> Forum > ๑۩۞۩๑ Kitap Dünyası - İlim Dünyası Kütüphanesi ๑۩۞۩๑ > İslam Fıkhı Eseleri > Hanefi Fıkhı > Dava
Sayfa: [1] 2 3 4   Aşağı git
  Yazdır  
Gönderen Konu: Dava  (Okunma Sayısı 6733 defa)
08 Şubat 2010, 00:41:54
Zehibe

Çevrimdışı Çevrimdışı

Mesaj Sayısı: 31.681



Site
« : 08 Şubat 2010, 00:41:54 »



Reddü´l Muhtar / Dava

DAVA KİTABI

YEMİNLEŞME BABI

DAVALARIN DEF´İ FASLI

İKİ KİŞİNİN BİR DİĞERİNİ DAVA ETMESİ BABI

NESEB DAVASI BABI

İKRAR KİTABI

SULH KİTABI






DAVA KİTABI

METİN


Dava konusunun, husûmete vekâlet konusuyla yakından ilgisi var-dır. Şöyle ki husûmete ve diğer

şeylere vekil olan kimse kimi zaman da-vaya muhtaç olur. Bu yüzden dava konusu, vekâlet

konusundan sonra gelmiştir.

Dava kelimesi sözlükte; bir kimsenin hakkını başkasının üzerine ge-rekli kılmayı kasdettiği söz

anlamına gelir.

Bir terim olarak ise dava; kendisiyle başkasının üzerindeki bir hak-kı isteme kastedilen veya

hasmını kendi nefsinden defetme murad edi-len ve hâkim huzurunda kabul edilen bir sözdür.

Başkası üzerindeki bir hakkın işlenebilmesi için, davanın hâkimin huzurunda dinlenmesi gere-kir.

İşte bununla şehâdet ve ikrar davanın tarafından çıkmaktadır. Çün-kü bunlar da her ne kadar kabul

edilen birer söz iseler de, bunlar hak-kı tesbit etmede birer isbat vasıtasıdır.

Musannıfin, «Hasmı kendi nefsinden uzaklaştırmak» sözüyle, saldı-rıyı uzaklaştırma davası tarife

girmektedir. Meselâ, bir kimse, «falan kimse bana haksız yere saldırıyor. Onun saldırısının benden

uzaklaştırıl-masını istiyorum» demesi gibi. Böyle bir dava kabul edilir. Bezzâziyye.

Çekişmeyi kesme (kat´ı niz´a) davası bunun aksine olup hâkim ta-rafından dinlenilmez. Meselâ

hâkime gidip, «Benimle falanca arasında çekişme yardır. Hakkı varsa dava etsin, alsın. Hakkı

yoksa, onun kur-tulması için delil göstereceğim» dese davacı davaya zorlanmaz. Sirâciye.

Eğer davacı, davasını terkederse, davasını sürdürmeye zorlanamaz. Bunun aksine davacı

mahkemeye gelmediği zaman zorlanır.

Eğer şehirde iki hâkim varsa, her hâkimin hükmettiği semtler sı-nırlı ise, İmam Muhammed´e göre

davalı muhayyerdir. İmam Muhammed´ in bu görüşü ile fetva verilir. Bezzâziyye.

Üstün görüşe göre dört mezhepten hâkimler olsa bile davalı yine muhayyerdir. Bu görüşe uygun

olarak ben birkaç defa fetva verdim. Ba-hır.

İZAH


«Saldırının uzaklaştırılması davası ilh...» Bahir adlı eserde şöyle de-nilmiştir: «Kâru´l-Hidâye´den, iki

kişi arasındaki çekişmenin kesilmesi da-vası sorulduğunda «Davacı, davaya devam etmesi için

zorlanamaz. Çün-kü hak onundur (bir kimse kendisine ait bir hakkı kullanmaya zorlana-maz)

cevabını vermiştir».

Kâriü´l-Hidâye´nin bu fetvası ile fakihlerin, «Saldırının uzaklaştırıl-ması davasının dinleneceği»

fetvası arasında bir çelişki yoktur. Bezzâ-ziyye ve Hizâne. Bu fetvalar arasındaki fark açıktır.

Birincide iddia etti-ği şeyin var olduğunu söylüyor, ancak kendisini temize çıkarıyor. İkin-cisinde

ise, başkasının kendisine haksız olarak saldırısını iddia ediyor ve bu saldırının hâkim tarafından

uzaklaştırılmasını istiyor. Hâmiş´te de böyledir.

«Eğer şehirde iki hâkim varsa ilh...» Musannif bu sözü ile davalı-nın ancak davanın aslı ile

zorlanacağını yoksa hangi hâkimin huzuru-na götürüleceği konusunda zorlanamayacağına işaret

etmektedir. Bezzâziyye.

Musannıfın zikrettiği Bezzâziyye´nin ifadesi değildir. Bezzâziyye´nin ifadesi ise, Minâh´ta olduğu gibi

şöyledir: «Bir şehirde iki hâkim olsa, davacı ve davalının her biri bir hâkimin huzuruna gitmek

isteseler, o zaman muhayyerlik İmam Muhammed´e göre davalıya aittir. Fetva da İmam

Muhammed´in görüşü üzerinedir.»

Minâh´ta bu görüşten önce Hâniye´den naklen şöyle denilir: «Bir beldede iki hâkim olsa ve her

hâkim beldenin bir bölgesinde kendi ba-şına hükmetse, iki kişi arasında da bir dava olsa ve her

birisi bir hâ-kimin hükmettiği bölgede yaşasa, davacı, davanın kendi bölgesindeki hâ-kimin

huzurunda görülmesini isterken davalı da bunu reddederek kendi bölgesindeki hâkimi istese, bu

dava konusunda Ebû Yusuf ile İmam Muhammed arasında görüş ayrılığı vardır. Sahih ve muteber

olan, davalı-nın yeridir. Birisi şehir halkından diğeri şehir dışından olsa, yine bunun gibidir.»

Bahır´da olduğu gibi Muhit´te de bu böyle açıklanmıştır: «Ebû Yu-suf, davayı açtığı için onun

bölgesinin hâkimine itibar ederken, İmam Muhammed dâvâlı davaya karşı çıktığı için onun

bölgesinin hâkimine itibar eder.»

Sarih Bezzâziye´nin ifadesini, Hâniye´de olduğu ve Musannifin da Minâh´da dediği gibi «semtle»

kaydettiğine hamletmiştir. Bunların hepsi ve fetva sahiplerinin sözleri ifade ediyor ki, Ebû Yusuf ile

İmam Muham-med arasındaki görüş ayrılığı, meselededir: Eğer bir şehirde iki hâkim olsa ve her


hâkim bir semtte bağımsız olarak hükmetseler. Ama eğer şehirde semtleri belli olmayan yetkili iki

veya birkaç hâkim olsa, hepsi de eşit haklara sahip olsalar, o zaman davacının davasına itibar

edilir. O, dilediği hâkimin huzurunda davasını yürütme hakkına sahip olur. Çün-kü burada

davacının veya davalının hakimi olmak gibi bir mesele yok-tur. İşte bizim bu yazdıklarımızın

sağlamlığına Muhit adlı eserin müelli-finin yukarıda naklettiğimiz açıklaması da şahadet etmektedir.

Yalnız yukarıda verilen görüşü Hayreddin Remlî reddeder ve bu gö-rüşün hezeyana benzediğini

iddia ederek şöyle der: «Çünkü Ebû Yusuf un illeti, «Davacı husumeti başlattığı için hak onundur»

Muhammed´in illeti ise, «Davalı savunma durumunda bulunduğu için hak onundur» esasına

dayanır. Bu konuda başka bir ihtimal bulunmaz. Şüphe yok ki, hüküm illetin bulunduğu yerde

meydana gelir. Şeyhimizin dediği gibi, bu konuda üstün olan görüş Remlî´nin sözüdür.

Ben derim ki: Bu meselede düzeltilmesi gereken husus, sarihin Mu-sannifin yazısından naklettiği

ve Allâme Makdisî´nin üzerinde yürü-düğü, ondan da Ebussuud´un naklettiği görüştür. Bunun özeti

şudur: On-ların zikrettikleri, İmam Muhammed´in, «Birden çok hâkim olan beldede, davalının

bulunduğu yer hâkimine itibar edilir» görüşüdür. Ancak bu gö-rüş; bir beldede bulunan iki

hâkimden her biri ayrı bölgede olur ve bun-lara yalnız kendi bölgesinde hüküm vermesi emredilmiş

bulunursa uy-gulanır. Bu açıklama İmâdî´nin sözlerine dayanır. Yine davacı veya da-valıdan birisi

asker, diğeri sivil olsa, asker olan, hasmını askerî hâkime götürmek istese, askeri hâkimin asker

olmayan kimse üzerinde hükmet-me velayeti olmadığı için, burada itibar olunacak, yine davalının

hâkimidir. Çünkü «askerî hâkimin asker olmayan üzerinde hüküm velayeti yoktur» sözü de bunun

açık delilidir. Ancak memlekette iki hâkim olsa, her iki hâkim de huzuruna gelen kişinin nereli

olursa olsun, ister Mısır´lı, Halep´li veya Şam´lı olsun davasına bakmaya yetkili ise, devrimizin

hâ-kimlerinde olduğu gibi o zaman uygun olan Ebû Yusuf´un görüşü ile fet-va vermektir. Çünkü

Ebû Yusuf´un görüşü davalının tarifine daha uy-gundur. Yani davacı, kendisinin husumet hakkı

olan kimse olup, diledi-ği hâkimin huzurunda hakkını talep edebilir. İşte bundan açıklığa kavuş-tu ki

Bahır´da olan, «Eğer Kahire gibi büyük bir şehirde dört mezhep üzerine hâkimler bulunsa,

muhayyerlik davalınındır. Zira hâkim hiçbiri-sinin bölgesinden olmayabilir. Bu yüzden «Ben

bununla birkaç defa fetva verdim» sözünün hiçbir deliIi yoktur.

Ben diyorum ki: Bazı âlimlerin Müfti Ebussuud İmâdî´den naklen ba-zı yazılarını gördüm. Şöyle ki,

«Devlet idaresinde olan beldelerin hâ-kimleri davalının mezhebinin aksine hüküm veremezler.»

Sarih de buna işaret etmiştir.

METİN

Musannif, «Eğer şehirde iki veya daha fazla eşit velayet yetkisine sahip hâkim bulunursa, davacı

dilediğine başvurabilir. Eğer Devlet baş-kanı, hâkim seçiminde davalının isteğinin esas alınmasını

emrederse, bu-na uymak gerekir. Çünkü Devlet başkanının emri, davalının tercih etme-diği

hâkimlerin azli anlamına gelir. Nitekim daha önce geçtiği gibi hü-küm, yer ve şahıslarla sınırlanır»

demiştir.

Ben derim ki: «İmam Muhammed ile Ebû Yusuf arasındaki görüş ayrılığı her hâkimin kendisine

ayrılmış bölgede hüküm verme yetkisine sahip olduğu esasına dayanır. Eğer bir şehirde, aynı

mecliste Hanefî, Şafiî, Mâlikî ve Hanbelî hâkimler bulunur ve velayet de tek olursa, hâ-kim seçiminin

davacıya ait olduğunda görüş ayrılığı bulunmaması gerekir. Çünkü davacı hak sahibidir.

Bezzâziyye´nin Hâmiş´inde Musannif m yazısı ile bu şekilde nakledilmiştir.

Davanın rüknü şudur: Davacı, davayı bizzat açmışsa, hakkı kendi-sine nisbet eder. Meselâ; «Benim,

senin üzerinde şu kadar hakkım var» demesi gibi. Eğer davayı vekil veya vasi açarsa, o zaman da,

bunların istenen hakkı, temsil ettikleri kimseye nisbet etmeleri gerekir.

Bir kimsenin davada taraf olabilmesi için âkil ve mümeyyiz olması gerekir. Eğer temyiz kudretine

sahip çocuksa, husûmete izinli olmalı-dır. Aksi halde bulûğ çağına gelmemiş olan çocuklar, davada

taraf ola-maz. Eşbâh.

Davanın cevazının şartları şunlardır:

1) Kaza meclisinin oluşması ve hasmın hazır olması. Buna göre, gâib olan bir kimse hakkında

hüküm vermek sa...
[Bu mesajın devamını görebilmek için kayıt olun ya da giriş yapın
Bu Sayfayi Paylas
Facebook'a Ekle
« Son Düzenleme: 08 Şubat 2010, 00:54:18 Gönderen: Neslinur »
Kayıtlı

Müslüman
Anahtar Kelime
*****
Offline Pasif

Mesajlar: 132.042


View Profile
Re: Dava
« Posted on: 19 Mart 2024, 14:54:57 »

 
      uyari
Allah-ın (c.c) Selamı Rahmeti ve Ruhu Revani Nuru Muhammed (a.s.v) Efendimizin şefaati Siz Din Kardeşlerimizin Üzerine Olsun.İlimdünyamıza hoşgeldiniz. Ben din kardeşiniz olarak ilim & bilim sitemizden sınırsız bir şekilde yararlanebilmeniz için sitemize üye olmanızı ve bu 3 günlük dünyada ilimdaş kardeşlerinize sitemize üye olarak destek olmanızı tavsiye ederim. Neden sizde bu ilim feyzinden nasibinizi almayasınız ki ? Haydi din kardeşim sende üye ol !.

giris  kayit
Anahtar Kelimeler: Dava rüya tabiri,Dava mekke canlı, Dava kabe canlı yayın, Dava Üç boyutlu kuran oku Dava kuran ı kerim, Dava peygamber kıssaları,Dava ilitam ders soruları, Davaönlisans arapça,
Logged
08 Şubat 2010, 00:53:42
Zehibe

Çevrimdışı Çevrimdışı

Mesaj Sayısı: 31.681



Site
« Yanıtla #1 : 08 Şubat 2010, 00:53:42 »

METİN

Dava konusu, ölçülecek, tartılacak, nakit veya gayri nakit bir ala-cak (deyn) olursa, onun iyi veya

kötü cinsten olduğuna dair özelliklerini zikreder. Çünkü o ancak özellikleriyle bilinir. Misliyetten

olan şeyin da-vasında da cinsini, nevini, sıfatını, miktarını ve nakit para dışındaki ala-caklar için,

alacağın doğuş sebebini zikretmesi gerekir.

Eğer bir diğerinin üzerinde bir ölçek buğdayın olduğunu iddia eder, fakat bu alacağın doğuş

sebebini zikretmezse, onun davası dinlenmez. Sebebini zikrederse, bunun bir selem akdi olduğu

dikkate alınarak, onu ancak belirledikleri teslim yerinde isteyebilir. Karz, gasıb veya istihlâk

davasında da karz ettiği ve benzeri yerlerde taleb eder. Bahır.

Hâkim davalıya, davanın sıhhati kabul edildikten sonra, «Falan sen-den şunu iddia ediyor ne

dersin?» -diye sorar. Eğer davacının davası sa-hih değilse, davalının cevap vermesi gerekmez.

Hâkimin sorusu üzerine davalı, ikrar ederse başka ´bir işleme gerek kalmaksızın dava sona erer.

Eğer inkâr ederse, davacı delil gösterirse, davacı talepte bulunmasa bile hâkim davalı aleyhine

hüküm verir.

Eğer davacı delil getiremez ve davalının yeminini taleb ederse, hâ-kim davalıya yemin verir. Çünkü

bütün davalarda ancak davacı yemin talebinde bulunursa hâkim davalıya yemin teklif edebilir.

Ancak Ebû Yûsuf´a göre, dört yerde davacı talepte bulunmasa da hakim davalıya yemin verebilir.

Bunun dayanağı Bezzâziyye´deki ifadedir.

Yine Bezzâziyye şöyle demiştir: «Birisi, ölen bir odamda alacağı ol-duğunu iddia ederse, varisler

taleb etmese bile hâkim alacaklıya onun borcunu ödemediğine, bir diğerine havale etmediğine ve

borçluyu ibra etmediğine veya iddia olunan meblâğın bir rehin karşılığı olmadığına da-ir yemin

teklif edeceği hususunda Fakihler icmâ etmişlerdir».

Davalı, «Ben ne ikrar, ne de inkâr ederim» dese, yemin teklif edil-mez, inkâr veya ikrar edene kadar

hapsedilir. Yine hiçbir afet olmadan davalı susmaya devam etse, İmam Ebû Yûsuf´a göre -Hülâsa-

inkâr veya ikrar edene kadar hapsedilir. Bahir sahibi, «Hükme müteâllik mad-delerde ancak İmam

Ebû Yûsuf´un kâvliyie fetva verileceğine binaen ben de bununla birkaç defa fetva verdim» demiştir.

Sonra Bedâî´den naklen, «Susan bir kimsenin susmasının inkâr sayılması, çok şüpheli bir hâl

olduğu için hâkim ona yemin teklif eder. Burada, «Hâkim ona yemin teklif eder» sözüyle

kayıtlamamız taraflar, «hâkimin dışında bir kimse-nin yanında yemin teklif edilebileceği, eğer davalı

yemin ederse borçtan kurtulacağı» hususlarını içine alan bir sözleşme yapsalar, böyle bir

sözleşmenin bâtıl olduğunu belirtmek içindir. Çünkü hasmın isteği üzerine yemin teklifinde

bulunmak yalnız hâkimin hakkıdır. Hâkimden başkası yanında yapılan yemine veya yeminden

kaçınmaya itibar edilmez. Eğer davacı yeminden sonra dava konusu ile ilgili bir delil ikâme etse,

delili kabul edilir. Yoksa hâkimin huzurunda ikinci defa yemin teklif edilir. Ancak birinci yemini

hâkim huzurunda olmuşsa, o yeminle yetinilir. İkin-ci yemine ihtiyaç kalmaz» denilmiştir.

Musannıf, Kınye´den naklen şöyle der: «Gerçekten, yemin teklif etmek hâkimin hakkıdır. Hâkim

yemin teklif etmedikçe yapılan yemine iti-bar edilmez.»

Davalı ile davacı, yemin ederse, davalının zamin olacağı şeklinde anlaşsalar ve davacı yemin etse,

davalı zamin olmaz. Çünkü bu yemin şeriata aykırıdır. Resulûllah´ın: «Beyyine davacıya, yemin de

ikrar ede-ne aittir» hadisine göre davalıdan sonra davacıya yemin teklif edilemez. Rasulûllah´ın hem

şahit yem yemin ile birlikte hükmettiklerine dair olan hadisi ise zayıftır. İbn-i Muîn ravisini münker

görerek hadisi reddeder. Aynî.

İZAH

«Vasfını zikreder ilh...» Kenz´de, Vasfını zikretmekle beraber, «Ben o malı taleb ediyorum» demesi

de ilâve edilmiştir. Bahır´da da «Metin ve şerhlerde, «Ben o malı taleb ediyorum» sözü açıkça yer

almıştır.» denil-miştir. Hülâsa ve Bezzâziyye gibi, fetva sahipleri ise, «Ben o malı taleb ediyorum»

sözünü zayıf bir görüş olarak belirtmişlerdir. Çünkü mak-sat bu lafzı kullanmak değil, Umde´de

olduğu gibi talebi ifade eden, me-selâ hâkime, «Ona emret bana hakkını versin» gibi sözler de

yeterlidir. Bununla birlikte, musannifin, «Ben onu talep ediyorum» sözünü zikretmesi gerekirdi.

Çünkü herkesçe bilindiği gibi fakihler metin ve şerhler-de olan sözleri, fetvalarda olanlara tercih

ederler.

«Cinsini zikretmek ilh...» Meselâ, dava konusu buğdaysa, «sulan-mış buğday» onun nev´î, «iyi cins


buğdayıda sıfatı olur. Bu özelliklerin davada belirtilmesi gerekir.

«Davası dinlenmez ilh...» Dava konusu selem ise, bunun sahih ol-ması için gerekli şartları belirtir.

Meselâ, sermayenin cinsi, Selem ko-nusu malın nev´î sıfatı eğer tartılacak cinstense tartısı, akit

meclisinde verdiği nakdi zikredilir. Eğer musannif ayrıntıya girmeksizin, «Davacı ile davalı arasında

sahih bir satım akdi cereyan ettiğini» söyleseydi bu yeterli olur ve dava hilâfsız sahih olurdu.

Bunun üzerinde her bir sebep için birçok, şartlar varsa. Musannifin, «Vücub sebebi» demesi kâfi

gel-mez. Eğer şartları az ise, o zaman bu sözle yetinilir. Buna Şemsü´l-İslâm, «Bir kimsenin

diğerine, «Sen sahih bir kefaletle kefil ol» demesi, selem gibi sahih olmaz. Çünkü onun kabulü

sahih olmadığı görüşünde olan Hanefîlere göre değil ancak onun sıhhatini kabul eden kimseye

göre sahih olur. Bu duruma göre bir kimse, «Bana kefil ol» demiş olsa, karşı taraf bu teklifi

mecliste kabul etse, sahih olur. Karz´a ise, bir kimsenin, «Sana kendi malımdan katzettim» diye

zikretmesi lâzımdır. Zira böyle demese, o adamın vekil olması da mümkündür. Vekil de talep etme

hak-kına mâlik değildir. Karz davasında davalı üzerinde borç olması için, «Benden aldı ve kendi

ihtiyacına sarfetti» demesi de gerekir. Bu konu-da icmâ vardır. Çünkü Ebû Yusuf´a göre; karz olarak

verilen paranın borç olması, paranın sarfedilmesine, istihlâk edilmesine bağlıdır. Aksi halde borç

(deyn) olmaz, karzdır. Bezzâziyye´den özetle.

«Delil gösterirse ilh...» Bu ifadeden açıkça anlaşıldığına göre, dava konusu olan malı ikrar eden

davalı aleyhine delil ikâme edilmez. Bahır´da, «Ancak dört meselede ikrar da etse delil ikâme edilir»

denilmiş-tir. Yine Bahır´da, «Delilden sonra davalı ikrar ederse, o zaman delil ile değil onun ikrarı ile

hüküm verilir. Eğer davalı cevap vermeyerek susar-sa, cevap verinceye kadar hapsedilir.»

denilmiştir.

«Davalıya yemin ettirir ilh...» Davalının yemin! ile davacının hakkı ortadan kalkmaz. Ancak, davasına

uygun olan bir delil ikâme etmedikçe de davacı olamaz. Eğer delili varsa bunu ikâme eder. Bu delil

ile onun lehine hükmedilir. Hâmiş´te de böyledir.

«Dört meselede ilh...» Bezzâziyye´de yer alan ve karşı taraf talepte bulunmasa bile hâkimin re´sen

yemin verebileceği dört hâl şunlardır:

1) Satılan bir mal, müşteri tarafından bir ayıp sebebiyle geri ve-rilse, satıcı talep etmese bile hâkim

müşteriye bu malı ayıplı olarak alıp almadığına dair yemin teklif eder.

2) Hâkim, şüf´â hakkı sahibine, bu hakkını iptal etmediğine dair,, şüf´âlı malın sahibi talep etmese

bile yemin teklif eder.

3) Gâib olan kocasının malından nafaka talep eden kadına, hâ-kim, kocası ona nafaka olarak bir şey

bırakıp bırakmadığına dair yemin teklif eder.

4) Hâkim, istihkak davasında, hasım talep etmesi bile, malı sat-madığına dair yemin teklif eder.

Hâmiş´te de böyledir.

Yine Hâmiş´te şu fer´î mesele vardır: Birisi diğer birisine, «Senin ba-bama yüz dinar vereceğin

vardır. Babam bu yüz dinardan hiçbir şey almadan öldü ve bu yüz dinar bana miras kaldı. Bu yüz

dinarı bana tes-lim et» dese, davalı da, «Evet, babana yüz dinar borcum vardı. Ancak ben onun

seksen dinarını hayatında kendisine ödedim, baban da falan şehirdeki evimde falan gün aldığını

ikrar etti» dese ve delil de ikâme etse, davacı, «Babamın seksen dinarını kabzettiğine dair iddian

bâtıl-dır. Çünkü babam, ikrarını iddia ettiğin günde o şehirde değil, şu şehir-de idi» dese ve delil

ikâme etse, davalının delili, davacının bu delili ile reddedilir mi? Bazı âlimler tarafından, «Hayır,

reddedilmez» denilmiştir. Ancak davacının babasının davalının şahitlerinin babasının kabzettiğine

dair ikrarda bulunduğuna dair şahadet ettikleri gün başka bir şehirde bulunduğu herkesçe bilinen

bir şeyse, o zaman hâkim davacının delili jle davalının delilini reddeder ve davalıya borcu ödetir.

Zahîre´de de böyledir. Fetâvâ´l-Hindiyye´nin dokuzuncu babı, Şahadetin nefy ve isbatı bahsinden.

«İcma etmişlerdir ilh...» En uygun olanı musannifin «İcma etmişler-dir» değil de, «Ancak ölen bir

kimseden bir alacak iddia eden kimseye âlimlerin ittifakı ile hâkim yemin teklif eden» demesiydi.

Yemifiin şekli ise şöyledir: Hâkim ona, «Bizzat ondan olmadığına veya onun namına bir başkasının

sana ödemediğine veya senin emrinle başka birisinin on-dan kabzetmediğine veya onu o borçtan
[Bu mesajın devamını görebilmek için kayıt olun ya da giriş yapın
Bu Sayfayi Paylas
Facebook'a Ekle
Kayıtlı

08 Şubat 2010, 17:13:35
Zehibe

Çevrimdışı Çevrimdışı

Mesaj Sayısı: 31.681



Site
« Yanıtla #2 : 08 Şubat 2010, 17:13:35 »

METİN

Mülkiyet veya tazminat sebebinin kaldırılması davasında hâkim da-valının inkâr şekline uygun

olarak yemin teklifi yapar. Musannif bunu şu şekilde açıklamıştır: Yani hâkim, «Aranızda halen

nikâh veya satım akdinin mevcut olmadığına Allah´a yemin eder misin?» veya «Eğer sa-tım akdi

mevcutsa malın bizzat kendisinin, mal helak olmuşsa bede-linin geri verilmesinin gerekli

olmadığına veya karının senden bâin ta-lâkla boş düşmediğine Allah´ın üzerine yemin eder misin?»

diye yemin teklif eder. İşte bu durumlarda sebebin kaldırılması satım akdinin karşılıklı rıza ile

bozulması, boşanmanın olması ve helak olan şeyin bede-linin verilmiş bulunması hallerinde

gerçekleşir. Yani, «Halen, aranızda saydığım şeylerden bir şey olmadığına Allah´ın üzerine yemin

eder misin?» demek olur.

Bu duruma göre, yemin teklifi meydana gelmiş olan veya meydana geldiği iddia olunan noktalar

üzerinde yapılır. Yoksa sebepler üzerinde yapılmaz. Yani, «Vallahi, ben bu kadını nikahlamadım

veya bu malı sat-madım» denilmez. Ancak Ebû Yusuf aksi görüştedir. O, boşama ve ikâlenin

gerçekleşmiş olması ihtimaline karşı davalıyı korumak istemiştir. Ancak nasıl sonuç üzerine yemin

gerektiği zaman davacının hakkının korunması terkedilmiş olursa, o zaman icmâ ile, sebep üzerine

yani da-vacının iddia ettiği şekil üzere yemin teklim edilir. Komşuluk sebebiy-le şüf´â ve bâin talâkla

boşanan kadının nafakası davalarında olduğu gibi. Meselâ davalı Şafiî mezhebine mensub olduğu

için, komşuluk şûra-sını ve bâin talâkla boşanan kadının nafakasını kabul etmiyorsa, bun-dan

davacı zarar görür. Çünkü Şâfiîlere göre sebeb üzerine değil sonuç (hâsıl) üzerine yemin teklif

edilir. İşte bundan ötürü davanın sonucu üze-rine değil, sebebi üzerine yemin teklifi yapılır.


Ben derim ki: Musannifin sözlerinin anlamı şudur: Davalı olan has-mın mezhebine itibar edilmez.

Davacının mezhebine gelince, onun mez-hebine itibar edip etmemekte ise âlimler arasında görüş

ayrılığı vardır. En uygun olanı, hâkimin davacıya, «Sen civar şüf´asını kabul ediyor mu-sun, etmiyor

musun?» diye sormasıdır. Musannıf da bu son görüşe itibar etmiştir.

Yemin teklifinin sebep üzerine yapılması gerektiği konusunda icma vardır. Bu sebep, sabit olduktan

sonra, hak sahibince kaldırılmayan bir sebep olsa da hüküm değişmez. Meselâ, müslüman bir köle

efendi-sinin kendisini azad ettiğini dava etse, efendiye; kölelik sebebinin olup olmadığına dair

yemin teklif edilir. Çünkü kölelik tekerrür etmez. Fakat müslüman da olsa cariyenin ve kâfir bir

kölenin dâru´l-harbe iltihâkları halinde kölelikleri tekerrür ettiğinden onların efendisi, mevcut durum

üzerine yemin eder. Özetleyecek olursak, yemin teklifinde mevcut duruma itibar edilir. Ancak

mevcut duruma göre yemin teklif etmek davacı için zararlı olur veya sebep tekerrür etmeyen

sebeplerden bulunursa, o zaman da sebebin olup olmadığına dair yemine itibar edilir.

Yemine fidye vermek, yani bir miktar mal vererek yeminden kaçın-mak ve bu konuda anlaşma

yapmak mümkün ve caizdir. Zira, Resûlullah: «Irzınızı arız olacak eksiklik ve ayıbı malınızla

menediniz» buyur-muştur. Şehîd adlı âlim: «Doğru yeminden kaçınmak vacibtir» demiştir. Bahir

sahibi de şahidin sözündeki «vacib» kelimesini doğru yeminin ce-vazının delili ile «sabit» kelimesi

ile tefsir etmiştir.

Yemin konusunda anlaşma yaptıktan sonra, artık hasma aynı ko-nuda bundan sonra bir daha

yemin teklif edilmez. Çünkü davacı mal konusundaki hakkını düşürmüştür. Musannifin burada

yemini Midye ve sulh ile kayda bağlamasının sebebi şudur: Zira davacı «Seni yeminden ibra ettim»

veya «Onu sana terkettim» veya hibe ettim» sözleriyle ye-mini kasten iskât etmesi caiz değildir.

Yine ondan yemin taleb edebilir. Maldan ibra etme, yeminden ibra etmenin aksinedir. Çünkü

maldan ib-ra, davacının tek başına hakkı olduğu için bunu kendi başına yapabilir. Fakat yemin

teklifi hâkimin hakkı olduğu için, davacı ibra etse bile, is-kât edemez. Bezzâziyye.

Dava konusunu inkâr eden davalı, yeminini satın alsa, satım ak-dinin bir rüknü olan mebî mevcut

olmadığı için caiz değildir.

Pratik ,bir mesele: Bir kimse hasmından yemin talebinde bulunsa, hasmı da, «Ben bir kez yemin

ettim» dese bakılır: Eğer yemini hâkim veya hakem kılınan kimsenin huzurunda yapmışsa ve buna

dair delil ikâme ederse delili kabul edilir. Ama eğer hâkimin veya hâkemin veya hâkem kılınan

kimsenin yanında yemin etmemişse o zaman yine yemin teklif edilir. Çünkü hâkimin yanında

yapılmayan yemine itibar edilemez. Eğer davalı yemin ettiğine dair delil ikâme edemezse davacıdan

yemin taleb edebilir.

Ben derim ki: «Ben talâk ite yemin etmiştim, artık yemin etmem» di-yen kimsenin hükmüne dair bir

görüşe rastlamadım. Bu şekilde düzel-tilsin.

İZAH


«Hâkim yemin teklif eder ilh...» Nuru´l-Ayn´da şöyle denilmiştir: «Mev-cut durum ve sebeb üzerine

yemin teklif edilen yerlerin üçüncüsü de topluca yemin teklif etmektir. Sonra mesele birkaç kısma

ayrılır. Şöyle ki, davacı ya deyn iddia eder, ya da bir malda mülkiyet veya hak iddia eder. Bunların

herbiri de iki kısma ayrılır. Dava konusu ya mutlak (se-bepsiz) olur veya bir sebebe bağlı bulunur.

Buna göre, bir kimse diğe-rinden sebebini zikretmeden bir alacak iddia etse, ona dava konusu olan

borcun onun tarafında olmadığına dair yemin teklif edilir. Yine bunun gibi hazır olan bir malda

mülkiyet veya bir hak iddia etse ve bu iddia-sında hiçbir sebep zikretmese, mevcut duruma göre

yemin teklif edilir. Meselâ, «Bu malın falancaya ait olmadığına ve bu maldan hiçbir şeyin falancanın

malı bulunmadığına dair yemin eder misin?» denilir. Ancak bu mal bir sebebe dayanılarak dava

edilirse, meselâ ödünç (karz) veya satın alma sebebiyle davalıdan bir borç iddia edilse veya satım

yahut hibe sebebiyle ondan bir mülk iddia olunsa veya birşeyin gasb, ariyet veya vedîa olduğu

iddia edilse, yine sebebin üzerine değil, mevcut du-rum üzerine yemin teklif edilir. Söyle ki, «Ödünç

almadığına, gasbetmediğine, vedîa olarak almadığına veya satın almadığına yemin eder misin?»

denilir. Ebû Yusuf´a göre, bu durumların hepsinde, hâkim tarafından se-bep üzerine yemin teklif

edileceği rivayet edilmiştir. Ancak davalının, «Sayın hâkim, insan bazan bir şey satın alır, sonra da

ikâle yapar» şek-linde üstü kapalı bir ifadeyle konuşması hâlinde hâkim ona mevcut du-ruma göre

yemin teklif eder. Minah.

Şemsü´l-Eimme Halvânî, Ebû Yusuf´tan başka bir rivayet daha nakletmiştir. Eğer davalı sebebi inkâr

ederse, yine sebep üzerine yemin teklif edilir. Ancak davalı, davacının benden iddia ettiği şey benim

üze-rimde değildir» dese yine mevcut durum üzerine yemin teklif edilir. Kâdıhan.


Kâdıhan´ın bu rivayeti bana göre görüşlerin en güzelidir. Hâkimle-rin çoğu da bu görüşe göre

hüküm verirler.

Hâkîr der ki: Hidaye sahibinin Mühtârâtü´n-Nevâzil isimli kitabında da böyledir.

«Aranızda hâlen nikâh ilh...» İmameyn´e göre, nikâhın mevcut du-rum üzerine yemin edilen

meseleler arasına katılması Hidaye sahibinin ve sarihlerin gafletindendir. Çünkü Ebû Hanîfe nikâhta

yemin teklif edi-lemeyeceği görüşündedir. Ancak şöyle denebilir: Ebû Hanîfe, ziraat ortakçılığı

konusunda meseleyi İmameyn´in görüşüne uygun şekilde açık-ladığı gibi, burada da onların

görüşüne göre hükme bağlamıştır. Bahır.

Makdisî´den de şöyle nakledilmiştir: «Nikâhta mevcut durum üze-rine yemin teklifi hususu, «Eğer

nikâhla birlikte mal davası da varsa ye-min teklif edilebilir» şeklinde anlaşılmıştır».

«Aranızda satım akdi olmadığına ilh...» Hızâne adlı eserde yer alan açıklamalar doğrudur. Şöyle ki;

«Müşteri, satın aldığını iddia ederse ba-kılır: Eğer iddia ettiği, sebeple de onu almamıştır». «Billahi

ben onu sat-madım» diye yemin ettirilmez. Eğer müşteri semenin nakit olduğunu zik-retmezse, o

zaman müşteriye, «Sen semeni hazırla» denilir. Hazırladığı takdirde, «Billahi o, bu semenin kabzına

ve şu kölenin teslimine iddia edilen şekilde mâlik olmamıştır» diye yemin teklif edilir. Hâkim isterse.

«Şu kimse ile senin aranda bu saatte mevcut olan bir alış olmadığına Allah´ın üzerine yemin eder

misin?» diye de yemin teklif edebilir. Velhâ-sıl alım davası semenin nakit olmasıyla birlikte bir akit

davası değil, mebiin mutlak mülkiyet davasıdır. Bundan dolayı semen mana bakımın-dan bilinmese

bile dava sahihtir. Bu dava akit davası da değildir. Bu yüzden mebiin bilinmezliğiyle birlikte de dava

sahih olur. Davalıya bu semen üzerine yemin teklifi yapılabilir.» Bahır.

«Eğer kâim ise ilh...» Musannif bu cümleyi Bahır´da olan ifadeye dayanarak ilâve etmiştir. Müellifin,

«Senin dava konusu olan malı geri» vermen gerekmediğine Allah´ın üzerine yemin eder misin?»

sözünde bir aksilik vardır. Doğru olan ifade Hülâsa adlı kitaptaki sözler olup şöyledir: «Senin, dava

konusu malı geri vermen veya onun misli veya bedeli ve- ya ondan hiçbir şey gerekmediğine

Allah´ın üzerine yemin eder misin?» sözünde de eksilik vardır. Çünkü böyle bir ifade, yalnız bâin

talâkla bo-şanan ...
[Bu mesajın devamını görebilmek için kayıt olun ya da giriş yapın
Bu Sayfayi Paylas
Facebook'a Ekle
Kayıtlı

08 Şubat 2010, 17:16:38
Zehibe

Çevrimdışı Çevrimdışı

Mesaj Sayısı: 31.681



Site
« Yanıtla #3 : 08 Şubat 2010, 17:16:38 »

YEMİNLEŞME BABI

METİN


Musannıf davada, taraflardan yalnız birisinin yeminiyle ilgili mese-leleri zikrettikten sonra, aşağıda

taraflardan her ikisinin karşılıklı yeminleşmesine dair meseleleri zikir ve açıklamaya başladı, satıcı

ile alıcı, satış bedelinin miktarında veya vasfında veya cinsinde yahut mebîin miktarında ihtilâf

etseler, bunlardan hangisi delil getirse, onun lehine hüküm verilir. Zira o, davasını delille isbat

etmiş olur. Eğer her ikisi de delil getirirlerse, kimin delili dava konusunu daha fazla isbat ederse,

onun lehine hüküm verilir. Zira deliller isbat içindir.

Eğer taraflar semen ve mebîden her ikisinde ihtilâf ederlerse, deli-lin ziyadeyi isbat durumuna

bakılarak eğer ihtilâfları semende ise satı-cının delili öne geçirilir. İhtilâfları mebîde ise müşterinin

delili önde gelir. Eğer her üç durumda da ihtilâf halinde delil getirmezlerse, bakılır: Eğer birisi

diğerinin sözüne razı olursa ne âlâ. Eğer razı olmazlarsa, araların-da muhayyerlik de yoksa, o

zaman her ikisi de yemin ederler. Aralarında muhayyerlik varsa, muhayyerlik hakkı sahibi akdi

fesheder. Tarafların yemin etmesi söz konusu olunca; eğer satım akdi peşin değil de vere-siye

yapılmışsa, önce müşteri yemin eder. Çünkü dava konusunu ilk in-kâr eden odur.

Eğer satım akdi veresiye değil de, malın malla trampası veya pa-ranın parayla mübadelesi tarzında

olmuşsa, o zaman hâkim muhayyer-dir. Bazı âlimler tarafından, davacı ile davalı arasında kur´a

çekileceği söylenmiştir. İbn Melek. En sağlam görüşe göre buradaki yeminin, da-va konusunun

iddia edilen şekilde olmadığına dair yanı olumsuz şekil-de teklif edilmesi gerekir.

Taraflardan birisi veya her ikisi satım akdinin feshini talep ederse, hâkim, akdi fesheder. Satım akdi

karşılıklı yemin sonucu kendiliğinden feshedilmiş olmadığı gibi, taraflardan birisinin tek yanlı

iradesiyle de feshedilmez. Ancak ikisi beraber feshetmek isterlerse feshedebilirler. Bahır.

Taraflardan herhangi birisi yeminden kaçınırsa, diğerinin iddia et-tiği şey hâkimin hükmüyle ona

gerekli olur. Bunun delili, Resûlullah (S.A.V.) in: «Satıcı ile müşteri ihtilâf ettiklerinde satılan şey

mevcutsa, ikisi de yemin eder ve herkes elindekilerini geri verir» hadisidir.

Yukarıda belirtilen hususlar, ihtilâfın satış bedeli üzerinde olmasıyla ilgilidir. Eğer ihtilâf, satılan

şeyin iç bünyesiyle ilgili ise, meselâ, sa-tıcı ile alıcı mebîin çeşidi üzerinde ihtilâf etmişlerse, o

zaman yemin et-mezler söz alıcınındır.

Ama eğer mebîin vasfında ihtilâf ederlerse, meselâ müşteri, «Ben onu okur-yazar veya fırıncı

olması şartıyla aldım» dese, satıcı da, «Ben böyle bir şart koşmamıştım» dese, yine yemin yoktur.

Söz, satıcınındır. Zâhîriyye.

İZAH

«Vasfında ilh...» Taraflar satış bedelinin vasfında ihtilâf ederlerse, meselâ satıcı «Falan ülkenin

veya falan şehrin parası ile satış yapmış-tım» derken alıcı aksini iddia edebilir, bu takdirde delil

getirenin lehine hüküm verilir.

«Cinsinde ilh...» Taraflar satış bedelinin cinsinde, yani altın veya gümüş para olup olmadığında

ihtilâf edebilir. Yine delil ikâme edenin lehine hüküm verilir.

«Miktarında ilh...» Taraflar satış bedelinin miktarında ihtilâf ede-cekleri gibi mebiin miktarında da

ihtilâf edebilirler. Eğer mebîin vasfın-da ihtilâf ederlerse yeminleşme olmaz. Söz satıcınındır.

Nitekim bunu ileride sarih de zikredecektir.

«Semende ihtilaf ederlerse ilh...» Hidâye´nin bu konudaki ifadesi şöyledir: «Eğer semen ve mebîde

beraber ihtilâf ederlerse, satıcının de-lili semende, alıcının delili ise mebîde isbat bakımından

fazlalık duru-muna bakılarak daha önde gelir. Bu açıklamayı babamın şeyhi Müfti Muhammed

Taceddin Medenî yapmıştır.»

«Birisi diğerinin sözüne razı olursa ilh...» Bu ifade ancak semen ve mebîdeki ihtilâf şeklini

kapsamına alır. Üç durumu kapsamaz. Başkala-rının dediği gibi, sarihin «Mebî veya semenden

yalnız birisinde ihtilâf halinde taraflardan ikisi de aynı şeye yani satıcı müşterinin iddia ettiği

semene veya müşteri satıcının iddia ettiği satışa razı olsalar yahut ihtilafın mebî ve semenin her

ikisinde birlikte olması halinde herbiri, di-ğerinin sözüne razı olsalar» demesi daha uygun olurdu.

Halebî de Musannifin ifadesinin yanlış olduğunu.söyleyerek, «Bu-rada doğrusu, diğer âlimlerin de

dediği gibi, sarihin ifadesinin de, «Eğer her ikisi aynı şeye razı olurlarsa» şeklinde olması idi.

«Eğer birisinin muhayyerliği varsa, satım akdini fesheder ilh...» Bahır´da şöyle denilmiştir:

«Musannıf, «Delil getiremezlerse» sözüyle sa-tım akdinde hiçbirisine muhayyerlik hakkı olmadığına


işaret etmiştir. Bundan dolayı Hülâsa´da, «Müşteriye görme, ayıp ve şart muhayyerliği tanınmışsa

zaten yemin etmezler» denilmiştir. Burada satıcı da alıcı gibidir» denilmiştir. Yani bu ifadeden

kasdolunan muhayyerlik hakkı ola-nın satım akdini feshetmesi mümkündür. Durum böyle olunca

karşılıklı yemine ihtiyaç kalmaz. Ancak uygun olan satıcı beyi eğer semenin faz-lalığını iddia eder,

müşteri ete onu inkâr ederse, müşterinin muhayyer-lik hakkı karşılıklı yeminleşmeye engel olur.

Satıcının muhayyerlik hak-kına gelince, o yeminleşmeye engel olmaz. Ama eğer müşteri mebîin

ziyadeliğini iddia eder, satıcı da o ziyadeyi inkâr ederse satıcının muhay-yerliği bu yeminleşmeye

mani olur. Zira muhayyer olduğunda fesih im-kânı vardır. Müşterinin muhayyerlik hakkına gelince,

burada da onun muhayyerliği yeminleşmeye mani değildir. Bu açıklamayı, başka bir yer-den naklen

değil, araştırmaya dayanarak yaptım.»

Meselenin özeti şudur: Kimin muhayyerlik hakkı varsa o, her za-man satım akdini feshedemez. Bu

seheble uygun olan, bu meseleleri tahsis etmektir.

«Önce müşteri yemin eder ilh...» Yani İbn Kemal´in şerhinde de zikredildiği gibi tarafların ihtilâfı

ister semende, ister mebîde veya isterse her ikisinde birlikte olsun, bu üç durumda da önce

müşteri yemin eder. Musannifin, «Çünkü dava konusunu ilk inkâr eden müşteridir» sözü eğer

yeminleşme semende ise doğrudur. Fakat yeminleşme mebîde ise durum değişir. Çünkü o takdirde

satıcı inkâr eden durumundadır. Bu son durumda en uygun olan, önce satıcının yemin etmesidir.

Bunu aşa-ğıdaki mesele de teyid etmektedir. Şöyle ki, kiracı ile, kiraya veren kira süresi hakkında

ihtilâf etseler, yeminleşmeye kiraya verenin, yemini ile başlanır. Kûhistânî de buna işaret etmiştir.

Bu konunun benzerini Allâme Remlî de zikretmiştir.

«Yemin olumsuz şekilde teklif edilir ilh...» Yani satıcı bin liraya sat-madığına yemin ettiği gibi.

müşteri de ikibine almadığına yemin eder.

«Sağlam görüşe göre ilh...» Ziyâdât adlı eserde, «Satıcı, «Ben bin liraya değil vallahi ikibin liraya

sattım» der. Müşteri ise, «Billahi ben ikibin liraya değil, bin liraya aldım» der, denilmektedir.

«İkisi beraber feshetmek isterlerse, feshedebilirler ilh...» Sarihlerin zikrettiklerine bakılırsa, taraflar

satım akdini feshederlerse, hâkime git-meden satım akdi kendiliğinden feshedilir. Fakat hâkimin

feshi için ta-raflardan birisinin talebi yeterli ise de satım akdi tek taraflı olarak feshedilemez. Bahır.

Feshedilmemesinin faydası ise yeminleşmedir.

«İhtilâf, mebîin kabı üzerinde ise ilh...» Yani eğer ihtilâfları kapta olur ve satıcı, satılan malın kabının

kendisinin olduğunu inkâr ederse, meselenin şekli Zeylâî´de olduğu gibi şöyledir: «Birisi

diğerinden kabıyla birlikte yüz kilo ağırlığında yağ alsa, sonra boşaltarak meselâ yirmi kilo

ağırlığındaki kabı sahibine vermek üzere getirse satıcı, «Bu benim kabım değildir» dese, müşteri de

onun olduğunu söylese yağın fiyatı is-ter kilogram başına belirlensin, isterse tamamının toplam

fiyatı söyle-miş olsun, söz müşterinindir. İşte bu mesele, kabzolunan şeydeki ihti-lâfla ilgilidir.

METİN

Musannıf, yeminleşmenin yalnız semen ve mebîde tarafların ihti-lâfı halinde söz konusu olacağını

belirtmiştir. Çünkü bu ikisi dışındaki .ihtilâflarda yeminleşme cereyan etmez. Zira bunlar akdin

özüne zarar vermez. Meselâ; mebî ve semen dışında süre, şart, rehin veya muhay-yerlik, dıman yeni

birisinin kefaletini şart koşmak veya semenin bir kıs-mının alınması gibi şeylerde ihtilâf

olunduğunda yeminleşme yoktur. Bun-larda yeminleşme olmadığına göre, söz, yemini ile birlikte

dava konusu-nu inkâr edene aittir. İmam Züfer ile Şafiî´ye göre yukarıda sayılan şey-lerde ihtilâf

vukuunda da taraflar yine yemin ederler.

Mebîin helakinden veya müşterinin mülkiyetinden çıkmasından ve-ya geri verilmesini imkânsız

kılacak bir ayıpla ayıplanmasından sonra olan semen üzerindeki ihtilâfta yeminleşme yoktur. Bu

mesele de semen deyn olursa, yalnız müşteri yemin eder. Ancak mebiî satıcının elinde iken müşteri

dışındaki birisinin onu helak etmesi halinde yeminleşme vardır, İmam Muhammed ve İmam Şafiî´ye

göre yeminleşme vardır, sa-tım akdinde helak olanın kıymeti üzerine feshedilir.

Ama eğer satım akdi, malı malla değiştirmek git» trampa şeklinde olursa, icmaen yeminleşme

vardır. Çünkü trampa akdinde hem ...
[Bu mesajın devamını görebilmek için kayıt olun ya da giriş yapın
Bu Sayfayi Paylas
Facebook'a Ekle
Kayıtlı

08 Şubat 2010, 17:18:40
Zehibe

Çevrimdışı Çevrimdışı

Mesaj Sayısı: 31.681



Site
« Yanıtla #4 : 08 Şubat 2010, 17:18:40 »

DAVALARIN DEF´İ FASLI

METİN


Musannif önceki fasıllarda davada hesûmeti meşru ve davası dinle-nilecek kimseleri zikretti. Şimdi

de birbirlerine hasım olamayan kimseleri zikredecektir.

Bir menkûl veya gayr-i menkûl malı elinde bulunduran kimse, «Bu malı gâib olan Zeyd, bana vedia,

ariyet, icara veya rehin olarak bıraktı» veya, «Bu, malı gâib olan Zeyd´den gasbettim» diye iddia

etse ve zikret-tiğine dair delil getirse, eğer mal elinde mevcutsa, davacının husûmeti def edilir. Eğer

davalı delil ikâme edemezse, davacıya yemin teklif edi-lir. Yemin ederse hasım olabilir; yeminden

kaçınırsa hasım olamaz.

Bu şekildeki bir davada, dava konusu malın hâkim huzurunda mev-cut olması gerekir. Eğer mal,

helak olmuş ise, husûmet ortadan kalkmış bulunmaz. Çünkü bu halde davacı helak olan şeyin

kendisini değil, kıy-metini dava etmiş olmaktadır. Deyn´in vedîa olarak verilmesi ise müm-kün

değildir.

Şahitler, «Vediayı veren gâib kimsenin adını, nesebini veya yüzünü tanıyoruz» deseler, İmam

Muhammed, isim ve neseb ile birlikte yüzün de tanınmasını şart koşmuştur.

Şahitlerden birisi, «Ben onu tanımıyorum, yalnız yüzünü tanıyorum» dese ve tanımadığına dair

yemin etse, hânis olmaz. Zeylâî böyle zikret-miştir.

Şurunbulâliye´de, Allâme Makdisî´nin yazısı ile Bezzâziyye´den nak-len, «Bu mesele hususunda

müctehidler İmam Muhammed´in görüşüne dayanmışlardır» denilmiştir.

Ebû Yusuf da söyle demiştir: «Dava konusu şeyi elinde bulunduran kimse (zilyed), hilekârlığı ile

bilinen bir kimse ise, dava def edilmez.» Ebû Yusuf´un bu görüşü ile amel edilir. Mültekâ. Muhtar

adlı eserde de bu görüş tercih edilmiştir.

Bu mesele dava kitabının beşinci meselesidir. Zira bu meselede âlimlerin ayrı ayrı beş görüşü

vardır. Bunları Dürer adlı eserin müellifi Molla Hüsrev açıklamıştır. Yahut da bu mesele beş

şekildedir. Aynî ve diğerleri.

Ben diyorum ki: Bunda bir görüş vardır. Çünkü bir kimse, «Bu malı korumam için sahibi beni vekil

etti.» veya «Gâib olan Zeyd beni o evde jskân etti.» veya «Ben bu şeyi gâib olan Zeyd´den çaldım»

veya «Ben bu şeyi Zeyd´den çekip aldım» veya «Gâib Zeyd kaybetmişti, ben bul-dum.» Bahır. Veya

«O toprak benim elimde ziraat ortakçılığı sözleşmesi gereğince kalıyor.» -Bezzâziyye- derse, hüküm

yine aynıdır. Yani bütün bu durumlarda davalı olan kimse yukarıdaki def´ileri öne sürünce

husû-meti bertaraf etmiş olur. Bu duruma göre, meselenin şekli de beş değil, onbir olur.

Ben derim ki: Şu kadarı var ki, Bezzâziyye´de ziraat ortakçılığı, icâre veya vedîaya tabi kılınmıştır.

Yine Bezzâziyye bu meseledeki şekillerin beşten fazla olmadığını söylemiştir. Ben bu meseleyi

Mültekâ Şerhi´nde tashih ettim.

Dava konusu mal helak olmuş ise veya şahitler, «Bu malı bizim bilmediğimiz bir kimse ona vedîa

olarak verdi» diyorlar, veya zilyad (malı elinde bulunduran adam) malı elinde husûmetle

bulundurduğunu ikrar ediyor, meselâ, «Ben onu gâib olan falan kimseden satın aldım» veya «Bana

hibe etti» diyorsa, veya davacı mutlak mülkiyeti iddia etmeyerek mülkiyet fiilini iddia ediyor,

meselâ, «Sen onu benden gasbettin» veya «O benden çalındı.» diyorsa, Buradaki ´çaldı´ şeklindeki

meçhul ifade, çalan adamın ayıbını örtmek içindir. Yani aslında, «Sen onu benden çaldın.»

demektedir. Dava düşmez. Ama, «Gâib olan falan kimse ben den gasbetti» derse, yukarıdaki

meselenin aksine ileride geleceği gibi dava düşer. Bezzâziyye. Veya zilyed, «Falan kimse bana

vedîa olarak verdi» diyor ve buna delil getiriyorsa, yukarıda zikrettiğimiz illetten ötü-rü bu

durumların hepsinde dava düşmez.

İZAH


«Vedia ilh...» «Onu bana vedîa olarak verdi» sözünden ve bundan sonra gelenlerin açık ifadesinden

anlaşıldığına göre, mala zilyed olan kimse, bütün malın kendisine vedîa olarak verildiğini iddia

etmektedir. Halbuki durum böyle değildir. Çünkü İhtiyar adlı eserde şöyle bir ifade vardır: «Dâva

konusu malı elinde bulunduran kimse, «Bunun yarısı be-nim malımdır, yarısı da falan tarafından

bana vedîa olarak verilmiştir» dese ve bu hususta delil ikâme etse, malın yarısını ayırdetmek güç

ola-cağı için dava konusu malın hepsinden dava düşer.» Bahır.

Bahır´da şöyle denilmektedir: Müellif ifade ediyor ki, zilyed, «Bu, benim değildir» veya «Falan

kimsenindir» diyerek başka bir şey söyle-mese, dava düşmez. Burada müellifin yalnız «def» ile


kayıtlamasının sebebi şudur: Zilyed böyle dedikten sonra, «Bu benim evimdi falan kim-seye sattım

o da kabzettikten sonra bana vedîa olarak verdi» sözünü ilâve etse, dava düşmez. Ancak davacı,

davalının bu sözlerini ikrar eder veya hâkim durumu bilirse dava düşer.»

«Zeyd rehin olarak bıraktı ilh...» Musannif rehin bırakan kimsenin bilinmesinin şart olduğunu

göstermek için burada Zeyd ismini kullan-mıştır. Çünkü, davalı, Bunu tanımadığım bir kimse vedîa

veya rehin ola-rak bıraktı» dese dava düşmez. Çünkü davanın düşmesi için gâib olan kişinin tayini

gerekir. Sarihin de ileride zikredeceği gibi şahadetlerde de durum böyledir. Bu duruma göre, davalı,

malın meçhul bir kimse ta-rafından vedîa veya rehin edildiğini iddia etse, şahitler de belli bir kişi

tarafından vedîa veya rehin edildiğine şahadet etseler, veya bunun ak-si olsa, dava yine düşmez.

Bahır.

Bahır´da Hizânetü´l-Ekmel ve Hâniye´den şöyle nakledilmektedir: «Davacı, «Bana ait olan bu malı

birisi davalıya vermiştir» dese veya şa-hitler davacının böyle bir ikrarda bulunduğuna şahadet

etseler, arala-rında dava kalmaz, yine düşer.»

Yine Bahır´da, «Burada «gâib» kelimesi, mutlak kullanılması sebe-biyle vedîa veya rehin bırakan

tanınmış fakat kendisine ulaşmak çok zor olan bir uzaklıktaki kimseyi de kapsamına alır. Hülâsa ve

Bezzâziyye´de olduğu gibi.» denilmiştir.

«Zikrettiğine dair delil getirse ilh...» şu kadarı var ki, delilin Hizânetül-Ekmel´de de olduğu gibi iddia

ettiğinin aynına da uygun olması şart değildir. Meselâ şahitler, dava konusu malı ona falan

kimsenin ver-diğine şahitlik etseler ve «Yalnız biz o malın kimin olduğunu bilmiyoruz» deseler,

aralarındaki husûmet kalkar, dava düşer

Musannıfın burada delilden kastı, delilin bulunmasıdır. Bu delil ister davacının göstereceği bir delil,

ister hâkimin bilgisi, ister davacının ikrarı kabilinden olsun hüküm değişmez. Nitekim Hülâsa adlı

eserde de böyledir.

Ama davalı delil getiremez ve davacının dava konusu şeyin kendi-sine ait olduğuna dair yemin

etmesini taleb ederse, davalıya hasım ola-bilir, yani dava açabilir. Nitekim Hizânetü´l-Ekmel´de de

böyledir. Bahır.

«Dava konusu mal davalının elinde mevcutsa ilh...» Sarih bu kaydı Musannifin «Bu mal» sözünün

işaretinden almıştır. Zira hissî işaret an-cak dışarıda mevcut olan birşey için yapılır. Nitekim bu

Bahır´da da ifade edilmiştir. Bu meselenin dışta kalan unsurları ileride gelecektir.

Hâmiş´te şöyle denilir: Bir kimsenin elinde bir köle helak olsa, di-ğer birisi ölen kölenin kendisine

ait olduğuna dair delil ikâme etse, buna karşılık kölenin yanında öldüğü adam köleyi gâib olan bir

başkasının kendisine vedîa veya icare ettiğine dair delil ikâme etse, bunun delili kabul edilmez. Zira

davacı ondan helak olan kölenin kıymetini iddia et-mektedir. Deynin vedîa olarak verilmesi ise

mümkün değildir. Daha son-ra gâib olan kimse gelerek vedîa verme, kiralama ve rehin hususunda

davalıyı tasdik etse, o zaman davalı tazmin ettiğinin kıymeti ile davacıya rücû ederek ondan geri

alır. Ama burada davalı gâsıb ise, rücû edemez. Ariyet ve ibâk (kölenin kaçması) da bu meselede

kölenin helak olması gibidir. Ama kaçan köle bir gün geri dönerse, onun kimin tazmin etmesi

gerekiyorsa onun kölesi olur.» Bahır.

«Veya yüzünü ilh...» Ebû Hanîfe´ye göre şahitlerin yalnız yüzünü ta-nımaları yeterlidir. Bezzâziyye.

«Şart koşmuştur ilh...» Burada ihtilâf noktası, «Davalı, dava konusu malın isim ve nesebi ile

muayyen bir kimsenin kendisine ariyet veya ve-dîa olarak verdiğini yahut kiraladığını iddia etse,

şahitler de şehâdetlerinde, «Biz onun yalnız yüzünü tanıyoruz, isim ve nesebini tanımıyoruz.»

deseler meselesidir. Çünkü İmam Muhammed´e göre bu meselede gâib üzerine şahadette bulunan

şahitlerin gâib olan kimseyi isim ve nesebi ile bilmeleri şart olduğu gibi yüzü ile de tanımaları

şarttır. Ama davalı, dava konusu malın, kendisince bilinmeyen bir kimse tarafından ariyet veya

vedîa olarak verildiğini yahut kiralandığını iddia ederse, o zaman zaten mezhep âlimlerinin icma ile

şahitlerin şahadeti kabul edilmez. Hassâf´ın Edebü´l-Kâdı şerhinde de böyledir.

«Yemin etse ilh...» Sarihin buradaki ifadesi açık değildir. Uygun olan şarihin, «İmam Muhammed

şahitlerin gârb kimsenin yalnız yüzünü tanı-maları ile iktifa etmemiştir» demesi idi. Zeylâî´nin,

«Yalnız yüzü ile ta-nımak, tanımak değildir» sözü de bizim uygun dediğimize delâlet eder. Nitekim

şu hadis-i şerif de bu hususu açıkça belirtmektedir: Resûlullah (S.A.V.) ashabtan birisine, «Sen

falan kimseyi tanıyor musun?» diye sordu. O da, «Evet, tanıyorum» dedi. Resûlullah...
[Bu mesajın devamını görebilmek için kayıt olun ya da giriş yapın
Bu Sayfayi Paylas
Facebook'a Ekle
Kayıtlı

Sayfa: [1] 2 3 4   Yukarı git
  Yazdır  
 
Gitmek istediğiniz yer:  

TinyPortal v1.0 beta 4 © Bloc
|harita|Site Map|Sitemap|Arşiv|Wap|Wap2|Wap Forum|urllist.txt|XML|urllist.php|Rss|GoogleTagged|
|Sitemap1|Sitema2|Sitemap3|Sitema4|Sitema5|urllist|
Powered by SMF 1.1.21 | SMF © 2006-2009, Simple Machines
islami Theme By Tema Alıntı değildir Renkli Theme tabanı kullanılmıştır burak kardeşime teşekkürler... &
Enes