Konu Başlığı: Reddü´l Muhtar / Çeşitli Meseleler Gönderen: Zehibe üzerinde 26 Ocak 2010, 18:28:28 Reddü´l Muhtar / Çeşitli Meseleler
ÇEŞİTLİ MESELELER M E T İ N Kitabın sonunda böyle bir bölüm açmaları musannıfların adetidir. Anılması gereken yerlerde anılmayan bazı meseleler burada konu edilir ve eksik tamamlanır. Ama ben elhamdülillah bu tip şeylerin çoğunu kendi yerlerine ilhak ettim. Devamlı içki içen kişiden çıkan ter pistir. -Doğru kabul edilmesi halinde bu, mukaddimei suğradır. Bu meselenin geleceğini abdesti bozan şeyler bahsinin baş tarafında söylemiştim- Vücuttan çıkan her pis şey abdesti bozar, bundan da ayyaşın terinin abdesti bozduğu sonucu çıkar. Ancak, suğrânın (ayyaşın terinin pis oluşunun) isbata ihtiyacı vardır. Bunun hasılı, İbni Şıhne´nin Zehâiru´l-Eşrefiyye´sinde Müctebâ´ya nisbetle zikrettiği şu meseledir: Pislik yiyen (cellâle) tavuğun teri pistir. Buna göre, ayyaşın terinin de pis olması gerekir. Hatta bu, tavuğun terinden daha beterdir. Teri köpek ve domuz teri gibi olan kişi ne kadar kötüdür! İbnü´l-Iz; «Bu durumda ayyaşın teri abdesti bozar» der. Bu çok garib bir anlayış ve açık bir tahrictir. Musannıf, «açıklığından dolayı biz ona meylettik» der. Ben derim ki: Allah kendisini korusun, üstadımız Remlî şöyle der: «Bu hükme nasıl meyledilir? şaşmalı. Bu, garibliğinin yanı sıra kendisine şahitlik eden ne bir nakil nede ictihad vardır.» Remli´nin söylediklerinden birincisi açık. Gerçekten mütemed hiçbir âlimden bu konuda bir rivayet nakledilmiş değil, ikincisi ise ilk mukaddimeyi kabul etmemesinden dolayıdır. Bu mukaddimenin batıl oluşuna domuz sütüyle beslenen oğlak meselesi şahitlik ediyor. Alimler böyle bir oğlağı yemenin helâl oluşuna, emilen sütün helâk oluşunu ve onun bir izinin kalmayışını gerekçe göstermişlerdir. Aynı şeyi ayyaşın terinde de söyleriz. Yukarıdaki hükmün zayıflığını söylememiz için onun garibliği ana yolun dışında oluşu bize yeter. Onun için bu meselenin fıkhî meselelerin içinden, metin ve şerhten çıkarılması gerekir. İ Z A H «Sonucu çıkar..» Yâni suğra (ayyaşın terinin pis oluşu) kabul edildikten sonra birinci şekilden. «Hatta daha beterdir..» Çünkü tasarrufta, akıcı olan maddelerin tesiri başkalarınınkinin tesirinden daha fazladır. Minah. Katı pislikle beslenen tavuğun teri pis olunca, sıvı olan şarabı içenin teri öncelikle pis olur. «İbnü´1lz dedi..» Bu Hidâye şarihlerinden birisidir. «Bu durumda..» Yâni ayyaşın teri pis olunca, vücuttan çıkan her pis şey abdesti bozar.» kaidesine göre ter de abdesti bozar. «Bu, garipliğinin yanısıra...» Yâni bu hükmü istinbatta İbnü´l-lz yalnız kalmıştır. «Kendisine şahitlik eden bir nakil yoktur..» Yâni bu hükmü doğrulayacak, ne akli nede nakli bir delil mevcut değildir. «Bu mukaddimenin batıl oluşuna... ilh...» Bu, oğlak meselesine kıyasla varılan bir istidlaldir. Aralarındaki ortak nokta yenilen veya içilen şeyin vücutta yok olmasıdır. Onun için şarih bu aslın bir feri olarak «Aynı şeyi ayyaşın terinde de söyleriz» demiştir. Kıyasın akli bir delil oluşa kapalı değildir. Anla. «Emilen sütün helak oluşunu...» Cellâle (pislik yiyen sığır veya tavuk) ise bunun aksinedir. Çünkü onun yediği katı olduğu için vücutta yok olmaz, aksine havvanın etinin kokuşmasına ve bozulmasına sebep olur. T. «Bu hükmün zayıflığını söylememiz için onun garipliği... bize yeter.» Remlî, Minah Hâşiyesi´nde de şöyle der: «Kitabü´l-Eşribe bahsinde muhakkık İbn. Vehban´dan naklen geçmişti ki: Eğer kendisini kuvvetlendirecek. başka bir âlimden gelen bir nakil yoksa, Kinye sahibinin genel kaidelere aykırı olarak söylediği her söz kabul edilmez ve iltifat edilmez. İbnü´l-lzzın bahsettiğinin dışında önceki ve sonrakî âlimlerimizin hiç birinden ayyaşın terinin abdesti bozduğu tarzında bir görüş nakledilmemiştir. Cellâle ile ayyaşın arası şöyle bir farkla ayrılır: Ayyaş sadece içki ile beslenmez. başka helâl şeyler de yer içer. Cellâle ise sadece pislik yer, yediğine başka bir şey kanştırmaz. Hatta eğer cellâle de pislikten başka şeyler yerse. onun terinin pis olduğuna hükmedilmez. Nitekim Cellâle´nin tefsirinde böyle demişlerdir. Sonuç şu kil; sarhoşun terinin içtiği içkiden mi yoksa başka bir şeyden mi meydana gelişi şüphelidir. Şüphe ile de abdest bozulmaz. Üstelik biz, ön ve arkanın haricinde vücudun bir yerinden çıkan ve pisliği kesin olan bir şeyin abdesti bozacağını ancak şafiî´lerle yaptığımız güçlü münakaşa ve münazaradan sonra isbat ettik. Durum böyle olunca, pisliği mevhum olan bir şeyin abdesti bozduğu nasıl söylenebilir?! Ayrıca Cellâle (pislik yiyen hayvan)nın terinin pis olduğu da münakaşalıdır. Çünkü âlimler Cellâle´nin etinin değişip kokuşması halinde mekruh olduğunu söylemişlerdir. Onlar «kerahet» tabirini, haramlığında şüphe olduğu için kullanırlar. Haramlık necasetin bir feridir. Abdestin necaset sebebiyle bozulması, pisliğinde şüphe olmayan şeylerdedir. İbnü´l-lzzın bahsettiği şeyden bir müddet devamlı olarak pis bir şey yiyen veya içen kişinin terinin abdesti bozması gerekir. Ama bunu hiç kimse söylememiştir.» Remli´nin dedikleri özetle böyle. Ben derim ki: Eğer ayyaşın teri abdesti bozarsa, onun göz yaşı ve tükrüğünün de bozması gerekir. Çünkü bunlar da ter gibidir. Ve yine tükrüğü devamlı olarak çıktığı için onun hükmünün mâzûrün hükmü gibi olması icâbeder. Bunu da hiç kimse söylememiştir. Şarih, Kitabüttahâre´de : Pislik yiyen deve ve sığırın artığının tenzihen mekruh olduğunu söylemişti. Haniyye´dede «Cellâle´nin teri temizdir.» denilmektedir. M E T İ N Bir ekmeğin içerisinde fare pisliği bulunsa, eğer pislik katı ise atılır ve ekmek yenilir. Fare pisliği, zarurete binaen yağı, suyu ve buğdayı pislemez. Ancak pisliğin tadı veya rengi yağ ve benzeri şeylerde görünürse müstesna o zaman bozar. Çünkü çoktur ve bu durumda ondan kaçınmak mümkündür. Revâtip sünnetlerin (birinci ka´desinde) salli barik, ve ayağa kalkıldığında sübhâneke okunmaz. Nitekim bu vitir bahsinde geçil. Alimlerimizin çoğunun görüşüne göre ve bizce cuma günkü makbul olan dualar ikindi vaktinde olandır. Eşbâh. Bunu Cuma bahsinde Tatarhâniyye´den nakletmiştik. Namazdan çıkış (selâmdaki) «aleyküm» sözüne bağlı değildir. Dolayısıyle bir kimse, imam «esselâmü» dedikten sonra namaza başlasa namaza girmiş olmaz. Bunuda Sıfatü´s-Salât bahsinde belirtmiştik. İ Z A H «... Yağı, suyu ve buğdayı pislemez..» Bahr´de şöyle denilmektedir: «Muhît´ta şöyle denilir: «Farenin tersi ve sidiği pistir. Çünkü o bozulur ve kokuşur. Suda fare pisliğinden sakınmak mümkündür, yemek ve elbisede ise sakınılamaz. Dolayısıyle bu ikisinde affedilmiştir. Hâniye´de belirtildiğine göre de : Kedi ve farenin sidik ve tersleri rivâyetlerin en zâhirine göre pistir. Suyu ve elbiseyi pisletir. Yarasanın sidik ve tersi ise bulaştığı şeyi pislemez. Çünkü bunlardan sakınmak çok zordur.» Kuhistânî´de Muhit´ten naklen : «Farenin tersi, tadı değişmedikçe yağı ve unu pislemez. Ebu´l-Leys, biz bunu alıyoruz der» denilmektedir. «Revâtip sünnetlerde..» Bunlar üç tanedir. Öğlenin dört rekât sünneti cumadan önceki ve sonraki dörder rekâtlı sünnetlerdir. Esah olan budur. Çünkü bunlar farza benzerler. Müellif bu sözü ile müstehap ve nafile olan dört rekâtli sünnetleri ayırmıştır. Çünkü bunların ilk kadesinde salli barik, kalkınca da sübhâneke okunur. Bunu Tahtavi ifade etmiştir. «Cuma günkü...» O gün, duaların aynen kabul edildiği bir vaktin olduğu konusunda hadis varid olmuştur. T. «İkindi vaktidir;.» İmam cuma hutbesine başladıktan, namaz bitinceye kadarki vakittir.» şeklinde de görüş vardır. Nitekim Sahihi Müslüm´de bu, Rasulûllah´tan naklen sabittir. Nevevi, «bu sahih hatta doğrudur» der. Tahtâvî: «Şurunbulâlîyye´nin dediğine göre dille olmasa bile kalb ile yapılan duada kafidir.» der. Duaların kabul edildiği saatin o günün son saati olduğu da söylenmektedir. Bu Hz. Fatıma (r. anha)´nın görüşüdür. İlk görüşe göre müstecab vakit, ikindi vaktinin tamamı içindedir ki o da cisimlerin gölgesi kendi katı veya iki katı olduğu andan, güneş batıncaya kadar devam eder. Hâmevî. «İmam... dedikten sonra» Yâni «esselâmü» dedikten sonra, «Aleyküm» den önce söylerse. Minah. M E T İ N Islak pis bir kumaş, temiz ve kuru olan bir kumaşın içine dürülse ve pis kumaşın nemi kuru kumaşa çıksa -nüshalarda böyledir. Kenz´in ibaresi, temiz kumaşın üzerine dürülse şeklindedir- ama sıkıldığında su damlamasa temiz olan kumaş pislenmez. Bunu Kitâbüssalât´ın baş tarafında da söylemiştik. Eğer ıslak bir kumaş, kuru ve pis olan bir ipin üzerine serilse veya bir kimse ayağını yıkayıp pis bir yerde yürüse yahutta pis bir yatakta uyusa da terlese (bütün bunlarda) pisliğin izi görülmezse pislenmez. Hâniyye. İ Z A H «Islak pis bir kumaş... dürülse ilh...» Yâni su ile nemlenmiş ve temiz kumaşta pisliğin izi görülmemişse pislenmez. Sidikle ıslanmış olan kumaş ise bunun aksinedir. Çünkü bunda nemlilik pisliğin kendisidir. Temiz kumaşta pisliğin, tat, renk ve koku gibi bir izinin görülmesi de bunun aksinedir. Münye şarihinin belirttiği gibi, bu kumaş pis olur. Kitabın baş tarafında şarih de ona tabi olmuştur. «Pislenmez...» Çünkü pis kumaş sıkıldığı zaman su damlamazsa, ondan bir şey ayrılmıyor demektir. Ancak yanındaki kumaşın nemi ile nemlenir. Bununla da kumaş pislenmez. Merğinanî´nin dediğine göre: Temiz olan kumaş kuru olursa yanındaki ıslak pis kumaşla pislenir. Çünkü kuru kumaş ıslak olan pis kumaştan nem alır. Ama eğer kuru olan pis, ıslak olan da temiz olursa pislenmez. Çünkü kuru olan pis kumaş temizinden nem alır, ıslak olan ise kuru kumaştan bir şey almaz Zeylai. Bu illetin zahirinden anlaşıldığına göre su damlamasa.» fillinin zamiri, pis olan kumaşa aittir. (Yani, eğer pis olan kumaş sıkıldığı zaman suyu çıkmazsa demektir.) Mevâhibürrahman sahibi bunu açıkça söylemiştir. Şurunbulâli de aynı yolu izlemiştir. Musannıfın ibaresinden ilk akla gelen. zamirin «temiz kumaşa» ait oluşudur. Kenz´de de aynıdır. Hulâsa, Hâniyye, Minyetü´l-Musallî, Kuhistânî, İbn Kemâl, Bezzâziye, Bahr gibi kitaplardan çoğunun ibaresi bunu açıkça ifade etmektedir. Birinci görüş daha ihtiyatlı ve daha açıktır. ikincisi ise daha elastiki ve daha kolaydır. Dikkatli ol. Bu mesele fıkıh kitaplarının çoğunda mevcuttur. Bazılarında ihtilaf hiç anılmamış bazılarında ise «esah olan» lafzı ile zikredilmiştir. «Islak bir kumaş kuru ve pis bir ipin üzerine serilse...» Bu Merğınanî´nin dediğine uygundur. Zeylai de bu meseleyi öncekinin bir fer´i olarak anmış ve önceki ibarenin akabinde «Buna göre eğer ıslak bir kumaşı kuru ve pis bir ipe serse dediğimiz manadan dolayı kumaş pislenmez.» demiştir. Kâzıhan da Fetavâsında şöyle demiştir: «Bir adam üzerinde meni bulunan yatakta uyusa ve terlese de terinden yatak ıslansa, eğer meninin izi vücudunda görülürse, bedeni pislenir. Kişi ayağını yıkayıp, birşey giymeden pis bir yerde yürür ve ayağın neminden yer ıslanıp kararsa, fakat yerin neminin izi ayağında görünmese de o vaziyette namaz kılsa namazı sahihtir. Şayet ayağındaki ıslaklık, yeri ıslatıp çamur haline getirecek kadar çok olur ve sonra ayağına yerden çamur bulaşırsa namazı caiz olmaz. Şayet ıslak olan pis bir yerde kuru ayakla yürürse ayağı pislenir. «Pis bir yerde yürüse...» Yer gübre gibi bir şeyle çamurlaşmak suretiyle pislense. Ama yere bir pislik düşüp kurusa, o pis olarak kalmaz ve mütemed olan görüşe göre, üzerine su değmekle necaset sayılmaz. M E T İ N Bir kimse bir fakire mal verirken zekâta niyet etse fakat dili ile onun karz (ödünç) olduğunu söylese esah olan görüşe göre bu zekât olarak caizdir. Çünkü itibar dile değil kalbedir. Alimler gibi. hazinede hakkı olan birisi, hazineye götürülen bir mal görse, dinen onu alabilir. Konuyu sarf bahsinin baş tarafında izah etmiştik. Bir kimse ramazanda kasden orucunu bozsa ve keffâretini ödemeden, bir gün daha bozsa kendisine bir tek keffâret icabeder. Sahih olan görüşe göre, ayrı ayrı iki ramazanda da olsa durum aynıdır. Biz bunu oruç bahsinde söylemiştik. Bir kimse ramazan orucunu kazaya niyet etse ama gününü tayin etmese, orucu sahihtir. Namazın kazasında olduğu gibi. İki ayrı ramazanın kazası da olsa bu câizdir. İ Z A H «Âlimler gibi ilh...» Hâkimler, işçiler, askerler ve bunların çocukları da aynıdır. Yalnız, bunların olabilecekleri mikdar, ihtiyaçlarına yetecek kadarıdır. İbn. Şihne. «Hazineye götürülen bir mal görse...» Bezzâziye´de, Hulvânî´nin şöyle dediği nakledilmektedir: «Birisinin yanında emânet mal bulunsa ve sahibi varis bırakmadan ölse, emânet elinde olan kişinin o malı kendi ihtiyacına sarfetmesi bu zamanda caizdir. Çünkü onu hazineye verecek olsa kaybolacaktır. Zira, yetkililer onu verilmesi gereken yerlere vermiyorlar. Dolayısıyle emânet elinde olan kişi eğer layıksa kendisi harcar değilse lâyıkı olan birisine verir.» Minah. «Kendisine bir tek keffâret icabeder.» Çünkü hadler gibi, keffâret de şüphe ile düşer ve biri biri içine girer. Müctebâ. Müctebâ sahibi daha sonra: «Tedahül (keffâretlerin biri biri İçine girmesi) konusunda ihtilaf edilmiştir. Sebeb birliğinden dolayı, bozulmuş olan ikinci borç için keffâret icabetmez denildiği gibi, önce keffâret gerekir sonra düşer de denilmiştir.» Ama birinci keffâreti ödemişse iki keffâretin bir araya gelmesi ve biri birinin içine girmesi söz konusu değildir. «Ayrı ayrı iki ramazanda da olsa...» Şârih bu sözü ile, keffâretlerin biribiri içerisine girmesinin tek bir ramazanla kayıtlanışının, sahihin hilâfına olduğuna işaret etmiştir. Bu (tedahül için keffâretin tek ramazanda olması) İmam Muhammed´den gelen rivâyettir. Mücteba da : Alimlerin çoğu, bu rivayete itimad edilmeyeceğini söylerler. Sahih olan, tek bir keffâretin yeterli olmasıdır, tedahül manasına itibar yoktur.» denilmektedir. «İki ayrı ramazanın kazası da olsa...» Zeylaî şöyle der: «Aynı şekilde, kişi oruç tutsa ve iki veya daha çok günün kazasına niyet etse, bu bir gün için caiz olur. İki ayrı ramazanın kazasında da aynıdır.» Bundan anlaşıldığına göre: Bir kimsenin iki ayrı ramazandan iki gün oruç borcu olsa da bir gün kaza etse ama her ikisi için niyet etse, orucu bir gün için caizdi. Diğeri kendisinde borç olarak kalır. Molla Miskin ise; bundan maksadın, kişinin o iki günden birisine niyet etmesi fakat birisini tayin etmemesi olduğunu söyler. Molla Miskin şöyle demiştir: «Bilmiş ol ki iki ayrı ramazanın kazası da olsa sözünden maksat, iki ramazandan birisinin kazasıdır. Orucu tutan ramazanın başına veya sonuna niyet etmese ve iki orucu birleştirmeyi niyet etmese böyledir. Çünkü oruçta iki ayrı ibadete niyet eden kişi nafile tutmuş olur. Düşün.» Ben derim ki: Metindeki. «Namazın kazasında olduğu gibi» sözü de bunu kuvvetlendirmektedir. Çünkü bunun manası şudur: Kişi meselâ iki günün öğle namazlarını geçirse ve tayin etmeden bir öğleyi kaza etse kazası sahihtir. Bu sözden maksat. iki günden birinin öğlesine niyet etmesi değildir. Daha sonraki karine buna delalet etmektedir. Miskîn´in «Çünkü iki ibâdete niyet kişinin... ilh...» sözü, Zeylai´nin sözünün baş tarafı ile çelişkilidir. Şârih Sıfatü´s-Salâh konusunun başlarında. «Eğer kişi iki geçmiş namaza niyet etse. şayet tertip sahibi ise birinci namazı kaza etmiş olur. değilse boşa gider.» demişti. Bu sözün gereği, aynı şeyin oruçta olması halinde orucun da geçersiz olmasıdır. Çünkü oruçta tertip yoktur. Zira tertip namaza mahsustur. Bu anlayış Miskî´nin sözünü güçlendirmektedir. Meseleyi az sonra gelecek olan asılla birlikte düşün. M E T İ N Namaz kaza eden kişi, kazasının, borcu olan ilk namaz mı yoksa son namaz mı olduğuna niyet etmezse bile kazası sahihtir. Kenz´de de böyle denilmiştir. Musannıf, Zeylai´nin şöyle dediğini nakleder: «Esah olan, hem namazda hemde iki ramazanda tayinin şart oluşudur...» Ben derim ki: Ben de geçmiş namazların kazası bahsinde, Dürer ve başka kitaplara tebaen böyle demiştim. Sonra Bahr da lian bahsinin baş tarafında şu ibareyi gördüm : «Niyetin tayini. vacibin muhtelif ve müteaddid oluşu itibariyle şart değildir. Ama kendisine tertibe riayet vacip olması itibariyle şarttır. Riâyet de ancak niyeti tayin sureti ile mümkündür. Nitekim. şayet kaza namazlarının çokluğu sebebiyle tertip düşse. sadece -meselâ- öğle namazına niyet yeter, başkasına ihtiyaç yoktur. Muhit´te de böyle denilmektedir. Bu, namaz konusunda güzel bir izahtır. öğrenilsin.» Ben bu izahı, Bahr sahibinin Eşbâh´ta da «niyet edilen şeyi tayin» bahsinde Muhit´ten naklettiğini gördüm. Eşbâh´ta bu nakilden sonra : «Bu müşkildir. Kâdîhan ve başkaları gibi âtimlerimizin söyledikleri buna zıttır. Mütemed olan odur. Tebyin de de böyledir.» demiştir. Eşbâh sahibinin (İbn. Nüceym) söyledikleri harfiyyen böyledir. Dikkatli ol. İ Z A H «İlk namaz mı yoksa son namaz mı olduğuna niyet etmese bile.. ilh... » Şârih, namazın şartları bahsinde Kuhistâni kanalıyla Minye´den. bunun esah olduğunu söylemişti. Tahtâvî de, Velvâliciyye´den, bu görüşün sahihliğini ve tayinin daha ihtiyatlı olduğunu nakletmiştir. «Esah olan... tayinin şart oluşudur.» Mültekâ metininde de sahih ! yılmıştır. Ancak sahih olanın hangi görüş olduğunda ihtilaf edilmiştir. Tayin : kişinin. falan senenin ramazanının orucu olduğunu, namazda do falan günün öğle namazı gibi bir ifade ile kaza edeceği gün ve namazı tayin etmesidir. «Borcum olan ilk öğle veya son öğle namazı» şeklindeki niyette caizdir. Bu, geçirdiği namazları bilmeyen veya karıştıran yahutta kolaya kaçanlara bir çaredir. Bu konuda ASIL şudur: Kişi farzları edâ ederken, kılmak istediğini tayin etmesi lazımdır. Şart olanda; niyette bir cinsi tayin etmektir. Çünkü niyet muhtelif cinsleri birbirinden ayırmak için meşru kılınmıştır. Ama bir cinste tayin yani aynı cinsin fertlerini biri birinden ayırmak boşadır. Çünkü faydası yoktur. Hatta birisinin belli bir gün oruç borcu olsa ve başka bir günün niyetiyle oruç tutsa yahutta iki veya daha çok gün kaza borcu olsa da iki veya daha çok günün kazasına niyetle oruç tutsa caizdir. İki ramazanın veya başka bir ramazanın kozası niyetiyle oruç ise caiz değildir. Çünkü cinsler farklıdır. Bu, ikindi namazının yerine bir öğleye veya iki öğleye yahutta perşembe günü öğleyi geçirenin cumartesi öğle namazına niyetle kaza etmesine benzer. Cinsin farklılığı, sebebin farklılığı ilebilinir. Namazlarda sebep farklıdır. Hatta iki günün öğleleri bile ayrı cinstir: Çünkü bir günkü zevâl, diğer bir günkünden başkadır. Ramazan orucu ise böyle değildir. Çünkü o ayın görülmesine bağlıdır o da tektir. Zira otuz gün ve geceden ibarettir. Dolayısıyla falan gün diye tayine ihtiyaç yoktur. İki ramazan ise farklıdır. Zeylaî özetle. «Bunu gördüm...» Yâni bu tafsilatı Eşbâh´ta, Muhitten naklettiğini gördüm. «Bu müşkildir...» Az önce geçtiği gibi, sebeplerindeki ihtilaftan dolayı her namaz ayrı bir cinstir. Dolayısıyle muhtelif cinsleri ayırdetmek için niyette tayin şarttır. Bir de, eğer mesele Muhitte denildiği gibi olsaydı. niyetin evvelkine sarfı mümkün olduğu için tertibin vâcip olmasına rağmen caiz olurdu. Çünkü tertip esnasında tayin vacip değildir, ve faydası da yoktur. Zeylaî böyle îfade etti. «Mutemed olan odur...» Bildiğin gibi her ne kadar tayin ihtiyatlı ise de ikinci görüş sahih görülmüştür. M E T İ N Kanla pislenmiş olan bir kuzu başı, ütülse (ateşte kızartılsa) ve kanı gitse sonrada ondan çorba yapılsa o çorbayı içmek caizdir. Yakmak yıkamak gibidir. Yakmanın temizleyicilerden birisi olduğunu daha önce söylemiştik. Devlet başkanı haracı tarla sahibinin vermesini emrederse caizdir, öşrü tarla sahibinin vermesini istemesi ise caiz değildir. Çünkü öşür zekattır. Ben derim ki: Musannıf bunu cihad bahsinde, bende zekât bahsinde anlatmıştık. Harac mükellefleri araziyi ekip haracı ödemekten aciz duruma düşseler ve devlet başkanı, hak edilen ücretinden haracını vermeleri için o araziyi ücretle başkalarına verse caizdir. Şayet ücretten bir şeyler artarsa, her iki hakkı da gözetmiş olmak için, onu arazi sahibine verir. Eğer devlet başkanı bu araziyi kiralayacak birisini bulamazsa, ekebilecek birisine satar ve varsa eski haracları da satış bedelinden alır. Artanı da tarla sahiplerine verir. Zeylai. Ben derim ki: «Biz haracın tedahülle düştüğü görüşünün tercih edildiğini cihad bahsinde beyan etmiştik. Buradaki görüş ya tercih edilmeyen görüşe hamledilir ya da maksadın sadece gecen senenin haracı olduğu söylenir. İ Z A H «Yakmak yıkamak gibidir ilh...» Çünkü ateş o eşyadaki pisliği, hiçbir şey kalmayıncaya kadar yer bitirir veya sıfatını değiştirir. Burada da kan, kül haline gelir ve istihale yoluyla temizlenmiş olur. Bundan dolayı, ters yanarda kül halini alırsa temiz olur. Aynı şekilde şarap sirke haline gelse, domuz tuzlaya düşüp tuzlaşsa temiz olur. Bu esastan hareketle, pis olan bir fırının ateşle temizleneceğini dolayısıyla ekmeğin pis olmayacağını söylemişlerdir. Yine buna göre fırıncının küreği pislenmişse ateşle temizlenir. Zeylaî. Sâlhâni şöyle der: «Bununla, Ebû Yûsuf´a nisbet edilen, pis bir su ile su verilen bıçak. üç defa temiz su ile su verilince temiz olur, tarzındaki görüş pek zahir olmuyor. Çünkü bıçak ateşe sokulupta orada az bir müddet kalsa ne içinde ne de dışında pislik kalmaz.» (Yâni temizlenmesi için üç defa su vermeye ihtiyaç yoktur.) «Musannıf bunu cihad bahsinde anlatmıştı». Orada şöyle demişti: Devlet başkanı veya naibi, bir arazinin haracını arazi sahibine bıraksa veya birisinin aracılığı ile bile olsa hibe etse ikinci İmam (Ebû Yûsuf´a) göre bu caizdir. Eğer arazi sahibi haraç verilebilecek kişilerden ise aldığı kendisine helâl olur, değilse tasadduk eder. Fetvâ bu şekilde verilir. Hâvî´deki; arazî sahibi haracın verilebileceği birisi değilse bile kendisine helâl olur tarzındaki görüş meşhur görüşe aykırıdır. Ama devlet başkanının öşri bir arazinin öşrünü almaması caiz değildir. Bunda âlimler görüş birliği halindedirler. Şayet devlet başkanı öşrü almazsa, mükellef kendisi fakirlere dağıtır. Bu, «Devlet başkanının tasarrufu maslahat illeti iledir» kaidesine aykırıdır. Eşbâh´tan, Bezzâziye´ye nisbetle. Buradan anlaşılan şudur: Şayet devlet başkanı, öşrü mükellefine bırakır almazsa, mükellef ister zengin olsun ister fakir caizdir. Ama eğer zenginse onu devlet başkanı hazinenin haraç fonundan öşür fonuna aktarmak suretiyle fakirlere öder. Ama fakirse bir şey gerekmez. «Her îki hakkı da gözetmiş olmak için.... Çünkü, zaruret olmadan ve rızaları alınmadan insanların haklarını elinden almak ve mücahidlerin malını muattal bırakmak caiz değildir. O halde mutlaka dediğimizi yapmaktan başka çare yoktur. Zeylaî. «Ekebilecek birisine satar...» Çünkü eğer satmazsa mücahidlerin haracdaki hakları tamamen yok olur. Satarsa mal sahibinin, malındaki hakkı yok olur. Bir şeyin yok edilip de yerine halefinin konulması hiç yok edilmemesi gibidir. Onun için, her iki tarafın da menfaatını temin için satar. Zeylai, Bahr´de de şöyle denilmektedir: «Devlet başkanı böyle bir araziyi satmadan önce mal sahibi isterse, başkasına ortağa verir isterse masrafı hazineden karşılanmak üzere kendisi eker. Buna imkân bulamaz ve ortağa ekecek birisini bulamazsa satar.» «Ben derim ki...» Bunun aslı musannıfa aittir. Çünkü o «Geçmiş haracı alır» sözünü, Hâniye´deki şu ifadeler sebebiyle müşkül bulmuştur. «(Eğer haraç birikir ve iki senenin haracını ödemezse, Ebû Hanife´ye göre Cizye konusunda dediği gibi bu senenin haracı alınır, geçmiş senenin haracı alınmaz. Âlimlerden bazıları ise, Cizye´nin aksine icmâen haraç düşmez. Bu ekmekden aciz olduğundadır. Ama aciz olmazsa hepsine göre haraç alınır.» «... Hamledilir ilh...» Bunu, ekmekten aciz olmaması haline hamletmedi. Çünkü farzedilen meselemiz, aciz olması halindedir. Anla. «Sadece geçen senenin haracı...» Yâni haracı vermekten aciz oldukları seneki, o da devlet başkanının araziyi başkalarına verdiği seneden önceki senedir, geçen seneler değil. Bu durumda arazinin başkasına verildiği senenin girmesiyle tedahül olmaz. öyle olmasa geçmiş senenin haracının düşeceği itirazı varid olabilir. Çünkü cizyenin aksine, haracın vücûbu senenin başında değil, sonundadır. Nitekim bu Bahr da tasrih edilmiştir. M E T i N Kesilmiş olan ve kendiliğinden ölen koyunlar karışık olarak bir arada olsa, eğer kesilmiş olanlar daha fazla ise kişi araştırır ve yer. Ama ölü olanlar daha fazla veya eşit olurlarsa, eğer başka yerde boğazlanmış olanı bulabilmesi sebebiyle, mecbur değilse araştırmaz ve bunlardan yemez. Ama boğazlanmış olanı bulamazsa araştırır ve yer. Bu. Hazr (ve İbaha) bahsinde geçmişti. İ Z A H «Araştırır ve yer». Çünkü ekser (çok olan) için tamamın hükmü uygulanır. (karışık olan hayvanların hepsi boğazlanmış sayılır) Aynı şekilde eğer zeytin yağı ile karışık bulunursa hiçbir halde ondan faydalanılamaz. Fakat zeytin yağı daha fazla olursa yenilmez. Ama kandilde yakılabilir. aybı söylenmek şartıyla satılabilir, onunla deri tabaklanır ve o yıkanılır. Çünkü az olan çok olana tabidir ve tabi olanın hükmü yoktur. Bir kişinin yanında temizi ve pisi karışık elbiseler bulunsa ve giymek için kesin olarak temiz olan bir elbise veya yıkamak için su bulamazda o elbiselerden birisini giymek zorunda kalırsa, temiz olduğunu tahmin ettiği bir elbiseyi giyer. Çünkü zaruret halinde, pis olduğu kesin bilinen bir elbise ile bile namaz kılmak icmâen câizdir. Şüpheli olanla kılmak öncelikle caizdir. Ama zaruret yoksa, şayet temiz olanlar daha fazla olursa kendince araştırır ve onu giyer, fakat pis olanlar daha fazla ise hüküm, derisi yüzülen koyunlarda ve temiz ile pisi karışık olan su kaplarında olduğu gibidir. Zaruret halinde ise pis sular daha fazla olsa bile temiz olanını araştırır ve içer. Bunda icmâ vardır. Çünkü pis olduğu kesin olarak bilinen bir su zaruret halinde içilebilir. Şüpheli olan ise öncelikle içilir. Ama böyle su kapları bulunduğunda bize göre bu sularla abdest alınmaz, teyemmüm edilir. Fakat evlâ olan. bu durumda kalan kişi teyemmüm etmeden önce bu suları döker veya hepsine pislik karıştırır. Konunun tamamı Gâyetü´l-Beyân´da vardır. Ben derim ki: Zeytin yağının leş yağı ile karışık olmasından maksat. bu yağların kaplarının değil, kendilerinin karışık olmasıdır. Onun için yenilmesi helâl olmaz. Dikkatli ol. «Araştırmaz ve bunlardan yemez...» Yâni hayvanların üzerinde, onun boğazlanmış olduğuna delâlet eden bir alâmet yoksa. Ama âlâmet varsa onu esas alır. Dürrü´l-Mültekâ da böyle denilmiştir. Gâyetü´l-Beyan´da: «Ölünün suyun yüzüne çıkması, kesilenin çıkmamaması bunları arasını ayıran alâmetlerdendir.» denilmiştir. Doğrusu boğazlanmış olmanın alameti, damarlarda kanın bulunmayışı. meyle olmanın alâmeti de damarların kan ile dolu oluşudur. «Boğazlanmış olanı bulabilmesi sebebiyle...» Bundan maksat. ölmeyecek kadar temiz et, ekmek veya başka birşey bulmasıdır. «Boğazlanmış olanı bulamazsa araştırır ve yer...» Hidâye´de şöyle denilmektedir: «Zaruret halinde bütün bunlardan yemesi helâldir. Çünkü zaruret halinde kesin olarak meyle olduğu bilineni yemek helâldir, boğazlanmış olması muhtemel olanı yemek öncelikle caizdir, Ama kişi, boğazlanmış olanı bulmak için araştırır, çünkü bu kişiyi kesilmiş olan hayvanı bulmaya ulaştırır. O halde zaruret olmadan araştırmayı terkedemez.» İnâye´de de şöyle denilir: «Kesilmişi ile kesilmemişi karışık olan koyunlarla temizi ile pisi karışık olan elbiseleri ayırmakla şu istenmiştir: Yolcu olan birisinin yanında, sadece birisi temiz öbürü pis iki elbise bulunsa ve bunların arasını ayıracak bir alâmet olmasa, adam temiz olanı tahmin eder ve onunla namazını kılar. Elbisede, ikiside eşit olduğunda temiz olan tahmin edilerek onunla namaz caiz kılındı, derisi yüzülmüş olan hayvanlarda ise bu caiz değildir. Bu ayırıma şöyle cevap verildi: Elbisenin hükmü daha hafiftir. Çünkü eğer elbisenin tamamı pis olsa bile (başka elbise yoksa) onun bir kısmında namaz kılmak caizdir. Çünkü kişi buna mecburdur. Koyun ise böyle değildir ilh...» Buna benzer ifadeler, Nihâye, Kifâye, Minâh ve başka kitaplarda da vardır. Ben derim ki: Bu müelliflerin geçen izahları şaşılacak şey. Çünkü pis ve temizi karışmış olan iki elbise konusunda söyledikleri de zaruret halindedir. Zaruret olduğunda da, koyun ile elbise arasında fark yok. Nitekim biraz önce söylediklerimizde sen bunun açıklamasını gördün. Hidâye´de de «Bütün bu hallerde, yani boğazlanmış olan koyunlar ister az, ister, çok ister eşit olsun onu yemek helâldir.» denilmişti. Aralarında fark olmadığı halde, nasıl fark aranıyor? hayret! Ama eğer, elbiseyi zaruret halinde giymekle koyunu zaruret olmadan yemek arasındaki farkı kast ediyorlarsa bu temelden geçersizdir. Çünkü iki şey arasındaki fark ancak aynı durumlarda söz konusu olabilir. Ben, Allâme Tûrî´nin de buna dikkat çektiğini gördüm. Hamd Allah´a mahsustur. «Hazr (ve İbâhe) bahsinde geçti..» Yâni baş tarafda, «bir düğün yemeğine davet edilen kişi...» konusunun başında geçti. Nüshaların çoğunda «hazr» kelimesi yer almamaktadır. Konu Başlığı: Reddü´l Muhtar / Çeşitli Meseleler Gönderen: Zehibe üzerinde 26 Ocak 2010, 18:32:47 M E T İ N
Vasiyyet, nikah, boşama, satın alma, satma, kısas ve başka hükümlerde tatın iması ve yazısı dil ile söylemesi gibidir. Dili tutuk olan ise böyle değildir. İmam Şâfiî´ye göre tat ile dili tutuk olan eşittir. Yâni (bize göre) yukarıda sayılan hükümlerde tatın işareti muteberdir. Eğer işareti bilinirse veya tutukluğu ölümüne kadar devam ederse dili tutuk olan da onun gibidir. Fetvâ bununla verilir. Ben derim ki: Bu, vasaya bahsinde geçmişti. Orada, Ekmel, ibn Kemâl, Zeylaî ve başkaları zikretti. Onların sözlerinin ifade ettiği şudur: Dili tutuk olan kişi eğer meselâ işaretle bir ikrarda bulunur veya hanımını boşarsa beklenir, eğer o halde ölürse tasarrufu, işaret anına müsteniden geçerlidir. ölümüne kadar devam etmezse geçerli olmaz. Buna göre: Eğer dili tutuk olan kişi, işaretle evlenirse, bu evlilik nafız olmadığı için hanımla ilişki kuramaz. Ama o hal üzere ölürse kadının adamın mirasından mehir alma hakkı vardır. Musannıf bunu söylemiştir. Fakat oğlu. Zevâhir de, Eşbah´ın dört hükmünü zikri esnasında, şöyle demiştir: Âlimlerin, muktasır ve müstenid için kaide: Şarta taliki sahih olan muktasıran (şartın vukuundan itibaren) şarta taliki sahih olmayan da (söylendiği) ana) müsteniden geçerli olur» -ki Bahr´ın talik bahsinde de böyledir- şeklindeki sözleri buna (dili tutuk olanın talakının müsteniden oluşuna) zıt düşmektedir. Çünkü bunun gereği, boşama, köle azad etme ve benzeri şarta taliki caiz olan şeylerde bunların muktasıran vaki olmalarıdır. Tatın işareti ve yazısı hadlerde geçerli değildir. Çünkü hadler Allah hakkı oldukları için şüphelerle düşerler. Yine tatın işareti, hiç bir şahitlikte geçerli değildir. Minye. Tatın, işaretle islâmı kabul etmesi sahih midir? konusuna gelince, âlimlerin sözlerinin zahirine göre «evet geçerlidir.» Ama ben bunu bir yerde açıkça görmedim. Eşbâh. İ Z A H «Tatın imzası...» Yâni, hakim anladığı zaman, onun kaşı, eli veya başka bir organıyla yaptığı işareti makbuldür. Şayet hakim, onun işaretini anlamazsa. manasını tatın kardeşlerinden. arkadaşlarından veya komşularından sorar. Ta ki onlar, hakimin huzurunda onun ne demek istediğini anlatıp tefsir etsinler de hakim onun dediğini bilebilsin. Yalnız. bu kişilerin adli, sözü makbul kişilerden olması icabeder. Çünkü fasıkın sözü makbul değildir. Velvâliciyye´den naklen Bîrî. İfadenin mutlak oluşu, tatın yazmaya gücü yettiği halde işaretinin muteber olduğunu gösterir. Mütemed olan da budur. Çünkü bunlardan ikiside zaruretten dolayı hüccettir. Nitekim Kuhistâni ve başka kitaplarda böyle denilmektedir. Dürrü Mültekâ. «Ve yazısı...» Makdisî buna, anadan doğma tat olanın yazıyı öğrenemiyeceğini ona yazı yazmayı anlatmanın mümkün olmayacağını söyleyerek itiraz etmiştir. Çünkü yazı harflerden meydana gelen lafızlar dizisidir. Tat ise konuşamaz ve konuşulanı duyamaz. Ben diyorum ki: Tata, şu manaya şu şekilde yazılan harfler işaret eder şeklinde tarif edilebilir. «Dili tutuk olan ise böyle değildir...» Yâni bunun ima ve yazısı muteber değildir. Ancak, ileride geleceği üzere, tutukluğu devam edecek olursa müstesna. Çünkü sonradan meydana gelen bir kusurun, kaybolacağı beklenir. Dolayısıyle doğuştan tat alana kıyaslanmaz. Şu da bilinmeliki bu, mersüm yani mütad olmayan yazı ile ilgilidir. Tebyin ve diğer kitaplarda ifade edildiğine göre yazı üç çeşittir: 1 - Müstebin mersûm: Bu, ünvan ile başlayan yazılardır. Adet olduğu üzere. boş tarafına, «filandan filana» diye yazılır. Bu çeşit yazılar konuşma gibidir, hüccet olarak bağlar. 2 - Müstebin gayri mersûm: Duvarlara. ağaç yapraklarına veya kağıt üzerine. mutat olmayan şekilde yazılan yazılardır. Bunlar, kendilerine diyet şahit tutmak. başka birisine imâ ettirmek gibi başka bir şey ilave edilmeden delil olmaz. Çünkü yazı yazmak bazen öğrenmek ve benzeri bir şey için olur. Ama ilâve edilen bu şeylerle, maksat açığa çıkar. Bir de, şahit tutulmadan başkasına yazdırmanın delil olmayacağı söylenmiştir. Ama önceki esahtır. 3 - Ğayrü müstebin : Havaya ve su üzerine yazmak gibi. Bu, işitilmeyen bir söz söylemek gibidir. Niyetle bile olsa bununla hiçbir hüküm sabit olmaz. Meselenin özü şu : Bu söz çeşitlerinden birincisi şârih. ikincisi kinâye, üçüncüsü de geçersizdir. Mevcudiyeti olmayan ama aklen var olan dördüncü bir suret daha vardır ki o da şudur: Mersûm ve gayri müstebin (yani yazı var fakat mana yok). Bu çeşitlerin hepsi, konuşabilen hakkındadır, konuşamayan için öncelikle caiz olur. Fakat Dürrü´l-Mültekâ´da Eşbâh´tan naklen tat hakkında gaib olmasa bile yazının unvanlı (birinci şıktaki gibi) olmasının şart olduğu söylenmektedir. Bunun zahirine göre, konuşabilen ve hazır olan kişinin meramını sözle değilde unvanlı yazı ile anlatmasının muteber olmadığı anlaşılmaktadır. Eşbâh´ta şöyle denilir: «Bir adam vasiyyet senedini yazsa ve içindekine başkalarını şahit tutsa ama okumasa, şahitlerin bununla şahitlik yapmalarının caiz olmadığını söylemişlerdir. Bu sahihtir.» Yâni şahitlik ancak bilinen şeye yapılır. «Dili tutuk olan da onun gibidir..» Aslında böyle diyeceğine, «Dili tutuk olanın işareti, ancak bilinirse kabul edilir» deseydi daha iyi olurdu. «Fetvâ bununla verilir...» Bu İmam-ı Azam´dan gelen rivayettir. Bunun mukabili. Kifâye´deki, İmam Timurtâşî´dan nakledilen. (dili tutulanın işaretinin makbul olması için) tutukluğun bir sene ile takdir edilmesidir. «Dürrü´l-Mültekâ´da şöyle denilmektedir: İmâdî, tutukluğu uzayan hastayı bundan istisnâ etmiştir. Bercendi´nin madiyeye isnaden ifade ettiğine göre böyle olan bir hasta tat gibidir. Kuhistânî´nin İmâdiye´den naklettiği ise bunun hilafınadır. Çünkü o bu hükmü ileride konuşup meramını anlatabilmesi umulan hakkında söylemiştir.» Kuhistâni´nin ibaresi şu şekildedir: «Bir kimseye felç inse de konuşamayacak durumda olsa veya hastalansa ve zayıflığından dolayı konuşmaya gücü yetmese ama aklı başında olsa ve başı ile vasiyetine işaret etse. vasiyeti sahih olur. Bizim ashabımız ise. İmâdiye´de belirtildiği gibi bunun sahih olmadığını söylemişlerdir. «İşaret ânına müsteniden geçerlidir.» Hanımının işaretle veya yazı ile boşadığı andan başlamak üzere iddeti bitince, evlenme hakkı vardır. Azâd edilen kölenin tasarrufu da o andan itibaren geçerlidir. «Evlilik nâfiz olmadığı için... ilh...» Çünkü onun geçerliliği, icâzetine değil, dili tutuk olarak ölmesine mevkuftur. Hatta denilir ki, onun hanımla ilişki kurmak istemesinin, onun nikahı istediğine delil sayılması gerekir. Anla. «Fakat oğlu, Zevâhirde... demiştir.» Bu ifade yukarıdaki, «boşama ve köle azâd etmede de, işaret anına müsteniden geçerli olur.» sözünden istidraktır. «Dört hüküm...» Bu dört hüküm şunlardır: a - İktisar: Kocanın (şarta bağlamadan) talak vermesi ve sahibinin köle azâd etmesi gibi. b - İnkılâb: Boşamayı ve köle azâdını bir şarta bağlama durumunda olduğu gibi. Şartın bulunması halinde. illet olmayan, illete inkılab eder (dönüşür). c - İstinad: Tazmin edilen şeyler gibi ki, bunlar ödendikleri zaman sebebin bulunduğu vakte mustenid olarak sahip olunur. Mesela birisi birisinin malım gasbetse ve onda tasarrufta bulunsa sonrada o malın kıymet veya mislini ödese, ödediği anda, gasbettiği zamandan geçerli olmak üzere o mala malik olur. (Mütercim) d- Tebyin: Meselâ bir kimsenin karısına «eğer bugün Zeyd evde ise sen boşsun» dese ve ertesi gün, Zeyd´in (dün) evde olduğu tebeyyün etse (açığa çıksa) talak o gün vaki olur ve iddet o günden başlar. Tebyînle istinad arasındaki fark şudur: Tebyînde, insanların ona muttali olmaları mümkündür. istinadda ise mümkün değildir. Eşbâh´tan özetle. Biz bu konuda daha geniş malûmatı sarih talak bahsinde vermiştik. «Buna zıt düşmektedir...» Yâni, dili tutuk olanın boşama ve köle azâd etmesi ve benzerlerinin işaret anına istinaden geçerli olduğu görüşüne zıt düşmektedir. T. Ben derim ki: Kenz´in «Ta´lik ya mülkte veya mülke izafe edilen şeyde (meselâ falan kadınla evlendiğim zaman o boştur demesi gibi)dir.» sözünün yanındaki ibaresi şu şekildedir: «Bilmiş ol ki, sıhhatten maksat. bağlayıcı olmasıdır. Çünkü mülkün veya mülke izâfe edilenin dışında da ta´lik sahihtir. ama kocanın icâzetine mevkuftur. Hatta yabancı birisi, bir adamın hanımına: Eğer sen şu eve girersen boşsun dese, bu kocanın icâzetine mevkuftur. Eğer icâzet verirse ta´lik bağlayıcı olur ve kadının o eve icâzetten sonra girmesi ile boş olur, icâzetten önce girmesi ile ise boş olmaz. Yabancı birisinin, şarta bağlamadan verdiği talakta kocanın icâzetine bağlıdır, icâzet verdiği zaman, boşama vaktine istinaden değil, icâzet anında talak vaki olur. Mevkuf olan satım ise böyle değildir. Çünkü o mal sahibinin icâzeti ile, satış anından itibaren geçerlilik kazanır. Müşteri. malın o andan itibaren kendisine bitişik ve ayrı ürünlerine malik olur. Bu konudaki kaide şudur: Şarta taliki sahih olan şey şartın tahakkukundan sonra, şarta taliki sahih olmayan ise öncesine müsteniden geçerli olur.» Görüyorsun ki Bahr sahibi bu konudaki kaideyi bütün muktesir ve mustenidlere şâmil kılmayıp sadece özel bir çeşide mahsus kıldı. O da, asıl tarafın icâzetine bağlı olan, Fuzûlî´nin aktidir. Aksi halde talak ve köle azâdı gibi şeylerin her surette ancak, muktesir olarak vaki olması gerekir. Halbuki Eşbâh´dan naklen geçtiği üzere durum kesinlikle böyle değildir. Bu durumda ifadeler arasında muhalefet yoktur. Çünkü bizim meselemiz bu kabilden değildir. «Hadlerde geçerli değildir...» Bu, haddin bütün çeşitlerini içine alır. Yâni tat, işaret veya yazı ile bir kadına zina iftirasında bulunursa kendisine had uygulanmaz. Aynı şekilde, zina, hırsızlık, veya içki içme ikrarında bulunursa yine had tatbik edilmez. Çünkü bazı sebeplerle kendisi aleyhine cezayı gerektiren bir ikrarda bulunan kişiye, ikrarını açık bir lafızla söylemedikçe ceza icâbetmez. Kifâye. Hidâye´de şu ilâve yer almıştır: «Onun için had uygulanmaz yani kendisine zina iftirasında bulunulmuşsa, sadece kazf haddi uygulanmaz.» «Çünkü hadler şüphelerle düşerler...» Hadlerle kısasın arasındaki fark şudur: Had, içersinde şüphe olan bir beyanla sabit olmaz. Eğer şahidler haram bir cinsel ilişkiye şahitlik etseler veya birisi haram bir cinsel ilişki ikrarında bulunsa had icâbetmez. Ama, şahitler her hangi bir kayıtta bulunmadan mutlak öldürmeye şahitlik etseler veya bir kimse bunu ikrar etse teammüd bulunmasa bile kısas icâbeder. Çünkü kısasda muavaza manası vardır. Zira o, telafi edici olarak meşru kılınmıştır. Dolayısıyla kul hakkı olan diğer muavazalarda olduğu gibi, şüphe ilede sabit olması caizdir. Sırf Allah (c.c.) için olan hadler ise caydırıcı olarak meşru kılınmışlardır, onlarda muavaza manası yoktur. Dolayısıyle, ihtiyaç olmadığı için şüphe ile sabit olmazlar. Hidaye. Allâme Tûrî, ulemanın burada hadlerle kısasları ayrı tutmalarına itiraz etti. Çünkü onlar birçok yerde açıkça hadlerinde kısasında şüphe ile düştüğünü söylerler. Meselâ kefâlet bunlardandır. Her ikisinde de: nefse kefâlet, olmadığı gibi, vekâlet yoluyla haddinde kısasın da uygulanması her ikisinde de şahitlik üzerine şahitlik caiz değildir. Bütün bunlarda gerekçe olarak, hem hadlerin hemde kısasın şüphe ile düştüğünü göstermişlerdir. Dava ve cinayet bahislerinde de bu kaide üzerine birçok mesele bina etmiştir. «Hiçbir şahitlikte geçerli değildir..» Fethu´l-Kadir´de. Mebsut´tan bu konuda fakihlerin icmânın olduğu nakledilmiştir. Çünkü tat şehâdet lafızını söyleyemez meselenin tamamı oradadır. «Alimlerin sözlerinin zahirine göre...» Tatın işareti ile, müslüman oluşu kabul edilir. Bu, ikrar bahsinde açıkça geçti. Musannıf orada şöyle demişti: «Konuşabilenin başı ile işaret etmesi: mal, köle azâdı, boşama, satış, nikâh, icâzet ve hibe konusunda ikrâr sayılmaz. İftâ, nesebe, İslâmı kabûl ve küfür konularında ise ikrardır.» M E T İ N Oruçlu olan, sevdiği birisinin tükrüğünü yutarsa kendisine hem kaza hemde keffâret icabeder. Sevmediği birinin tükrüğünü yutarsa keffâret gerekmez. Oruç bahsinde geçmişti. Bazı bacıların öldürülmeleri, haccı terk konusunda özürdür. Bu da hac bahsinde geçmişti. Kadının, kendisi ile birlikte evinde oturan kocasını, yanına girmekten men etmesi hükmen nüşüze (kocasına isyan) sayılır. Nitekim nafaka konusunda izah etmiştik. Ama kadının men etmesi. kendisini evine (kocanın evi) götürmesi ise nüşüz sayılmaz. Çünkü kadının oturacağı yen temin. kocanın görevidir. Adam gasbettiği bir evde oturur ve kadın o eve girmekten kaçınırsa yine naşize sayılmaz, çünkü haklıdır. Zira orada oturmak haramdır. Ama orasının gasbedilmiş ev olduğunda şüphe varsa hüküm yukardakinin aksinedir. Kadının kocasına : «Cariyenle veya ümmüveledinle aynı evde oturmam, ben müstakil bir ev isterim» deme hakkı yoktur. İ Z A H «Hem kaza hemde keffâret icabeder...» Çünkü, sevdiği birisinin tükrüğünü yutmasında, bedenin salahı manası vardır. Nitekim bu Savm bahsinde Dirâye ve başka kitaplardan naklen geçmişti. «Sevmediği birisinin tükrüğünü yutana keffâret gerekmez...» sadece kaza icabeder. «Haccı terk konusunda özürdür...» Çünkü yol emniyeti, haccın vücubu veya edâsı şarttır. Ama şârih orada yol emniyetini rüşvetle bile olsa. genelde tehlikeden uzak olmakla kayıtladı ve bunu İbn. Kemâl´e nisbet etti. Hacılar içersinde bazılarının öldürülmeleri galib olan tehlikeden selâmeti yok etmez. Onun Tahtâvî bunu, her durak yerinde öldürmekle kayıtladı. Düşün. «Hükmen nüşüz sayılır...» Çünkü nişaze; haksız yere kocasının evinden kaçan kadındır. Bir kadının, kendisinin oturmak istediği bir eve kocasını almaması hükmen oradan kaçmak sayılır. «Orasının gasbedilmiş ev olduğunda şüphe varsa...» Meselâ ev devlete ait olsa ve kadın oraya girmese naşizedir. Çünkü zamanımızda şüpheye itibar edilmez. Tecnis´te de böyledir. «Cariyesi veya ümmü veledi ile...» Kocasının daha kadın erkek illşkisini bilmeyen bir çocuğu ile kalmaya itiraz edemez. Karı ve kocanın diğer aile fertleri ise bunun aksinedir. (Kadın onlarla aynı evde kalmaya itiraz edebilir.) M E T İ N Adam kölesine: «Ey sahibim» veya cariyesine «ben senin kölenim» dese bunlar azâd olmuş sayılmazlar. Çünkü bu sözler (köle azâdı konusunda) ne sarih nede kinâye değillerdir. Ama kölesine «Ey mevlâm» dese köle hür olur. Çünkü, yerinde geçtiği üzere bu, köle azâdında kullanılan kinaye lafızlarındandır. Mevlânın bir çok manası vardır. Köle konusuna âzâd edilmiş köle ve efendi manalarına gelir. (Mütercim) İki kişi arasında nizâlı olan bir gayri menkul mal, davacı iddiasına (delil getirmedikçe veya hakim tarafından malın müddeiye ait olduğu bilinmiyorsa zi´l-yed (mal elinde olan şahıs) tan alınamaz. Taşınır mallar ise böyle değildir. Davalının o malın elinde olduğunu tasdik etmesi sahih olan görüşe göre kafi değildir. Çünkü onun muvazaa olması muhtemeldir. Ben derim ki: Defalarca geçti ki -sonuncusu kölenin cinayeti bahsindedir- Zamanımızda hakimin bilgisi ile amel edilmez. Düşün. Bu, davacının, sebeb belirtmeden mutlak milk iddia ettiğindedir. Ama taşınmaz malı zil-yedden satın aldığını ve malın onun elinde olduğunu iddia etse, davalı da malın elinde olduğunu ikrar edip, satın alma iddiasını inkâr etse malın onun elinde olduğuna dair bir delile ihtiyaç duyulmaz. Çünkü fiil (satın almak gibi) iddiası, zi´l-yed aleyhine sahih olduğu gibi, başkası aleyhine de sahihtir. Bezzâziye de bu geniş olarak ele alınmıştır. Hâkimin, kendi velâyeti altında atmayan bir taşınmaz malda hüküm vermesi, taşınır maldaki hüküm vermesinde olduğu gibi sahihtir. Sahih olan görüş budur. Kazâ bahsinde, bu konuda şehrin şart olmadığı geçmişti. Fetvâ bununla verilir. Hüküm veren hakim, verdiği hükmü taşınmaz malın bulunduğu yerdeki hakime yazar. Ta ki o, mal hak sahibine teslim etsin. Bazı âlimlerin görüşüne göre ise hakimin, velâyeti altında bulunmayan bir taşınmaz hakkında hüküm veremiyeceğini söylemişlerdir. Mültekâ ve Kenz´de bu görüş esas alınmıştır. İ Z A H «Yerinde geçtiği üzere...» Yâni Kitabü´l-ltk´ta geçti. Ben derim ki: Musannıf orada, bu lafzı köle azadında kullanılan sarih lafızlardan saydı. O, Zeylaî ve başkalarının kavlinin zahiridir. Çünkü bunun hakikatı, köle üzerine velânın sübutunu haber verir. Bu da azâd iledilr. Çünkü onun mevlâ tarafından isbatı mümkündür. Yine ben diyorum ki: Bundan her ne kadar iştirak ile azâd edene itlak ediliyorsada ulemanın mevlâyı azâd edilen köleye tahsis etmelerinin sebebi açığa çıktı. Çünkü velânın, kölenin efendisi tarafından isbatı yani efendinin kölesinin velâsını üzerine kılması mümkün değildir. Şayet böyle bir şey söylerse boşa gider. O halde efendi kölesine «ey mevlâm» dediğinde, mümkün olan manayı dilediği teayyün eder. «Davacı iddiasına delil getirmedikçe...» Miskîn şerhinde de böyle denilmiştir. Ama Zeylai ve daha başkalarının Söyledikleri gibi: «Taşınmaz malın, davalının elinde olduğuna delil getirmedikçe» deseydi daha münasip olurdu. Milk iddiasında bulunanın davası açıklayacağı gibidir. «Kafi değildir...» Şârihin «delil getirmedikçe» sözünün itlakından anlaşılanı, açıklamadır. «Muvazaa ihtimali...» Anlaşmış olmaları, yani esas mal sahlbl gaib olur ve iki kişi aralarında anlaşırlar: Birisi malın elinde olduğunu ikrar eder, öbürü de onun kendisine ait olduğunu iddia eder. Şahitlerde de biraz müsamaha edilir. Sonra da mal elinde olan hakimin hükmüne istinaden malı öbürüne verir. Taşınır mallarda ise bu töhmet yoktur. Çünkü adetten malik menkulden elini kesmez, mal elinde olur. Bahr, Bezzâziye´den. «Bu...» Yâni, zilyedliğin delille isbatının gerekli oluşu. «Başkası aleyhine sahihtir.» Çünkü onun aleyhine temlik iddiasında bulunmaktadır, o da zilyedden başkasından gerçekleşir. ikrarla zilyedliğin sabit olmayışı davanın sıhhatine engel değildir. Ama sebep belirtilmeden yapılan mutlak milk iddiası, zilyedin elini izâle ederek taarruzun terki davasıdır. Elin izâlesi de ancak zilyedden tasavvur edilir. Onun ikrarı ile de, zilyed oluşu sabit olmaz. Çünkü belirttiğimiz gibi muvazaa ihtimali vardır. Bezzâziye´den naklen Minâh. «Sahih olan görüş budur...» Bahr de, Kitabü´l-Kazâ´nın başında «Dava menkul veya alacak davası olursa, davacı ve davalının, hakimin bulunduğu memleketden olmaları şart değildir. Gayri menkulde ise o davaya bakmak velâyetinde değildir. Hulasa ve Bezzâziye´de belirtildiği üzere sahih olan, böyle bir hakimin hükmünün caiz oluşudur. Bunlar arasındaki farkı anlaman icabeder. Çünkü bu hatadır. «Şehrin şart olmadığı geçmişti...» Yâni kırda da muhakeme yapmak caizdir. Bu müftabihtir. Bahr. M E T İ N Hakim, bir hadisede bir beyyine ile hüküm verse sonrada; «Hükmümden döndüm» veya «görüşüm değişti» veya «Şahitlerin karıştırmasına kandım» veya «hükmümü ibtal ettim» ve benzeri bir şey söylese, bu sözüne itibar edilmez. Çünkü hükme, davacının hakkı tealluk etmiştir. Sahih bir dava ve doğru bir şahitlikten sonra verilmiş olan hüküm geçerlidir. Ancak üç yer bundan müstesnadır. Konu, kaza bahsinde geçmişti. Bunlar: Hakimin hata ile hükmettiğini bilmesi kendi mezhebi hilafına hüküm vermesi hatasının meydana çıkmasıdır. Şahitler (bir mesele hakkında hakime sen bu konuda) hüküm verdin deseler. hakim ise inkâr etse hakimin sözü kabul edilir. Müftabih olan budur. İbnü´l-Ğars Fevakthu´l-Bedriyye adlı eserinde böyle demiştir. Bezzâziye´de ise İmam Muhammed´in ihtilafı ilâve edilmiştir. Bahr´de yukarıdaki ifadeye; «Başka bir hakim onu infaz etmedikçe» sözü ilâve edilmiştir. Şayet infaz etmişse o zaman hakimin «ben hüküm vermedim» demesine bakılmaz. Çünkü o konuda ikinci bir hüküm bulunmuş olur. Musannıf: «Bu, güzel bir kayıttır. Bahir sahibinden başka bu kaydı koyanı görmedim» der. İ Z A H «Hakim bir hadisede, bir beyyine ile hüküm verse...» Bunu daha sonra gelen «şahitlerin karıştırmasına kandım» sözü için söylemiştir. Yoksa aslında zahir olan görüşe göre ikrar beyyine gibidir. «Ve benzeri bir şey...» hakimin, «önceki hükmü bozdum, feshettim, kaldırdım» demesi gibi. T. Hâmevi´den naklen. «Sahih bir davadan sonra...» Davanın sahih olmasının şartları dava bahsinde geçti, onlardan bir kısmı da gelecek. «Veya hatası meydana çıksa...» Yâni kesin olarak hatalı hüküm verdiği anlaşılsa; meselâ birisinin birini öldürdüğüne hükmetse ve maktül sanılan kişi diri olarak gelse veya hak(m müctehid olsa da verdiği hükmün hilafına bir nass görse ve ictihadı değişse hatası meydana çıkmış olur. Zeylaî´nin Muhît´ten naklen bildirdiğine göre; Rasulüllah (s.a.v.) kendi içtihadı İle verdiği bir hükmün aksine Kur´an nazil olmuş ve o hükmü bozmamıştır. Çünkü önceki hüküm, hakkında nass olmayan konularda olduğu gibi sahihtir ve bir şeriat olmuştur. Bunun hilafına bir âyet indiği zaman, önceki şeriatı neshetmiş olur. Ama bir hakimin kendi içtihadı ile hükmedip de sonra onun aksine bir nassın varlığının meydana çıkması bunun aksinedir. Çünkü nass daha önceden vardı, inmişti, fakat hakime gizli kalmıştı. O zaman, nassın bulunduğu yerde içtihadla hükmetmiş olurki bu sahih değildir. Meselenin tamamı Zeylaî dedir. Sûyütî´nin Eşbâh´ında ise Sûbkî´den naklen şöyle denilmektedir: «Hanefilere göre, hakimin hükmü, hakkında delil olmayan bir hüküm ise bozulabilir. Vakıf bırakanın şartına zıt olan, nassa zıt demektir ve o, hakkında delil olmayan bir hükümdür.» Bu söz, Bahır´de Mecma şerhinin: «Vakıf bırakanın şartı, şariin nassı gibidir» sözüyle desteklenmiştir. «Hakim ise inkâr etse ilh...» Ama hükmü itiraf ederse, hakim bulunduğu memlekette kabul edilir fakat azledilmişse kabul edilmez. Bezzâziye´de: «Eğer aslın yanında naibin hükmünü isbat etmek isterlerse, hazır olan hasım aleyhine sahih bir dava takdim etmeleri ve beyyîne getirmeleri gerekir. Nitekim, başka bir hakimin hükmünü isbat etmek istediklerinde de böyle yaparlar.» denilmektedir. «İmam Muhammed´in ihtilafı...» Bahr da şöyle denilmektedir: «Camiu´l-Fusûleyn müellifi, İmam Muhammed´in görüşünü tercih etmiş ve zamanımız hakimlerinin hali bilindiği için, bununla fetvâ vermek gerekir demiştir.» «Çünkü o konuda ikinci bir hüküm bulunmuş olur.n Çünkü o hakim ancak, hüküm kendi yanında sabit olduktan sonra İnfaz eder. Onda da davanın bulunması gerekir. Bahr de: «İkincisinin, dava da da birincisinin hükmünü imza etmesi gerekir. Esas şahitlerin bulunması şart değildir» denilmektedir. Birincisinin sözünü kabul etseydi, onun sübut ve imzasından sonra mücerred söz ile ikinci hükmün batıl olması icabederdi. Çünkü o, birincisi üzerine mebnidir. Özellikle ikinci hakimin mezhebine aykırı ise böyledir. M E T İ N Kul haklarından, ihtilaflı olan konulardaki hükmün infazı için, hükmün şer´an hasım olabilecek bir hasım tarafından, diğer bir hasmın aleyhine açılmış, sahih davanın bulunduğu bir hadisede olması şarttır. Şayet bir kimse hakimin huzurunda birisinin aleyhine bir delil gösterse ve hakim, taraflar arasında bir davalaşma ve münazaa olmadan (yani hasım hazır olmadan) bu delil sebebiyle hüküm verse, hükmü infaz edilmez. Çünkü nefazın şartı bulunmamıştır. Dava şeri bir husumetle gerçekleştirilmemiştir. O zaman, hakimin sözü fetvâ olur ve ancak, Kitabü´l-Kazâ´da da belirttiğimiz gibi kendi mezhebine göre hüküm verebilîr. Musannıf bunu şu sözü ile ifade etmiştir: «Eğer Hanefi bir hâkime, Maliki bir hakimin duruşma olmadan verdiği bir hüküm getirilse ona iltifat etmez. Kendi mezhebinin icabına göre hüküm verir. Çünkü kendisinin böyle bir hüküm vermesine mani bir şey geçmemiştir. Zira Mâliki hakimin verdiği hüküm kul hakkındaki hükmün gerçekleşmesi için şort olan şeri bir husumete dayanmadığı için kaza değil, fetvâdır. Bir hâkim. önceki hâkimin hükmünde şüpheye düşerse asıl şahitleri ister. Bu kaza bahsinde geçmişti. «Birinci hükümde şüphe etmesi» kaydını koyması, şüphe etmemesi halinde esas şahitleri, isteyemiyeceğini gösterir. Fevakihu´l-Bedrryye´de şöyle denilmektedir: «Alimler, adli ve âlim bir hakimin verdiği hüküm bozulmaz, doğru olduğu kabul edilir. Ama başkasının hükmünü yani usulü ile fasit olduğu meydana çıktığı zaman ikinci hakim bozabilir demişlerdir.» İ Z A H «Kul haklarından...» Bu kaydı özellikle getirdi. Çünkü. hadler, hanımı boşama ve cariyeyi azâd gibi Allah´ın hakkı olan konularda hadise şart değildir. «Şer´an hasım olabilecek...» Asıl hasım, vekil, vasî. mütevelli ve varislerden birisi gibi. Fuzûlî, emânet bırakan ve iyreti veren ise hasım olamazlar. Çünkü bunların nizaları muteber değildir. «Kendi mezhebine göre hüküm verir...» Yâni birinci hakimin verdiği hüküm başka bir hakime götürülse kendi mezhebine göre hükmeder. önceki hükmü infâz etmesi icabetmez. Çünkü evvelki hakimin verdiği hüküm, şartı bulunmadığı için bağlayıcı değildir. O ancak bir fetvâ yani şeri hükmü beyandır. «Şüphe ederse...» Bu, Nehir de Bahr´den nakledilmiş ve Nehr müellifi «başka yerde bunu görmedim» demiştir. «Yani usulü ile, fasid olduğu meydana çıktığı zaman...» Ben derim ki: Buna göre âlim ve âdil bir hâkimin hükmü ile başka birisinin hükmü arasında fark yoktur. Ama eğer: «Onu bozmaya yönelinmez» denilseydi daha iyi olurdu. Bunun anlamı şudur: Hükmü bozmayı gerektiren şeyler araştırılmaz. Hâkim bu hükmü acaba rüşvet veya benzeri bir şeylemi verdi denilmez. Alimlerin : «Doğruluğa hamledilir» sözünden anlaşılan budur. Ama âdil olmayanın durumu araştırılır. M E T İ N Teatı yoluyla yapılan bir satım, batıl veya fasid bir satım üzerine terettüp ettiği zaman münakid olmaz. Büyü bahsinin baş tarafında Hulâsa, Bezzâziye ve Bahr´dan naklen geçmişti. Bir kimse bir kaç kişiyi bir yere gizlese sonra da birisine bir şey sorsa ve adam onu ikrar etse, gizlenenler o adamı görseler ve dediğini duysalar ama o. gizlenenleri görmese, duyanların bu ikrarla adam aleyhine şahitlik yapmaları caizdir, Fakat gizlenenler adamı görmeden sözünü duysalar onun aleyhine şahitlik yapmaları caiz olmaz. Çünkü ses karışabilir ve işe şüphe girer. Ancak şahitler orada başka birisinin olmadığını bilirlerse müstesna. Bu da şöyle olur: Eve girip içeriyi arasalar ve kimsenin olmadığını tesbit etseler sonra da çıkıp kapının önüne otursalar ve evin. başka hiç bir girişi olmadığı halde yanlarından bir adam girse. onlarda ikrarını işitseler şahitlikte bulunabilirler. İ Z A H «Büyü bahsinin baş tarafında geçmişti.» Orada geçmiştiki bu : Önceki satım akdini terketmeden önce olduğu zamanki hâle hamledilir ve bu, sadece teati yoluyla olan satıma mahsus değildir. Sarahaten icab ve kabul ile olan satım da böyledir. Hâniyye´de şöyle denilmektedir: «Bir kimse fasid bey´le bir elbise satın alsa ve ertesi gün satıcı ile karşılaşıp; sen şu elbiseni bana bin liraya sattın. öbürü de : evet ben o parayı aldım deseler batıldır. Bu. aralarındaki konuşmadan önce fasid bir satım akdi bulunduğu takdirdedir. Ama önceki fasid satımı bozmuş olsalar o zaman ertesi günkü satış caiz olur. Ben derim ki; Şârihin orada, bir koyun sürüsünün satılması konusunda söyledikleri buna itiraz olarak vaki olabilir. Koyun sürüsünün satımı konusu şöyledir: Bir kimse «her koyunun fiatı şu kadar» diyerek bir sürüyü satsa bu satış fasiddir. Eğer koyunların sayısı mecliste iken bilinirse yi. ne de satış sahih hole dönüşmez. Sahih olan budur. Ama taraflar razı olurlarsa satım teati yolu ile münakid olur. Etiketle satmakta buna benzer. Sirac. Bu ifadenin benzeri, Nihâye, Feth ve başka kitaplarda da vardır. «Yanlarından bir adam girse...» Yâni tek başına şârihin : «Ancak orada başka birisinin olmadığını bilirlerse müstesna» sözü bunu ifade etmektedir. Bu izaha göre: Eğer içeriye adamla birlikte lehinde ikrarda bulunulan kişide girerse şahitlikleri kabul edilmez. Çünkü, ikrarda bulunan kişinin bir hak iddiasında bulunup, sesini öbürünün sesine benzetmesi ihtimali ile şüphe vardır. M E T İ N Bir kimse; oğlunun, hanımının ya da başka bir akrabasının yanında o, bilir olduğu halde bir tarla veya bir hayvan ya da bir elbise satsa sonra da (bunlardan orada olan) meselâ oğlu, o satılan malın kendisine ait olduğunu iddia etse, davası dinlenmez. Kenz ve Mültekâ´da da bu, mutlak bir ifade ile belirtilmiş ve malı satanın yanındaki akrabanın ses çıkarmaması, kandırma ve hileyi kesmek için, o malın kendisine ait olmadığını açıkça söylemesi yerine kaim tutulmuştur. Bir kimsenin müşteriye satılan bir mala müstehık çıktığı takdirde parayı ödemeye kefil olması ve alım satımdaki semeni (satış bedel olan parayı) ödemeyi kefil olması durumunda da hüküm yukarıdaki gibidir. Demişlerdir ki: Bir kimseyi babası çeyizsiz olarak evlendirse ve adam zifâf esnasında buna ses çıkarmasa, bu onun çeyizsiz olarak evlenmeye razı olduğunu gösterir. Daha sonra artık çeyiz istemeye hakkı yoktur. Nitekim mehir bahsinde geçmişti. İ Z A H «Bir tarla veya bir hayvan yada bir elbise satsa...» Hibe etse veya sadaka olarak verse ve teslim etse yine aynıdır. Burada meselenin «satmak»la kayıtlamasının sebebi kiraya vermesi veya rehin bırakması yada iyreti olarak vermesi hallerinde orada hazîr olanın iddiası halinde dava dinleneceği içindir. Çünkü malın, sahibinin mülkünden çıkması, bunların gereği değildir. Olurki insan, malının elinden çıkmasına razı olmaz ama ondan faydalanılmasına razı olur. Bir de, hazır olan akrabanın satış ve benzeri akidlerde akitten sonra mülkiyet davasının dinlenmemesi kıyasa aykırı olarak verilmiş bir hükümdür. Başkası ona kıyaslanamaz. Ben, buna dikkat çeken birisini görmedim. Düşün. Remlî. Ben derim ki: Vakıfda, satım akdi gibidir. Nitekim Şihâb eş-Şibli böyle fetvâ vermiş ve onun asrındaki Hanefi âlimlerinin ileri gelenlerinden on üç tanesi de kendisine muvafakat etmiştir. Şibli bunların isimlerini ve onun görüşüne muvafakatlarını bizzat kendi el yazıları ile meşhur eseri fetavasında, Kitabü´l-Dâvâ´nın sonunda zikretmiştir. Oraya müracaat et. Sonra, şu da bilinmeli ki; satım kaydı, akrabaya nisbetle kendisi gösterir, yabancıya nisbetle değil Camiu´l-Fetâva´da Kitabü´d-Dâvâ´nın baş tarafında Hulâsa´dan nakledilen şu ifadeler buna delâlet eder: «Bir adam, bir müddet bir araziyi kullansa ve başka birisi bunu görse, sonra da araziyi kullanan ölse, onun tasarrufunu gören kişi hayatında iken mülkiyet davasında bulunmamışsa öldükten sonraki iddiası dinlenmez.» Hâmidiyye´de de Velvâliciyye´den naklen şöyle denilmektedir: «Bir adam bir arazide bir müddet tasarrufta bulunsa ve başka birisi de araziyi ve tasarrufu görse, mülkiyet iddiasında bulunmadan, ölse artık onun oğlunun mutasarrıf aleyhine açacağı mülkiyet davası dinlenmez.» Görünen o ki, mutasarrıfın veya öbürünün ölmesi, mülkiyet davasının gerçeksizliği için şart değildir. Çünkü âlimler burada onu anmamışlardır. Bununla anlaşılıyor ki, tasarrufa muttali olunduğundaki susuş, daha önce satış olmamışsa mülkiyet davasına manidir. Satış esnasındaki susuş ise, (yabancının değil) sadece akrabanın davasına engeldir. Sonra bilmiş olki; Allâme İbnü´l-Ğars Fevakihu´l-Bedriyye de Mebsut´tan şunu nakletmiştir: «Bir kimse, davaya mani bir durum olmadığı halde otuz üç sene dava etmese, daha sonraki davası dinlenmez. Çünkü imkanı olduğu halde dava etmemesi zahiren hakkının olmayışına delâlet eder.» Bunun benzeri Bahr ve Camiu´l-Fetâvâ´da da vardır. Fetâvâ´ya ehil olan müteehhirûn âlimler ise, otuz altı sene sonra davanın dinlenmeyeceğini söylemişlerdir. Ancak, lavacı bu müddet içersinde gaib olursa yada çocuk veya deli olur ve delileri bulunmazsa, yahutta davalı zalim bir emir olur ve kendisinden korkulursa müstesna. Fetâvâ´l-Attabiyye´de de böyledir. Zâhire göre; bu anılan müddetten sonra davanın dinlenmemesi, tasarrufa veya başka birşeye müttali olmakla birlikte dava edilmemesinden daha geneldir. Çünkü âlimler burada, tasarrufa muttali olmakla birlikte dava edilmemesinin, bilahare açılacak bir davanın dinlenilmemesine sebep olduğunu bir zamanla kayıtlamamışlardır. O halde bu görüşler arasında bir çelişki yoktur. Düşün. Yalnız şurası bilinmelidir ki: böyle bir davanın dinlenmemesi, onun hakkının batıl olmasından dolayı değildir. Çünkü bu, hakkın batıl oluşuna hükmetmek değil. hakimlerin, yalandan ve kandırmadan korkarak davaya bakmaktan imtina etmeleridir. Gerekçenin de işaret ettiği gibi halin delaleti bunu göstermektedir. Aksi halde, zaman aşımı ile hakkın düşmesi gerekirdi. Halbuki Eşbâh´ın kazabahsinde belirtildiğinegöre zaman aşımı ile hak sakıt olmaz. Bu meselelerde. davacının hakkı uhrevi yönden baki kalmak şartıyla bu dünyadaki dava dinlenmez. Onun için, şayet hasmı onu ikrar ederse hakkını alır. Üzerinden onbeş sene geçtiği zaman sultanın dinlenmesini nehyetmesi halinde davanın dinlenmemesi meselesinde de durum böyledir. Nitekim Tahkim konusunun baş tarafında geçmişti. bu değerli izahı iyi değerlendir. «Meselâ oğlu...» Yâni hanımı ve diğer akrabaları gibi birisi. «Satılan malın kendisîne ait olduğunu...» Yâni tamamının veya belirli ve belirsiz bir kısmının kendi mülkü olduğunu iddia etse. Bu ifadelerden çıkan sonuca göre. semendeki davanın da dinlenmemesi gerekir. Tebyîn ve başka kitaplardaki şu ifadeler de bunu teyid etmektedir: «Akrabanın orada bulunup da satışa karşı çıkmayışı, o malın satıcıya ait olup, kendisinin hiçbir hakkının olmadığını ikrardır» Remlî. «Kenz ve Mültekâ´da mutlak bir ifade ile belirtilmiş...» Yâni, Zeylaî´nin. Ebu´l-Leys´in fetavasından naklen koyduğu şu kayıda işaret edilmeden belirtilmiştir: «Şayet müşteri onda bir müddet tasarrufta bulunmuşsa...» Minâh´ta : «Kenz, Bezzâziye ve müteber kitapların çoğunda bu kayıt konulmamıştır. Onun için biz de kayıtlamıyoruz. Üstelik bu kayıt akraba ile komşunun eşit tutulmasını gerektirir. Halbuki komşunun hükmü, akrabanınkine zıttır.» denilmektedir. Minâh mesele ile ilgili başka görüşlerde nakletmiştir. Oraya müracaat et. «... Ses çıkarmaması... açıkça söylemesi yerine kaim tutulmuştur.» Yâni bu satıcının mülküdür demesi yerine kaim kılınmıştır. Musannıfın Fetâvasında şöyle denilmektedir: «Eğer, satış esnasında, o malın kendisine sözü tasdik edilir.» Nehcü´n-Necât adındaki kitapta, bu, davacı bilmemekte mazûr olmadığı zaman geçerlidir. Ama mazursa, davası dinlenir. Âlimler gizli bir meselede tenakuz sebebiyle varis vasî ve mütevelli tazir edilir demişlerdir» denilmektedir. Estrüşeni´de şöyle der: «Bir kimse kendi evini, küçük oğlu için satın alsa ve oğlu büyüse ve bundan haberi olmasa sonra baba o evi satıp, müşteriye teslim etse sonra da oğlu için müşteriden kiralasa, bütün bunların akabinde oğlu babasının yaptığını öğrenip evin kendisine verilmesi için dava etse davası kabul edilir. Çünkü o. gizlilikten dolayı. evi kiralamakla davasına ters bir davranışta bulunmuş sayılmaz. Zira baba, küçük çocuğu için kendi başına bir ev alma yetkisine haizdir. Çocuğun, büyüdükten sonra bunu bilmemesi de normaldir» Sâihani. «Bir kimsenin, müşteriye, satılan bir mala müstehik çıktığı takdirde...»Bunun sadece akrabaya mahsus bir hüküm olduğu zannedilmemesi için, (gelecek olan) «yabancı» kelimesinden sonra söylenmesi daha iyi olurdu. Zeylaî meseleyi açıklamıştır. Oraya müracaat et. M E T İ N Bir malı satarken yanında yabancı birisi olsa ve bu. komşu bile olsa satışa ses çıkarmasa, sonradan onun hak iddiasına mani olmaz. Ancak komşu satış ve teslim esnasında sussa ve müşteri satın aldığı şeyde ağaç dikmek veya bina yapmak gibi bir tasarrufta bulunsa sonra da komşu malın kendisine ait olduğunu iddia etse Fasit tamahkârlıkları önlemek için, davası dinlenmez. Müftâbih olan budur. Yabancı birisi. birinin malını fuzûli olarak satsa ve mal sahibi ses çıkarmasa, onun susuşu bize göre o satışa razı sayılmaz. İbn. Ebî Leylâ´ya göre ise rıza sayılır. Bezzâziye, yirmibeşinci faslın sonu ve başka yerler. İ Z A H «Bir malı satarken yaranda yabancı birisi olsa ve bu komşusu bile olsa satışa ses çıkarmasa...» Onun hak iddiasına mal olamaz. Remlî şöyle der: Benim anladığıma göre akraba ile yabancı arasındaki farka sebep fasit tamahkârlığın akrabada daha çok oluşu ve karıştırma ihtimalinin çok oluşudur. Bu yüzden. bu tip karıştırmalar akrabalar arasında özellikle miras davalarında daha çok olmaktadır. Çünkü isbatı kolaydır. Yabancılar da ise böyle değildir. Zira bir kimsenin, yabancı birinin malına tamahkârlıkta bulunması nadirdir. Bu yüzden iddianın yalan olduğunu gösteren bir tercih sebebinin bulunması gerekir. O da müşterinin malda bir müddet tasarrufta bulunmasıdır. «Ancak komşu sussa...» Komşunun dışındaki yabancılar da aynıdır. Burada komşusunun özellikle zikredilmesi onun akrabaya veya hanıma benzediği zannedildiği içindir. «Satış ve teslim esnasında...» Yâni Remlî´nin geçen sözlerinden de anlaşıldığı gibi satış ve teslimi öğrendiği anda. Bildiğin gibi buradaki «satış» ihtirâzî bir kayıt değildir. Aksine komşu (veya yabancı birisi) satılan maldaki herhangi bir tasarrufa muttali olur da ses çıkarmazsa mülkiyet dava hakkı düşer. «Satın aldığında ağaç dikmek veya bina yapmak...» Bundan maksat, sahibinden başka hiç kimseye nisbet edilmeyen her türlü tasarruftur. Bu ikisi örnek olarak zikredilmişlerdir. «Yabancı birisi, birinin malını fuzûli olarak satsa...» Bu meseleyi burada konu ile olan çok az bir münasebetten dolayı zikretti. Aslında konu. satış esnasında itiraz etmeyen birisinin daha sonra satılan o malda mülkiyet iddiasında bulunması, satıcı ve alıcının ise bunu inkar etmesi ile ilgilidir. Fuzûlî´nin satışında ise inkâr söz konusu değildir. «Bize göre satışı rıza sayılmaz...» Eminüddin´in fetâvâsında Muhîften naklen şöyle denilmektedir: «Bir kimse fuzulî birisinden (malın mahliki malikin velisi veya satışa vekil olmayan şahıs) mal satın alır ve mal sahibinin huzurunda malı kabzeder. O da buna ses çıkarmazsa bu, onun satışa razı olduğuna delil kabul edilir.» Bunun aynısı, yine Muhit´ten naklen Bezzâziye´de de yer almıştır. Bu ifadelerden anlaşılıyorki meselenin bu konu ile irtibatı, müşterinin fuzulen satın aldığı bir malı, sahibinin huzurunda kabzetmemesi durumunda söz konusudur. Remlî. «Bezzâziye yirmi beşinci faslın sonu ve başka yerler...» Yâni Kitabü´d-Dâva´da Nikâh bahsinde dokuzuncu fasıldı. Zeylaî burada Câmiu´s-Sağir´den nakletmiştir. M E T İ N Bir kimse bir mal satsa, sonra da o malın kendisine veya bir camiye vakfedilmiş olduğunu iddia etse yada «o malı ben vakfetmiştim» dese de davalının yemin etmesini istese, bu isteği ittifakla kabul edilmez. Çünkü işi ile sözü arasında çelişki bulunmaktadır. Ama iddiasını isbat için beyyine getirirse esah olan kavle göre kabul edilir. Bu, davanın sahih olmasından dolayı değil. vakıflarda, dava olmadan da beyyinenin kabulünün sahih olmasından dolayıdır. Zeylaî´nin doğru gördüğü görüş ise buna muhaliftir. Biz meseleyi vakıf bahsinde ve istihkâk bahsinde incelemiştik. i Z A H «Beyyine getirirse esah olan kavle göre kabul edilir...» Sadruşşehid bu görüşü kabul etmiştir. Fakıh de: «Bazıları beyyine kabul edilmez derler ama biz o görüşü benimsemiyoruz» der. Tatarhaniyye. İmâdiye´de o sözün kabul edileceği, Hulâsa ve Bezzâziye´de de dava sahih olmasa bile beyyinenin kabul edileceği söylenmiştir. Fetvâlardan çoğunda bu görüş sahih sayılmıştır. Bahr´de bunun, o malın lüzumuna hükmedilmiş bir vakıf olduğuna delil getirmesi hali ile kayıtlı olduğu belirtilmiştir. Ama vakfın lüzumuna delil getirilmemişse o delil kabul edilmez. Çünkü mücerred olarak vakfettim demek malı malikinin elinden çıkarmış olmaz. Bu ifade Fethu´l-Kadir´de de vardır. Bu, güzel bir açıklamadır, buna dönülmesi icabader. Aynısını musannıf ifade etmiştir. Ben diyorum ki: Müftabih olan görüşe göre, vakfedilen mal «ben bu malı vakfettim» demesi ile sahibinin elinden çıkar. «Zeylaî´nin doğru gördüğü görüş ise buna muhalifttr.» Çünkü Zeylai şöyle demektedir: «Ve bu beyyine kabul edilmez denilmektedir. Bu daha doğru ve daha ihtiyatlıdır. Çünkü o, malın kendisine vakfedildiğine beyyine getirmek suretiyle, satımın fasid olduğunu ve kendisine ait bir hakkı iddia etmektedir. İşi ve sözü arasındaki çelişkiden dolayı, o beyyine dinlenmez.» Zeylai´nin bu ifadesinden anlaşıldığına göre, eğer vakıf bir camiye veya benzeri bir yere ait olursa, o zaman beyyine dinlenir. Çünkü o kendisi için bir hak iddia etmiyor. M E T İ N Bir kadın, mehrini kocasına hibe etse ve ölse, kadının varisleri, onun hibeyi ölüm hastalığında yaptığını söyleyerek kocadan mehri isteseler, o da hanımının sıhhatli iken hibe ettiğini söylese varislerin iddiası kabul edilir. Nesefi´nin fetâvâsındaki «kocanın sözü kabul edilir» şeklindeki ibareyi naklettikten sonra,.Câmiu´s-Sağirin rivâyetine tebean söylediğine göre bu, Hâniye sahibinin itimad ettiği görüştür. Hâniye sahibi şöyle der: «İtimad bu rivâyetedir. Çünkü tarafların hepsi, mehrin vücubunda ittifak halindedirler. Düşmesi konusunda ihtilaf etmişlerdir. Söz de inkâr edenin sözüdür ilh...» Ben derim ki: Tenviru´l-Ebsâr´da bu ikrar edilmiştir. Kenz ve Mültekâ´daki «kocanın sözü kabul edilir» ifadesinin aksine bizim üstadımız da buna itimad etmiştir. Zeylaî ve İbn. Sultan gibi Kenz şârihleri Kenz´in benimsediği fikrin, istihsan olduğunu söylerler. Dikkatli ol. İbnü´l-Hümam´da Nehr´in sonunda bunu zahir görmüş ve şöyle demiştir: «Zâhir ölüşün sebebi şudur: Vârislerin mehirde hakları yoktur. Hak kadınındır. Vârisler onu kendileri için iddia ediyorlar, koca da inkâr ediyor.» i Z A H «Vârislerin iddiası kabul edilir...» Bu, delil bulunmadığı zamandır. Ama delil getirirlerse hîbenin, sıhhatli iken olduğunu iddia edenin beyyinesi kabul edilir. Minah. Ben derim ki: ikinci görüşe göre zahir olan. varislerin beyyinesinin kabul edilmesidir. «Bu, Hâniye sahibinin itimad ettiği görüştür.» Kadîhan´ın sahih kabul ettiği tashihlerin en değerlilerindendir. Bu, âlimlerin kıyası istihsana tercih ettiği meselelerdendir. Sâihânî. «İlh...» Kâdîhan´ın; şerihin buraya almadığı sözleri şöyledir: «Ve çünkü hibe sonradan meydana gelen bir hadisedir. Hadiselerde esas olan da en yakın vaktine izafe edilmeleridir.» T. «İbnü´l-Hümam da bunu zahir görmüştür». Yâni kocanın sözünün kabul edileceğini üstün görmüştür. «Vârislerin mehirde hakları yoktur.» Yâni hibe esasında onların hakkı yoktur. M E T İ N Bir kimse hanımına, kendisini boşaması için vekâlet verse artık onu vekâletten azledemez. Çünkü bu, koca açısından bir yemindir. Bir adam, birisine «Seni ne zaman azledersem benim vekilimsin» derse, onun vekâletten azletme yolu «seni azlettim, sonra seni azlettim» demesidir. Çünkü «ne zaman» sözcüğü bütün zamanlara «her» sözcüğü de bütün fiillere şâmildir, şayet «seni her azledilişimde, benim vekilimsin» demişse onu azlederken «her» sözcüğünden hasıl olan muallak (birşeye, bağlanan) vekâletten döndüm, müncez (bir şeye bağlanmayan) seni azlettim demeleridir. İşte o zaman vekâletten azledilmiş olur. İ Z A H «Çünkü bu koca açısından yemindir.» Zira bunda yemin manası vardır. O da talakı kadının fiiline bağlamaktır. Yeminden dönmekte sahih değildir. Hanım açısından da temliktir. Zira vekil başkası için iş yapandır. Halbuki kadın kendisi için iş yapmaktadır. Dolayısıyla vekil olmaz. Yabancı alan ise böyle değildir. Zeylaî. Bir de, temlik manası. Talakın tefuîzı bâbında geçtiği üzere meclise mahsus olur. «Ne zaman sözcüğü bütün zamanlara...» Yâni bu ancak, bir defa azli ve bir defa tayini ifade eder. Zeylai şöyle der: «Müvekkil azlettiği zaman müncez olan vekâletten azledilmiş olur ve muallak olan müncez hale gelir. Dolayısıyla yeniden vekil olmuş olur. Daha sonraki ikinci azille de ikinci vekâletten azledilmiş olur. «Onu azlederken seni... döndüm.» Çünkü eğer müncez olan vekâletten dönmeden azlederse bin defa da azletmiş olsa eskiden olduğu gibi vekil olur. Çünkü «her» kelimesi, sonsuza kadar fililerin tekrarını iktiza eder. Dolayısıyla azil ancak, rücû (dönmek) den sonra mana ifade eder. Hatta eğer önce azletse sonra da muallak olandan rücû etse başka bir azle ihtiyaç gösterir. Çünkü o her azledişinde vekil olur. Dolayısıyla bundan sonraki rücû kadın hakkında, muallak olan vekâlette bir tesir göstermez. Zira rücû´dan sonra tekrar bir azle muhtaçtır. Zeylaî. Tamamı oradadır. «Her sözcüğünden hasıl olan...» Minah´ta da böyledir, ama bu bir hatadır. Çünkü müncez olan vekâlet «sen benim vekilimsin» sözünden, muallak olan da, «seni azledişimde» sözünden hasıl olmuştur. Sâlhânî. Konu Başlığı: Reddü´l Muhtar / Çeşitli Meseleler Gönderen: Zehibe üzerinde 26 Ocak 2010, 18:39:32 M E T İ N
Eğer iki kişi aralarında borç olan altın parayı gümüş para karşılığında veya zimmetteki başka bir şey mukabilinde sulh olsalar sulh bedelinin kabzı şarttır. Ama sulh, paraya mukabil para ile olmamışsa kabız şart değildir. Çünkü sulh, bir ayn üzerine yapıldığında o mal teayyün eder ve zimmette borç olarak kalmaz. Dolayısıyle sulh olunan mal kabzedilmeden meclisten ayrılmak caizdir. Davacı, «benim delilim yok der, sonra da, yeminden sonra bile olsa delil getirse, delili kabul edilir. -Cevahiru´l-Fetâva bunu yeminden sonraya tahsis etmiştir-, Aynı şekilde hasmından yemin isterken; «Eğer sen yemin edersen bana borcun olan maldan berisin» dese ve hasım yemin etse sonra da davacı hakkını isbata delil getirse delil kabul edilir ve malın ona ait olduğuna hükmedilir. Hâniye. Eğer şahit (önce) «benim şahitliğim yok» der, sonra da şahitlik ederse kabul edilir. Çünkü bu çelişkiyi, odamın önce unutup sonra hatırladığını söyleyerek uyuşturmak mümkündür. Yine birisi, «falan benim şahidim değildir» der sonrada onu şahit olarak getirir ve o da şahitlik ederse veya. «benim falan aleyhine delilim yok» der. Sonrada delil getirse, söylediğimiz gerekçeden dolayı kabul edilir. «Benim hakkım yok» deyip de sonra hak iddia etmesi ise buna yakındır. Bu iddia, sözündeki çelişkiden dolayı dinlenmez. İ Z A H «Veya zimmetteki başka bir şey mukabilinde...» Yâni paradan başka bir şey. Miskinin sözü buna delâlet ediyor. Bu, iddia edilen mal ile sulh olunan malın farklı cinslerden olması durumundadır. Çünkü eğer kendi cinsi ile vadeli olarak sulh olsa caizdir. «Paraya mukabil para ile almamışsa...» Meselâ gayri menkule karşılık bir gayri menkulle veya paraya karşılık gayri menkul sulh olunmuşsa.. Miskîn. «O mal teayyün eder». Yâni, ona işaretle teayyün eder. «Mal kabzedilmeden meclisten ayrılmak caizdir.» Zimmette borç olan buğday karşılığında arpa ile sulh olma durumunda öldüğü gibi sulh olunan mal ribevî mallardan bile olsa hüküm aynıdır. «Falan aleyhine delilim yok dese...» Yeterli görülen konularda bir kişinin şahitliği ile delil sabit olduğu için bunu beyyinenin akabinde zikretti. Sâlhânî. Yâni bu aynı ibarenin tekrarı değildir. «Benim hakkım yok...» Yâni filanda alacağım, hakkım yok demesi... Metinden anlaşıldığı için, şarih bunu hazfetmiştir. Minâh´ın bu konudaki ibaresi şu şekildedir: «Benim onda bir hakkım yoktur. demesi bunun aksinedir.» Yine orada şöyle denilmektedir:: «Eğer, bu ev benim değil veya bu köle benim değil der sonra da evin veya kölenin kendisine ait olduğuna beyyine getirirse beyyinesi kabul edilir. Çünkü onun önceki ikrarı ile hiç bir kimse için hak sabit olmamıştır. Dolayısıyla geçersiz olur. Bundan dolayı, hanımına zina isnadında bulunup da isbat edemediği için lanetleşen kocanın bilahare vuku bulan neseb iddiası kabul edilir. Çünkü adam onu inkar ettiği zaman başkası için bir hak isbat etmemiştir...» Eğer birisi, benim falan üzerinde bir hakkım olduğunu bilmiyorum dese, sonrada onun aleyhinde hakkının olduğuna dair beyyine gösterse beyyinesi kabul edilir. Çünkü bunun adamı önce gizli olmuş olması muhtemeldir. «Sözündeki çelişkiden dolayı dinlenmez.» Çelişkilerin arasını bulmak için, daha önce zikredileni burada da söylemek mümkündür, ama acaba burada neden zikredilmedi?! Buradaki çelişkiyi şu şekilde uyuşturmak da mümkündür: Bu meselede, davalının zimmetinin borçsuz olduğu birinci sözle sabıt olmuştur. Adam daha sonra ikinci sözle onun zimmetinin meşguliyetini istiyor ki, kabul edilmez. Tahtavî. M E T İ N Halifenin tayin etmiş olduğu imamın, gelip geçenlere zarar vermiyorsa caddenin bir bölümünü bir adama tahsis etme yetkisi vardır. Çünkü halife buna yetkilidir, aynı şekilde naibinin de yetkisi vardır. Bir kimse malını satmaya niyetli olmadığı halde, sultan elinden malını almak istese ve bunun üzerine adam satmaya kalksa mükreh sayılır. Ancak, sultanın musaderesi sebebiyle, parasını isteyerek alıp malını satsa bu satış sahihtir. Çünkü bu takdirde adam mükreh değildir. Nitekim ikrah bahsinde geçmişti. Bu, alacaklının borçluyu hapsedipde borçlunun borcunu ödemesi için malını satmasına benzer ki o sahihtir. Bir kadını, kocası veya başka biri, dövmekle korkutsa ve kadın mehrini hibe etse, eğer tendid eden dövmeye gücü yetecek birisi ise bu hibe sahih değildir. Çünkü kadın mükrehtir. Şayet koca karısını hulu (kadının mehrini veya başka bir bedel verip kocasının kendisini boşamasını istemesi) yapması için zorlasa talak geçerlidir, ve mal düşmez. Çünkü mükrehin talakı vakidir ve dediğimiz sebepten dolayı bununla mal icabetmez. Bir kadın bir adamı (mehri karşılığında) kocasına havale etse sonra da mehrini kocasına hibe etse sahih olmaz. Âlimler; Bu bir hiledir.» derler. Ben derim ki: Hibe kocanın malı kabulü ve onun hiylesini bilmesi ile tamam olur. Ancak şöyle denebilir: «Havale edilen kişi davayı havalenin sıhhati için kabulü şart koşmayan bir hakime götürmek suretiyle adamdan mutâlebede bulunma imkanına sahip olur. İ Z A H «Gelip geçene zarar vermiyorsa...» Yol geniş olur da bununla daralmazsa. Ma´din´de şöyle denilmektedir: «Bu kayıt konulmuştur, çünkü eğer geçenlere zarar verirse yolun bir bölümünü birisine tahsis edemez. Zira bu yolu kesmek demektir. Halbuki, başka bir yol olsa bile buna imamın hakkı yoktur. Şayet yaparsa günâh işlemiş olur. Eğer bu tasarruf hakime götürülürse hakim reddeder. Nisabü´l-Fukaha´da da böyledir. Hâniyyede de, ihtiyaç halinde devlet reisinin, şahsa ait bir mülkü yol yapma yetkisinin olduğu belirtilmektedir.» T. «Çünkü imamın buna yetkisi vardır.» Zira o, müslümanların menfaatına olan işlerde herkesin hakkında tasarrufta bulunabilir. Şayet bir işte toplum için bir maslahatın olduğunu görürse, hiç kimseye zarar vermeden p işi yapabilir. Nitekim ihtiyaç halinde yolun bir kısmını camiye veya caminin bir kısmını yola katma hakkına sahiptir. Minah. Buradaki imamdan maksat halifedir. «Naibi içinde hüküm aynıdır.» sözüne uygun düşmesi için böyle anlatmak gerekir. «Adam mükreh değildir...» O, malını kendi ihtiyarı ile satmıştır. Söylenebilecek şey şudur. Adam, sultanın kendisinden istediğini verebilmek için malını satmayıp ihtiyaç duymuştur. Bu da ikrahı gerektirmez. Minah. «Çünkü Mükrehin talaki vakidır...» Zeylaî ve daha başka âlimlerde bu gerekçeyi esas almışlardır. Şîlbi de bu illetin peşinde, «eğer kadını zorlayan, kocası olursa bu talilin sahih olmaması gerekir. Ancak ibare, onları (yani karı koca) birisi zorlarsa manasına gelecek şekilde okunursa talil sahih olur.» demiştir. Ebussuûd. «Mal icabetmez...» Yâni hulu bedeli gerekmez. Bu bedel bazen kocanın zimmetinde borç olan mehir bazan da başka bir bedel olabileceği için, öncekine uygun olan bir ifade kullanmış «mal düşer» demiş, şârih de ikincisine münasip düşen bir ifade kullanmış «mal icabetmez» demiştir. «Dediğimiz sebepten dolayı... Yâni kadın mükrehtir. Bir malın düşmesi veya lazım olması için rıza şarttır. «Bu hiledir derler..» Minah´ta şöyle denilmektedir: Bu mesele Kenz ve başka kitaplarda zikredilmiştir. Onların sözünün zahirine göre bu. aslında sahih olmasını istememekle beraber. zahiren kocasına mehri hibe etmek isteyen kadın için bir çıkıştır. ´ «Ben derim ki: O söz musannıfa aittir. Ben diyorum ki: «Bu hile ancak. koca eğer kendisine mehir borcu olmadığını bilirse fayda verir. Nitekim Hulâsa´daki şu ifadeler bunu gösterir: «Bir kimse mehirden geri kalan borcu olduğunu zannederek, karısına borcu olan bir mal mukabilinde hulu yapsa sonra da mehir borcunun kalmadığını hatırlasa kadının talakı mehri karşılığında vaki olur. Eğer kabzetmişse kadının mehrini geri vermesi icabeder. Ama adam, hanımı kendisine hibe ettiği için hanımına mehir borcu olmadığını bilirse kadının bir şey vermesi icabetmez.» Yine ben derim ki: Kenz´in ve diğer kitapların ifadelerinde bu fer´in geçen konuda hiyle olmasını gerektirecek bir şey yoktur. Dolayısıyla zikredilen itiraz geçerli olmaz. Ancak başka bir konuda hiyledir. El-Eşbâh´ın hıyel bahsinde şöyle denilmektedir: «Adam karısına; bu gün mehrini bana hibe etmezsen sen boşsun dese bundan kurtuluş çaresi şudur: Kadın kocasından içerisine mehri sarılmış bir kumaş satın alır. Ertesi günü o kumaşı iade eder. Böylece mehir elinde kalır yeminde bozulmuş olmaz.» Eşbâh´ın Müdâyenât bahsinde de Kınye´den naklen şöyle denilmektedir: «Onun yani hibenin sahih olmaması için üç hile vardır: «Birincisi, kadının hibeden önce kocasından mehrin sarılı olduğu birşey satın alması, ikincisi, hibeden önce bir adamın kadınla, mehre mukabil, dürülü bir şey karşılığında sulh yapması. üçüncüsü de kocasına, hibeden önce kadının mehrini küçük çocuğuna hibe etmesidir. Bu üçüncüsü biraz şaibelidir.» Buradaki, bunun için başka bir hıyle (çıkar yol, çare) olsun. Düşünülşün. Adam, zikredilen konuda yeminini bozmuş olmaz. Çünkü o gün yemininin gereğini yapması mümkün değildir. Mehrin bir kumaşa sarılı olmasıyla kayıtlanması, gün geçtikten sonra görme muhayyerliğinin sabit olması içindir. M E T İ N Bir kimse kendi mülkünde kuyu veya sarnıç kazsa ve bundan komşusunun duvarı nemlense de kuyunun yerini değiştirmesini istese, buna zorlanamaz. Bundan anlaşılan. komşunun zararını def etmek için, kuyunun yerini değiştirmesi iyilikle tavsiye edilir. Bu rutubetten dolayı duvar çökerse kuyu sahibi zamin olmaz. Çünkü onun kendi mülkünde kuyu kazmakla komşusunun hakkına tecavüzü söz konusu değildir. Ancak zarar tesebbüben vuku bulmuştur. İcâre bahsinin sonunda geçtiği üzere, bir kimse kendi arazisine arazinin tahammül edemiyeceği ölçüde su doldursa ve su komşu araziye taşsa suyu dolduran zamin olur. i Z A H «Buna zorlanamaz...» Câmiu´l-Fusuleyn´de şöyle denilmektedir: «Hasılı, bu cinsten olan meselelerde kıyas şudur: Sırf kendi mülkünde tasarrufta bulunan bir kimse. başkasına zararı dokunmuş olsa bile bu tasarruftan men edilmez. Ancak başkasına, çok açık bir şekilde zarar verilmesi durumunda kıyas terkedilir. Bir görüşe göre de kişi başkasına zarar veren tasarruftan menedilir. Alimlerimizin çoğu bu görüşü almıştır. Müftabih olan da budur.» «Komşusunun hakkına tecavüzü söz konusu değildir.» Ben derimki eğer bunun yerine: «Çünkü o mütecaviz değil, mütesebbibtir» denilseydi daha uygun olurdu. Zira, adamın kendi mülkünde kuyu kazması yani onun sebep olması sorumlu olmasını gerektirmez. Ancak, yola taş koyması durumunda olduğu gibi, mütecaviz olursa sorumlu tutulur. «Suyu dolduran zaman olur.» Çünkü o zararı bizzat vermiş kabul edilir. Camiu´l-Fusuleyn´de bu konuda tafsilat vardır. Orada şöyle denilmektedir: «Bir kimse arazisine, orada kalmıyacak ölçüde bir su akıtsa zamin olur. Ama şayet su arazide kalsa sonradan komşusunun tarlasına taşsa, eğer komşu tarlanın sahibi. kendisine suyun önüne set çekmesini veya seti sağlamlaştırmasını söylemişse zamin olur. Bu yıkılmak üzere olan bir duvarın tamiri için duvar sahibini uyârmaya benzer. Şayet komşu tarlanın sahibi su akıtan şahsa set yapmasını söylememişse zamin olmaz.» Remlî´de, hâşiyesinde şöyle demektedir: «Ben derim ki: Hadisetü´l-Fetvâ´nın cevabından anlaşıldı ki, bir kimse bahçesine sarnıç yapsa ve suyun sirâyetinden dolayı komşunun binası zarar görse; şayet kendisine suyun sirâyet etmiyeceği şekilde binayı sağlamlaştırması söylense...» Bu ifadelerle, musannıfın «zamin olmaz» tarzındaki mutlak ifadesi kayıtlanmış olmaktadır. M E T İ N Bir kimse, hanımının arsasına onun izni ile, kendi parasından bir bina yapsa bina kadına aittir, binaya sarfedilen para da kadının borcu olur. Çünkü kadının bu konudaki izni müteberdir. Ama adam kadının izni olmadan, binayı kendisi için yapmış olsa bina onundur. Arsayı gasbetmiş demektir. Hanımının istemesi halinde arsayı boşaltıp teslim etmesi emredilir. Şayet koca binayı hanımının iznini almadan, hanımı için yapmışsa bina kadına ait olur, adam ettiği masrafı karşılıksız yapmış sayılır, hanımından bir şey isteyemez. Hanımın izninin olup olmadığında ihtilaf etseler ve ikisinin de delili olmasa, yemin ettirilerek inkar edenin sözü kabul edilir. Eğer binanın kadına veya erkeğe ait oluşu konusunda ihtilaf etseler, erkeğin sözü kabul edilir. Çünkü hocamızın da ifade ettiği gibi o maliktir. Nitekim mesele gasb bahsinde geçmişti. İ Z A H «Bir kimse hanımının arsasına bir bina yapsa...» Hanımın bağına veya başka bir mülküne bina yapmasında da bu tafsilat geçerlidir. Camiu´l-Fusûleyn. Yine Camiu´l-Fusûleyn de Udde´den naklen şöyle denilmektedir: «Her kim başka birisinin arsasında, arsa sahibinin izni ile bir bina inşa etse bina arsa sahibinindir. Ama onun emri olmadan, kendisi için inşa etse bına kendisine aittir. Onu kaldırması kendisine dittir. Ancak bina arsaya zarar verirse bundan men edilir. Şayet arsa sahibi için, onun izni olmadan yapmışsa, binayı yapan, masrafını teberru etmiş sayılır. Nitekim daha önce geçmişti.» Yine Camiu´l-FusuIeyn´de şu mesele yer almaktadır: Mütevelli, vakfa ait bir arsaya bina yapsa, şayet binayı vakıf için yapmışsa, masrafı ister vakfın ister kendi malından yapsın bina vakfa aittir. Ama eğer binayı kendi malından ve kendisi için yapmışsa, binayı kendisi için yaptığına şahit tutmuşsa kendisinin, tutmamışsa vakfındır. Başka birisinin mülkünde bina yapan yabancı ise böyle değildir. «... Kendisi için yapmış otsa bina onundur.» Bu, âlet ve edavatın tümünün erkeğe ait olması durumundadır. Ama bir kısmı erkeğin bir kısmı da kadının olursa bina aralarında ortaktır. T. Makdisî´den naklen. «Binaya sarfedilen para kadının borcu olur.» Çünkü adam masrafı teberru etmiş değildir. Dolayısıyle, kadının emri sahih olduğu için adam masrafını ondan ister. Adam birisinin borcunu ödemek üzere emredilmiş gibi olur. Zeylaî. İbareden anlaşıldığına göre, erkeğin, karısına rücûu şart koşulmasa bile hüküm böyledir. Mesele ihtilâflıdır. Tamamı, Remlî´nin Camiu´l-Fusuleyn´e yazdığı hâşiyesindedir. «Kadının izni olmadan ..» Eğer izni ile yaparsa arsa âriyet olur .T. «Arsayı boşaltıp teslim etmesi emredilir.» İbarenin zahirine göre, binanın kıymeti arsanın kıymetinden daha fazla olsa da hüküm budur. Anadolu müftüsü Ebussuûd efendi de böyle fetvâ vermiştir. Bu, Şârihin, Kitabü´l-Ğasb´da söylediklerine aykırıdır. Çünkü orada, kıymeti fazla olanın sahibinin, az olanın sahibine bedeli ödeyeceği ifade edilmişti. Biz orada gerekli izahı yapmıştık, oraya müracaat edilsin. «Hocamızın da ifade ettiği gibi...» Yâni Remlî´nin Minah hâşiyesinde belirttiği gibi. Remlî bundan sonra şöyle demiştir: «Ama Fevâidü´z-Zeyniyye´de Kitabü´l-Ğasb´da denildi ki: Bir kimse başkasının mülkünde tasarrufta bulunsa sonra da onun izninin olduğunu iddia etse, malikin sözü kabul edilir. Ancak, hanımının mülkünde tasarrufta bulunsa, kadın ölse ve adam karısının izninin olduğunu iddia etse kadının varisi ise inkâr etse. Kınye´de de belirtildiği üzere kocanın sözü kabul edilir. Buna göre, adam hanımın arsasında onun için bir bina yapsa ve kadın ölse, sonra adam binayı hanımının izniyle yaptığını söyleyerek, masraflarını kadının terikesinden almak istese, diğer varisler ise izni inkar etseler adamın sözü kabul edilir. Bunun illeti, örfün onun için şahit oluşudur. Düşün. «...Gasb bahsinde geçti.» Ben bunu orada görmedim. Ancak orada, az önce Fevâidü´z-Zeyniyye´den naklen söylediklerimiz geçmişti. M E T İ N Bir kimse: «Bu kadın benim süt annemdir» dese ama sonra hata ettiğini itiraf etse, kadın da onu hatası konusunda tasdik etse; adam kadının süt annesi olduğunda; «O haktır, o doğrudur veya dediğim gibidir» yada buna şahit göstererek yahutta sözleriyle nefsi sebata delâlet eden lafzi sebattan (içindekini ifade eden) aynı monada bir şeyle eski sözüne devam etmediği zaman o kadınla evlenebilir. Adamın, onun süt annesi oluşunu tekrar ikrâr etmesinin sebat sayılıp sayılmadığı konusunda Mebsut´ta geniş ihtilaf zikredilmiştir. Özeti, tekrarla ikrarın sabit olmayacağıdır. İ Z A H «O kadınla evlenebilir.» Adamın, bu itirafından dönmesinde mazur sayılacağı açıktır. Onun, süt emmeyi ikrarından sonra kendisine haber veren kişinin hatası ortaya çıkabilir. Bu mesele, içersinde bulunan çelişkinin hoş görüldüğü meselelerdendir. Bu Minah´da zikredilmiştir. «Tekrarının sebat sayılıp sayılmadığı...» Bu mesele Şeyhu´l-İslâm İbn. Şıhne zamanında vaki olmuş, o da bunun sebat olmayacağına fetvâ vermiştir. Bazı muasırları ise ona muhalefet etmiş, uzun münakaşalar olmuş ve bunun için Sultan Kayıtbay´ın emri ile meclisler aktedilmiştir. Sonra kırk kitaptan yapılan nakillerin Şeyhu´l-İslâm Kadı Zekeriyya´ya arzedilmesi fikri ağırlık kazanmıştır. Zekeriyya´da şu cevabı vermiştir: «Bu nakillerin açık ifadelerinden anlaşıldığına göre sebat ancak «o haktır» sözü ve benzeri bir şeyle hasıl olur. Bu nakillerde, tekrarında böyle sayıldığına detâlet eden açık bir ifade yoktur. Evet Mebsut´un sözünden şu alınır: Fakat ikrar üzerinde sabit olan akitten sonra onu yenilenen de olduğu gibidir. Şayet kişi akitten önce ikrar etse. sonrada ikrarını ikrar etse bu «o haktır» demesi yerine geçer. Ben radâ bahsinde bu konuda tafsilat verdim Oraya başvur. «Mebsut´ta geniş ihtilaf zikredilmiştir.» Biliyorsunuzki Mebsut´ta Hilafın beyanı yoktur. Ondan anlaşılan, tekrar ile israrın sabit oluşudur. Şârihin sözüne göre ise sabit olmaz. Doğrusu, sabit olmasıdır. Her halde bu bir yazı hatasıdır. Şayet, «Nakillerin sârih ifadelerine göre onunla ısrar sabit olmaz.» deseydi daha güzel olurdu. M E T İ N Bir adam borçlusunu tutsa, bir başkası da onu elinden kurtarsa zamin olmaz. Çünkü o sebebiyet vermedir. Bir başkasının malını hırsıza gösteren veya düşmanından kaçanı düşmanı tutupta düşmanının onu öldürmesine sebep olan içinde hüküm böyledir. Bir kimsenin elinde başkasının malı olsa ve sultan kendisine: «Şu malı bana ver, aksi halde elini keserim -veya- sana elli sopa vururum» dese de, adam verse zamin olmaz. Çünkü mükrehtir. İ Z A H «Çünkü o sebebiyet vermedir..» Yâni çalmak. Onunla, hak sahibinin hakkının zayi olması arasına irade sahibi birisinin fiili girmiştir. O da borçlunun kaçmasıdır. Dolayısıyla telef, -kölenin bağını çözüpde onun kaçması durumunda olduğu gibi- salıvermeye nisbet edilmez. Zeylaî. «Yahutda, sana elli sopa vururum» veya daha fazla.. Şayet ona : «Seni bir ay hapsederim -veya- seni döverim» dese, zamin olur. Çünkü başkasının malını vermek ancak helâk korkusu olursa caizdir. Ama ikrâh bahsinde sultanın emrinin ikrâh olduğu geçmişti. Düşün. «Adam verse...» Fakat kendi malından verirse rücû edemez. Nitekim Tahtâvî´nin ifadesi geçmişti. «Çünkü o mükrehtir» Allâme Makdisi şöyle der: «Şayet kendisinden zorla aldığını iddia etse yeminle yetinilir mi yoksa delil gerek mi? konusunun beyana ihtiyacı vardır.» Hamevî. Ben derim ki; Onun emin oluşunun gereği yeminle iktifâ edilmesidir. Nitekim malın helâk olduğunu iddia ettiğinde de durum budur. Düşün. M E T İ N Bir kimse: «falan aleyhindeki davamdan vazgeçtim ve işimi âhirete bıraktım» dese, daha sonra yani böyle dedikten sonra açacağı dava dinlenmez. Bu, Kınye´de zikredilmiştir. Sahih olan görüşe göre, icâzet fiillere lâhık olur. Buna göre, bir kimse birisinin malını gasbetse ve mâlik onun gasbına icâzet verse icâzeti sahih olur ve gasıb damandan kurtulur. Gasıb malı kullanmış olsa da mâlik onu korumasını emretse, malı korumadıkça damandan kurtulamaz. Konunun tamamı İmâdiye´dedir. İ Z A H «Mâlik onun gasbına icâzet verse...» İmâdiye ve diğer bazı kitaplarda şöyle denilmektedir: «Birisi bir şey gasbetse ve kabzetse, mâlik de kabza icâzet verse ilh...» Bu ifade, musannıfın, «gasbına icâzet verse» sözünden daha uygundur. «Onu korumadıkça damandan kurtulamaz.» Bunun mefhumundan anlaşılan, eğer onu kullanmamışsa mâlikin mücerret emri ile, (ğasıp malı korumasa bile) damandan kurtulmasıdır. Herhalde metindeki ibareden maksat gâsıbın, bir elbise gasbedip giymesinde olduğu gibi malı kullanmış olması ve kullanmaya devam etmesidir. Mal sahibi, elbiseyi korumasını emrettiği zaman. onu çıkarıp korumadıkça damandan kurtulamaz. Ama eğer´ mâlikin emrinden önce elbiseyi çıkarıp korusa, (sonra da) onu muhafaza etmesini emretse zahire göre damandan kurtulur. Çünkü o, çıkarması emredildikten sonra kullandığı takdirde mütecavizdir. Emirden önce çıkardığında ise mütecaviz değildir. Benim anladığım bu. Tahtâvî de aynısını söylemiştir. M E T İ N Bir kimse yaban eşeği avlamak için kıra, üzerine besmele çekerek bir orak koysa ve ertesi gün gelip -Bu kaydı ittifakidir. Çünkü aynı saatte gelip onu ölü olarak bulsa helâl olmaz. Zeylai- eşeği yaralanmış olarak ölü bulsa yenmez. Çünkü yenilebilmesi için onu bir insanın kesmesi veya yaralaması şarttır. Aksi halde bir hayvanın toslaması ile ölmüş gibi olur. İ Z A H «Bu kaydı ittifakidir...» Zeylaî´ye tebean Minah´ta musannıf ve Aynî de aynısını söylemiştir. Musannıfın Zebâih bahsinde söylediklerinin gereği bu kaydın ihtirazi (bir hüküm ifade eden) olmasıdır. Çünkü orada şöyle demişti: «Besmelenin hayvanı keserken veya ava silah atarken ve av hayvanını gönderirken yada aramaya terkettiği zaman yaban eşeği için de demiri koyarken çekilmesi şarttır.» Kitabü´z-Zebh ve Kitabü´s-Sayd´da yazdıklarımıza bak. M E T İ N Koyunun şu yedi şeyi(ni yemek) tahrimen -bir görüşe göre ise tenzihen, önceki daha doğrudur- mekrûhtur. Bunlar: Ferc. hûsye (haya) bez, sidik torbası. öd kesesi, akan kan ve tenasül uzvudur. Çünkü bunların mekrûh oluşunda eser vârid olmuştur. Bir âlim bunları bir beytte toplayarak şöyle demiştir: «Tenasül uzvu hayalar ve sidik torbası de, Kan sonra öd kesesi ve bez de böyle.» Bir başkası da şöyle demiştir: «Bir koyun kesildiği zaman yedi organın dışında kalanını ye, ama o yedi şeyde vebâl var. Bunlar: ha, hı, gayn, dal, iki mim ve zâl´dır.» «Tahrimer» mekrûhtur..» Çünkü Evzaî, Vâsıl b. Ebî Cemile vasıtasıyla Mücâhid´den şöyle rivâyet etmiştir: «Rasulüllah (s.a.v.) koyundan, zeker, haya, ferc, bez, öd kösesi, sidik torbası ve kanı kerih gördü.» İmamı Ebû Hanîfe; «Kan haramdır, kalan altısı mekrûhtur» der. Çünkü Allah (c.c.) «Size kan ve leş haram kılındı» buyurmuştur. Kan hakkında nass bulunduğu için o kesin olarak haramdır, kalanları da mekrûhtur. Zira bu altı şeyi insan nefsi çirkin ve kerih görür. Bu mânâ, «Onlara habisleri haram kılar...» âyetinden dolayı mekrûhluğa sebeptir. Zeylai. Bedâî´de Zebâih bahsinin sonunda şöyle denilmektedir: «Mücahid´der» rivâyet edilen»den murat tahrimen mekrûh oluşudur. Haram olan akıcı kan ile, bu altı şeyin bir arada anılması buna delildir. İmamı Azâm´da; kan haramdır altısını mekrûh görürüm. İfadesi ile haramlığı kana itlâk etmiş, diğerlerine mekrûh demiştir. Çünkü haram haramlığı kesin bir delille sabit olan şeydir ki o da müfesser âyettir. Allah (c.c.) veya akıcı kan buyurmuştur. Kanın haramlığında icmâ da vardır. Diğer altı şeyin yasaklığı ise kesin delille sabit değildir. Belki, içtihad, tevile ihtimali olan Kur´an´ın zahiri veya hâdisle sabittir. Onun için imamı Azâm, kan ile diğerlerini ayırmış, kana haram öbürlerine mekrûh demiştir.» İ Z A H Ben derim ki: «Metinlerin mutlak ifadelerinin zahirine göre mekrûhtur.» «Bu görüşe göre tenzihen mekrûhtur.» Bunu söyleyen, Kınye sahibidir. Çünkü o şöyle demiştir: «Zeker veya be»z çorbanın içersinde pişirilse çorba mekrûh olmaz. Bunların mekrûhluğu tahrimi değil, tenzihidir.» Vehbâniyye sahibi de Kınye´dekini ihtiyar etmiş ve «bunda iki faide var: birisi kerâhetin tenzihi oluşu öbüründe çorba ve eti yemenin mekrûh olmayışıdır» demiştir. Bunu İbnü´-Şıhne de Şerhinde nakledip ikrâr etmiştir. «Önceki daha doğrusudur...» İmam Ebû Hanife´nin âyeti delil göstererek söyledikleri buna delildir. Kınye sahibinin sözü de metinlerin zahirine ve Bedâî´nin ifadesine ters değildir. «Koyunun şu...» Koyunun zikredilmesi ittifakidir. Çünkü eti yenen bütün hayvanlarda hüküm aynıdır. T. «Akan kan» Kesildikten sonra damarlarda kalan kan mekrûh değildir. «Bir beytte...» Bundan önce bir beyt daha vardır. O Minah´ta zikredilmiştir ve şöyledir: «Koyundan yedi parça mekrûhtur, Onları, ben sana sayı ile açıkladım» al.. «... Torbası de: Bütün nüshalarda böyledir. Ama bu durumda sayı altı olur. Görünüşe göre beytin aslı: «Hayyen zeker: ferç, zeker» olmalıdır. «Bir başkasında şöyle dedi». Yâni remizlerle ifade etti. Benim şu beytimde onun gibidir: «Boğazlanan hayvanlardan şu harflerin topladıkları atılır: (f, h, zel, mim, dal, ğayn; mim). M E T İ N Kâdı; gaib olan birinin ve çocuğun malını ve yolda bulunan sahipsiz bir malı Kazâ bahsinde geçen şartlarla borç olarak verebilir. Baba (çocuğunun), vasî (vasayetindeki kişinin) nin malını, düşürülen malı, bulan ise bulduğu malı borç veremez. Ancak yitik malı bulan kişi sahibini bulmak için ilân ettiği zaman onu bulamazsa sadaka olarak verebilir. Buna göre, onu borç olarak verebilmesi öncelikle câiz olmalıdır. Zeylaî. İ Z A H «Yolda bulurum sahipsiz bir malı...» Bazı âlimler, bu malın zimmi tarafından düşürülmüş olmayan bir mal olması kaydını koymuşlardır. Zimminin düşürdüğü bir malı ise hakim borç olarak veremez. Çünkü onun sadaka olarak verilmesi caiz değildir. Böyle bir mal ancak hazineye verilir. Çünkü borç verme bir nevî ibadettir. zimmi ise ibâdete ehil değildir. Bulunan malın borç verilmesi meselesinde bir kayıt konulmadı. Dolayısıyla bu o malın, bulana da bir başkasına da borç verilebileceğini gösterir. Bahr de ki: «Malı bulana borç verebilir..» tarzındaki ifade, hükmü kayıtlamak için değildir. Düşün. «Kazâ bahsinde geçen şartlarla...» Orada şöyle demişti: «(Bu malları) Vasî, onu mudarebe yoluyla işletecek biri ve onu satın alıp işletecek birisi yoksa ödeme gücü olan güvenilir birine (verebilir)». «Vasî yoksa...» sözünü Bahr sahibi bir bahis olarak zikretmiştir. O konuda hayli söz vardır, yerinden öğrenilir. «Baba... borç olarak veremez.» Eğer bunlar verirlerse zamin olurlar. Çünkü alacağı tahsilden âcizdirler. Kâdı ise böyle değildir. Anılan kişilerin, yangın ve yağma gibi durumlarda zarurete binaen borç verebilmeleri istisna, bir hükümdür. Bu durumlarda borç olarak vermeleri ittifakla caizdir. Bahr. Şârih de Kitabü´l-Kazâ da böyle demiştir, Musannıfın; «baba kâdı gibi değil, vasî gibidir» tarzındaki ifadesi sahih görülen iki görüşten birisidir. Metinler de bu şekildedir. Bahr de ifade edildiğine göre mütemet olan budur. «Ancak yitik malı bulan kişi sahibimi bulmak için ilân ettiği zaman...» Zeylai bunu, «vermesi gerekir» sözcüğü ile zikretmiştir. Zahire göre bu. onun bir araştırmasıdır, ancak bu, mal sahibi icâzet vermezse, kâdı da olduğu gibi bulanın da zamin olmaması intibâını vermektedir. Halbuki, bizim dediğimiz, zaman olmadığı takdirde, borç vermeyi sadaka verme hükmünde saymak mümkün değildir. «Borç olarak verebilmesi öncelikle câiz olmalıdır.» Bir fakire borç verilmesi Zeylaî. M E T İ N Bir kimse: «Allah müşriklere azab edecekse hanımım boş olsun» dese Alimler, kadının boş olmayacağını söylemişlerdir. Çünkü müşrikler içerisinde azab edilmeyecek olanlar da vardır. Haniye de böyle denilmiştir. Tevcihi´nin Zahîri´ne göre bu bir kısım (müşrik) dan maksat, ömründe müşrik olmak suretiyle kendilerine müşrik denilmesi doğru olan ama sonra da iyi bir sona eren (müslüman olan) ler veya müşriklerin çocuklarıdır. Çünkü onlar şeran müşriktirler. Onlardan bir kısmının azab edilmeyeceği sabit olunsa, -ki o salibeyi cüziyyedir- her müşrik azab edilir manasına mücibe-i külliye olmaz. Bunu Musannıf söylemiştir. Bu luğazı İbn Vehban bundan başka bir vecih üzerine getirip şöyle demiştir: . «Kafir cehenneme girmeyecektir, ama orada müminler oturacaktır. diye birisi var mı?!» Bunun manası: Kafirler cehennemi gördüklerinde Allah´a ve Rasulüne inanacaklar ama bu onlara fayda vermeyecektir. Allah (c.c.): «Azabımızı gördüklerinde iman etmeleri onlara fayda vermez» buyurmuştur. Yukarıdaki beytin baş tarafının diğer bir manası daha vardır ki şudur: Cehennemde, onun işlerini idare eden ve mümin olarak melekler otururlar. Beyitte iki soru vardır. İbn Şıhne: «Bana göre bu anılması ve söylenmesi doğru olmayan sözlerdendir. Bu sözün yazılması ve tedvini gerekmez. Söyleyenin te´vili de kabul edilmez» der. Ben derim ki: Bunun (İkinci kısım) Vechi´nin açıklığına rağmen hakkında konuşmuştur. Peki birincisi nasıldır? gafil olma. Sonra ben hocamın : «Onu (İbn Şıhne´nin sözünü) nakletmekle kendisinin sözünü inkarla hükmettiği ve onu tedvin etmemek gerektiği görüşünde olduğunu gösterdi dediğini gördüm. İ Z A H «Tevcihinin zahirine göre...» Minah´ın ibaresi şu şekildedir: «İmam Kâdihan´ın sözünden anlaşılan tevcihin zahirine göre zikredilen şarttaki müşriklerden maksat tümüdür. Onun için gerekçede, çünkü müşriklerden azab edilmeyecek olanlar var demiştir. Bu bir kısımdan maksadın. genelde kendisine müşrik denilmesi doğru olanların olması da muhtemeldir... ilh...» «Onlar şer an müşriktirler...» Yâni tebeıyyet yoluyla müşriktirler. Minah. Bunun manası şudur: Onlara şeran babalarına yapılan muamele yapılır. Bunların ahiretteki hükümleri konusunda ise on görüş vardır. Bunlardan birisine göre müşriklerin çocukları, cennet ehline hizmet edeceklerdir. İmam Ebû Hanife´den gelen meşhur rivayete göre onların uhrevi hayatı hakkında görüş beyan edilmez, bunu Allah bilir. «Mucibei külliye olmaz..» Yâni koca bu sözü ile yemininde hanis olmaz. (hanımı boş düşmez). Çünkü o hanımının boş olmasını bütün kafirlerin azab görmelerine bağlamıştır, bu do tahakkuk etmemiştir. Minah. «Beyite iki soru vardır..» Bunlar kafirin cehenneme girmemesi ve müminlerin cehenneme girmeleridir. «Söyleyenin tevili de kabul edilmez...» Bu sözün gereği; bu sözü söyleyenin küfrüne hükmedilir. Ama bu yerinde bir şey değildir. Çünkü bilindiği gibi, küfrü gerektiren bir çok vecih, bunu men edende bir tek vecih olsa müftinin tekfiri men eden yöne meyletmesi icabeder. özellikle karine bulunduğunda ve luğaz kastedildiğinde böyle yapılmalıdır. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.v.) bir hanıma şaka ile «Cennete kocakarı girmez» buyurmuştur. «Peki birincisi nasıldır?...» Yânı metindeki, şiirin birinci bölümüne denk olan söz nedir? «Hocamın... dediğini gördüm» Yâni bunu Minah hâşiyesinde İbn Şihne´nın sözünü naklettiği yerde musannıfa itiraz sadedinde söylemiştir. Ancak Şârihin Musannıfın İbn Şihne´nin sözünü zâmirin merciinin bilinmesi için naklettiğini belirtmesi gerekirdi. M E T İ N Gören birisi tarafından sünnetli zannedilecek derecede haşefesi (sün. net yeri) açıkta olan çocuk, sonradan müslüman olan yaşlı da olduğu gibi zekerinin kabuğu kesildiğinde kendisine acı veren kişi ve uzmanların kendisi için sünnet olmaya dayanamaz dedikleri şahıs. sünnet edilmez. olduğu gibi bırakılır. Bir kimse sünnet edilse fakat kabuğun tamamı kesilmese bakılır; Şayet kesilen kısım yarıdan fazla ise sünnet edilmiş sayılır. Ama kesilen kısım yarı veya yarıdan az ise sünnet sayılmaz. Çünkü hakikaten ve hükmen sünnet olma gerçekleşmemiştir. Sünnet olmak, haberde geldiği üzere sünnettir. O İslâm´ın şiar ve husûsiyetlerindendir. Şayet bir memleket ahalisinin tümü sünnet olmayı terketse devlet onlarla savaşır. Sünnet olmak ancak bir mazerete binaen terkedilebilir. Dayanamıyacak durumdaki ihtiyarın özrü açıktır. Sünnetin vakti belli değildir. Bazı âlimler tarafından yedi yaşında olacağı söylenir. Nitekim Mültekâ´da böyle denilir. Bazılarına göre on yaşıdır. Son müddetinin oniki yaş olduğunu söyleyen de vardır. Bir görüşe göre itibar, çocuğun dayanabileceği zamanadır. Bu en uygunudur. Ebû Hanife: «Ben onun vakti hakkında birşey bilmiyorum» der. Sahibeyn´den de bu konuda bir görüş nakledilmemiştir. Onun için ulema meselede ihtilaf etmiştir. Kadınların sünnet olmaları sünnet değildir ama erkekler için bir iyiliktir. Sünnet olduğu görüşü de mevcuttur. Sûyûtî sünnetli olarak dünyaya gelen Rasulleri bir şiir halinde toplamış ve şöyle demiştir: «Ömrüne yemin olsun ki Rasuller içersinde doğuştan sünnetli olan on yedi tane var. Bunlar; Zekeriyya, Şit, İdris, Yûsuf, Hanzala, İsa, Mûsa, Âdem, Nuh, Şuayb, Şâm, Lût, Salih, Süleyman, Yahya, Hûd. Yâsin ve Hatemü´l-Enbiya (Hz. Muhammed) (s.a.v.)´dir. İ Z A H «... Hükmen sünnet olma gerçekleşmemiştir.» Hükmî sünnet kabuğun çoğunu kesmekle olur, bu da gerçekleşmemiştir. T. «Devlet onlarla savaşır». Ezânı terkettiklerinde olduğu gibi, onlara savaş açar. Minah. «Sünnetin vakti belli değildir..)» Yâni sünnet edileceği ilk vakit. Miskin. Yahutta Kenz üzerine yapılan Bakir şerhinden nakledildiği üzere sünnetin müstehap vakti. «Belli değildir...» Yâni takdir edilmiş bir müddet yoktur. Şarih, Kenz´deki gibi, musannıfın kesin ifadesinden ayrılmıştır. Buna sebep: Metinlerin adeti üzere, metnin İmam Azâm´ın görüşü üzere câri olmasıdır. «Yedi yaşında olacağı söylenir..» Çünkü çocuk bu yaşa geldiğinde namaz kılmakla emrolunur. Aynı şekilde daha iyi temizlik yapması sünnetle de emrolunur. Bunu Kâfî sahibi söylemiştir. Hezenetü´l-Ekmel´de; küçük yaşta sünnet olmasının daha güzel olduğu yedi yaşından birazcık bırakılmasında da beis olmayacağı ilâve edilmiştir. Sünnetin temizlik için olduğu büluğdan önce çocuğa bunun vacip olmadığı, dolayısıyla baliğ oluncaya kadar sünnet yapılmayacağı da söylenmiştir. T. «Bazılarına göre on yaşıdır...» Çünkü çocuk bu yaşa gelince namazla daha dikkatli bir şekilde emrolunur. «Bu en uygundur..» Yâni fıkha daha uygundur. Zeylaî. Bu ifade bir görüşün tashihi için kullanılan lafızlardandır. «Ebû Hanife... der.» Zahir´de bu İmam Azâm´ın, bir süre veya mikdarla sınırlı olan konulardan hakkında nass bulunmayanların takdir edilmeyip görüşlere bırakılacağı konusundaki kdidesine binaen, öncekine muhalif değildir. Şârih bunu önce tercih ettiği görüşünü te´yid için imamdan nakletmiştir. Tekrar yoktur. Anla. «Erkekler için bir iyiliktir.» Çünkü cinsi temasda daha çok zevk verir. Zeylaî. «Sünnet olduğu görüşüde mevcuttur.» Bezzâzî, Hunsa´nın sünnet olacağı konusundaki nassı gerekçe göstererek kadının sünnet olacağını tek bir görüş olarak ifade etmiştir. Bezzâziye göre, eğer kadının sünnet olması bir ikramdan ibaret olsaydı hunsa sünnet edilmezdi, çünkü onun kadın olması muhtemeldir. Ama bu, erkeklerdeki sünnet gibi değildir. Ben derim ki: Hunsa erkek olma ihtimaline binaen sünnet edilir. Erkeğin sünnet edilmesi terkedilmez. Onun için hunsanın sünnet edilmesi sünnettir. Bu, kadın için de sünnet olmasını gerektirmez. Sıracü´l-Vehhâc´ın Kitâbü´t-Tahare bölümünde şöyle denilmektedir: Bilmiş ol ki erkek ve kadının sünnet olmaları bize göre sünnettir. İmam Şâfiî ise vacib olduğunu söyler. Bazı âlimlerde: «Erkekler için sünnet. kadınlar için müstehaptır. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.v.) erkeklerin sünnet olması sünnet, kadınların sünnet olmaları müstehaptır buyurmuştur.» derler. Bir çocuğun iki tane aleti olsa; eğer her ikisi de faalse ikisi de sün"et edilir. Birisi faal olursa sadece o sünnet edilir. Aletin faaal oluşu, idrar yapması ve sertleşmesi ile bilinir. Hunsayı müşkil (erkeklik veya kadınlık tarafını tercih ettirecek bir yön bulunmayan hunsa) kesin olması için iki aletinden de sünnet edilir. Eğer çocuğun malı yoksa, sünnetçi ücreti babası tarafından ödenir. Kölenin sünnet ücreti de efendisine aittir. Bir kimse sünnet olmadan baliğ olsa hakim sünnet olması için zorlar. şayet (sünnet edilirken) ölürse sünnetçi sorumlu olmaz. Çünkü şer´an izinli olunan bir fiil sebebiyle ölmüştür. «Rasuller içersinde.. ilh...» Açıktırki Sâm ve Hanzale Rasûldürler. EK: Sünnet ,olmanın sebebi hususunda şöyle denilmiştir: İbrahim aleyhisselam oğlunu kurban etme korkusu ile imtihan edilince, herkesin bir uzvu kesip kan akıtma korkusunu yaşamasını istedi. İbrahim aleyhisselam´a tebaen babaların, oğullarını teslim etmeye sabırla imtihan edildi. İbrahim (a.s.) seksen veya yüz yirmi yaşında iken sünnet oldu. Önceki (seksen yaşında oluşu) görüş daha doğrudur. Bu iki görüşü : Öncekini peygamberlikten itibaren olan yaşına ikincisini de doğumundan itibarenki yaşına hamledilerek uyuşturmak mümkündür. İbrahim (a.s.) Kadim denilen yerde sünnet olmuştur . Bu konudaki rivayet «bi´l-Kadûm. » dur. Kadûm da kelime olarak «keser. demektir. Ayrıca bir yerinde adıdır. Dolayısıyla «bi´l-Kadum» sözünün iki manaya da ihtimali vardır İbn Abidin buna işaret etmektedir. (Mütercim) Hadisciler ve rivayetler, Hz. Peygamber Efendimizin sünnetli olarak dünyaya gelişi konusunda farklıdır. Bu konuda sahih bir söz yoktur. Zehebî; Hâkimki «Hz. Peygamber´in sünnetli olarak dünyaya gelişindeki rivâyet tevâtür derecesindedir» sözünü red konusunda uzun uzun konuşmuştur. Onlara göre bu konudaki hadisin zayıf olduğu sabittir. Hadis hafızlarından bazıları, Rasulüllah´ın sünnetli olarak dünyaya gelmediği görüşünün doğruya daha uygun olduğunu söylemişlerdir. M E T İ N Küçük çocuğu dağlamak. yarasını yarmak ve diğer tedavilerini yapmak caizdir. Çünkü bunda maslahat vardır. Hayvanların, damarlarını yararak tedavi etmek dağlamak ve kendisine fayda veren her türlü tedaviyi uygulamak caizdir. Kuduz köpek ve zarar veren kedi gibi, zararı dokunan hayvanları öldürmek de caizdir. Kişi kediyi öldüreceğinde onu boğazından keser ezâ vermez. Çünkü onun faydası yoktur. Kediyi yakmaz. Mültekâ´da : Çekirge, kene ve akrebin yakılmalarının mekruh olduğu ifade edilmektedir. İçersinde karınca bulunan bir odunu yakmakta beis yoktur. Biti atmak edebe aykırıdır. İ Z A H «Zarar veren kedi... » Güvercin ve tavukları yemesi gibi zarar veren kedi. «Onu boğazından keser.» Zâhire göre köpek de kedi gibidir. (O da kesilir). «Çekirge... yakmak mekruhtur.» Yâni tahrimen mekruhtur. Pire, kene yılan da akrep gibidir. T. «Biti atmak edebe uygun değildir...» Çünkü bu başkalarına eziyet verir, unutkanlık meydana getirir. Bir de onun aç kalmasına sebep olur. Pire ise böyle değildir, toprakta da yaşar. İ Z A H At ve deve yarışları koşu ve atış müsabakaları caizdir. Çünkü bunlar harbe hazırlıktır. Ama taraflardan birisinin ötekine (kaybedenin kazanana) para vermesinin şart koşulması haramdır. Fakat Hazr bahsinde geçtiği üzere araya şartına uygun bir şekilde muhallil katarsa taraflardan birisinin öbürüne bir şey vermesi istihsanen haram değildir. Katır gibi bu dördünün dışındaki bir şeyle, (araya muhallil de girse) kazananın para olması şartı ile müsabaka yapmak caiz değildir. Ama orada para almasa her şeyde caizdir. Tamamı Zeylai´dedir. İ Z A H «Müsabakaları caizdir». Yani maksadını atın yapabileceği birşey ve atlardan her birisinin kazanma ihtimalinin bulunması şartıyla. Fakat, mutlak surette birisini kazanacağı biliniyorsa caiz olmaz. Çünkü bu harb eğitimi için kıyasa aykırı olarak caiz görülmüştür. Zira bunda, hiçbir menfaat olmamak kaydıyla başkasına karşı mal borçlanma söz konusudur. Bu da caiz değildir. Zeylaî. «Çünkü bunlar harbe hazırlıktır.» Hazr bahsinde geçtiği üzere bu menduptur. Ama eğlence için yapılırsa mekruhtur. «Melekler ok atma ve müsabakanın dışındaki bir oyunda hazır olmazlar» hadisinde müsabakanın lehv (oyun) diye adlandırılması herhalde şeklî benzerlikten dolayıdır. «Taraflardan birlisinin ötekine para vermesinin şart koşulması haramdır.» Bu şöyle yapılır: Birisi öbürüne: «Eğer senin atın benim atımı geçerse ben sana şu kadar vereceğim, benim atım seninkini geçerse sen şu kadar vereceksin» der. Zeylai. «Fakat araya muhallil sokarsa...» Eğer «muhallil sokarlarsa» deseydi daha uygun olurdu. Muhallil sokmanın şekli şöyledir: Taraflar üçüncü bir şahsa «eğer sen bizi geçersen ikimizin parasıda senin, ama biz seni geçersek bir şey vermeyeceksin» derler, fakat aralarında koşmuş oldukları (hangisi geçerse öbüründen para alması) şart eski hal üzere devam eder. Buna göre yarışı muhallil (üçüncü at) kazanırsa diğer ikisinin koydukları malları alır. Diğerleri kazanırsa bu üçüncüsü bir şey vermez ama kazanan diğer yarışçıdan konuştukları parayı alır. Zeylaî. «Şartına uygun bir şekilde...» Bu şart üçüncü atında, öbür iki ata denk olmasıdır. Tabî kazanması da kaybetmeside caizdir. «... Müsabaka yapmak caiz değildir.» Bunu Zeylai söylemiştir. Benzeri: Hâniye, Zahire ve başka kitaplarda da vardır. Şârih ise, Hazr ve ibâha bahsinde katır ve eşeğin de at gibi olduğunu söylemiş ve bunu Mecma ve Mültekâ´ya nisbet etmiştir. Ben derim ki: «Bunun benzeri; Muhtar, Mevahib ve daha başka kitaplarda da vardır. Musannıfda buradakinin aksine Hazr ve ibâha bahsinde bunu ikrar etmiştir. Mesele ile ilgili geniş malumat Hazr ve ibâha bahsinde geçmiştir, oraya başvur. «Tamamı Zeylaî´dedir.» Çünkü o şöyle demiştir: »Bir adam, yarışan bir guruba veya iki kişiye, «yarışı hanginiz kazanırsa ona şu kadar para vereceğim» dese veya okçulara, «hedefi kim vurursa ona şu kadar para vereceğim» dese caizdir. Çünkü bu bağış kabilindendir. Hazineden bağışta bulunmak caiz olduğuna göre, kişinin kendi malını bağışlaması öncelikle caizdir. Buna göre: Fakihler bir konuda ihtilaf etseler ve doğruyu söyleyene bir ödül verilmesi şort koşulsa, at konusunda söylediğimiz üzere ödülü taraflardan birisi koymamışsa caizdir. Çünkü her iki konuda da bilgi edinme dinin kuvvetlenmesi ve Allah´ın isminin yüceltilmesi sonucunu intâceder. Musabaka konusunda, zikredilen cevâzden maksat, malın helâl oluşudur, alacaklının hak sahibi oluşu değildir. Buna göre mağlub olan, konuşulan parayı vermek istemezse hâkim kendisini zorlamaz ve onun aleyhine borç kararı vermez.» Konu Başlığı: Reddü´l Muhtar / Çeşitli Meseleler Gönderen: Zehibe üzerinde 26 Ocak 2010, 19:09:40 M E T İ N
Peygamberler ve meleklerin haricinde birisine selavât getirmek, ancak tebeiyyet yoluyla caizdir. Hz. Peygamber için rahmet dilemek (Rahımehûllah) demek caiz midir? Bu konuda iki görüş vardır. Zeylai. Ben derim ki: Zâhire´de bunun mekrûh olduğu zikredilir. Sûyûti ise başlı müstakil olarak değilde, başkasına tabi olarak caiz olacağına fetvâ vermiştir. Aralarında uyuşma olsun. Tevfik oncak Allah´tandır. İ Z A H Peygamberler ve meleklerin haricinde birisine salavât getirmek..» Çünkü selavâttaki ta´zim diğer duaların hiçbirinde yoktur. O, rahmette fazlalık ve Allah´a yakınlıktır. Bu do, kendisinden hata ve günâh sadır olanlara, ancak tabliyyet yoluyla tâyıktır. Tâbliyyet yoluyla şöyle denilir: «Allahümme salli alâ muhammedin ve âlihi ve sahbihi ve sellim» (Burada Peygamberin âli ve ashâbına, Hz. Peygambere tebean selavât getirilmektedir.) Çünkü bunda Hz. Peygamber (s.a.v.)´i tazim vardır. Zeylaî. Peygamberlerden başkasına selavât getirmek tahrimen mi tenzihen mi mekrûhdur? Yoksa evlâ olana muhalif midir? konusunda ihtilaf edilmiştir. Nevevî Ezkâr da ikinci görüşü sahih görmektedir. Biri´nin Eşbâh Şerhinin mukaddimesinde ise «Peygamberlerden başkasına selavât getiren günahkâr olur ve mekrûhtur. Sahih olan budur». denilmektedir. Müstasfa´da : «Allah Ebû Evfâ ailesine salât etsin» hâdisi hakkında şöyle denilmektedir: «Salavât Hz. Peygamberin hakkıdır. Onun başkası için selavât getirmesi caizdir. Başkası ise yapamaz.» Peygamberlerden başkasına selâm (selâm filana olsun demek) hakkında ise: Lekkâni Cevheratu´t-Tevhîd Şerhi´nde İmam Cuveynî´den şöyle nakletmiştir: Selâm, salât manasınadır. Ğalb hakkında kullanılamaz. Peygamberlerden başkaları hakkında, Peygamberler anılmadan «selâm» kullanılamaz. Meselâ : «Ali aleyhisselâm» denilemez. Bu konuda ölülerle diriler arasında fark yoktur. Ancak hazır olan kişiye : «Esselâmü aleyküm» veya «(Selâmün aleyke» yada «selâmün aleyküm» denilebilir. Bunda icmâ vardır. Ben derim ki: Hazır olanın; «esselâmü aleyna ve alâ ibadillahissalihîn» demesi câizdir. Zâhire göre; Peygamberlerden başkasına gıyâben selâmın men ediliş gerekçesi, Nevevi´nin, selavâtın menindeki gerekçede söyledikleridir. O da; bunun bidat ehlinin şiarı oluşudur. Ayrıca selâm selefin dilinde Peygamberlere mahsustur. Nitekim bizim dilimizde de »azze ve celle» Allah Tealâya mahsustur. Hz. Peygamber (s.a.v.) aziz ve celle ise de «Muhammed azze ve celle» denilmez. Lekkânî şöyle der: Kadı iyaz derki: «Muhakkak ulemanın görüşü, Malik ve Süfyânın söyledikleri ve benim de meylettiğim, fakihlerin ve kelâmcıların çoğunun tercihi şu: Nasılki takdis ve tenzih sadece Allah Teâlâya yapılıyorsa, salât ve selâmın da Peygamberlere mahsus olması gerekir. Onlardan başkaları hakkında gufran (bağışlama) ve rıza söylenebilir. Nitekim Allah (c.c.) «Allah onlardan razı oldu, onlarda Allah´tan razı oldular», «Ey Rabbimiz bizi ve bizden önce inanmış olan kardeşlerimizi bağışla» buyurmuştur. Ayrıca Peygamberler´den başkaları için salât ve selâm getirmek, ilk asırda bilinmeyen bir şeydir. Bunu, Rafızîler bazı imamlar hakkında Ihdas etmişlerdir. Bidat ehline benzemek yasaktır, onlara muhalefet icabeder.» Ben derim ki: Bid´at ehline muhalefet bize göre de mukarrardır. Fakat mutlak değildir. Bu, kötü konularda ve onlara benzeme kasdının bulunması halinde söz konusudur. Nitekim şârih bunu Namazı bozan şeyler bahsinde beyan etmişti. «Bu konuda (peygambere rahmet dilemek) iki görüş vardır.» Bazı âlimler Caîz değildir, çünkü onda (peygambere rahmet dilemek) selavâtta olduğu gibi ta´zim manası yoktur. Onun için Peygamberlerîn ve meleklerin haricindekilere bununla dûa etmek caizdir. Peygamberimiz (s.a.v.) kat´i olarak rahmete nail olmuştur. Dolayısıyle onun için rahmet dilemek, hasılı tahsil sayılır. Biz, salavât ile, bundan müstağni olduk. Bu yüzden rahmet dilemeye ihtiyaç yoktur» derler. Bazı âlimler ise bunun cevâzına kalidirler. Çünkü Peygamber (s.a.v.) Allah´ın rahmetinin bol olmasına en çok iştirak duyan kuldur. Rahmetin manası salatın manası ile aynıdır. Doloyısıyle bunu men edecek bir şey yoktur. Zeylai. Ben derim ki; Sahih olan; Zeylaî´nin Kitâbü´s-SaIât´ta dediği gibi bunun caiz oluşudur. Bahr´da şöyle denilmektedir: «Meşayıh´tan birisi «Muhammed´e rahmet et» denilmez demiştir. Meşâyıh´ın çoğu ise, eskiden beri söylenegeldiği için bunun denilebileceği görüşündedir. Serahsî bunda, beis yoktur. Çünkü bu konuda Ebû Hüreyre ve İbn, Abbas tarikından eser varid olmuştur. Ayrıca bir kişinin kadri ne kadar yüce olursa olsun Allah´ın rahmetinden müstağni kalamaz demiştir. «Sûyûti ise, başlı başına değil de, başkasına tabi olarak caiz olduğuna fetvâ vermiştir.» Yâni, tek başına değil de salât ve selâma bitişik olarak söylemenin cevâzına fetvâ vermiştir. Kişi «Allahümme salli alâ muhammedin verhâm Muhammeden - (AIIahım! Muhammede salât et, Muhammed´e rahmet et) diyebilir. Ama salâtı hiç anmadan, «Allahümmerham Muhammeden» diyemaz. «Aralarında uyuşma olsun.» Yâni, câiz olduğu görüşü tebeıyyet üzere, caiz olmayışı görüşüde müstakil olarak söylenmesine hamledilir. Bahr´deki şu ifadeler ise buna muhaliftir: «Şeyhu´l-İslâm İbn. Hacer´in dediği gibi salât ve selâma bitişik olarak söylenmesi halindedir. Bunun için, müstakil olarak rahimehullah demenin caiz olmayışında ittifak etmişlerdir.» Tahtâvî! »Buna göre; Allah onu bağışlasın. Allah ona müsamaha etsin demekde caiz olmaz. Çünkü bunda, Rasulüllah´da kusur oluşu vehmi vardır» der. Ben derim ki: Her ne kadar Kur´an da var ise de Peygamber için Allah onu affetsin demek caiz değildir. Çünkü Allah kullarına dilediği gibi hitabedebilir. Nitekim liderler maiyyetindekilere, onların kendilerine kitapları doğru olmayan şekilde hitabedebilirler. Ben, Meleklere rahmete karşı çıkanı görmedim. M E T İ N Sahabiler için «radıyellahü anh» demek müstehaptır. Zülkarneyn ve Lokman gibi peygamberliği ihtilaflı olanlar içinde öyledir. Karamâni´nin Mukaddime şerhinde olduğu gibi, onlar için «sallellah ale´l-enbiyân ve aleyhi ve sellem» denileceği de söylenmektedir. Tâbiun ve onlardan sonra gelen âlimler ve salihler için de «rahımehüllah» demek müstehaptır. Racih görülen görüşe göre aksi yani sahabeler için «rahımehûllah» Tâbiûn ve sonrakiler içinde «radıyellahü anh» demek de caizdir. Bunu Karamânî söylemiştir. Zeylai ise: «Evlâ olan. sahâbe için «radıyellâhü anh» tabiûn için «rahımehüllah» daha sonrakiler için ise «ğaferelehullahü ve tecaveze anhû» demektir» der. İ Z A H «Sahâbiler için radıyellahû anh...» Çünkü sahabiler Allah´ın rızasını istemekte çok gayret ederler ve onu razı edecek şeyleri yapmaya çalışırlardı. Allah tarafından kendilerine gelen bir belâyı da büyük bir rıza ile karşılarlardı. Bu yüzden rıza talebine onlar en lâyık olanlardır. Başkaları, yer yüzü dolusu altın infâk etseler bile sahabilerin en alt seviyesindekinin derecesine ulaşamazlar. Zeylai. «... Peygamberliği ihtilaflı olanlar içinde öyledir» Nevevi bu konuda şöyle der: «Bana göre; onlara salât ile dua etmekte (onlar için aleyhissalâtü vesselâm demekte) bir mahzur yoktur. Ancak racih olan; radıyellâhü anh denilmesidir. Çünkü bu, peygamberlerden başkalarının mertebesidir. Bunların Peygamber oldukları ise sabit olmamıştır.» Metindeki sözün zahirine göre; peygamberler ve meleklerden başkaları için selavât getirilmez. Kadı iyaz´ın : «onlara salât ile dua edilmez» sözüde aynı manadadır. Ancak, mesele ihtilaflı olduğu için peygamgerliği şüpheli olanlara salavât getirmenin günâhı olmaz. «Sallellahü ale´l-enbiyâi ve aleyhi ve sellem denileceği de söylenmektedir.» Çünkü bu durumda peygamberliği şüpheli olana salât tebean olmuş olur ki bunun cevazında ihtilaf yoktur. Aklı başında birisine kapalı kalmayacağı üzere bu yerinde bir sözdür. «Zeylaî ise ilh...» Zeylaî´nin sözü, «Tablundan sonrakiler için, «ğaferellahulehu ve tecâvez anhû» demenin dışında, önceki geçen sözden farklı değildir. EK: Lokman, Zülkarneyn ve Zülkifl peygamber midir, değil midir? tartışması mekrûhtur. İnsan, kendisine lâzım olmayan şeyi sormamalıdır. Meselâ; Cebrâil nasıl indi? Hz. Peygamber onu hangi sûrette gördü? Onu insan suretinde gördüğü zaman melek olarak kaldımı, kalmadımı? Cennet nerede? Cehennem nerede? Kıyamet ne zaman kopacak? Hz. İsa ne zaman inecek? İsmail mi üstün İshak mı? Hangisi kurban edildi? Hz. Fatıma, Hz. Aişe´den üstün müdür değilmidir? Hz. Peygamberin babası hangi din üzere idi? Ebû Tâlib´in dinl, ne idi? Mehdî kimdir? gibi bilinmesi gerekmeyen ve kendisi hakkında teklif varid olmayan sorular böyledir. Hz. Peygamber (s.a.v.)´i şerefli isimlerle anmak gerekir. «O fakîrdir, garibdir, zavallıdır, yalnızdır, uzundur» demek câiz değildir. Arapların özellikle Mekke ve Medine ahalisinin, muhâcir ve Ensar çocuklarının, dört halifenin çocuklarının tazimi gerekir. Makdisi, Hazânetü´I-Ekmel´den. M E T İ N Nevrûz ve Mehrican günlerinin adı ile hediye vermek caiz değildir, haramdır. Eğer bunu, müşriklerin saygı gösterdiği gibi saygı göstererek yaparsa kafir olur. Ebu-Hafs el-Kabir şöyle der: «Bir adam elli sene AIIah´a´ kulluk etse sonrada Nevruz gününde, bu güne saygı göstermek için bir müşrike bir yumurta hediye etse kafir olur, amelleri yok olur.» şayet bu günlerde, tazim kasdetmeden halkın adetine uyarak bir müslümana hediye verse kafir olmaz. Ancak, şüpheyi def etmek için bunu anılan günlerden önce veya sonra yapmalıdır. Daha önce almadığı bir şeyi bir günde satın alsa; eğer bu günleri tazim için satın almışsa kafir olur. Ama eğer yemek içmek ve nimetlenmek için almışsa kafir olmaz. Zeylaî. İ Z A H «Nevrûz ve Mehricân günlerinin adı ile hediye vermek...» Yâni, »bu günün hediyesi olarak» diye söyleyerek vermek. Zahire göre, niyet de söz gibidir. Nevruz ilk baharın, Mehricânda sonbaharın ilk günleridir. Bazı kâfirler bu günlere saygı gösterirler ve bu günlerde hediyeleşirler. «Bir müşrike bir yumurta hediye etse...» Câmiu´l-FusuIeyn´de şöyle denilmektedir: «Bu. şu meseleye benzemez: Bir mecûsi çocuğunun başını tıraş için bir davet tertib etse ve bir müslüman bu davete gidip mecûsiye bir hediye verse kafir olmaz. Anlatıldığına göre; Serbel mecûsilerinden birisi zengindi ve müslümanlara karşı gayet iyi davranırdı. Çocuğunun başının tıraşı dolayısıyle bir davet tertipledi. Davetinde birçok müslüman da bulundu. Bazıları, mecûsiye hediye verdiler. Bu hâl müftiye ağır geldi. Bunun üzerine hocası Ali es-Suğdi´ye : «Memleketinin halkına yetiş; dinden çıktılar, mecûsîlerin şiârı olan şeyleri yaptılar» diyerek hadiseyi anlatan bir mektup yazdı. Ali es-Suğdî´de şu karşılığı verdi: «Zimmet ehlinin davetine icabet şeriatta serbesttir, iyiliğe iyilikle mukabele alicenaplıktır. Başı tıraş etmek de delâlet ehlinin şiarından değildir. Doloyısıyla bu kadarcık bir şeyle müslümanın kâfir olduğuna hükmetmek mümkün değildir. Evlâ olan; bu gibi hallerde sevinç ve neşe göstermek için müslümanların onlara muvafakat etmemeleridir.» M E T i N İpeğin ve üzerinde dört parmaktan fazla ibrişim bulunan pamuklu kumaş dışındaki bir kumaştan yapılan başlığı giymekte beis yoktur. Sirâciye; Sahih olan o Rasulullah (s.a.v.), onu (ipekten olan başlığı) giymeyi haram kılmıştır. Siyah giyip, sarığın ucunu omuzlar arasından sırtın ortasına kadar uzatmak menduptur. Uzatılacak kısmın oturağa kadâr olduğunu söyleyenler olduğu gibi, bir karış olduğunu söyleyenler de vardır. İ Z A H «Bele yoktur...» Yâni orada dini açıdan bir şiddet yoktur. Veya manâ; onu giymekte kuvvetlilik ve sağlamlık yoktur. Çünkü bu meşrû bir şeydir. Bu ifadeden anlaşıldığına göre başlığı giyen sevapda günah da almaz. Hamevî Miftah´tan naklen. T. Ben derim ki: Genelde «beis yoktur» kelimesi, terkedilmesi daha iyi olan şeylerde kullanılır. «İpeğin... dışında...» Bu, Molla Miskin´e cevaptır. Çünkü o; «Cemî (çoğul) lafzı, ipek, altın, pamuklu, siyah ve kırmızıya şamildir.» demişti. «Sahih olan; Hz. Paygamber (s.a.v.) onu giymiştir.)» Bazı nüshalarla da bu şekildedir. Bunun benzeri Durru´l-Mültekâ´da da vardır. Yâni Hz. Peygamber başlık giymiştir. Musannıf ve Zeylai bunu Zahire´ye nisbet etmişlerdir. Bazı nüshalarda da: «Sahih olan o (Hz. Peygamber) onları yani ipek ve altından olan başlıktan giymeyi haram kıldı» şeklindedir. Düşün. Bu cümle metindeki: «Sahih olan, o (Rasulüllah) onu haram kılmıştır, cümlesinin yerinedir. «Siyahı giymek... menduptur.» Çünkü İmam Muhammed es-Siyeru´l Kebir´de Gânâim bahsinde siyah giymenin müstehap olduğuna delalet eden bir hadis rivayet etmiştir. Yine o hadiste ifade edildiğine göre sarığının sargısını yenilemek isteyen onu kıvrım kıvrım çözmelidir. Çünkü bu sarığı tepede yükseltmekten ve onu ta yere kadar salıvermekten daha iyidir. Müstehap olan, sarığın ucunu omuzların arasına sarkıtmaktır. Konunun tamamı Zeylaî´de vardır. M E T İ N Erkeklerin, sarıya ve kırmızıya boyanmış kumaşları giymesi, -kerahiyye bâbında geçtiği üzere- mekruhtur. Çünkü İbn. Ömer (Allah onlardan razı olsun): «Hz. Peygamber (s.a.v.) «Sarıya boyanmış elbiseyi giymeyi nehyetti ve siz kırmrztdan sakının. Çünkü o şeytanın» kıyafetidir, buyurdu» demiştir. Süslenmek (güzel görünmek) müstehaptır. AIIah (c.c.): «Allah´ın kulları için çıkardığı zîneti kim haram kıldı de» âyetiyle süslenmeyi mübah kılmıştır. Peygamber (s.a.v.)´de birgün üzerinde değeri bin dinar olan bir ridâ ile çıkmıştır. İ Z A H «Kırmızıdan sakının...» Bu ifade Zeylai de şöyledir: «Siz kırmızılıktan sakının, çünkü o şeytanın kıyafetidir.» «Süslenmek müstehaptır.» Hz. Peygamber (s.av.) şöyle buyurmuştur : «Allah (c.c.) kuluna nimet verdiği zaman nimetinin eserini onun üzerinde görmeyi ister.» İmam Ebû Hanife kıymeti dörtyüz dinar olan ridâ giyer ashabına da böyle emreder ve: (İnsanlar size rahmet gözüyle bakarlar» derdi. İmam Muhammed de değerli elbiseler giyer ve «Benim, hanımlarım ve câriyelerim var, süsleniyorum başkasına bakmasınlar diye süsleniyorum» derdi. Şeyh´a: «Hz. Ömer, üzerinde şu kadar yama bulunan gömlek giymezmiydi» denildi. O da: «Bunu bir hikmete binâen yaptı; O müminlerin emiri idi, Vâlileri kendisine uyarlardı, Belki onların malı olmaz da müslümanlardan alırlardı.» cevabını verdi. Zahire özetle. «Üzerinde, değeri bin dinar... ilh...» Şârih, Musannıfa tabi olmuştur. Zeylaî´deki ibare «bin dirhem» şeklindedir. M E T i N Alim genç, Kureyş´ten de olsa cahil yaşlının önüne geçebilir. Allah (c.c.) «ve kendilerine ilim verilenleri derecelerle...» buyurmuştur. Yücelten Allah´tır. Alimi alçak göreni AIIah cehenneme atar. Esah olan kavle göre âlimler ûlü´l-emr (emir sahipleri) ve ittifakla peygamberlerin varisleridirler. İ Z A H «Alim genç yaşlı cahilin önüne geçebilir...» Çünkü âlim cahilden üstündür. Onun için namazda da öne geçer. Namaz, İslâmın rükünlerinden birisidir, imandan hemen sonra gelir. Zeylaî Remlî, Fetâva´sında, cahilin, alimin önüne geçmesinin haram olduğunu açıkça ifade etmiştir. Çünkü bu, halk arasında alimin derecesinin düşük oluşu hissini verir. Bu da : «Allah, sizden inananları ve kendilerine ilim verilenleri derecelerle yükseltsin..» âyetine muhaliftir. (Dolayısıyla cahili âlime takdir haramdır) Bu, üzerinde icmâ edilen bir husustur. Alimin önüne geçen cahil günah işlemiştir, tazir olunur. «Esah olan kavle göre âlimler ülü´l-emrdirler.» Yâni: «Allah´a Rasûl´e ve sizden olan ülü´l-emre itaat ediniz» âyetinin tefsirindeki kavillerden birisine göre, ülü´l-emr, âlimlerdir. Zeylai böyle demiştir. Minah´ta, Bezzâziye´den naklen Zende Visti´nin şöyle dediği nakledilmektedir: «Alimin cahil üzerindeki hakkı ile hocanın talebe üzerindeki hakkı eşittir. O da, kendisinden önce konuşmaya başlamak hazır olmasa bile yerine oturmamak, sözünü reddetmemek, yürürken önüne geçmemektir. Kocanın, karı üzerindeki hakkı bundan daha fazladır. Kocanın hakkı; mübah olan her konuda karının kendisine itaat etmesidir. Halef´ten nakledildi ki: bir zelzele olmuştu. O talebelerden dua etmelerini istedi. Sebebi sorulduğunda; onların hayrı başkalarının hayırından daha hayırlıdır, onların şerri de başkalarının şerrinden hayırlıdır, dedi.» M E T İ N Kişinin hanımları ve cariyeleri için boyanması esah olan kavle göre caizdir. Siyaha boyaması ise mekruhtur. Mekruh olmadığı da söylenmektedir. Hazr bahsinde geçmişti Sahih olan görüşe göre yaslanarak yemek caizdir. Çünkü Rasulüllah (s.a.v.)´in yaslanarak yemek yediği rivayet edilmiştir. Mecmâu´l-Fetâva. İ Z A H «... Boyanması esah olan kavle göre caizdir.» Bu, Ebu Yûsuftan rivayet edilmiştir. Ebu Yûsuf şöyle der: «Benim kendisi için süslenmemden hoşlandığı gibi, bende hanımımın benim için süslenmesinden hoşlanırım.» Esah olan; onun harpde ve başka zamanlarda mahzurlu olmayışıdır. Hz. Peygamber (s.a.v.)´in ömründe boya sürüp sürmediği (kına yakıp yakmadığı) konusundaki rivâyetler ihtilaflıdır. Esah olana göre boyamamıştır. Muhît´ta; siyaha boyama ile diğerleri ayrı tutulmuştur. Ulemâ´nın çoğunluğu buna mekruh derken bazıları caiz görmüşlerdir. Bu EbÛ Yusuf´tan nakledilmiştir. Kırmızıya boyamak ise erkeklerin özellikle müslümanların adetidir. Ekmel´in Meşari şerhinde; «Muhtar olan : Hz. Peygamber (s.a.v.) bir zaman boyamış, çoğu vakit boyamamıştır. Bizim görüşümüze göre kına ve Vesime ile boyamak iyidir. Haniyye´de de böyledir» denilmiştir. Azlam denilen ve boyacılıkta kullanılan bir bitkidir. (Mütercim) Nevevî´de şöyfe der: «Bizim mezhebimize göre erkek ve kadının beyaz saçı sarı veya kırmızı ile boyanmaları müstehap, siyaha boyamaları ise esah görüşe göre haramdır. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.v.): «Şu beyazlığı değiştirin, siyahtan sakının buyurmuştur.» Hamevî: Bu, savaştaki gazilerden başkaları içindir. Ama düşmanı korkutmak için onların siyaha boyatmaları haram değildir. Her halde bu, sahabelerden yapanlara hamledilir.» der. T. «Sahih olan görüşe göre, yaslanarak yemek caizdir.» Hazr bahsinde; muhtar olanın bunda mahzur olmadığını, fakat terkedilmesinin daha iyi olacağını söylemiştik. Bu hüküm. tekebbür için olmadığı takdirdedir. Şayet tekebbür için olursa horamdır. «Çünkü Hz. Peygamber´in yaslanarak yediği rivayet edilmiştir.» Sahih-i Buharî ve diğer hadis kitaplarında Rasûlüllah (s.a.v.)´in «ben yaslanarak yemem» buyurduğu yer olmaktadır. İbn Hacer, Şemail Şerhi´nde Nesâî´den rivâyetle «Hz. Peygamber´in yaslanarak yemek yediği hiç görülmemiştir» der. İbn Ehî Şeybe ise Mücahidden, Rasûlüllah´ın bir defa yaslanarak yediğini tahricetmiştir. Bu sahihtir ve makbul bir ziyadedir. Yine İbn Ebi Şeybe´nin ibn Şahin vasıtasıyla Atâ b. Yesârdan tahric ettiği şu hadisede bunu teyid etmektedir: «Cebrail aleyhisselâm bir defa Hz. Peygamber (s.a.v.)´i yaslanarak yerken görmüş ve onu nehyetmiştir. Alimlerin çoğu (yaslanma diye terceme ettiğimiz) «İttika»ı iki takından birisi üzerine eğilmek diye tefsir etmişlerdir. Çünkü bu yemek yiyene zarar verir. Zayıf bir isnadla, RasuIuIIah (s.a.v.)´in insanı yemek yerken sol eli üzerine dayanmayı menettiği rivayet edilmiştir. İmam Malik (rahımehullah) : »Bu, yaslanma çeşitlerinden biridir. Bu ifadede, yaslanmanın muayyen bir şekle mahsus olmadığına işaret vardır.» demektedir. Böylece anlaşılmış oluyor ki: Hz. Peygamber´in yaslanarak yediği sabittir. Bundan nehyolununca terketmiştir. Bu, bu şekilde yemenin cevazına delili değildir. Evet, bazı Şâfiî´ler, bunun Hz. Peygamber (s.a.)´e mahsus olduğunu söylüyorlar. Ama onlara göre esah olan, hükmün umumu oluşudur. Alkame Camiu´s-Sağîr Şerhi´nde şöyle demektedir: «Yaslanmanın şekIinde ihtilaf edilmiştir. O yemek için oturulduğunda her hangi bir şekilde yerleşmektir. Saklardan birisi üzerine oturmaktır, sol el iIe yere dayanmaktır gibi görüşler sarfedilmiştir. ilk görüş mütemeddir. Zaten bu diğer ikisini de Şâmildir. Yemekte yaslanmayı terk etmenin hikmeti; bunun Acem melikleri ve kibirlilerin işi oluşudur. Ayrıca bu çok yemeye vesiledir. Yemek içi en iyi oturuş şekli kalçalar üzerine oturup dizleri dikmek, sonra diz çökmek daha sonra da sağ dizi dikip sol ayak üzerine oturmaktır.» Konunun tamamı Câmiu´s-Sağîr Şerhi´ndedir. METİN Bir kimsenin evi sallanmaya başlasa, dışarıya kaçması mekrûh değildir. Hatta müstehaptır. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.v.) eğilen bir duvar dan kaçmıştır. Bir kimse, içersinde bulaşıcı hastalık bulunan bir memleketten çıktığı zaman; şayet her şeyin Allah´ın takdiri ile olduğunu biliyorsa, çıkıp gitmesinde beis yoktur. Ama kendisinde; eğer çıkarsa kurtulacağı, girerse o hastalığa tutulacağı hissi varsa onun için bu (girip çıkmak) mekrûhtur, inancını korumak için oraya giremez, oradan çıkamaz. Hâdis´teki nehy buna hamledilir. Mecmâu´l-Fetâvâ. Bir memlekette bir fakih olsa ve orada kendisinden daha fakih birisi daha bulunmadığı halde savaşa gitmek istese gidemez. Bezzâziye ve başka kitaplar. Borçlu, vadeli olan borcunu vadesi gelmeden ödese veya ölse de -ölümü ile vade dolmuş sayılır- alacaklı alacağını terikeden olsa; aralarında cereyan eden mürabahalı satıştaki kârdan ancak geçmiş olan günlerin payına düşen mikdarı alabilir. Bu, müteehhirün ulemanın cevabıdır. Anadolu müftisi merhum Ebussuud Efendi de böyle fetvâ vermiş ve gerekçe olarak iki tarafa da iyi muameleyi göstermiştir. Ben bunu Karz bölümünden önce ifade etmiştim.En iyisini Allah bilir. Bir mesele : Kenz´in sonunda : «Hafızı Kur´an olanın kırk günde bir hatim etmesi gerekir» denilmektedir. İ Z A H «İçersinde bulaşıcı hastalık bulunan bir memleketten çıktığı zaman...» Sonraki kısma uygun olması için. «çıksa veya girse» deseydi daha uygun olurdu. T. «Savaşa gitmek isterse gidemez...» Bu, müteayyin olan cihadın dışındakiler hakkındadır. Çünkü fakihin müslümanlara faydası, müteayyin olmayan cihaddan daha fazladır. «Borçlu borcunu... ödese ilh...» ifade etti ki; borç vadeli olduğunda borçlu vâde dolmadan borcunu öderse olacaklı parayı kabule zorlanır. Haniye´de´ de böyle denilmiştir. «Aralarında cereyan eden alış verişten... alamaz.» Meselenin sureti şöyledir: Birisi peşin para ile on dirheme birşey satın alır ve onu on ay vade ile başka birisine yirmi dirheme satar. Borçlu borcunu beş ay sonra ödese veya ölse alacaklı, kâr olan on dirhemden beşini alır, beşini bırakır. T. Ben derim ki: Bunun bir benzeri de şudur: Bir kimse birisine borç verse ve ona malum bir fiatla bir mal satsa ve bunun için vade verse malın fiatından, sadece geçen müddetin hissesi hesabedilir. Düşün. «Gerekçe olarak... göstermiştir.» Hanutî´de bunun için, ribâ şüphesinden uzaklığı gerekçe göstermiştir. Çünkü ribâ bahsinde şüphe hakikata ilhak edilir. Bunun vechi şudur: Kâr vade karşılığındadır. Çünkü vâde, her ne kadar mal değilse ve bedelden bir mikdarı ona mukabil olmasa da, vade, fazla bir bedel karşılığı olarak alınmışsa, mal olarak itibar edilmiştir. Şayet vâde dolmadan, paranın tamamı alırsa karşılıksız olarak almış olur. Allah Teâlâ en iyisin» bilir. |