> Forum > ๑۩۞۩๑ Kitap Dünyası - İlim Dünyası Kütüphanesi ๑۩۞۩๑ > İslam Fıkhı Eseleri > Hanefi Fıkhı > Zekat
Sayfa: 1 2 [3] 4   Aşağı git
  Yazdır  
Gönderen Konu: Zekat  (Okunma Sayısı 8130 defa)
24 Mart 2010, 13:48:45
Zehibe

Çevrimdışı Çevrimdışı

Mesaj Sayısı: 31.681



Site
« Yanıtla #10 : 24 Mart 2010, 13:48:45 »



RİKÂZ BÂBI



METİN


Rikâz mâli vazifelerden olduğu için, ulema onu zekâta ilhak etmişlerdir. Rikaz lügatta "rekiz"den yani "ispat´dan alma olup, "gömülmüş" mânâsına gelir. Şer´an, yeraltında gömülü mal, mânâsınadır. Ve gömenin hâlik ve mahlûk olmasına şâmildir. Onun için Musannıf, «Hilkat itibariyle Allah Teâlâ´nın yarattığı maden veya define, kâfirlerin gömdüğü maldır» demiştir. Çünkü beşte biri alınan budur. Rikâzı, müslüman veya zımmînin bulması fark etmez. Velev ki küçük köle veya câriye olsun. Rikâz maden, altın, gümüş para ve demir gibi şeylerdir ki, bundan maksat sert olup, ateşe tutmakla yumuşayan madendir. Civa da bundandır.

ÎZAH

Bâbımızın ilk cümlesi, mukadder bir sualin cevabıdır. Sual şudur: «Bu bâbın hakkı, siyer bahsinde zikredilmekti. Çünkü rikâzdan alınan, zekât değildir. Ancak ganîmetin sarf edildiği yerlere verilir. Nitekim Nehir´de beyan edilmiştir. Bu suale Şârih «Çünkü rikâz mâlî vazifelerdendir» diye cevap vermiştir. (Yani zekâttan sonra zikredilmesi, bundan dolayıdır, demek istemiştir.) Musannıfın rikâzı öşürden önce zikretmesi, öşür, kendisinde kurbet (ibâdet) mânâsı olan nafaka olduğu içindir. Rıkâz ise sırf kurbettir. T.

Rikâz, lügatta, "rekiz"den alınmadır. Müştak (türeme) değildir. Çünkü ayın isimleri, camid (arı) dirler. T. Zâhirine bakılırsa, rikâzın şer´î mânâsı, lügat mânâsından başkadır. Muğrib´den naklen Mineh´de bildirildiğine göre, rikaz, maden yahut definedir. Çünkü bunların ikisi de yeraltında gömülüdür. Velev ki gömen ayrı olsun. Öyle anlaşılıyor ki, bu kelime, her iki mânâda müşterektir; defineye mahsus değildir. Nehir sahibi, «Şu halde bu kelime müteradiftir» diyor, ki Musannıf´ın verdiği ünvana münasip olan da budur. Maden mânâsında hakikat, definede mecaz olamaz. Çünkü bir kelimede hakikat la mecazın bir araya gelmesi imkânsızdır. T.

Ma´den veya ma´din, adn´dan alınmadır. Adn, bir yerde oturmaktır. Ma´denin aslı, içinde karar kılmak kaydı ile yerdir. Sonra, Allah´ın yeri yarattığı gün, onun terkibine kattığı cüzler mânâsında meşhur olmuştur. Hattâ ma´den denilince karinesiz doğrudan doğruya bu mânâya intikal edilir olmuştur. Fetih.

«Çünkü beşte biri alınan budur.» Yani aslında define, insan fiili ile yere gömülen şeyin adıdır. Nitekim Fetih ve diğer kitaplarda beyan edilmiştir. İnsan kelimesi, mü´mine de şâmildir. Lâkin Şârih onu kafire tahsis etmiştir. Zira beşte biri alınan define, kâfirin definesidir. Müslümanın definesi lükata (bulma mal) dır. Nitekim gelecektir.

«Rikâzı, mûslüman veya zımmînin bulması fark etmez» sözü ile, harbî tariften çıkarılmıştır. Onun hükmü metinde gelecektir.

«Velev ki küçük köle veya cariye olsun.» Çünkü Nehir ve diğer kitaplarda, «Bu hüküm, bulanın hür olup olmamasına, baliğ olup olmamasına, erkek ve müslüman olup olmamasına şâmildir» denilmiştir.

Giva´nın madenden sayılması, İmam-ı Âzam´ın son kavlidir. İmam Muhammed´in kavli de budur. İmam-ı Âzam, evvelce, civadan bir şey alınmayacağına kâilmiş. Ebû Yusuf´un son kavli de budur. Çünkü civa, zift ve neft gibidir. Yani su cinsindendir. Bunlarda 1/5 vergi yoktur. İmam-ı Âzam´la İmam Muhammed´e göre civa, kaynağından ilaçla elde edilir ve başka madenlerle birlikte yumuşar. Binaenaleyh gümüş gibidir. Nehir. Yani gümüş, bir şey karıştırmadan yumuşamaz. Fetih. Nehir sahibi diyor ki: «Hilâf, madeninde bulunan civa hakkındadır. Kâfirlerin hazinelerinde bulunan civadan ise bilittifak 1/5 alınır.»

METİN

Mazot ve zift gibi sıvı maddeler hariç kaldığı gibi, taş madenler gibi yumuşamayan şeyler de tariften hariç kalır. Rikâz, haraç veya öşür yerinde bulunur. Bu kayıtla hâne tariften hariç kalır. Ova hariç kalmaz, çünkü o evleviyetle tarifte dahildir.

İZAH


Taş madenler´den murad, kireç, alçı, yâkut ve zümrüt gibi şeylerdir. Bunlarda öşür yoktur. Bahır. Haraç ve öşür yerleri, inşallah cihad bahsinde anlatılacaktır. Halebî şöyle demiştir: «Bilmiş ol ki, yer dört kısımdır. Birincisi mübah, ikincisi bütün müslümanların malı, üçüncüsü muayyen şahsın malı, dördüncüsü vakıftır. Mübah olan yer, öşür ve haraç arazisi olamaz. Bütün müslümanların mülkü olan yer de öyledir. Mısır´ın vakıf olmayan arazisi bu kabildendir. Bu arazi asıl itibariyle haraç yeri olsa da sahibi mirasçı bırakamadan öldüğü için Beytülmal´e verilmiştir. Nitekim bunu Bahır sahibi, Tuhfe adlı eserinde açıklamıştır. Muayyen şahsın ve vakfın arazisi, ya öşri ya haracidir.

Sonra, mübah araziden alınan 1/5 Beytülmal´e verilir; geri kalan, rikâzı bulana aittir. İkincisi, yani muayyen olmayan kimsenin mülkünü görmedim. Bana öyle geliyor ki, bulunan definenin hepsi Beytülmal´ın olacaktır. 1/5´in onun olması meydandadır. Geri kalan da onundur. Çünkü sahibi mevcuttur. Sahibi bütün müslümanlardır. Binaenaleyh onu müslümanların vekili olan sultan alır. Üçüncü, yani muayyen kimsenin mülkünde bulunandan Beytülmal için 1/5 alınır. Geri kalanı sahibinindir. Dördüncüde, yani vakıfta 1/5 Beytülmal´ındır. Nitekim bunu Hamavî, Bercendî´den nakletmiştir. Ama onun ifadesinden, kalanın hükmü anlaşılmamıştır. Bana öyle geliyor ki, birincide olduğu gibi, burada da, kalan kısım, bulanın olacaktır. Çünkü mâlik yoktur. Kaydedilmelidir:»

Ben derim ki: Bu ibâre, birkaç yönden söz götürür.

Evvelâ, «Mübah, öşrî ve haracî olamaz» demesi söz götürür. Çünkü Hâniyye, Hülâsa ve diğer kitaplarda açıklandığına göre, su ulaşmayan dağlık arazi öşür arazisidir.

İkincisi, «İkinci ve üçüncü kısımlar ya öşrîdir; ya haracîdir.» demesi söz götürür. Şârih´in, öşür ve harac bâbında beyan ettiğine göre, bir kimse Beytülmal´den satın aldığı yerini vakfeder veya vakfetmezse, o yere haraç ve öşür yoktur. Lâkin bu da söz götürür ki, bundan, gelecek bâbda söz edeceğiz.

Üçüncüsü, Halebî 1/5 den geri kalan miktarın bulana ait olmasında, vakıf yerini, mübah yer gibi saymıştır. Bu da söz götürür. Çünkü vakıf, İmam-ı Âzam´a göre, mülk vâkıfın olmak üzere, malın aynını hapsetmektir. İmameyn´e göre ise, mülk Allah´ın olmak üzere, aynı hapsetmek, menfaatitasaddukta bulunmaktır. Maden menfaat değildir. O yerin cüzlerindendir. Bu yer vâkıfın mülkü idi. Sonra onu hapsetti. Binaenaleyh vakfı bozmak mesabesindedir. UIemanın açıkladıklarına göre, vakfın enkazı, ihtiyaç varsa vakfın tamirinde kullanılır. İhtiyaç yoksa muhafaza edilir. Hak sahiplerine dağıtılmaz. Çünkü onların hakkı, menfaatte değil ayındadır. Hak sahiplerinin bunda hakkı olmayınca, ecnebi ona nasıl mâlik olabilir. Meğer ki madenle yıkıntı arasında fark iddia edile! Teemmül buyrulsun!

Dördüncüsü, Halebî´nin «muayyen kimsenin mülkünde 1/5 alınır» demesi, Musannıf´ın tercihine aykırıdır. Musannıf «sahipli yerden bir şey alınmaz» demektedir. Nitekim gelecektir.

T E M B İ H : Fethu´l-Kadîr´de şöyle deniliyor: «Haraç ve öşür yeri diye kayıtlaması, hane tariften hariç kalsın diyedir. Çünkü hanede bir şey alınmaz. Lâkin buna da şöyle itiraz olunur! Ova gibi kendisinde bir vazife bulunmayan yerde bulunandan da bir şey alınmamak gerekir. Halbuki böyle değildir. Binaenaleyh doğrusu, bu kaydın ihtiraz için değil de, haraçla öşür vazifelerinin daimî olduğunu; bu yerlerde bulunandan bir şey almaya mâni olmadığını anlatmak için konulduğunu kabul etmektir.» Nehir´de, Şârih´in işaret ettiği şekilde cevap verilmiştir, ki o da şudur: Bu kaydın, haneden ihtiraz için konulması sahihtir. Bundan ovanın hükmü evleviyetle anlaşılır, Zira vazifeyle birlikte yer de vâcip olunca vazifeden hâli olanda vâcip olması, evleviyette kalır.

Ben derim ki: Şöyle cevap vermek de mümkündür: Öşür ve haraç yerinden murad, bir kimsenin elinde olsun olmasın, vazifesi öşür veya haraç olan yerdir. Binaenaleyh ovaya ve başkalarına da şâmildir. Buna delil, Hâniyye´den naklettiğimiz, «Dağlık arazi öşür arazisidir» sözüdür. Şu halde murad, bununla dâr-ı harpten ihtirazdır. Dürerü´l-Bihâr metninde «Dâr-ı harp madeninden başka» denilmesi de buna delâlet eder. Ve anlaşılır ki, maksat müslüman memleketinin madenidir. Onun için Kuhistânî´de «haraç veya öşür yerinde» ibâresinden sonra, «kısacası dağ olsun, ova olsun, metruk olsun, memlûk olsun, müslüman memleketinde bulunandır. Bununla, kendi hanesinde ve yerinde bulunanla, harbînin yerinde bulunandan ihtiraz etmiştir.» denilmiştir. Sonra, aynen bu söylediğimi, Şeyh İsmail´in Şerhi´nde gördüm. Şöyle dîyor: «Bunun, dâr-ı harpte bulunandan ihtiraz için bir kayıt olması ihtimali vardır. Çünkü dâr-ı harp arazisi, haraç veya öşür arazisi değildir. Haraç veya öşür arazisinden murad, umûmidir. Birinin mülkü olup olmamaya ziraata elverip elvermemeye şâmildir. Binaenaleyh bunda, kırlar ve sahipsiz yerler dahildir. Zira bu yerler ziraata elverişli yapılırsa, öşrî veya haracî olurlar.»

Ben derim ki: Bu izaha göre, haracî ve öşrî tabirlerinde, yerin yukarıdâ geçen bütün kısımları dahildir. Ve bunların madenlerinden 1/5 alınır. Lâkin Musannıf, bir kimsenin kendi hanesinde veya yerinde bulunan madenden 1/5 alınmayacağını açıklayacaktır .

Şârih «ova hâriç kalmaz» sözü ile, yukarıda Nehir´den naklettiğimize işarette bulunmuştur. Bu anlattıklarımıza göre, evleviyet iddiasına ve haneyi tariften çıkarmaya çalışmaya hacet yoktur. Çünkü Musannıf onun çıkarılacağına tembih edecektir. Kaldı ki, haneye temas edince, araziye de temas etmesi gerekirdi. Zira arazi, sahipli de olsa, haracî veya öşrî olabilir. Halbuki, onunmadeninde 1/5 yoktur. Nitekim gelecektir. Meğer ki, «araziyi bırakması onun hakkında iki rivayet olduğundandır» denile.

METİN

Rikâzdan beşte bir alınır. Çünkü hadiste, «Rikâzda 1/5 vardır» buyurulmuştur. yukarıda geçtiği vecihle, bu söz madene de şâmildir. Geri kalanı, yer mülk ise sahibinindir. Yer, dağ ve sahra gibi mülk değilse, bulanındır...
[Bu mesajın devamını görebilmek için kayıt olun ya da giriş yapın
Bu Sayfayi Paylas
Facebook'a Ekle
Kayıtlı

Müslüman
Anahtar Kelime
*****
Offline Pasif

Mesajlar: 132.042


View Profile
Re: Zekat
« Posted on: 27 Nisan 2024, 10:27:07 »

 
      uyari
Allah-ın (c.c) Selamı Rahmeti ve Ruhu Revani Nuru Muhammed (a.s.v) Efendimizin şefaati Siz Din Kardeşlerimizin Üzerine Olsun.İlimdünyamıza hoşgeldiniz. Ben din kardeşiniz olarak ilim & bilim sitemizden sınırsız bir şekilde yararlanebilmeniz için sitemize üye olmanızı ve bu 3 günlük dünyada ilimdaş kardeşlerinize sitemize üye olarak destek olmanızı tavsiye ederim. Neden sizde bu ilim feyzinden nasibinizi almayasınız ki ? Haydi din kardeşim sende üye ol !.

giris  kayit
Anahtar Kelimeler: Zekat rüya tabiri,Zekat mekke canlı, Zekat kabe canlı yayın, Zekat Üç boyutlu kuran oku Zekat kuran ı kerim, Zekat peygamber kıssaları,Zekat ilitam ders soruları, Zekatönlisans arapça,
Logged
24 Mart 2010, 13:51:44
Zehibe

Çevrimdışı Çevrimdışı

Mesaj Sayısı: 31.681



Site
« Yanıtla #11 : 24 Mart 2010, 13:51:44 »

ÂŞİR (ÖŞÜR MEMURU) BÂBI



METİN


Bazıları bu kelimenin, bir şeye bazı halleriyle isim vermek kabilinden olduğunu söylemişlerdir. Buna hâcet yoktur. Öşür, mutlak surette öşür memurunun aldığı şeyin adıdır. Bunu Sa´dî söylemiştir. Yani bu kelime cins ismidir. Öşür memuru hür ve müslüman olan kimsedir. Bu kayıtla, Yahudilerin memur tayin edilmesinin haram olduğu anlaşılır. Öşür memuru Hâşimi olmayacaktır. Çünkü öşürde zekat şüphesi vardır. Memur, aldığını, hırsızlardan ve yankesicilerden korumaya muktedir olmalıdır. Çünkü vergi toplamak, korumak sebebiyle meşru olmuştur. Bu memuru, zâhiri ve bâtıni malları ile, onun yanından geçen tâcirlerden zekâtları almak için hükümdar, yolcuların geçeceği yol üzerine ta´yin eder. «Yol üzerine» kaydı ile, sâî, tariften hariç kalır. Çünkü sâî, kabîleler arasında dolaşıp, hayvanlarının zekâtlarını yerinde alan kimsedir.

«Zekâtlarını» tabiri, ibadeti başkalarına taglib (yani galebe çaldırmak) yoluyla söylenmiştir.

İZAH

Musannıf bu bâbı, Mebsût ve diğer kitaplara uyarak, zekâtın arkasından zikretmiştir. Çünkü alınanların bir kısmı zekâttır. Ama halis zekât değildir. Onun için bu bâbı hâlis zekâttan sonraya bırakmış; rikâzdan da önce zikretmiştir. Çünkü bunda ibadet mânâsı vardır.

«Bunu Sâ´di söylemiştir.» Sa´dî bunu İnâye Hâşiyesi´nde söylemiş ve şöyle demiştir: "Alınan öşür (yani 1/10) değil öşürün 1/4 dir. Ancak şöyle denilebilir: Musannıf öşür demiş, mecâzen bundan 1/4 kastetmiştir. Yani bütünü zikr, cüz´ü kastetmiştir. Yahut şöyle denilebilir: Öşür âşirin aldığı şeyin adıdır. Alınan şey ister lügat itibariyle öşür olsun, ister 1/4 veya yansı olsun fark etmez. Binaenaleyh: Âşir kelimesi, bir şeye bazı hallerine göre isim vermektir, demeye hâcet yoktur. Nitekim bu âşikardır." Şârih "âşir"i, Nehir sahibine uyarak cins ismi diye tefsir etmiştir. Çünkü şüphesiz bu kelime özel isim değildir. En doğrusu, şer´î cins ismi olmasıdır. Çünkü özel isim olduğuna delil yoktur.

«Öşür memuru hür ve müslüman olan kimsedir.» Köleden öşür memuru olmaz. Çünkü vilâyeti yoktur. Kâfirden de olmaz; zira kâfirin müslüman üzerine vilâyeti olmadığı ayetle sâbittir. Bunu Bahır sahibi Gâyeden nakletmiştir. Ayetten murad. «Elbette Allah kâfirler için mü´minlerin aleyhine bir yol açacak değildir.» kavli kerîmidir.

«Bu kayıtla» yani müslüman olmanın mezkûr âyetle şart kılınması ile, Yahudilerin memur tayin edilmesinin haram olduğu anlaşılır. Bahır´da «bunun dahi haram olduğunda şüphe yoktur» cümlesi ziyade edilmiştir. Yani memur tayin etmekte, memura ta´zim vardır. Ulema, müslüman olmayanı ta´zimin haram olduğunu söylemişlerdir. Hattâ Şurunbulâliye´de şöyle denilmiştir: «Âşirin zemmi hakkında vârit olan eser, zamanımızda olduğu gibi zâlim olan âşirlere hamledilmiştir.» Yahudi ve kâfirler şöyle dursun, bu söylediklerimizden, fâsıkların memur tayin edilmelerinin bile haram olduğu anlaşılır.

Ben derim ki: Siyeri Kebîr şerhinde beyân edildiğine göre Hz. Ömer (r.a.), Sa´d b. Ebî Vakkas´a mektup yazarak. «Müşriklerden hiçbirini müslümanlar üzerine kâtip yapma! Çünkü onlar dinlerinderüşvet alırlar, Allah´u Teâlâ´nın dininde rüşvet yoktur.» diye tembihte bulunmuştur. Siyer şârihi, «Biz bununla amel ederiz, çünkü vâli, müslümanlardan başkasını kâtip tayin etmekten men edilmiştir. Allah´u Teâlâ, "Kendinizden olmayanları yakın dost edinmeyin!" buyurmuştur.» demektedir.

«Öşür memuru Hâşimî olmayacaktır.» Hâşimîler Peygamber (s.a.v.) in sülalesi, yani Hâşim B. Abdi Menâf oğullardır. Bunlara zekât verilmez. Öşürde dahi zekat şüphesi olduğu için, kendilerine öşür de verilmez. Çünkü öşür memuru, zekât verilecek kimselerden biridir. Ona, yaptığı işe göre, topladığı öşürden yetecek kadar nafaka verilir. Onun için, topladığı şeylerin hepsi helâk olsa, kendisine hiçbir şey verilmez. Nitekim bunu Zeyleî açıklamıştır. Binaenaleyh burada hem ücrete hem zekâta benzerlik var demektir. Sonra bilmiş ol ki, bu Hâşimî olmamak şartını, Bahır sahibi Gâye´ye nisbet etmiştir. Ben bu şartı, ondan başka zikreden görmedim. Bu, Nihaye ve diğer kitaplarda, zekâtın sarf edildiği yerler bâbında zikredilene muhaliftir. Onlarda şöyle denilmiştir: «Hâşimî bir kimse, zekât memuru tayin edilirse, zekâttan kendisi için bir şey almaması gerekir. Ama memur tayin edilir de, maaşı zekâttan başka olursa, bunda bir beis yoktur»

«Almaması gerekir» ta´birinden murad, helâl değildir, demektir; nasıl ki Zeyleî öyle demiştir. Bu söz, Haşimî birini zekât memuru tayin etmenin caiz olduğu hususunda açık gibidir. Binaenaleyh kitabımızın sözü, sadaka almanın helâl olması için, Hâşimî olmamak şarttır, mânâsına yorumlanır. Gâye sahibinin, «Çünkü öşürde zekât şüphesi vardır.» diyerek yaptığı ta´lîl de bunu gösterir. Çünkü şunu ifade eder: Hükümdar, maaşını Beytülmal´den, yahut hediye olarak kendinden verir, veya memur olan şahıs müslümanların aldığı sadakadan bir şey almazsa, Hâşimî olması caizdir. Zekâtın sarf edildiği yerler bâbında bu meselenin tamamını anlatacağız.

«Çünkü vergi toplamak, korumak sebebiyle meşru olmuştur.» Yani hükümdarın zekât toplaması, halkın mallarını koruması sebebiyle meşrudur. Onun içindir ki âsiler bir kasaba veya köyü istilâ eder de zekâtlarını alırlarsa, yalnız haracı iade ederler, başka bir şey iade etmezler .

Bu mesele, evvelce kitâbımızın metninde şöyle geçmişti: «Âsîler otlak hayvanlarının, öşür ve haracını alırlarsa bunları icabeden yerlere vermeleri şartıyla sahiplerine iade etmeleri gerekmez. Aksi takdirde (yani yerlerine sarf etmezlerse) haraçtan geri kalanları iade ederler.. Görülüyor ki "haraçtan geri kalanı" denilmiştir´. Ben derim ki: Doğrusu da budur. İhtimal burada söz, Müellif hazretlerinin kaleminden düşmüş olacaktır. Orada zikredip, burada etmemesi de buna delâlet etmektedir.

(Sâî: Kabileler arasında dolaşarak hayvanlarının zekâtını yerlerinde alan memurdur.) Bahır´da Bedâyi´den naklen, «Musaddık (yani sadaka memuru), her ikisinin cins ismidir» denilmiştir.

«Tağlib» ta´biri, "kâfirden alınan mal sadaka olamaz" şeklindeki itirazı def içindir:

Zâhirî ve bâtınî mallardan murad: İki nevi zekât malıdır. Zâhirî mal, hayvanlar ile tüccarın öşür memuruna arz ettiği mallardır. Bâtınî mal ise, altın, gümüş ve yerinde duran ticaret malıdır. Bahır. Burada bâtinî maldan murad, hayvanlardan geri kalan mallardır. Buna karîne, «mallarıyla onunyanından geçen» sözüdür. Yoksa öşür memurunun yanından geçirdiği her mal zâhirî nev´indendir. Buna bâtınî demesi, oradan geçmezden önceki haline göredir.

Evindeki bâtınî mallarına gelince: Bunları öşür memuruna haber verirse, onlardan bir şey almaz. Nitekim bu cihet Bahır´da açıklanmıştır. ileride

(Müellifin oğlu Muhammed Alâeddin) kitabımızın metninde de gelecektir. Şârih bu ta´mim ile, inâye ve diğer kitaplarda beyan edileni redde işaret etmiştir. Onlarda şöyle denilmiştir: «Burada murad, bâtınî mallardır. Çünkü zâhirî mallarda -ki otlak hayvanlarıdır - mal sahibi öşür memurunun yanına uğramaya muhtaç değildir. Zira, mal sahibi uğramasa da memur onların öşürünü alır.» Bu söz, Nehir´de de beyan edildiği vecihle, âşir ile sâî arasında fark gözetmeme esasına göredir. Halbuki fark olduğunu yukarıda gördün. Bu Bedâyi´de zikredilmiştir.

METİN

Öşür toplayanın zemmi hakkında vârit olan hadisler, zorla alana yorumlanmıştır. Bir kimse senenin tamamlandığını inkâr eder; yahut, «ben ticarete niyet etmedim» veya "ben bütün malımı kaplayacak şekilde - veya nisabı eksiltecek şekilde - borçluyum" derse, yeminiyle tasdik olunur. Zira aldığı zekâttır. Mi´râc. Hak olan da budur. Bahır. Onun için Musannıf mutlak söylemiştir. Yahut, "Ben başka öşür memuruna verdim" der de başka öşür memuru muhakkak mevcut olursa; veya «Ben zekâtımı şehirdeki fukaraya verdim» diyerek yemin ederse - şehirden çıktıktan sonra söylerse kabul edilmez, sebebi gelecektir- esah kavle göre hepsinde beraat makbuzu göstermeden tasdîk olunur. Çünkü yazı şüphelidir. Hattâ bu öşür memurunun ismine uymayan bir beraat makbuzu getirir de yemin ederse, tasdik olunur ve beraat yok sayılır. Yalan söylediği, seneler sonra meydana çıkarsa, zekât kendisinden alınır.

İZAH

Öşür toplayanın zemmi hakkında vârit olan hadislerden biri, Taberânî´nin rivayet ettiği şu hadistir: «Şüphesiz Allah Tealâ mahlukatına yaklaşır -Yani rahmeti, cûd-ü keremi ile muamele eder - ve dilediğini affeder. Yalnız fuhşiyat yapan ve öşür toplayanı affetmez.» Ebû Dâvud´un ve İbn Huzeyme´nin Sahihi´nde keza Hâkim´in Ukbe b. Amir (r.a.) dan rivayet ettikleri şu hadis onlardandır: "Ben Rasulullah sallâllahu aleyhi ve sellemi, "Bâccı cennete girmez!" buyururken işittim.» Yezîd b. Hârun «Bundan murad öşür toplayandır» demiş; Bağavi dahi, «Bundan, baçcının yanına uğrayan tâcirlerden, öşür, yani zekât adı ile aldığı baccı kastetmiştir» demiştir.

Hafız Münzirî diyor ki: "Şimdi ise bunu bac namı ile alıyorlar. Başka bir baç daha var ki, onun adı yok! Onu haram ve zıkkım alıp karınlarına ateş yiyorlar. Rablerine karşı bu hususta hüccetleri bâtıldır. Üzerlerine gadab ve şiddetli azâp vardır. İbni Hacer´in Ez-Zevâcir adlı kitabında böyle denilmiştir. Bundan şonra Münzirî sözüne şöyle devam etmiştir: «Bilmelisin ki, bazı fâsık tacirler. Kendilerinden, alınan bacla zekât niyet edilirse, zekât yerine geçeceğini zannederler. Bu zan bâtıldır. Şâfiî mezhebinde bunun bir mesnedi yoktur. Çünkü hükümdar, baçcılan zekât almak için tayin etmez. Onları, az olsun çok olsun; zekât farz olsun olmasın, buldukları malın öşürlerinitoplamak için tayin eder.» Tamamı Münzirî´dedir.

Ben derim ki: Şu da var. Bugün baccı, hükümdara bir şey vermek sureti ile, onu kendine ortak yapıyor. Ve zulmen aldığı şey kendinin oluyor. Artık tâcir kendisinin veya başka bir haccının yanına uğrarsa, bir yılda bir...
[Bu mesajın devamını görebilmek için kayıt olun ya da giriş yapın
Bu Sayfayi Paylas
Facebook'a Ekle
Kayıtlı

24 Mart 2010, 13:58:09
Zehibe

Çevrimdışı Çevrimdışı

Mesaj Sayısı: 31.681



Site
« Yanıtla #12 : 24 Mart 2010, 13:58:09 »

ÖŞÜR BÂBI



METİN


Haraç yeri olmayan arazinin, velev ki dağ ve ova gibi öşür yeri olmasın, ürettiği malda az da olsa öşür vâciptir. Haraç yeri böyle değildir. Tâ ki öşürle haraç bir yere gelmesin. Keza dağda veya ovada yetişen meyveyi hükümet korursa, öşür vâcip olur. Çünkü o meyve maksûd bir maldır. Hükümet korumazsa öşür yoktur. Çünkü av gibidir.

İZAH

Öşür 1/10 demektir. Burada on´dan murad, öşre nisbet edilen şeylerdir. Tâ ki ünvan, öşrün yarısına ve iki katına da şâmil olsun. Hamevî. Musannıf´ın, öşrü zekât bahsinde zikretmesi, o da zekâttan sayıldığı içindir. Fetih sahibi diyor ki: «Öşre zekât denilmesi, İmameyn´in kavline göredir, diyenler vardır. Çünkü onlar, nisabı ve mahsûlün devamını şart koşmuşlardır. İmam-ı Âzam´ın kavli bunun hilâfınadır. Ama bu sözün bir kıymeti yoktur. Zira öşürün zekât olduğunda şüphe yoktur. Hattâ o da zekâtın verildiği yerlere verilir. İmamlarımızın, bazı zekât nevilerine birtakım şartlar isbat edip etmemek hususunda ihtilâfa düşmeleri, öşrü zekât olmaktan çıkarmaz.» Nehir sahibi, İnâye´nin, «Öşüre zekât adını vermek mecazdır.» sözünü daha zâhir görmüştür. şeyh İsmail ise birinci kavli te´yid etmiş, «Çünkü öşür kendisinden, öşürden başka bir şey alınmayan malda vâcip olur. O zekât cinsinden değildir.» demiş. Hadiste öşüre sadaka denilmesiyle ve ulemanın öşür derhal mi, yoksa mühletli mi vâcip olacağı hususundaki ihtilâflarıyla dahi te´yidde bulunmuştur Burada, öşürden on yerde bahsedilir. Bunları Bahır sahibi sıralamıştır.

Öşür. kitap, sünnet, icma-ı ümmet ve kıyasla sabittir. Yani Teâlâ´nın «Ekinin hakkını biçildiği gün verin» âyeti kerîmesiyle farz kılınmıştır. Çünkü umumiyetle müfessirler, bundan muradın, öşür yahut yarı olduğunu söylemişlerdir. Âyet mücmeldir. Onu, Peygamber (s.a.v.)in, «Semanın suladığı mahsulde öşür; kova veya dolapla sulanan mahsulde öşrün yarısı vardır.» hadis-i şerîfi açıklamıştır. Âyetteki ´gün´ tabiri, ´hak´kın zarfıdır; vermenin zarfı değildir, ki itiraz edilerek, «Murad bu ise, hububatın zekâtı, biçildiği gün değil, paklanıp ölçüldükten ve miktarı belli olduktan sonra verilir.» denilsin, şu da var ki, îmam-ı Âzam´a göre, sebzelerde de öşür vâciptir. Onların hakkı, hasat günü, yani biçildikleri gündür. Bu satırlar kısaltılarak Bedâyi´den alınmıştır.

Musannıf´ın, balda öşür vâcip olduğunu açıklaması, İmam Mâlik ile Şâfiî´nin muhalefetine işaret içindir. Onlara göre balda öşür yoktur. Çünkü bal, arı denilen hayvanlardan meydana gelir ve ipek gibidir Bizim delilimiz Fetih´te izah edilmiştir.

Musannıf, «haraç yeri olmayan» sözü ile haraç yerinin, öşrün vâcip olmasına mâni teşkil ettiğine işarette bulunmuştur. Çünkü bir yerde hem öşür hem haraç olamaz. Binaenaleyh öşür hem öşrî araziye, hem de dağ ve çöl gibi öşrî ve haracî olmayan yerlere şâmildir. Lâkin yukarıda Hâniyye ve diğer kitaplardan naklen, dağın öşrî araziden sayıldığını ve keza bundan murad «kullanılmış olsa, öşrî arazi sayılır» demek olduğunu arzetmiştik. Bir de Hayreddin Remlî, haraç yerini, muvazzaf haraç, diye kayıtlamıştır. Çünkü, haraç, mutlak söylenirse bu kastedilir. Hayreddin, «Mahsul, mukâseme haracının yerinde bulunursa, ondan, o yerdeki meyveden alındığı kadar öşür alınır.» demiştir. Lâkin burada sözümüz, öşrün vâcip olmaması hususundadır. Haraç yerinde öşür mutlak surette vâcip değildir. Nitekim bunu Rahmetî söylemiştir.

Bundan anlaşılıyor ki, haraç iki kısımdır. Birincisi Harac-ı Mukâseme´dir. Bunu, hükümdar fethettiği araziye koyar ve o yer ahalisine bununla iyilikte bulunarak, çıkanın yarısını veya 1/3´ni, yahut 1/4´ni alır. İkincisi Harca-ı Vazîfe´dir. Bu, Hz; Ömer´in Irak çiftçilerine tayin ettiği verginin mislidir ki, sulanabilen her dönüme, bir sâ´ buğday veya arpa alınır. Nitekim tafsitâtı, inşallah cihâd bahsinde gelecektir. Burada, hükümlerinden bazısı görülecektir.

"Meyve" tabirinde pamuk da dahildir. Çünkü meyve yenilip giyilmeye elverişli olan bir esastan türeyen şeyin ismidir. Nitekim Kirmânî´de böyle denilmiştir. Kâmus´ta ise meyve, ağacın üzerindeki mahsulun adıdır. Meşhur olan mânâsı, Müfredat´ta beyan edilendir, ki o da, ağaç mahsullerinden yenilen her şeydir. Ağaç milk olmasa bile, meyvesinin öşrü vâciptir. Bundan, bir kimsenin hanesindeki ağacın meyvesi hariç kalır. Velev ki bahçe olsun. Çünkü bahçe haneye tâbidir. Hâniyye´de böyle denilmiştir. T.

«Hükümet korursa» sözünden murad, balı ve meyveyi korumasıdır. Zâhire göre maksat, harbî olan düşmanlardan, âsîlerden ve yol kesenlerden korumaktır. Yoksa her şahıstan koruması değildir. Çünkü dağların yemişi mübahtır. Müslümanları ondan menetmek caiz değildir. İmam Ebû Yusuf´a göre, dağlarda bulunan şeye öşür yoktur. Çünkü o yer sahipli değildir. Tarafeyn´e göre ise, bal ile meyveye mâlik olmaktan maksat, üretmektir. Bu da hâsıl olmuştur. Binaenaleyh öşür alınır. H.

´Maksut mal´dan murad, hükümetin korumasını istediği maldır T. Yahut, elde edilmesi istenen maldır. Onun için de, korunması şarttır, ki öşür vâcip olabilsin. Zira vergi himayeye (korumaya) bağlıdır.

METİN

Semâ yani yağmur suyu ile ve nehir gibi akarsu ile sulanan mahsullerde nisap şartı aranmadığı gibi, mahsulün devamı ve sene geçmesi gibi şartlar dahi aranmaksızın öşür vâcip olur. Çünkü öşürde, ücret mânâsı vardır. Onun için hükümdarın onu cebren almaya hakkı vardır. Terekeden alındığı gibi, borçlunun malında, küçük çocuğun, delinin, mükâtebin, me´zunun ve vakfın yerinde dahi öşür vâcip olur. Öşüre zekât demek mecazdır.

İZAH

Nisap ve devam şart olmayınca, çıkan zahîre, bir sâ´ı; bazılarına göre yarım sâ´ı doldurmak şartıyla, nisaptan az da olsa, öşrü vâciptir. Uzun zaman kalmayan sebzelerde dahi öşür vâciptir. Bu kavil, İmam-ı Âzam´ındır. Sahih olan da budur. Nitekim Tuhfe´de beyan edilmiştir. İmameyn´e göre, öşür ancak bir sene devamlı kalabilen meyvelerde - şayet bu meyveler vesk´le ölçülürse beş vesk´i doldurmak şartıyla - vâciptir. Bir vesk, 60 sâ´dır. Bir sâ´ dört batmandır. Beş veski doldurmazsa, Ebû Yusuf´a göre, veskle ölçülen sebzelerin en aşağısının nisap kıymetini doldurursa öşür vâcip olur. İmam Muhammed, sebzenin nev´inden takdir edîlenin beş misli olursa, öşür alınacağını söylemiştir. Meselâ pamukta beş yük, balda beş küp, şekerde beş batman olursa öşür alınır. Tamamı Nehir´dedir.

Öşürde sene geçmesi şart olmadığı içindir ki, bir yerden, senede birkaç defa mahsul alınırsa her defasında öşür vâcip olur. Çünkü deliller mutlaktır. Onlarda sene kaydı yoktur. Bir de, öşür hakikaten çıkan mahsulde vâciptir. Binaenaleyh mahsul tekerrür edince, o da tekerrür eder. Harac-ı mukâseme de öyledir. O da, çıkan mahsulde vacip olur. Harac-ı vazîfe ise, senede ancak bir defa vâcip olur. Çünkü o, çıkan mahsulde değil, kişinin zimmetinde vâcip olur. Bedâyi. Öşürde ücret mânâsı olunca, o hâlis ibâdet değildir. T.

Hükümdar öşrü cebren alırsa, yerin sahibinden borç sâkıt olur. Ancak sahibi, öşrünü kendi verirse, ibadet sevabı kazanır. Hükümdar alırsa, malının Allah yolunda harcanması sevabını kazanır. Bedâyi.

Küçük çocuğun, delinin, mükâtep ve me´zunun yerlerinde öşür tahakkuk ettiğine göre, öşrün vâcip olması için akıl, buluğ ve hürriyet şart değil, demektir. Vakıf yerinde de öşür vardır. Bundan şu anlaşılır: öşür vâcip olmak için, yerin sahipli olması şart değildir. Çünkü öşür, yerde değil, çıkan mahsulde vâciptir. Binaenaleyh yerin sahipli olup olmaması müsavidir. Bedâyi.

Ben derim ki: Bu hüküm, tarlayı vakıf sahibi ektiği zaman açıktır. Fakat başkaları ücretle ekerse, aşağıda gelen, ücretle tutulan yer hakkındaki hilâf burada da cârîdir. Mısır´ın ve Şam´ın Arâzi-i Emîriye´si bu hükümdedir. Bu arazi vaktiyle haraç yeri imiş. Şimdi ise haraç yeri değildir. Mısır arazisi hakkında Fethu´l-Kadîr´de açıklandığına göre, bugün bu araziden alınan vergi, haraç değil ücrettir. Fathu´l-Kadîr sahibi şöyle demektir: "Görmüyor musun ki bu arazi ekicînin milki değildir. Bu, herhalde arazi sahipleri ölerek, vâris bırakmadıkları için, Beytülmal´e intikal etmiş olacaktır." Şam´ın arazisi de öyledir. Nitekim Müntekâ Şerhi´nin cihâd bahsinde beyan edilmiştir. Lâkin bu arazinin hepsinin Beytülmal´e verilmesi söz götürür. Biz bundan inşallah öşür ve haraç bâbında söz edeceğiz. Beytülmal´e intikal edince bu araziden haraç sâkıt olmuştur. Çünkü haraç vâcip olacak kimse yoktur. Acaba bu araziyi ekenlere öşûr vâcip midir değil midir? Bundan da bu bâbda söz edeceğiz.

Sonra bilmiş ol ki, bu araziyi hükümet reisi haraç şartıyla satarsa, müşteriye haraç vâcip olmaz. Çünkü arazinin kıymetini Beytülmal´e aldıktan sonra, bütün menfaatin veya bir kısmının onun olması mümkün değildir. Bir de, müslümana iptidaen haraç koymak caiz değildir. Velev ki bakaen caiz olsun. Şu da var ki, sâkıt olan geri dönmez. İbni Nüceym, Tuhfe´sinde böyle demiştir. O burada, öşür dahi vâcip olmadığını söylemiş, «çünkü ben bu hususta bir nakil görmedim» demiştir.

Ben derim ki: Bu, söz götürür. Çünkü bildiğin gibi şart, çıkan mahsule mâlik olmaktır. Öşür, yerde değil mahsulde vâciptir. Hattâ küçük, deli, mükâtep ve vakfın yerlerinden çıkan mahsulde de vâciptir. Bir de, öşrün sebebi hakikaten çıkan mahsul ile üreyen yerdir. Yere bağlı olan haracın sükut etmesinden, çıkan mahsule bağlı olan öşrün sükutu lâzım gelmez .Beytülmal için alınan arazi parası, yerin bedelidir. Çıkan mahsulün bedeli değildir. Şu da var ki; bazen haracın sükut edip etmediğinde münkaşa yapılır. Meselâ yer haraç yeri olursa, yahut haraç suyu ile sulanırsa, bu münakaşa câridir. Şu delil ile ki, hükümdarın kendisine hane olarak parsel verdiği gâziye, bu parseliçin bir şey vâcip olmaz. Ama onu bahçe yapıp öşür suyu ile sularsa, öşür vermesi; haraç suyu ile sularsa, haraç vermesi icabeder. Nitekim gelecektir. O kimseye kendi iltizamı ile baştan harac...
[Bu mesajın devamını görebilmek için kayıt olun ya da giriş yapın
Bu Sayfayi Paylas
Facebook'a Ekle
Kayıtlı

24 Mart 2010, 14:16:58
Zehibe

Çevrimdışı Çevrimdışı

Mesaj Sayısı: 31.681



Site
« Yanıtla #13 : 24 Mart 2010, 14:16:58 »

METİN

Nâfile sadakalar ile evkâf gelirleri onlara, yani Benî Hâşim´e caizdir. Vakıf´ın «onlara» diye tasrih edip etmemesi müsavidir. Hak budur. Nitekim Fethu´l-Kadîr´de tahkik edilmiştir. Lâkin Sirâc ile diğer kitaplarda, «Onların adlarını söylemişse caizdir; söylememişse değildir» denilmiştir.

Ben derim ki: El-Eşbâh üzerine hâşiye yazan zât, bunu iki kavlin yorumlanacağı yer saymıştır. Sonra aynı zât Bahır sahibinden, O da Mebsut´tan naklen şöyle demiştir: «Acaba sair Peygamberlere sadaka almak helâl mıdır? Bazıları, evet helâldir. Bu, bizim Peygamberimiz (s.a.v.)´in birhususiyetidir» demiş. Birtakımları, «Hayır, (kendilerine değil) akrabalarına helâl olur. Bu, Peygamber (s.a.v:)´in fazîletini göstermek ve Ona bir ikram olmak üzere akrabalarının hususiyetidir» demişlerdir, Bellenmelidir!

İZAH

Musannıf´ın "nâfile sadakalar" diye kayıtlaması, nezir, öşür, keffâret ve av cezası gibi, kalan vâcipleri hariç bırakmak içindir. Bunlardan yalnız rikâzın 1/5´i müstesnadır. Onu Benî Hâşim´e vermek caizdir. Nitekim Sirâc´dan naklen Nehir´de bildirilmiştir.

«Nitekim Fethu´l-Kadîr´de tahkik edilmiştir.»

Ben derim ki: Bahır´da birçok kitaplardan nakledildiğine göre, nâfile sadaka, Benî Hâşim´e bilittifak caizdir. Bahır sahibi mezhebin bu olduğunu; bu hususta nâfile sadaka ile vakıf arasında fark bulunmadığını Muhit ve Nesefî´nin Kafi´sinde böyle denildiğini, Zeylâî´nin ise nâfile sadakanın Benî Hâşim´e haram olduğunu gösterir şekilde meselede hilâf isbat ettiğini söylemiş; Fetih sahibi dahi delil cihetinden bu kavli kuvvetli bulmuştur.

Ben derim ki: Fetih´te zikredildiğine göre hak, vakfı nâfile yerine geçirmektir. Çünkü vâkıf teberru etmiştir. Vâkıf nâzırının vermesinin vâcip olması, vâkıfın şartına tâbi olmak icabetliğindendir. Bununla vâkıf´ın vermesi vâcip olmaz. Halebi, Fethu´l-Kadîr´in ibaresini uzun uzadıya nakletmiştir.

Hâsılı şudur: Nâfile gibi, vakıf gelirinin de onlara verilmemesi tercih olunur. Bu izahtan Şârih´in sözündeki noksanlık anlaşılır. Zira onun sözünden anlaşıldığına göre, Fethu´l-Kadîr´in sözü sadece vakıf hakkındadır ve vakfın geliri Benî Hâşim´e helaldir. Lâkin bir nüshaha Halebî´nin şu ziyadeyi yazdığı görülmüştür. «Bazıları mutlak surette caiz olmadığını söylemişlerdir.» Bu ziyadeyi Halebî, «Hak budur» ifadesinden önce yapmıştır. Söz bununla düzelmektedir. Bazı nüshalarda bu ziyade ile, ondan sonra gelen kısım «Zımmîye zekât verilmez» cümlesine kadar mevcut değildir.

Eşbâh üzerine hâşiye yazan zât, Musannıfın oğlu Şeyh Sâlih El-Gazzî´dir. Eşbah Şârihi Bîrî dahi aynı kanaattadır. Bunların ikisi de Sirâc ve diğer kitaplardakini iki kavlin yorumlanacağı yer saymışlardır. T. Yani "caizdir" kavlini, vâkıf Benî Hâşim´i isimleriyle zikrettiği zamana; "caiz değildir" kavlini de, adlarını söylemediği zamana yorumlamıştır. Nitekim "fakirlere" diye vakfetse hüküm budur.

Bunun vechi herhalde şu olacaktır: Bu taktirde verilen şey, her cihetden sadaka olur. Binaenaleyh Benî Hâşim´in fakirlerine verilmesi caiz olmaz. Adlarını söylemesi bunun hilâfınadır. Çünkü o zaman verdiği sadaka değil teberru ve yardım olur. Ve evvela zengin bir cemaata, sonra fakirlere vakfetmiş gibi olur. Hizânetü´l-Müftî´nin şu sözü de bunu te´yid eder: «Bir kimse, "Benim malım Peygamber (s.a.v.)´in Ehl-i Beyt´ine verilsin," der de, Ehl-i Beyt sayılı kimselerden ibaret olursa caizdir. Çünkü bu vazifedir. Sadaka değildir. Ve Hz. Fâtıma´nın sülâlesine verilir.»

«Sonra aynı zât Bahır sahibinden ilh...» cümlesi bazı nüshalarda yazılı, bazılarında yoktur. En doğrusu, buraya yazılmamaktır. Çünkü az yukarıda geçtiği için, buradaki tekrar olur.

METİN

Zımmîye zekât verilmez. Delîli Muaz hadisidir. Zekât ile öşür ve haraçtan başkasını ona, yanizımmîye vermek caizdir. Velev ki nezir, kefâret ve fitre gibi vâcip sadaka olsun. İmam Ebû Yusuf buna muhaliftir. Fetva Onun kavline göredir. Hâvilkudsî. Harbî´ye gelince: Müste´men (pasaportlu)´ bile olsa, bütün sadakaları ona vermek bilittifak caiz değildir. Bunu, Gâye ve diğer kitaplardan naklen Bahir sahibi söylemiştir. Lâkin Zeylâî, harbîye nâfile sadaka vermenin caiz olduğunu kesinlikle ifade etmiştir. Bir kimse araştırarak zekâtını ehil zannettiği birine verir de, o kimse kendi kölesi veya mekâtebi yahut harbî veya müste´men çıkarsa, o zekâtı tekrar verir. Sebebi yukarıda geçti.

İZAH

Zımmîye öşrü vermek caiz değildir. Çünkü öşür zekâta mülhaktır. Onun için fukaha ona, «ekinin zekâtı» demişlerdir. Haraca gelince: O, sözünü ettiğimiz sadakalardan değildir. Yukarıda geçtiği vecihle onun verileceği yer, müslümanlara yararlı işlerdir. Onun içindir ki Kenz ile Hıdâye´de, zekâttan başkası istisna edilmemiştir.

"İmam Ebû Yusuf buna muhaliftir." O, «Vâcip olan sadakaları zımmîye vermek, caiz değildir» demiş; onları zekâta kıyas etmiştir. Hidâye ve diğer kitaplarda, bu kavlin İmam Ebû Yusuf´tan rivayet edildiği bildirilmiştir. Zâhirine bakılırsa Onun meşhur olan kavli, Tarafeyn´in kavli gibidir.

«Fetva Onun kavline göredir.» Hayreddin-i Remlî´nin hâşiyesinde Hâvî´den naklen, «Biz Onun kavli ile amel ederiz» denilmiştir.

Ben derim ki: Lâkin Hidâye ve diğer kitapların ifadeleri Tarafeyn´in kavlini tercih ettiklerini gösterir. Metinler de buna göre yazılmıştır.

«Lâkin Zeylâî harbîye ilh...» Yani pasaportlu harbîye nâfile sadaka vermenin caiz olduğunu kesinlikle ifade etmiştir. Nitekim bunu Nehir´in şu ibaresi göstermektedir: «Sonra ben bunu Zeylâî´de görmedim.» Ebû Suûd ve başkaları da böyle demişlerdir. Bununla beraber mezkûr söz, ittifak davasına da muhaliftir. Lâkin Muhît´in kesb bahsinde ben şunu gördüm: «İmam Muhammed´in siyer-i Kebîr´de beyan ettiğine göre, müslümanın, kâfir bir harbîye veya zımmîye sadaka vermesi ve ondan hediye kabul etmesi caizdir. Zira rivayete göre Peygamber (s.a.v.) kıtlık senesinde Mekke´ye 500 altın göndermiş; bu parayı Mekke´nin fakirlerine dağıtmak için Ebû Süfyan b. Harb ile Safvan b. Ümeyye´ye vermelerini emir buyurmuştur. Bir de sıla-i rahim (akrabaya yardım) her dinde makbuldür. Başkasına hediye vermek güzel ahlâktandır.» Bu bâbda sözün tamamını vasiyetler bahsinin başında söyleyeceğiz.

Araştırarak zekât vermekten murad, kendi içtihadına ve kanaatina göre vermektir. Araştırır da, zannınca ehil olmayan birine verir; yahut şüphe eder de araştırmazsa, o kimsenin zekât almaya ehil olduğu anlaşılmadıkça ona zekât vermesi caiz olmaz. Ehil olduğu anlaşılırsa, sahih kavle göre caizdir. Bazıları, caiz olmadığını söylemişlerdir. Meselenin tamamı Nehir´dedir. Orada şöyle denilmiştir: «Bilmiş ol ki, kendisine sadaka verilen şahıs fakirlerin sırasında oturur, onların yaptığını yaparsa; yahut üzerinde fakir elbisesi bulunursa, yahut ister de verirse, bu sebepler araştırma menzilesindedir.» Mebsut´ta böyle denilmiştir. Hattâ o kimsenin zengin olduğu meydanaçıkarsa, sadakayı tekrar vermesi icabetmez. Zekât verdiği kimse harbî çıkarsa, o zekâtı tekrar verir.

Bahır´da şöyle denilmiştir: «Kenz sahibi, kâfiri mutlak söylemiştir. Binaenaleyh zımmîye harbîye şâmildir. Filhakika Mübtegâ´da bunlar açıkça zikredilmişlerdir.» Muhît´te beyan edildiğine göre, harbî hakkında iki rivayet vardır. Bunların birine göre fark şudur: İbadet sıfatı aslâ bulunmamıştır. Hak olan vermemektir.

Gâyetül´l-Beyân´da Tuhfe´den naklen, «Ulema, o kimse harbî çıktıktan sonra, pasaportlu bile olsa, kendisine sadaka vermenin caiz olmayacağına ittifak etmişlerdir» denilmektedir. Mi´râc´da da böyle denilmiştir. Bunun ta´lili yapılırken; «Harbîye yapılan yardım şer´an hayır sayılmaz. Onun için kendisine nafile sadaka vermek caiz değildir. Bu kurbet olmaz» denilmiştir.

Ben derim ki: Az yukarıda Muhit´tan naklettiğimiz «Harbîye sadaka vermekte beis yoktur» sözü buna aykırıdır. Meğer ki; «Bunun mânâsı haram değildir, sade terki evlâdır» denile. O zaman kurbet olmaz.

İbni Şilbî Kenz Şerhi´nde şöyle demiştir: «Beyhâkî´nin Kifâyesi´nde şu ibare vardır: Bir kimse yanlışlıkla harbîye zekât verse de sonra anlaşılsa, Asl´ın rivayetine göre caiz olur. İmam Ebû Yusuf, Ebû Hanîfe´den caiz olmadığını rivayet etmiştir. Kendi kavli de budur. Akta´ diyor ki: Ebu Yusuf caiz olmadığını söylemiştir. Şâfiî´nin iki kavlinden biri de budur. Diğer kavli Ebû Hanîfe´ninki gibidir. Hâherzâde´nin Müşkilatı´nda beyan edildiğine göre, zekâtı olan kimse pasaportlu veya harbî olursa, zekâtı tekrar vermenin vâcip olduğuna icma-ı ümmet vardır. Muhtâr nâm eserde cevaz mutlak söylenmiştir. Kenz´in mutlak sözü de bunu gösterir.» İbn-i Şilbî´nin sözü burada sona erer.

Ben derim ki: Hidâye ve Mültekâ´nın, kâfirden mutlak olarak bahsetmeleri dahi caiz olduğunu gösterir. İbn-i Şilbî´nin Akta´dan rivayet ettiği söz, mezhep imamının sözü olduğuna delâlet eder. Binaenaleyh buna muhalif icma bulunduğunu söylemesi yersizdir.

METİN

Zekât alan kimsenin, zengin veya zımmî, yahut kendi babası veya oğlu, yahut karısı veyahut Hâşimî birisi olduğu meydana çıkarsa, zekâtı tekrar vermez. Çünkü elinden geleni yapmıştır. Hattâ araştırmadan vermiş olsa, hata ettiği takdirde caiz olmaz. Bir fakire, bir veya daha fazla nisap miktarı vermek mekruhtur. Meğer ki verilen kimse borçlu veya çoluk çocuk sahibi olup, verilen zekât çocuklarına dağıtılsa, her birine ayrı nisap düşmez; yahut borcundan sonra nisap miktarı artmaz olsun. Bu takdirde mekruh değildir. Fetih.

Zekâtı başka yere nakletmek mekruhtur. Ancak o yerde akrabası bulunursa mekruh değildir. Hattâ Zahîriyye´de, «Akrabası muhtaç iken onlardan başlayarak hacetlerini görmedikçe, bir kimsenin sadakası kabul olunmaz» denilmiştir. Başka yerdekiler daha muhtaç, yahut daha ehl-i takva, daha elverişli ve müslümanlara daha faydalı olursa, zekâtı nak...
[Bu mesajın devamını görebilmek için kayıt olun ya da giriş yapın
Bu Sayfayi Paylas
Facebook'a Ekle
Kayıtlı

24 Mart 2010, 16:00:37
Zehibe

Çevrimdışı Çevrimdışı

Mesaj Sayısı: 31.681



Site
« Yanıtla #14 : 24 Mart 2010, 16:00:37 »

SADAKA-İ FITR BÂBI



METİN


«Sadaka-i fıtr» terkibi, hükmü şartına izâfet kabilindendir. «Fıtr» kelimesi islamî bir sözdür. «Fıtrat» kelimesi ise sonradan uydurmadır. Hattâ îrap hâtası olduğunu söyleyenler vardır. Sadaka-i fıtrın verilmesi, zekattan önce, ramazan orucunun farz kılındığı sene emrolunmuştur. «Peygamber (s.a.v.) bayramdan iki gün önce hutbe okur; fitrenin verilmesini emir buyururdu.» Bunu Şumunnî söylemiştir.

İZAH

Sadaka-i fıtrın zekâtla münasebeti, her birinin mâlî vazifelerden olmasıdır. Mebsût´ta, vücud tertibine bakarak oruçtan sonra getirilmiştir. Burada Musannıf onu sadaka cihetine riayet ederek zikretmiş ve sadaka olmasını tercih etmiştir. Çünkü terkipten maksat, muzâftır. Muzâfın ileyh değildir. Bâhusus muzaf şart olursa, maksat muzaf olur.

Sadaka-i fıtrın hakkı, öşürden önceye alınmaktı. Çünkü o, kendisinde ibadet mânâsı olan bir nafakadır. Bu ise onun aksinedir. Şu kadar var ki, öşür kitapla sabit olmuştur. Sadaka-i fıtr ise haberi vâhit ile sabittir. Bununla beraber zekât nevilerindendir.

Fıtrdan murad, fıtr günüdür. Lügat mânâsı ile fıtr değildir. Çünkü lügat mânâsı ile fıtr (yanı iftar), ramazanın her gecesinde olur. Sadaka-i fıtr, sevap kastı ile verilen bir bahşiş olduğu halde ona sadaka denilmesi, kişinin doğruluğunu meydana çıkardığı içindir. (Çünkü bu kelimenin aslı, «doğruluk» mânâsına gelen «sıdk»tır.) Nitekim kadın hususunda erkeğin doğruluğunu meydana çıkardığı için, «mehre» «sadak» denilmiştir. Mi´râc.

Hükümden murad, sadakanın vâcip olmasıdır, Çünkü şer´î hüküm

budur. Vücuptan murad da, eda etmenin vâcip olmasıdır. Zira fıtrın şart kıldığı budur. Nefsi vücup değildir.

Bahır´da, «Bu terkipteki izafet, bir şeyi şartına izafet kabilindendir ki mecazdır. Çünkü hakikat, hükmü sebebine izafet etmektir, Bu sebep baştır» denilmiştir.

«Fıtr kelimesi islâmi bir sözdür.» Fukaha onu ıstılah edinmişlerdir. Galiba bu kelime, «yaratılış» mânâsına gelen «fıtrat»tan alınmıştır. Bahır´da Zeylâî´ye uyarak böyle denilmiştir. Zâhire bakılırsa Musannıf´ın muradı «kendisine sadaka izafe edilen fıtr -ki mahsus günün ismidir- şer´î bir lâfızdır», demektir. Yani hâssaten bugüne «fıtr» denilmesi şer´î bir ıstılahtır. Zira orucun zıddı olan «fıtr»ın lügâvî bir kelime olup, şeriat gelmezden önce kullanıldığı şüphesizdir. Yahut muradı «fıtrat» kelimesidir. Nehir´de Vikâye Şerhi´nden naklen şöyle denilmiştir: «Fıtrat kelimesi, fukahanın ve diğer ulemanın ibarelerinde geçmektedir. Bu kelime sonradan uydurulmuştur. Hattâ bazıları onu avamın hatalarından saymışlardır.» Yani «fıtrat» kelimesinden, «sadaka» mânâsı kastedilmiştir. Kelimenin lügat mânâsı bu değildir. Çünkü bu mânâda kullanılmamıştır. Gerçi Kâmus´da, «Fıtrat sadaka-i fıtr ve yaradılıştır» denilmişse de, bazı muhakkıklar buna itiraz ederek «Sadaka-i fıtr mânâsına almak doğru değildir; çünkü bu mânâya ancak şeriat tarafından kullanılmıştır» demişlerdir. Kâmus sahibinin, şer´î hakikatleri, kelimelerin lügat mânâları ile karıştırdığı çokgörülmüş ve bu Onun hatası sayılmıştır. Lakin El Mugrib adlı lügat kitabında şöyle denilmektedir: «Muhtasar´da "fitre buğdaydan yarım sa´dır" denilmiştir ki, bunun mânâsı sadaka-i fıtrdır. Bu tâbir Şâfiî ve diğer ulemanın ibarelerinde mevcuttur. Ve lügat cihetinden sahihtir. Velev ki ben elimdeki esas nüshalarda bulamamış olayım.»

Nevevî´nin Tahrîr adındaki eserinde, «Fıtra, sonradan uydurulan bir isimdir. Galiba "yaratılmış" mânâsına gelen "fıtraf´tan alınmış olacaktır. Ebû Muhammed Ebherî´nin beyanına göre, mânâsı "hilkatin zekâtı" demektir. Sanki sadaka-i fıtr bedenin zekâtıdır» denilmiştir. Kuhistâni dahi bu yoldan yürümüştür. Onun için bazıları, sadaka-i fıtra, baş sadakası ve bedenin zekâtı denildiğini nakletmişlerdir.

Hâsılı «fitre» kelimesinin lügat mânâsı ifade ettiğinde şüphe yoktur. Mânâsı "hilkat, yaradılış" demektir. Söz, ancak mutlak kullanılıp da şer´î mânâsı kastedildiği hale mahsustur. Eğer muzaf takdir etmeksizin mutlak olarak sadaka mânâsına kullanılırsa, bu sonradan çıkma şer´i bir ıstılahtır. Muzaf takdir edilirse, ondan murad, lügâvî mânâsıdır. Herhalde Mugrib sahibinin sahih gördüğü bu olsa gerektir. Kelime «fıtra» değil de «fıtr» olarak kullanılırsa, lügat mânâsı ifade ettiğinde söz yoktur. Bundan anlaşılır ki, Şârihi´n Nehir sahibine uyarak söylediği hatalıdır.

«Sadaka-i fıtrın verilmesi ilh...» Nuh Efendi´nin Haşiyesi´nde bu hususta şöyle denilmiştir: «Hâsılı ramazan orucu, kıble Kâbe´ye çevrildikten sonra Şaban ayında farz kılınmıştır. Peygamber (s.a.v.) de bayramdan iki gün önce fıtra sadakası verilmesini emir buyurmuştur ki bu, malların zekâtı farz kılınmazdan önce idi. Sahih olan budur. Onun içindir ki, sadaka-i fıtr zekâtla neshedilmiştir, derler. Velev ki sahih olan bunun hilâfı olsun.»

Şumunnî´nin söylediği hadisi Abdurrezzak, sahih bir senetle Abdullah b. Sa´lebe´den rivayet etmiştir. Abdullah şöyle demiştir: «Rasulullah (s.a.v.) bayramdan bir veya iki gün önce hutbe okudu da, "Buğdaydan bir sa´ı iki kişi için; yahut kuru hurmadan veya arpadan bir sa´ı bir kişi için, hür veya köle, küçük veya büyük her şahıs namına verin" buyurdu.» Fetih. Tahtâvî diyor ki: «Bununla. Bahır sahibinin bayram namazları babında söyledikleri kuvvet bulmaktadır. O şöyle demişti: Bayram gününden önceki hutbede, hatip sadaka-i fıtrın hükümlerıi beyan etmelidir ki, halk namazgâha çıkmazdan önce fitrelerini çıkarmak imkânını bulsunlar.»

METİN

Sadaka-i fıtr, vakti, ömür boyunca geniş olmak üzere vâcip olur. «Rasulullah (s.a.v.) sadaka-i fıtrı farz kıldı» hadisinin mânâsı, «onu kararladı, takdir kıldı» demektir. Çünkü bu sadakayı inkâr edenin kâfir sayılmayacağına icmâ-ı ümmet vardır. Sadaka-i fıtrın bütün ömürde vâcip olması bizim ulemamıza göredir. Sahih olan da budur. Bunu Bedâyı´den naklen Bahır sahibi söylemiş; ta´lilini şöyle yapmıştır: «Bu sadakanın verilme emri, bir kavle göre zekât gibi mutlaktır. Nitekim evvelce geçmişti.» Bir kimse ölür de, sadaka-i fıtrını mirasçısı verirse caiz olur. Bazıları bu sadakanın aynen fitre bayramı gününe mahsus olmak üzere vaktinin dar olduğunu söylemişlerdir. O günden sonra verilirse kaza olur. Kemal b. Hümâm, Tahrîr adlı kitabında bu kavli ihtiyar ettiği gibi; Tenvîrulbesâirsahibi dahi onu tercih etmiştir.

İZAH


«Farz kıldı» hadisi, imam Şâfiî´nin istidlâline cevaptır. O Sahîhayn´daki Hz. Ömer hadisi ile, bu sadakanın farz oldûğuna istidlâl etmiştir Çünkü o hadiste; «Rasulullah (s.a.v.) Ramazan´da sadaka-i fıtrı, müslümanlardan her hür ve köleye -erkek olsun, kadın olsun- kuru hurmadan bir sa´, arçadan da bir sa´ olmak üzere farz kıldı» denilmiştir, Fetih.

«Takdir kıldı» sözü, farz kelimesinin mânâlarından biridir. «Hakim nafakayı farz kıldı» derler ki, «nafaka takdîr etti» mânâsınadır. Bu cevap Bedâyi sahibinindir. Fethu´l-Kadîr sahibinin cevabı şudur: «Zannî delille vücup sâbit olur ve mânâda hilâf yoktur. Çünkü Şâfiîlerin isbat ettikleri farz mânâsı "inkâr eden kâfir olur" manâsına değildir. Binaenaleyh bizim vâcip dediğimizin mânâsına gelir. Şu kadar var ki, onların ıstılahınca "farz" kelimesi bizim örfümüzde "vâcibe" de şâmildir. Onları açıkladıklarına göre dahi, sadaka-i fıtrın farz olduğunu inkâr eden kâfir olmaz. Bu gösterir ki onlar, bizim örfümüzde "vâcip" denilen şeye "farz" adını vermişlerdir» Bu satırlar kısaltılarak alınmıştır.

Ben derim ki: Şöyle de cevap verilebilir: Ashap´tan biri «şu iş farzdır» derse, bize göre bundan «ıstılâhî farz» anlaşılır; ama bu o sözü Peygamber (s.a.v.)´den işitene nisbetle yüzde yüzdür. Başkasına nisbetle kat´iyet bildiren bir yoldan rivayet edilmedikçe, yüzde yüz değildir. Onun için ulema «Peygamber (s.a.v.) zamanında vâcip yoktu» demişlerdir. Biz bunu Menâr Şerhi´nin hâşiyelerinde izah ettik.

«Sahih olan da budur.» Metin kitaplarda bildirilen budur. Zira onlarda «Sadaka-i fıtrı önceden veya sonradan vermek caizdir» denilmiştir.

«Bir kavle göre zekât gibi mutlaktır.» Yani kayıtlanmamıştır. O ancak veren kimsenin fiilen tayin etmesiyle veya ömrünün sonunda taayyün eder. Sair zamanlarda, ne vakit verilse eda olur. Kaza sayılmaz. Ancak müstehap olan, namazgâha çıkmadan vermektir. Çünkü Peygamber (s.a.v.), «Bugün fakirleri dilenmeye muhtaç bırakmayın» buyurmuştur. Bedâyi.

«Bir kimse ölür de sadaka-i fıtrını mirasçısı verirse caiz olur.» Cevhere´de, şöyle denilmiştir: «Sadaka-i fıtr veya kefâret; yahut nezir borcu olan kimse ölürse, bize göre terekesinden alınmaz. Meğer ki mirasçısı teberru ehlinden olup, mecbur edilmeksizin kendiliğinden teberru etmiş olsun. Ölen kimse vasiyet ederse vasiyeti, malının 1/3´inden geçerli sayılır.»

Musannıf´ın «bazıları» diyerek naklettiği söz, sahih kavlin mukabilidir ki, bunu Hasan b. Ziyâd söylemiş, "Sadaka-i fıtrın eda zamanı, bayram gününün evvelinden sonuna kadardır» demiştir. O gün verilmezse, Kurban gibi sâkıt olur. Bedâyi. Hidâye şerhleri ile diğer kitap parada da Kurban gibi sâkıt olur. Bedâyi. Hidâye şerhleri ile diğer kitaplarda da böyle denilmiştir., Kemal b. Hümâm´ın Tahrîr adlı eserinde tercih ettiğine göre bu, vakitle mukayyet kabilindendir. Mutlak değildir. Zira Peygamber (s.a.v.), «Bugün fakirleri dilenmeye muhtaç bırakmayın» buyurmuştur. O gün geçtikten sonra verilirse, kaza olur. İbn-i Nüceym dahi Bahır isimli eserinde ona tâbi olmuş. Ancak Menâr Şerhi´nde, «Bu, sahihin mukabilini tercihtir» demiştir.

Ben derim ki: Zâhire bakılırsa, bu söz üçüncü bir kavil olup, mezhepten hariçtir. Zira günü geçmekle kaza sayılması, «günü geçerse sâkıt olur» diyenlerin kavlinden başkadır. Allâme Makdisî bu sözü reddederek şunları söylemiştir: «Ashâb-ı Kiram, Peygamber (s.a.v.) zamanında sadaka-i fıtrı bayram gününden önce verirlerdi. Bu, Onun izni ve maluma...
[Bu mesajın devamını görebilmek için kayıt olun ya da giriş yapın
Bu Sayfayi Paylas
Facebook'a Ekle
Kayıtlı

Sayfa: 1 2 [3] 4   Yukarı git
  Yazdır  
 
Gitmek istediğiniz yer:  

TinyPortal v1.0 beta 4 © Bloc
|harita|Site Map|Sitemap|Arşiv|Wap|Wap2|Wap Forum|urllist.txt|XML|urllist.php|Rss|GoogleTagged|
|Sitemap1|Sitema2|Sitemap3|Sitema4|Sitema5|urllist|
Powered by SMF 1.1.21 | SMF © 2006-2009, Simple Machines
islami Theme By Tema Alıntı değildir Renkli Theme tabanı kullanılmıştır burak kardeşime teşekkürler... &
Enes