. Aslanları pişman ederdi. Papağanın, bu sefer durum başka, aslanlar iki gündür açmış. Sadece sana odaklanmışlar. Tuzak hazırlıyorlar, demesine aldırmadı.

Bili akşamüstü ormanın kenarına geldi. Birden aslanların etrafını sardığını görünce içi acıdı. Keşke Sarp’ı dinleseydim ve buralardan gitseydim, diye düşündü. Aslanlara yem olmak istemeyen Bili, onlara saldırdı. Uzun bacaklarıyla tekmeler savurdu. Bu tekmelerin tadına bakan iki aslanı yere serdi. Ormanın kenarındaki dar alandan kurtulup açık alana çıktı ve koşmaya başladı. Peşinde yirmiden çok aslan vardı. Tuzak, saat gibi işliyordu. Bili koştukça, kaçtıkça yoruldu. Birer aslan ayaklarına sarıldı. Bunun üzerine Bili’nin hareketleri yavaşladı, dizlerinin üstüne çöktü ve yere yuvarlandı. Grubun lideri erkek aslan, mengene gibi dişleriyle, Bili’nin boğazını sıkmaya başladı. Olanları başından beri takip eden papağan yakındaki bir ağaca kondu: “ Dur, Uzunyele. Ben papağan Sarp. Hatırlarsan küçükken seni birkaç kere ölümden kurtarmıştım. Bana can borcun var. O zürafa Bili, benim arkadaşım. Onu bırakmanı istiyorum.”
Uzunyele, papağanın dediğini yaptı. Bili’yi bıraktı. Papağanın dedikleri doğruydu. Yavruyken papağanın çok faydasını görmüştü. Yaşamını papağana borçluydu. Bili ayağa kalktı ve oradan uzaklaştı. Aslanlar, bir daha Bili’ye dokunmadılar. Papağan ve Bili’nin arkadaşlıkları devam etti. Bili artık papağanın anlattıklarını dikkatle dinliyordu, gülüp geçmiyordu.

SON


Konu Başlığı: Ynt: Ayşecik ve Yasemin Sultan
Gönderen: Serdar Yıldırım üzerinde 11 Mayıs 2025, 13:41:38
OĞLAK İLE KARTAL
Bursa Hayvanat Bahçesi’nde kartallar için ayrılan yer çok büyüktü. Buradaki kartallar, tel örgülerle çevrili, yüksek yerde uçup duruyordu. Yorulanlar ise, kayaların üstünde oturuyordu. Pek çoğu yarını bekliyordu. Genç kartal Pena, yarın bekleme bahsini çoktan geçmiş, bugünü değerlendirme çabası içine girmişti. Tellerin yukarıdaki kayalara monte edildiği yerde kaçıp gidebileceği bir gedik açmıştı. Buradan kurtulup zengin olma düşüncesindeydi. Akıllıydı, zekiydi ama ikna kabiliyeti azdı. Diğer kartallardan birkaç kez borç istemiş ama kimse borç vermeye yanaşmamıştı. Ormana gitse, kim ona sermaye verir de firma kurabilirdi?

Kartalların bulunduğu yerin yan tarafında keçi ve koyunlar için ayrılan yer vardı. Baharın gelmesiyle birlikte keçiler, koyunlar yavrulamış ve pek çok yavru dünyaya gelmişti. Pena keçi yavrularına oğlak, koyun yavrularına kuzu dendiğini biliyordu. Yavrular bir aylık olmuşlardı ki, son günlerde Pena’nın dikkatini bir oğlak çekmişti. Odi adındaki bu oğlak başına diğer oğlakları ve kuzuları topluyor, anlattıkça anlatıyordu. Günler geçtikçe keçiler ve koyunlar da oğlağın anlattıklarını dinlemeye başlamıştı. Pena bir gün çimenlerin üstüne indi ve yan taraftaki oğlağın anlattıklarına dikkat kesildi. Oğlak buradan kurtulup ormana gidince yapacaklarını anlatıyordu. Ormandaki bankalara başvuruyor, müthiş ikna kabiliyetini kullanıp kredi alıyor, kiralık bir yer bulup bankasını kuruyor. Orman hayvanlarından düşük faizle para toplayıp, yüksek faizle para veriyor. Havuzlu villalar, Ferrari arabalar, denizde yatlar, kotralar. Bol sıfırlı paraları, bankadan aktarıp şirketler kuruyor, holding patronu oluyor.

Genç kartal Pena, birkaç gün sonra oğlak ile anlaştı ve kendi bölümündeki gedikten çıkarak, oğlağı kucakladığı gibi, ormana doğru uçtu. Odi, Pena ile birlikte ormandaki bir bankanın genel merkezine giderek projesini anlattı ve on iki sıfırlı krediyi cebine koydu. Kiralık, büyük bir yer bulup, OĞLAKBANK’ı kurdu. Odi düşüncesini aynen uygulayarak kısa zamanda bankasını o ormanın sayılı bankaları arasına sokmayı başardı. Düşük faizle para topluyor, yüksek faizle para verince kar muhakkak oluyor. Birkaç ay sonra şirketler kurdu, holding patronu oldu. Ormanda zor duruma düşen ve iflasın eşiğine gelen bir bankayı ele geçiren Odi, Ferrari’den inip Limuzin’e bindi.

Odi kendine sırtlanları danışman tuttu ve bu danışmanların isteği doğrultusunda çalışmaya başladı. Danışmanların ilk isteği, kartal Pena’yı yanından uzaklaştırmasıydı. Pena’nın, bensiz bir hiç olursun, sıfırlanırsın, bu sırtlanların yalanlarına kanma, diyerek çırpınması ve tüylerini yolması fayda etmedi. Odi, danışmanların isteğine uydu ve kartal Pena’nın görevine son verdi.

Aradan günler, haftalar geçtikçe, Odi’nin işleri bozuldu. Yanında kartal Pena olmayınca, şirket müdürleri, Odi’yi dinlemez oldu. Zor durumda kalan Odi fabrikalarını, yatlarını, kotralarını ve limuzini sattı. İşçi ve memurların maaşlarını ödedi. Son çare olarak ilk kredi çektiği bankanın genel merkezine gitti. Bankanın genel müdürü kredi veremeyeceğini Odi’ye söyledi.
Bunun üzerine Odi: “ Efendim, daha önce bana kredi vermiştiniz ve borcumu ödemiştim. “ dedi.
Banka genel müdürü: “ Onun orası öyle de o zaman arkanda sert bakışlı ve o bakışlarıyla beni korkutan kartal Pena vardı. Şimdi Pena yok. Herkes Pena korkusundan senin kurduğun Oğlakbank’a koştu. Para yatırdılar, yüksek faizle kredi aldılar. Pena’sız Odi bir işe yaramaz. Lafla benden kredi alamazdın, banka kuramazdın. Pena’yı kovmakla hata yaptın, bu hatanın sonucuna katlanmalısın. “
“ Oğlakbank darphane gibi para basıyordu ama elimden gitti. Banka işi bitti. Bu ormana ilk geldiğimde beş parasızdım ama umutluydum. Şimdi on parasızım ama umutsuzum. Sizce bundan sonra ne yapmam gerekir? “
“ Beni dinle ve geldiğin yere dön. Zira bu orman halkı düşene acımaz. Hele senin gibi, sıfırdan zirveye çıkıp düşene. Zirvede kalsaydın alkışlarlardı ama düştüğün için, seni linç ederler. “
“ İş bu kadar ciddi desene. Sonunda genç yaşta bu hayata veda etmek de var. “
“ Hayat bu. Genç, yaşlı dinlemiyor. Ancak kafası çalışanlar zulümden kaçıyor. “

Odi, banka müdürünün istediğini yaptı. Bursa Hayvanat Bahçesi’ne geri döndü. Başından geçenleri keçilere, oğlaklara, koyunlara, kuzulara anlattı. Yan taraftaki tel örgülerin ardındaki kartal Pena’yı işaret etti. Onun üstün bir kartal olduğunu ve kafasını çalıştırarak, fikir üreterek, kendi çizgisi doğrultusunda hayatı sorguladığını ve hayatın üstesinden geldiğini, bunun sonucunda harikalar yarattığını anlattı. Pena içinizden birini ormana götürmek isterse, onunla gidin ve ondan hiç ayrılmayın. Benim yaptığım hatayı siz yapmayın. “ dedi.

SON



Konu Başlığı: Ynt: Ayşecik ve Yasemin Sultan
Gönderen: Serdar Yıldırım üzerinde 11 Mayıs 2025, 13:42:44

DEV HAMSİ
Yavru hamsi annesi ile birlikte Karadeniz’de yaşıyormuş. Onlar sık sık deniz yüzeyine çıkıp etrafı seyrediyormuş. Yavru hamsi annesini sorduğu sorularla bunaltıyormuş: “ Anne, bu dünya niye var? Sen neden varsın? Ben neden varım? Bu deniz niye dalgalı? Neden büyük balıklar küçük balıkları yiyor? “
Annesi yavru hamsinin sorduğu sorulara bir cevap bulamazken, yavru hamsi bir soru daha sormuş: “ Anne, sen anne olmuşsun ama neden az büyümüşsün? Pek çok balığın yavrusu senden büyük. “
Bunun üzerine annesi: “ Yavrum, hamsiler en çok yirmi santimetre olurlar. Bizim cinsimiz böyle. Fazla uzamıyoruz. “
Yavru hamsi: “ Anne, balinalar yirmi metre olurmuş. Ben de büyüdüğümde yirmi metre olabilir miyim? Bunun için ne yapmam gerekir? “
Anne hamsi: “ Canım yavrum, beni geçen yıla döndürdün. Aynı şeyi ben de düşünmüştüm. O zamanlar senin kadar bir yavruydum. Palamut sürüsü, bizim sürüyle birlikte annemi de yutmuştu. Tek ben kurtulmuştum ama bu koca denizde yalnız ve çaresiz kalmıştım. Birden uzaklardan gökkuşağı belirdi. Gökkuşağının altından geçenin dileği kabul olurmuş. Çok uğraşmama karşın, gökkuşağına erişemedim. “
Yavru hamsi: “ Anne, gökkuşağının altından geçebilseydin, ne kadar büyümek isterdin? “
Anne hamsi: “ Dünya denizlerinde yaşayan en büyük balık olmak isterdim. Değil palamut beni yutacak, köpekbalıkları bile benden korkardı. “

Anne hamsi birden bakışlarını uzaklara çevirmiş. Gözlerini kısmış. Denizle göğün birleştiği yere yakın, çok uzaklarda, gökyüzünde, gökkuşağı belirmiş. İki ay önce deniz dibine kırk bin tane kadar yumurta bırakmış ama tamamına yakını deniz canlıları ve balıklar tarafından yenmiş, yutulmuş. Sadece bu, şimdi yanında olan ilk ve tek yavrusu yumurtadan çıkıp, dünyaya merhaba demiş. Onun sorduğu sorulara bakıp da bazı yaşam normlarına diş geçirebileceğini anlamış. Standartlar paramparça olmalıymış. Böylece denizaltı dünyasında hamsi, değişim geçirerek, yeniden doğarmış.
Anne hamsi: “ Bak yavrum, ileride gökkuşağı belirdi. Git ve onun altından geç. Dilek dilemeyi unutma. “

Yavru hamsi hızla ileri atılmış. İşte gökkuşağı oradaymış. Hemen şimdi altından geçerim, diye düşünmüş. Aya giden füzeden daha hızlıymış. Yeryüzünün tüm karmaşasını önüne katmış, kovalıyormuş. Aniden önüne bir palamut çıksa ne yazarmış? Bir palamut değil, bin palamut bir damla duman olsa üfler geçermiş. Yavru hamsinin şansına gökkuşağı bu sefer yakındaymış. Gökkuşağının altından geçerken, dünya denizlerinde yaşayan en büyük balık olmak istiyorum, demiş.
Yavru hamsi hareketlerinin yavaşladığını fark etmiş. Başı dönüyor ve gözleri kararıyormuş. Ağır ağır ilerlemeye devam etmiş. Başının dönmesi geçmeye başlamış. Artık gözleri kararmıyormuş. Etrafında toplanan balıklar, hayret dolu bakışlarla ona bakıyorlarmış.
“ Ne kadar da büyük! “
“ Hamsi değil mi o? “
“ Hiç bu kadar büyük hamsi olur mu? “
“ Olmaz ama olmuş işte. “ diye konuşuyorlarmış.
“ Fazla yanına sokulmayalım, bizi yutmasın. “
“ Akıllım, hamsiler balık yemez ki, onlar planktonla beslenir. “
“ Kaç metre var bunun boyu? “
“ Yirmi metre var. “
“ Hey, dev hamsi, sen bu boyla Karadeniz’de barınamazsın, okyanusa gitmelisin. “
Dev hamsi konuşmuş: “ Neden barınamazmışım? Ben bu denizde doğdum. Ben Karadeniz hamsisiyim. “
“ Normal boyutlarda olsaydın olurdu ama bu boyutlarda olmaz. Dev gövdeni besleyecek kadar plankton burada bulamazsın. Karadeniz’in iki yüz metreden aşağısında yaşam yoktur. Dar alanda hareketlerin kısıtlanır. Var git okyanusa dünya seni tanısın. “
Dev hamsi iki gün oralarda annesini aramış. Balıklardan öğrendiğine göre, hamsi sürüsü ile birlikte annesi de, palamut sürüsünü peşine takmış, İstanbul Boğazı’ndan Marmara’ya kaçmış. Zaten okyanusa gitmek için, Marmara’dan geçmesi gerekliymiş. Dev hamsi, annesini Marmara Denizi’nde arayacakmış.

Dev hamsi bir hafta boyunca annesini Marmara’da aramış ama bulamamış. Yavruyken palamutlara yakalanmayan annesi şimdi hiç yakalanmazmış. Balıkçı ağlarına takılmadıysa, bir yerlerde mutlaka saklanıyormuş. Bu iri cüssesiyle onu kıyıda, köşede araması olanaksızmış. Dev hamsi daha sonra Çanakkale Boğazı’ndan geçerek Ege’ye, oradan da Akdeniz’e ulaşmış. Dev hamsiyi kıyılardan ve gemilerden gören insanlar fotoğrafını çekmiş.

Dev hamsi dört ay Akdeniz’de kalmış. Pek çok yeri gezmiş, dolaşmış. Burada yaşayan deniz canlılarıyla arkadaş olmuş. Birkaç yerde köpekbalıklarıyla karşılaşmış. Ortalama dört-beş metre boylarındaki köpekbalıkları dev hamsiye hayret dolu bakışlarla bakmışlar. Çok şaşırdıklarını söylemişler. Ona dostça davranmışlar. Nasıl olup da bu kadar büyüdüğünü sormuşlar. Dev hamsi de olanları anlatmış. Gördüğü ilgiden memnun kalmış. Daha sonra bir yılan balığının kılavuzluğunda Cebelitarık Boğazı’nı geçip, Atlas Okyanusu’na giriş yapmış.
Dev hamsi, yılan balığı ile birlikte, önce kuzeye doğru uzun süre gitmiş. İzlanda yakınlarına kadar gelmişler ama giderek soğuyan hava onları caydırmış. Ters yüz edip geri dönerek, Brezilya kıyılarına sokulmuşlar. Daha sonra güneydoğuya doğru yüzerek, Afrika’yı dolanıp, doğuya ilerlemişler ve Avustralya’ya ulaşmışlar. Dilden dile, gönülden gönüle dev hamsi adı ulaşmış ve dünya denizlerinde ünü giderek yayılmış. O, şöhret basamaklarını hızla tırmanmış.

On yıl sonra: İnsanlar arasında en çok tanınan kimmiş? Dünyada yaşayan yedi milyar insan varmış. Bu kadar insanın tanıdığı bir kişi olamazmış. Dünya denizlerinde yaşayan yüz milyardan fazla canlının hepsinin tanıdığı varmış ve o da, dev hamsiymiş.
Okyanusa çıkalı beri aradan on yıl geçmiş ve dev hamsi on yaşına girmiş. Hamsiler, en çok dört yıl yaşarmış. Hamsi yine hamsi ama boyutları arttığı için, yaşam süresi uzamış. Dünyada insan dışındaki canlı varlıklar arasında yaşam süresi açısından şöyle bir kural varmış: Genelde küçük canlılar az, büyük canlılar çok yaşarmış. Yirmi santimetrelik hamsi dört yıl yaşarsa, yirmi metrelik hamsi kırk yıl yaşarmış. Bu bir doğru orantıymış. Balinalar ortalama kırk yıl yaşadığına göre, hamsi balinası da varsın kırk yıl yaşasınmış.

SON



Konu Başlığı: Ynt: Ayşecik ve Yasemin Sultan
Gönderen: Serdar Yıldırım üzerinde 11 Mayıs 2025, 13:43:26

AĞLAYAN AĞAÇ
Bir bahçenin ortasındaydı, her zaman neşeliydi, güler yüzlüydü. Bahçedeki ağaçlara kendi uydurduğu masalları anlatırdı. Böylece aradan uzun yıllar geçti. Eski evler yıkılıp apartmanlar yapılmaya başladı. Bahçe asfalt yol oldu, ne dut ağacı kaldı, ne erik, ne armut ağacı.. Hepsi birer birer kesildi. Sadece çınar ağacı kaldı, kabak gibi, yol ortasında. Ara sokaktı orası tek-tük araba geçerdi ama huzursuzdu çınar ağacı. Dostu yoktu, arkadaşı yoktu, masal anlatsa dinleyeni yoktu.

Günlerden bir gün minik kuş dalları arasına yuva yapınca keyiflendi ağlayan ağaç. Minik kuşa bol bol masal anlattı, minik kuş da hep dinledi ve öyle bir an geldi ki, minik kuş da masal anlatmaya başladı. Minik kuşun uydurduğu masalları dinleyen ağlayan ağaç, ondan hiç ayrılmamayı diledi. Kargalar rahat vermediler minik kuşa, gelip gidip rahatsız ettiler, yuvasını bozdular.  Ağlayan ağacın, sen onlara aldırma, bu işi bana bırak, demesi boşuna oldu. Çekip gidince minik kuş, ağlayan ağaç yine yalnız kaldı. Ama o bu defa bir şeylere karşı çıkacak ve ağlamayı bırakıp gülmeye bakacaktı. Gülmek içinse tek yol yürüyüp gitmekti. Önce topraktan kurtulacaktı. Toprak onu tutuyordu, yürümesini engelliyordu. Toprakla tüm ilişkisini kesti. Bunun üzerine toprak küsünce ağlayan ağaç rahatladı. Köklerini bir araya toplayıp bir gece onları sabaha kadar yoğurdu ve şekil verdi. Artık iki ayağı vardı ve güçlü iki ayak, onu minik kuşuna kavuşturabilirdi.

Bir gece, ağlayan ağaç yola çıktı. Tenha sokaklarda olabildiğince ses çıkarmamaya özen gösterdi ama fark edildi. Fark eden 1.80 bilemedin 1.90 boyundaki bir insandı; sen 1.90 boyundaki insan olsan yorgun-argın evine dönerken önüne yedi katlı apartman boyunda bir çınar ağacı çıksa ne yapardın? Sonunda ağlayan ağaç minik kuşuna kavuştu. Minik kuş ağlayan ağacın geldiğini görünce yuvasını kurduğu ceviz ağacından havalanıp ağlayan ağacın bir dalına kondu, sonra hop bu dala, hop şu dala. Sevincinden yerinde duramadı. Onlar, sabaha kadar tam on saat çene patlattılar.  Ağlayan ağaç anlatıyor, minik kuş dinliyor; minik kuş anlatıyor, ağlayan ağaç dinliyordu. Garanti dedikodu yapıyorlar diye düşünüyorsunuz değil mi? Hayır, onlar dedikodu değil, felsefe yapıyorlardı. Felsefe yapmak bambaşka bir şeydi: Önce kötü düşünceler bir yana bırakılırdı. Hep iyiyi düşünecektin. Uzayı anlat, gezegenleri anlat, yakına gel dünyayı anlat, dünyanın geçmişini, bugününü, geleceğini anlat. İstersen hedef küçült bir çiçeği anlat, çiçek nasıl özümleme yapar, bunun sebebi nedir, özümleme yapamayan bir çiçek ne olur, çiçekler neden geceleri karbondioksit gazı salarlar, oksijen canlılara yaşam sunar da karbondioksit neden zararlıdır? İnanın böyle binlerce konu varken, konudan konuya atlamak varken, bir yerde bir şeylere ulaşmak varken, felsefe yapmak varken, hep iyiye ulaşmak varken..Bırakın artık şu dedikoduyu.

SON


Konu Başlığı: Ynt: Ayşecik ve Yasemin Sultan
Gönderen: Sevgi. üzerinde 20 Mayıs 2025, 15:46:57
Esselamu aleyküm paylaşım için Allah sizlerden razı olsun inşaAllah