> Forum > ๑۩۞۩๑ Kitap Dünyası - İlim Dünyası Kütüphanesi ๑۩۞۩๑ > İslam Fıkhı Eseleri > Hanefi Fıkhı > Alışveriş
Sayfa: 1 ... 3 4 5 [6] 7 8 9 10   Aşağı git
  Yazdır  
Gönderen Konu: Alışveriş  (Okunma Sayısı 16371 defa)
16 Şubat 2010, 17:32:36
Zehibe

Çevrimdışı Çevrimdışı

Mesaj Sayısı: 31.681



Site
« Yanıtla #25 : 16 Şubat 2010, 17:32:36 »



METİN

Hazreti Peygamber (s.a.v.) in hurma, tuz, arpa ve buğday gibi keylı, altın ve gümüş gibi vezni olarak belirledikleri mallar, kıyamete kadar değişmez. aynıdır. Keyl ile satılanlar keyl ile. vezin ile satılanlar vezin ile satılmalıdır. değişme söz konusu değildir. Buna göre buğdayın. buğdayla vezin olarak değiştirilmeleri sahih değildir. Altının altına, gümüşün gümüşe vezin itibariyle değil. keyl itibariyle satılmalarının sahih olmadığı gibi. Bunlar birbirine eşitte olsalar durum aynıdır. Çünkü değişiklik örfe dayanarak ortaya çıkmıştır. Resulullah (s.a.v.) tarafından nassan belirtilen bu durum. örf ile sabit olandan daha kuvvetlidir. Zayıf, kuvvetliye tercih edilemez. Daima kuvvetli olan görüşle amel edilmesi gerekir. Resulullah (s.a.v.) tarafından nassan belirtilmeyenler ise örfe tabidir.

Örf vezni olarak kullanılmış ise vezni, keyl olarak kullanılmış ise keylidir. Ebu Yusuf´a göre ise mutlak bir şekilde örf kabul edilmelidir; Nassan varit olanlarda dahi örf değişmiş ise, örfe itibar edilir. Kemal İbn-i Hümam´da bu görüşü tercih etmiştir. Bu görüşe dayanarak Sadi Efendi, «gümüş paraların adet itibariyle borç alınması caizdir. Unun una değiştirilmesi halinde kilo ile eşitliğin sağlanması da caiz ve sahihtir» demektedir.

«Kafi» isimli eserde fetva, insanların adet ve örfleri üzeredir. Özellikle Bahır´da üzerinde durulan bu konuyu Musannıf´ta benimsemiştir. Ribevi yani ribanın cari olduğu mallarda sarf akdi (yani paranın para ile değiştirilmesinin) dışında itibar kabızdan daha çok malın belirlenmesindedir. Ama gümüş ve altında belirlemek yeterli değildir. Kabız şartıda vardır. Bunun dışındakilerde kabız şartı yoktur. Buna göre buğdayı buğdayla belirleyerek eşit bir şekilde satacak olurlar, mecliste de kabzetmeden malların belirlenmesinden sonra birbirinden ayrılsalar da caizdir. Yiyecek maddelerinin (buğdayın) satışında İmamı Şafii´nin görüşü bunun hilafınadır. Bunlardan biri belirlenmemiş, zimmette borç olarak sabit olmuş o da senem olarak kabul edilmiş ve ayrılmadan önce mecliste kabzedilmiş ise caizdir. Ama teslim almadan önce meclisten ayrılırlarsa, caiz değildir. Çünkü bu durumda insanın yanında olmayan bir malı satması durumuna benzer. Sıraç.

İZAH

«Tuz, hurma, arpa ve buğday gibi keyli olarak nassan belirtilenler ilh...» Bu dört madde ve bunların dışında altın ile, gümüş hakkında nass varit olmuştur. Gümüş ile altının vezni bu dört maddenin ise keyli olarak satılmaları gerektiği, nassan beyan edilmiştir. Haklarında nass varit olanlarda Dürrü Münteka´da belirtildiği gibi bunlardır.

«Hiçbir şekilde değişmezler ilh...» İsterse örf buna uygun olsun veya olmasın itibar, nassan varit olanadır.

«Buğday buğdaya, vezin itibariyle eşit de olsa, satılması caiz değildir. ilh...» Buğdayın buğdaya satılması eşit de olsa, sahih değildir. Altının altına bir ölçek karşılığı satılması da caiz değildir. Çünkü şer´an belirlenen milyara göre fazlalık ihtimali söz konusudur. Ama bunların veznî olanlarındavezine, keyli olanlarında da keyl ile eşitlikleri belirlenecek olursa caizdir. Burada nazarı itibari alınan husus, hakkında nazarı varit olan husustur.

«Nasslar, örften daha kuvvetlidir ilh...» Bu malların, örf değişse de birbirlerine şer´i miyar dışında eşit olarak satılmaları sahih değildir. Bu hakikatte nâssa uyulmasının gerekçesidir. Fetih´te nassın örften daha kuvvetli olduğu belirtilir. Ve şöyle denir: «örf, şer´an kabul edilmeyen hususlarda da cari olabilmektedir. Mesela: zamanımızda çoğu insanların kabirlere bayram geceleri veya mübarek gecelerde mum taşıması gibi. örf haline gelen bu durum nassa aykırı olduğu için batıl kabul edilir. Çünkü burada örf, nassa aykırıdır. Nass ile örfün taarruz ettiği noktalarda nass. örften daha kuvvetli görülmektedir.

Örf ve âdetin delil olarak kabul edilmesi. onu örf olarak benimseyen ve kabul edenlere göredir. Halbuki nassın delil olması, bütün insanlara göredir. Bunun için de nass örften daha kuvvetlidir. Örfün delil olarak kabul edilmesi de nass ile sabittir. Nitekim bir hadis-i Şerif´te Resulullah (s.a.v.) «Müslümanların güzel görüp güzel saydıkları şeyler Cenab-ı Hak katında da güzeldir» buyurmuştur.

«Hakkında nass varit olmayanlar İlh...» Yukarda saydığımız arpa, buğday, hurma. tuz, altın ve gümüşün dışındakilerde nass varit olmamıştır. Burada itibar örfedir.

«Hakkında nass olmayan hususlarda itibar, insanların çarşı ve pazarda uygulamayı kabul ettikleri örf ve adetlerine göredir ilh ..» Çünkü hadis-i şerifinde belirtildiği gibi nassa aykırı olmayan örf ve adetler kabul edilir ve o istikamette yapılan muameleler caiz olur.

«Ebu Yusuf´tan nakledilen bir ifadeye göre IIh...» Ebu Yusuf´un en meşhur görüşü, diğer imamların iştirak ettiği görüştür. Bu görüş ise, ondan nakledilen ikinci bir rivayettir.

«Mutlak olarak örfe itibar edilmesidir ilh...» Her ne kadar burada örf ile sabit olan bu hüküm, hadisle sabit olan hükme muhalif gibi görünse de itibar örfedir. Çünkü, «şu keyli ve şu da veznidir» diye nassda belirlenmesi o zamanın örfüne binaendir. «Örf değiştiğine göre hükmünde de ölçebileceği hadis-i şerifin gereğidir» diyen Ebu Yusuf´un bu görüşüne şu şekilde cevap verilmiştir: «Sahabeler bazı hususlarda kilo, bazı hususlarda ölçekle alışveriş yapmışlardır. Onların keyli ve vezni olarak kabul etmeleri ve uygulamalarını. Resulullah (s.a.v.)´in ikrar buyurmaları da nass mesabesindedir. Dolayısıyla örf ile değişemez. Çünkü örf, nassa muarız olma niteliğini taşımamaktadır. Örf, nassa karşı olamaz. Bu meselenin tercihi de bu şekilde yapılmıştır.» Fetih.

«Kemal İbn-i Hümam´da bu görüşü tercih etmiştir ilh ..» «Şurası açıkça bilinmelidir ki bu sözler. Ebu Yusuf´un cevabına cevap niteliği taşımamaktadır. Çünkü onların söyledikleri bu husus, netice olarak «nass gibidir.» şeklindedir. Halbuki o «nasstan sonra ortaya çıkan örflere itibar edilir» der. Onun söylemek istediği de, örf ile muallel olan nasslarda. örfün değişmesiyle nassın değişebileceği ve değişmesi gerektiği hususundadır. Hatta o «Resulullah (s.a.v.) hayatta olsaydı bu şekilde nass buyururlardı» demektedir. Netice olarak Ebu Yusuf´´un görüşü şudur: Sonradan meydana gelen örfler muteberdir. Bu konuda örf. nassa muhalif değil, hatta muvafıktır. Çünkü nass, dört şeyin, altının keyli ve gümüşünde vezni olduklarının belirtilmesi, Resulullah (s.a.v.) zamanındaki örfün bu istikamette olmasındandır. Hatta asr-ı saadette örf aksine olmuş olsaydı (altınla gümüşün keyli, buğdayla arpanın vezni olması) örfe binaen varit olduğuna göre nassında ona uygun bir şekilde varit olması gerekir ve varit olurdu. Resulullah (s.a.v.)´In hayatında örf değişmiş olsaydı, bu örfün değişebileceğine ikinci bir nass ile temas ederlerdi. özeti şudur: Bu konuda varit olan hadisler, örfe binaen varit olmuştur. öyle ise burada itibar. hangi zamanda olursa olsun örfedir. Bu hususunda Ebu Yusuf´un meşhur olmayan o görüşünün takviye edildiği açıkça belirtilmekte ve o görüşün benimsendiği kabul edilmektedir.

Gümüş paraların adet olarak borç alınması

«Buna binaen Sadi Efendi şöyle demektedir ilh...» İnaye üzerine yazmış olduğu Haşiyesinde Sadi efendi, bu konunun. yalnız borç almaya mahsus olmadığı. satış ve icare durumunun da tauna benzediğini söylemektedir. Çünkü yalnız borç meselesinde değil, alışveriş ve icare akitlerinde bedel olduğu takdirde adetin, üç beş olarak zikredilmesi caizdir. Satışlarda önemli olan; semen miktarının icare aktinde ise kendisine işaret edilmeyen ücretlerin belirlenmesidir. Vezin miktarı sayı ile bilinmez. Allame Birgivi konuyla ilgili olarak Tarikat-ı Muhammediye isimli eserinde. «Tek çare Ebu Yusuf´tan varit olan, bu zayıf rivayet ile amel etmektir» der. Yalnız Tarikat-ı Muhammediye şarihlerinden Abdulgani Ennabulsi ise özetle şöyle demektedir: «Sahih ve kuvvetli bir görüş yanında zayıf bir görüşle amel etmek caiz değildir.»

Altın ile gümüş belirli vezinler halinde darphaneden çıkarılmış ise bunların aded olarak söylenmesi. darphanede miktarlar; belirlendiği içindir. Çünkü onların darphaneden çıkmalarıyla belirli bir vezinleri vardır. Bunların üzerine bir takım nakışlar, miktarlar yazılmış belirlenmiştir. Kesim ve darp esnasında meydana gelebilecek eksiklik, çok cüzi ve şer´i miyarın altında olacağından. nazarı dikkate alınmaz. İnsanların örfüne binaen yine darphanede kesilmiş. belirlenmiş dirhemlerin durumu da, yine o örfü benimseyen insanlarca belirlenmiş olmaktadır. Dolayısıyla bunların veznini söylemeye gerek yoktur. Sayıları onların vezin itibariyle ne kadar olduklarını belirlemektedir. Hatla bazı ifadelerde sayı vezin yerinde kullanılmıştır. Mesela; zekat bahsinde Dürer müellifi «Bihar´da». «yirmi miskal» yerine «yirmi altın» demiştir.

Nitekim Kenz´de, «yirmi dinar» denmiş. «yirmi miskal» denmemiştir. Bu da yukarda belirttiğimiz hususlardan neşet etmektedir.» Bu ifade de çok veciz ve yerinde bir ifadedir. Ancak bu durum gayet açık ve vazıhtır. Mesele, dinarın dinardan vezin itibariyle farklı olmadığı dirhemin dirhemle farklıolmadığı durumlarda böyledir. Ama zamanımız da durum bunun hilafınadır

Bir nevi olan altın ve gümüşün, darphaneden çıkmasına rağmen birbirinden vezin itibariyle farklı oluşlarıdır. Mesela; cihadi, adli, gazi gibi dirhem ve dinarlar birbirinden vezn itibariyle farklıdır. Çünkü bunlar, sultan ve idarecilerin, o günkü değişikliğine binaen, vezin itibariyle farklı yapısı şudur. Buna göre bir kimse bir nevi altın ve gümüş paradan yüz dinar borç olsa, yine aynı neviden yüz dinar ödemesi gerekir. Bu ödediği miktarın da vezin itibariyle alınana eşit olması şarttır. Olmadığı takdirde de vezin itibariyle eşitlik şarttır.

Adet itibariyle bilinmemesi halinde adet olarak ödemesi caiz değildir. Çünkü buna riayet edilmediği takdirde riba söz konusudur. Bu durumda götürü usulüyle bir değişme veya tahmini olarak bir ...
[Bu mesajın devamını görebilmek için kayıt olun ya da giriş yapın
Bu Sayfayi Paylas
Facebook'a Ekle
Kayıtlı

Müslüman
Anahtar Kelime
*****
Offline Pasif

Mesajlar: 132.042


View Profile
Re: Alışveriş
« Posted on: 28 Nisan 2024, 15:33:30 »

 
      uyari
Allah-ın (c.c) Selamı Rahmeti ve Ruhu Revani Nuru Muhammed (a.s.v) Efendimizin şefaati Siz Din Kardeşlerimizin Üzerine Olsun.İlimdünyamıza hoşgeldiniz. Ben din kardeşiniz olarak ilim & bilim sitemizden sınırsız bir şekilde yararlanebilmeniz için sitemize üye olmanızı ve bu 3 günlük dünyada ilimdaş kardeşlerinize sitemize üye olarak destek olmanızı tavsiye ederim. Neden sizde bu ilim feyzinden nasibinizi almayasınız ki ? Haydi din kardeşim sende üye ol !.

giris  kayit
Anahtar Kelimeler: Alışveriş rüya tabiri,Alışveriş mekke canlı, Alışveriş kabe canlı yayın, Alışveriş Üç boyutlu kuran oku Alışveriş kuran ı kerim, Alışveriş peygamber kıssaları,Alışveriş ilitam ders soruları, Alışverişönlisans arapça,
Logged
16 Şubat 2010, 17:40:33
Zehibe

Çevrimdışı Çevrimdışı

Mesaj Sayısı: 31.681



Site
« Yanıtla #26 : 16 Şubat 2010, 17:40:33 »

Eğer kölenin kimseye borcu yok ise, mevla ile kölesi arasında ribanın cari olmadığı, daha da açık bir durum kazanmaktadır.

«İttifakla riba tahakkuk eder İlh...» Ebu Hanife´ye göre borçlu olan ve bu borcu elindeki ve kendi rekabesini ihata etmiş ise mevlası ne o köleye, ne de onun elindekine malik değildir. Sahibeyne göre ise her ne kadar kölenin elindeki malda mevlanın mülkiyeti zail olmamış ise de, alacaklıların hakkının kölenin elinde olan mallara taalluk etmesi itibariyle mevlası, yabancı bir kişi durumuna düşmüştür. Bu durumda da yabancı ile mevla arasında riba tahakkuk eder.

«Mükatep kölesi ile mevla arasında ribanın gerçekleşip tahakkuk ettiği gibi Bahır´da Miraç´tan naklen mutlak şekilde İlh...» Yukarıdaki şartın koşulmaması gerekir. Nitekim Mebsut isimli esere tebaen Kenz´in yaptığı gibi Musannıf burada Hidaye sahibini izlemiştir. O´nun görüşünü benimsemiştir.

«Ribadan dolayı değil, alacaklıların hakkının taalluk etmesinden do-layıdır ilh...» Çünkü aldığını karşılıksız almış olacak. Köle mevlasına bir dirhemi. îki dirhem karşılığı verecek olursa, mevlaya o fazlayı iade etmesi gerekmez. Nitekim Muhit´in sarf bahsinde mesele bu şekildedir.

«Şirket malında mubaaya yaptıkları takdirde ortaklar arasında ilh...» Meseleden anlaşılan şudur: Her iki bedelinde şirket malından olması halinde durum böyledir. Ama ortaklardan birisi, şirket malından iki dirhemi diğer ortağına kendi öz malına karşılık verecek olursa, o zaman dirhemlerden birisi fazla olmuş olur. Bu da karşılıksız olduğundan haramdır. Çünkü bu, ribanın ta kendisidir.

«Harbi ile onun ülkesine müstemen olarak giren müslüman arasında da riba yoktur İlh...» Burada harbî ile müslüman ülkesinde yaşayan müslümanı, müslüman ülkesinde yaşayan zimmî meselesinin dışında tutmak lazımdır. Yine o gayri müslim ülkenin vatandaşı olan harbî. müslüman olduktan sonra İslam ülkesine hicret eder, daha sonra orada dönecek olursa. durum yine islam ülkesinde olan durum gibidir. Bu durumda müslüman kişinin, onunla ittifakla rîba aktini icra etmesi, caiz değildir. Nitekim Şarih bunu açıklamıştır. ´Bu konuda Bahır´da bir hata vuku bulmuş ve şöyle demiştir: Mücteba´da. «bizden herhangi bir müstemen, onlardan biriyle akte girişse o ülkedeki kimse müslüman olsun, zimmî olsun onların ülkesinde bu akit olacak olursa veya orada müslüman olan bir kişi ile yapılacak olursa, yapılan bu akitte, caiz olmayan rîbevi akitlerden biri veya laşenin satılması gibi bir hususta olursa, Ebu Hanife´yle İmam Muhammed´e göre caiz. Ebu Yusuf´a göre caiz değildir.» denir.

Bu İfadeden anlaşılan; aslî müslümanla. yabancı ülkenin vatandaşı müslüman arasında veya bir zımmî arasında ribanın helal ve caiz olabileceği sonucuna varılmıştır. Bu ise doğru ve sahih değildir. Çünkü harbî olan müslümanla bu tür alışverişlerde ihtilaf vardır.

«Ancak benim Mücteba´da gördüğüm kadarıyla mesele, «Bizim ülke-mizden oraya pasaportlu olarak bir müslüman veya zlmmî birisinin gitmesi halinde, oradaki bir vatandaşa müslüman da olsa, ribevî bir akit veya biz müslümanlar arasında caiz olmayan akitlerden her hangi bir akti icra edecek olursa ilh...» şekilde devam etmektedir. Bu ibare ise sahihtir. Bahır´daki ibare ise. Mücteba´dan tahrif edilerek alınmıştır.

«Müstemen bir müslüman ilh...» Esirde bunun gibidir. Ancak esirin onların malını rızaları olmadan da alması. ganimet olması bakımından onun için caizdir.

«Akti fasitlerde olsa Ilh...» Yani riba akti fasit olduğundan, ribevî malların dışında da gerçekleşmiş olsa, durum aynıdır. Şartlı bir satışın yapılması gibi. Bundan daha genel olarak Mücteba´da olan ve Zeylai´nln de benimsediği şu ifade daha uygundur: Orada herhangi bir akti fasitde yapsalar durum böyledir.

«Orada olması şartıyla ilh...» Bunun Darü´l Harp dediğimiz müslüman olmayan bir ülkede cereyan etmesine bağlıdır. Ama o ülkenin vatandaşı ülkemize bir emanla yani konsolosluklardan almış olduğu bir vize iIe hudut kapılarından girecek olursa, bizim ülkemizde bir müslüman ondan olacağı iki dirhem karşılığı, bir dirhem verirse İttifakla caiz değildir. Tahtavi.

«O´nun malı, o ülkede müslüman için mübahtır ilh...» Bu hususta Fethü´l Kadir´de şöyle denir: «Bu talil, o ülkede bu tür akitlerin yapılma-sının caiz olması, fazlalığın müslüman tarafından alınmasına bağlıdır. Hal-buki riba konusu bundan daha da geneldir. Çünkü bu iki dirhemin, bir dirhem karşılığı olması halinde isterse müslüman tarafından, isterse o ül-kenin gayri müslim vatandaşı tarafından verilsin, durumun değişmemesi gerekir. Helal olması, her iki surette de şamil bir durumdur. Kumarın du-rumu da böyledir. Bu şans işidir. Belki müslümanın kaybetmesi halinde o ülkenin vatandaşı kazanabilir. Meselenin açıkça mubah olması, müste-manın fazlalığı olması ve kaybetmemesiyle mukayyettir. Bazı dostların dersi takrir esnasında fukuhanın bu İfadeden maksatları «kumar ve riba konusu, fazlalığın ve kazananın müslüman olması halinde İnhisar eder. Her ne kadar cevap mutlakta olsa illet bunu gerektirir.» demelerine rağmen durum, hala müphemdir. Doğruyu ancak Cenab-ı Hak bilir.»

Ben derim ki: Bu ifadeyi destekleyen Siyer-i Kebir ve şerhinde, şu husus yer alır: «Müslüman Darü´l Harb´e oranın iznine binaen girse, on-lardan kendi rızaları karşılığında malı, herhangi bir surette alsa caizdir. Bunda bir beis yoktur. Çünkü bu durumda alınan mal. hiyanetten uzak aldatmanın olmadığı bir şekilde alınmış olduğundan mubahtır. Alan müslüman içinde bu mal, helaldir.

Esir olan ve oraya izinle giren kişinin de durumu aynıdır. Hatta onlara bir dirhem verip, iki dirhem olsa veya onlara kendi ülkelerinde laşe satsa veya onlardan kumar suretiyle bir mal do elde etse, bütün bunlar müslüman için helaldir. Görülüyor ki mesele, onların rızasıyla mallarının alınmasına bağlıdır. Bundan da şu durum ortaya çıkar. Ribadan ve benzeri durumlardan maksat kendi rızalarına bağlı olarak herhangi bir surette alınan maldır. Her ne kadar lafız genel ise de hüküm, daima illetiyle beraberdir. İlletin olduğu yerde hüküm mevcut, iletin olmadığı yerde de hüküm mevcut değildir.»

«Hıyanete, aldatmaya izin yoktur ilh...» Çünkü onların ülkesine girdiği zaman, onlardan almış olduğu bir eman karşılığı girmiştir. Onları aldatmamayı, onlara hıyanet etmemeyi iltizam etmiştir. Bu durum aslında, meselenin açıklığa kovuşması içindir. Yani onlardan aldığı, rızalarına bağlı olduğu takdirde caiz ama aldatarak olacak olursa caiz değildir. Ebu Yusuf´un görüşü. bunun hilafınadır.

Ebu Yusuf´a göre esir meselesi istisnaidir. O ülkeye pasaportla girenin durumu, bunun hilafınadır. Riba her yerde ribadır. Müslümanın hiçbir surene faiz olması caiz değildir. Diğer üç mezhep imamları da bu görüşe sahiptirler. Ribanın her yerde riba olduğunu söylemişlerdir.

«Çünkü onun malı, masum değildir ilh...» İsvet kökünden türemiş olan Masum kelimesi korumak ve men etmek demektir. Şurunbulaliye´de ise, «masum kelimesinden maksat, kıymeti olan şer´an kendisinden istifade edilebilecek maldır.» şeklinde tefsir edilmiştir. Buna göre telef etmekle zamin olmayacağı bir maldır. Nitekim Bedai´de Ebu Hanife´nin görüşü açıklanırken şöyle denir: «Malın dokunulmazlığı her ne kadar sabit ise de. Ebu Hanife´ye göre henüz ülkemize hicret etmemiş olan diğer bir ülkedeki müslümanın malı değer taşımamaktadır. Müslaman tarafından telef edilse ödenmez. Ama sahibeyne göre o müslümanın hem canı, hem de malı masumdur. Değeri vardır. Müslüman tarafından telef edildiği takdirde ödenmesi gerekir.»

«İttifakla riba caiz değildir ilh...» Çünkü müslüman ülkesine gelip tekrar oraya dönmekle, .malı masum olmuştur. Ebu Hanife´de. bunu kabul etmiştir. Buradaki nafi kelimesinden maksat Nehir´dir. Yani «onunla riba yapılması caiz değildir» demektir.

«Bundan da anlaşılıyor ki ilh...» Yani o ülkenin vatandaşlarından iki kişi müslüman olsalar ve İslâm ülkesine hicret etmeseler onlar arasında riba diye bir şey söz konusu olmaz. Nitekim Kirmani´den naklen Nehir´de bu ifade, böyle zikredilmektedir.

«Altı mesele, mütesnadır ilh...» Birincisi; mevlanın kölesiyle olan meselesiyle başlar. Altıncısı ise, ikisinin de müslüman olup, İslâm ülkesine hicret etmemeleri meselesidir.

Burada şunları eklemek mümkündür. Ebu Yusuf ve diğer üç mezhebin değerli İmamlarına göre müslüman bir insanın İslam´da haram sayılan bir metodla riba ve faiz yoluyla nasıl İslâm ülkesinde para kazanması, başkasının malını alması caiz değil ise gayri müslim ülkesi de olsa, oraya EMANLA giren kişilerin riba aktini icra ederek onların malını almaları da caiz değildir. Çünkü riba, her yerde ribadır. Ebu Hanife, mürsel bir hadisle konuya delil getirir. İmam Şafii ve diğer İmamlar, bu hadisin sıhhat derecesinde (konuya ışık tutabilecek nitelikte olup olmadığı hususunda) mütereddittirler. Metinlerde Ebu Hanife´nin kavli belirtilmiş, fetvanında bu istikamete olduğu söylenmiştir.

Bilhassa onları kumarda kaybedecek duruma düşüren bir müslümanın, çok mahir olması ve bu hastalığın kendi ülkesine döndüğü zamanlarda da devam edecek nitelikte bir hastalık olması nedeniyle bu meselede Ebu Yusuf ile diğer imamların görüşlerinin alınması, benimsenmesi daha uygun olur kanaatindeyiz. Çünkü bu mesele son zamanlarda bir hayli gündeme getirilmiş, hatta İslâm ülkelerine de teşhir edilir hale gelmiş bulunmaktadır.

Müslüman gittiği ülkede kendi prensiplerini yaşayarak örnek bir kişi olması gerektiğinden, Ebu Yusuf ve diğer İmamların görüşleri ile amel edildiği takdirde daha da örnek bir kişi olacağı aşikardır. Gerçi konu asırlardan beri tartışıla gelen bir konudur.

Özellikle bu konuya delil olarak gösterilen hadis üzerinde münakasa edilebildiğine göre, bu ifadelerle büyük İmam Ebu Hanife´nin görüşüne, benimsediği kavle getirdikleri delile gölge düşürmek, haddimiz değildir. Ancak tercümelerden meydana gelebilecek bir tereddüde meydan vermemek için, bilhassa haram konularında ...
[Bu mesajın devamını görebilmek için kayıt olun ya da giriş yapın
Bu Sayfayi Paylas
Facebook'a Ekle
Kayıtlı

16 Şubat 2010, 17:43:10
Zehibe

Çevrimdışı Çevrimdışı

Mesaj Sayısı: 31.681



Site
« Yanıtla #27 : 16 Şubat 2010, 17:43:10 »

İSTİHKAK (HAK İDDİASI) BÂBI



METİN


İstihkak, bir malda hak talep etmek demektir. İki kısma ayrılır.

Birincisi: Tamamen mülkiyeti iptal eden hak iddiasıdır. Azad edilme, azad edildiğini veya aslen hür olduğunu iddiada olduğu gibi müdebber ve mükateb olduğu konusundaki iddialar da bu kabil iddialardandır.

İkincisi ise: Bir şahıstan, diğer bir şahsa mülkiyeti ve hakkı nakleden hak davasıdır. Zeyd´in Bekir´in elinde olan kölenin kendisine ait olduğunu (mülkü olduğunu) iddia edip ispatlanası gibi. Mülkiyeti nakleden istihkak davası, akti fesh etmez. Çünkü bu mülkiyeti iptal eden bir dava değildir. Bu konuda verilen hüküm, elinde bulunan ve onunda aIdığı kişiler hakkında aleyhlerine verilmiş bir hüküm niteliğindedir. Velev ki bu onun murisi de olsa, diğer varislere de intikal eder. Eşbah. Dolayısıyla aleyhlerinde hüküm verilenlerden, o mal hakkında bir mülkiyet davası tekrar dinlenmez. Ancak yenilenmesi, tekrar mümkün olmayan, nitaa davaları dinlenebilir.

Müşterilerden herhangi birisi aleyhinde hüküm verilip, kendisinden para istenmedikçe diğerlerine rucu hakkı sabit olmaz. Hatta kefil olunan kişi kendisinden talep vuku bulmadıkça kefile de rucu etme hakkı doğmaz. Çünkü bu hak verilecek olursa. bir kişinin mülkünde iki bedelin birleşmesi söz konusu olur. Bu da mümkün değildir .Çünkü müstehak olan malın bedeli elinde olan kişinin mülküdür. Müşteri aleyhine hüküm sabit olup satıcısına rucu hakkı doğduktan sonra rucu esnasında belirli bir mîktara sulh olması veya büküm verildikten sonra semenden onu ibra etmesi halinde de olsa, ona satanın kendisine satana rucu etmesi hakkı vardır. Bedel onun mülkünden zail otmuş olur. Ama hak iddia ederek alan kişi, müşteriye karşı sulh olsa, müşteri başkasına rucu edemez. Çünkü sulh ile, rucu hakkını ispat etmiş olur. Meselenin tamamı, Camlü´l Fusuleyn´dedir,

Mülkiyeti iptal eden istihkak davası, aktide tamamen fesh eder. Bu hüküm ittifakla böyledir. Bunun neticesi olarak, satıcılar zincirinin birbirine rucu etme hakkı da doğmuş olur. Her ne kadar bu konuda kendisine bir müracaat yapılmasa; rucu edilmese de. onun rucu hakkı sabittir. Müşteri, malı satın alırken sonuçta uğrayacağı zarara karşı kendisine kefil olan kişiye de rucu hakkı sabit olur. Velev ki bu aleyhinde karar sudur etmeden önce de olsa. durum böyledir. Zira aksi halde iki bedelin bir mülkte birleşmemesi ortaya çıkar.

Hür insanın bedeli, mülk olarak elde tutulamaz. Çünkü insan, mal değildir. Onun karşılığında verilen ve olman malda mülk olamaz. Asli, hürriyetle verilen hüküm bütün insanlar için verilmiş bir hükümdür. İsterse bu hüküm, beyyine ve ispatla verilmiş olsun veya «ben hürüm» diyen ve daha önce kendisinden köleliği hakkında bir ikrar olmayan kişiden sudur eden «hürüm» ifadesine binaen de olsun, hüküm aynıdır. Eşbah. Bunun neticesi, hiçbir kimsenin bunlarda bir mülk davası açması söz konusu olamaz. Açtığı takdirde de bu dava dinlenmez. «Köle idin, azad edildin» şeklindeki iddia ve onun fer´i olan mükatebe müdebber olma gibi meselelerde aslen hür olan kişinin iddiası mesabesindedir. Ancak azad olunduğuna dair verilen hüküm, belki bir tarihe rastlıyor ise, o tarihten sonra bütün insanlar için geçerli sayılır. Ama hükümden önceki o insanın köle olması hakkındaki davalar geçerlidir. Nitekim Molla Hüsrev ve Yakub Paşa bu meseleyi açıklamışlardır. Bir çok kitaplarda bu gibi meseleler mevcut değildir.

Vakıf konusunda verilen hükümde ihtilaf edilmiştir. Bir kavle göre hürriyet hakkında verilen karar gibidir. Diğer bir kavle göre de onun gibi değildir. Dolayısıyla başka birinin vakıfta bir mülk iddiası veya başka birinin onun vakıf olduğunu iddia etmesi halinde, davası dinlenir. Tercih edilen (fetvaya elveriş olan) görüşte budur. İmadı, bu görüşü tashih etmiş ve bunu benimsemiştir. Eşbah´da ise, «verilen karar, dört konuda diğerlerine şamildir:

1- Hürriyet konusu.

2-
Mezhep konusu,

3- Nikah konusu,

4- Muvalat konusudur. Vakıfta ise dava ancak o noktaya inhisar eder. Sahih olanda budur.» denmektedir.

İZAH

Bu bölümün hukukla ilgili olması münasebetiyle hukuktan bahsettikten sonra hemen bunun akabinde zikretmesi, onunla lafız ve mana bakımından yakın bir münasebeti olmasına bağlıdır. Eğer bu durum olmasaydı sarf bahsinden sonra bahsetmesi daha uygun olurdu. Nehir.

«İstihkak, bir hak talep etme hakkı olduğunu iddia etmek demektir İlh...» İstihkak kelimesindeki sin ve ta harfleri Arapça´da talep ve istemek manalarını; ifade eder. «Falan, şu işe müstahaktır.» dendiği zaman, onda hak talep etmiş olan demek olur. İstenilen (iddia edilen) husus. müstehak davayı açan ve hakkı olduğunu söyleyen kişi de müstahiktir. Bahis esnasında, «bu mal, müstahak olarak ortaya çıkmıştır.» sözü ile başkasının kendisinde bir hakkı olduğunu iddia ederek bunu beyyine ile ispatlaması manasınadır. Burada lugat manalarını da ihtiva eden İstilah manası bir malın başkasına alt olduğunun sabit olması ve bu hakta başka birinin hak talep etmesi manasına gelmektedir.

«Tamamen böyledir Ilh...» Hiçbir kimsenin onun üzerinde mülkiyet talep etmesi caiz olmaz. Menih ve Dürer. Buradaki «hiç kimseden» maksat, satılanlardan herhangi birinin bu malda bir hak iddia edememesi demektir. İddia eden kişinin, iddiası demek değildir. Çünkü müdebber ve mükatep gibi konularda iddia eden kişi, hak talebinde ve mülkü olduğunu iddiaya hakkı vardır. Köle, müdebber veya mükatep de olsa, bunun ikisinde de bir hak talebi. bütün yönüyle mülkiyeti iptal eden hususlardandır. Nitekim ilerde bu açıklanacaktır.

«Nakil olan İstihkak davası, aktin feshini gerektirmez ilh...» Ancak aktin mevkuf olmasını ve hak iddia eden müstahıkkın onayını almaya terkedilir. Nitekim Nihaye´de böyle beyan edilmiştir. Şarih ise buna şu İfadeyle itiraz etmiştir: Netice olarak bumda bir fuzulinin satışı, söz konusu olabilir. Ancak hak iddia eden kişînin rızası olması şarttır. Aksi halde akit feshedilir. Çünkü hak iddia edenin, haklı olduğunu ispat etmesi, yapılan satışa razı olmadığının açık bir delildir.

Fesh edilmiş olan bir akte sonradan verilecek icazet (onay), onun hükmünü değiştirmez. Bu hususta Fetih´te şöyle denmektedir: «Nihaye´de olan ifade, delil bakımından desteklenmeyi gerektiren kuvvetli bir görüştür. Orada kişinin hak iddia etmesi ve bunu ispat etmesi, yapılan satışa razı olmadığının açık bir delilidir» ifadesi, her zaman için geçerli değildir. Çünkü bu, razı olmadığının bir delili olabilir. insan, malının elinden karşılıksız çıkmasına razı olmaz. Bu da eğer bir hak iddia etmese ve bunu beyyine ile ispat etmeseydi, müşterinin ne elinde kalmış olacak, ne malını olabilecek ne de onun parası eline geçebilecekti. öyleyse muhakkak ki bunu beyyine ile ispat etmesi gerekir. Bu durumda do ya malını geri olması veya onun bedelini alması demek olur. Bedelini olması da daha önceden yapılan akte İcazet vermesi suretiyle gerçekleşir.

Bu da gösteriyor ki, birinin elinde olan malın, kendisine alt olduğunu iddia ve beyyine He ispat etmesi, o konuda yapılan akti tamamen iptal değil, ancak aktin mevkuf olduğunu gerektiren bir husustur. Daha sonra fakihler, bu yapılan satışta aktin ne zaman fesh edilmiş olacağı konusunda ihtilaf etmişlerdir. Bir kavle göre. müstahik olan (hak İddia eden) ve bunu beyyine ile ispat eden kişinin. o malı kabzetmesiyle münfesih olur. Diğer bir kavle göre ise mahkemenin karar vermesi ile (mücerret kararla) akit, münfesih olmuş olur.» Doğru olan, «başkasından satın aldığını iddia edip, elinde bulundurduğu mal müstahik tarafından alınır ve müşteri baiine rucu etmedikçe akit münfesih olmaz» diyen görüş, sahih olan görüştür. Buna göre de hak iddia edip, bunu ispat ederek lehinde karar çıktıktan sonra veya o malı kabzettikten sonra henüz müşteri de satana rucu etmemiş ise, müstahakkın vereceği bir İcazetle akit sahih olmuş olur. Bu da aktin hala mevcut olduğunu, müşterinin satıcıya rucu etmediği müddetçe münfesih olmadığını gösterir.

Bu konuda Hulvani, «Sahîh olan görüş, (mezhebimizde) müstahik için verilen mahkeme kararı ile akit fesh olmuş olmaz. Ancak ne zaman müşteri veya satıcı karar sonucu birbirlerine bedel konusunda rucua başlayacak olurlarsa, o zaman akit münfesih olmuş olur.» demektedir.

Ziyadad´da ise Ebu Hanife´den rivayet edilen bir kavle göre, müstahik olan kişi, malı almadıkça akit bozulmuş olmaz. Yani mücerret kararla akit münfesih olmuş olmaz. Zahirur Rivaye´de ise, «fesih edilmedikçe akit bozulmuş olmaz. Asıl olan da budur.» denmektedir. Bunun manası ise, her iki tarafın, aktin feshine razı o^alan halinde gerçekleşir.

Nitekim mahkeme kararı olmadan müşterinin veya satıcının rızası olmadan feshe yetkili olmadıkları hususu orada zikredilmiştir. Çünkü satıcının hala yukarda beyan ettiğimiz gibi yenilemeyi gerektirme yeri bir nitaç davası ile, karşı davayı nakzetme ihtimali mevcuttur. Ancak mahkeme kesinlikle karar verecek olursa bu hüküm kesinleşmiş. dolayısıyla akitte bozulmuş olur. Meselenin tamamı Fetih´tedir.

Fakihler. münfesih (bozulan) akitlerin sahih olmadığı hususunda ihtilaf etmişlerdir. Bununla ilgili olarak Hidaye´de şöyle denmektedir: «Satıcının aldığı parayı, iade etmesine karar verilmedikçe aktin bozulmayacağı, Zahirur Rivaye´nin görüşleri arasındadır. Yani bu kavli, mahkemenin vereceği kararla bozulmuş olur. Diğer kavillerde ise, İstihkak davasında mahkemenin hemen karar vermesiyle, bu aktin bozulmuş olmayacağı istikametindeki hükümler arasında bir uzlaştırma gerekir, Bu da aktin verilen hükümden sonra hala hak iddia edip ve ispat edenin icazetine mütevakkıf mevkuf bir akit olarak kalması ile veya sahih olan kavle göre feshine yani müstahikkin «feshettim» demesine bağlı kalması...
[Bu mesajın devamını görebilmek için kayıt olun ya da giriş yapın
Bu Sayfayi Paylas
Facebook'a Ekle
Kayıtlı

16 Şubat 2010, 17:48:21
Zehibe

Çevrimdışı Çevrimdışı

Mesaj Sayısı: 31.681



Site
« Yanıtla #28 : 16 Şubat 2010, 17:48:21 »

METİN

İstihkak davası beyyine ile ispat edildiği takdirde müşterinin satıcısına vermiş olduğu semeni almak için rucu hakkı sabit olur. Nitekim ilerde geleceği gibi. Beyyine dediğimiz delil, yalnız beyyineyi getiren ve karşı taraf için değil. başkasına da sirayet eden bir delildir. Ama istihkak, müşterinin ikrarı veya kendisine tevcih edilen yeminden vaz geçmesi veya husumete vekil tayin edilen müşterinin vekili tarafından ikrar veya onun yemin etmemesi ile olacak olursa, o zaman müşterinin baiine vermiş olduğu semeni geri almak için rucu hakkı sabit olmaz. Çünkü bu deliller kasır bir hüccettir. Ancak delili getiren kişi için geçerlidir. Başkalarına bunun mefulu sirayet etmez.

Burada esas kaide şudur: Beyyine dediğimiz şahitlerle bir davanın ispatı, başkasına mefulu sirayet eden bir delildir. Bütün insanlar hakkında geçerlidir. Tabii ki bu. bütün konularda böyle değildir. Zeylai´nin sözünden de bu anlaşılmaktadır. Bu ancak azad etme ve benzeri konularda herkes için geçerli olan bir husustur. Nitekim musannıfta buna işaret etmiştir. ikrar ise, hüccet olmakla birlikte ancak ikrar eden kişinin aleyhine bir delildir. Başkasına mefulu sirayet etmeyen bir husus olması itibariyle hüccet-i kasıradır. Çünkü ikrar edenin, başkası üzerinde velayet hakkı olmadığından, sözü ancak kendisi için geçerlidir. Ancak ikrarla birlikte beyyine birleşecek ve hak bu ikisiyle sabit olacak olursa, ikrar ile mahkeme hükmetmiş olur. Ancak îhtiyaç anında beyyine dediğimiz şahitle mahkemenin karar vermesi, bazı noktalarda daha evla ve daha uygun olur. Fetih ve Nehir.

Satılan mal cariye olduğu takdirde, müşteri yanında iken doğursa ve bu istilhak yoluyla olmasa, bu cariyenin başka birine ait olduğunu beyyine ile ispat edip istihkak davası belirlense, yavru mahkeme kararı ile esas satılan cariyeye tabi olarak istihkak davası açana verilir. Sahih olan görüşte budur. Bezzaziye´nin ifadesi de şöyledir; «Bu konuda, bu durum, şahitlerin susması neticesinde böyledir. Ama şahitler, «elinde olan kişiye aittir» veya «kime ait olduğunu bilmiyoruz» diyecek olurlarsa. ´mahkeme kararı, yavru hakkında sadır olmaz ve müstahıkka yavru, anne ile birlikte iade edilmez.» Nehir.

Kişinin satın aldığı cariye ise, bu cariyede müşterinin yanında iken doğum yapsa. doğan çocuğun nesebini de o anki mevlası kabul etse. daha sonra cariyeye istihkak davası açılsa, beyyine ile ispat edilse. bu beyyinenin getirilmesi. istihkak davası açan kişinin çocuğa müstehak olmasına dair değildir. Ancak bu aldatılmış bir kişinin çocuğu olması itibariyle bir sayılır. Fakat hür olması da kıymetini müstahik olan kişiye ödemekle gerçekleşir. Nitekim nesep babında bu mesele geçmişti. Ama yavrulayanın elinde bulunan kişinin ikrarıyla, başkasına ait olduğu ortaya çıksa, yavrusu anneye tabi olarak mustahakkına verilemez . Yavru yalnızca müşterinin elinde kalır. Beyyine ile sabit olan ve ikrarla sabit olan arasındaki fark, yukarda geçen esas kaideye binaendir. Çünkü beyyine ile ispat, yavruyla beraber ispat olabilir; ikrar ile ispat ise, ancak ikrar edilen anneye inhisar eder, yavru buna tabi değildir. Ancak bu durumda kendisi için ikrar eden kişi, yavrunun da kendisine ait olduğunu iddia etmesine bağlıdır.

Yavrunun da kendisine ait olduğunu iddia edecek olursa. yavru da anneye tabi olarak ikrar edilen kişiye verilir. Diğer fazlalıklarda böyledir. Ancak burada, bu fazlalık sayılan yavru ve diğerlerinin helak olması halinde. müşteri bunları müstehakkına ödemez. Aynı gasp edilen malda meydana gelen fazlalıkların helak olması halinde ödemediği gibi. Burada yemin teklifinden imtina etme meselesine bu bölümde temas etmedi. Çünkü onun hükmü de, ikrar hükmünde olduğu için, ikrarın içinde müteala edilmektedir. Kuhistani.

İZAH

«Müşterinin istihkak davası, beyyine ile sabit olduğu takdirde, satı-cısına rucu hakkı sabittir ilh...» Bu ifadeyle musannıf, müşterinin baie rucu edebilmesi için muhakkak ki istihkak davasının satanın mülkünde olan bir şey üzerine varit olması gerekir. Camiü´l Kebir´de şöyle denir:

«Bir kimse, bir kumaş satın alıp kesse ve onu elbise olarak dikse, daha sonra beyyine ile istihkak davası ispat edilse, müşteri burada satıcısına semen ile rucu edemez. Bedeli geri olamaz. Çünkü buradaki istihkak, satıcının mülkü üzerine varit olmamıştır. Eğer asılda mülkü olmuş olsaydı, kesmek ve dikmekle mülkiyeti son bulmuş olurdu. Bir kimse birine ait kumaşı gasib ettikten sonra kesip dikmese. ona malik olmuş olur. Ancak gasbettiği kişiye kıymetini öder.

Burada esas kaide şudur: İstihkak davası, asılda salıcıya ait bir mülkiyet üzerinde gerçekleşecek olursa, müşteri satıcıya rucu edebilir.

Müşterinin aldığı mal, gasbedilmiş bir mal olsa ve elinde değişikliğe uğrasaydı, bu değişiklikten sonra, onun mülkü olabilecek bir duruma girdiği andan itibaren rucu hakkı sabit olmadığı gibi burada da sabit olmazdı. Çünkü «bu gömlek veya bu dikiş elbise benimdir» demekle. kesinlikle yolan söylediği ortaya çıkmış olurdu. Ancak gömlek olmadan önce kumaş olarak «bu. benimdi» diyecek olursa ve bunu beyyine ile ispat ederse, müşteri satıcısına vermiş olduğu parayı olmak için rucu edebilir.

Mesela; bir kimse. buğday satın olsa ve onu öğütse. daha sonra un olarak ona müstahak olduğu takdirde. müşterinin satıcıya rucu hakkı sabit olmaz. Ama «buğdaysa benimdir» diyecek olursa. o zaman müşterinin satıcıya rucu hakkı doğar. Satın alınan et, kızartıldıktan sonra birisi »kızartılmış et, bana aittir» diye dava açıp bunu beyyine ile ispat ederse, et olarak satın alanın, satıcıya rucu hakkı doğmaz. Ancak kızartılmadan önce, «bu et, benimdi» diyecek olursa, müşterinin elinden istihkak davasıyla alındığı takdirde satıcısına rucu hakkı sabit olur. Fetih.

Musannıf burada rucu hakkını mutlak olarak zikretti. Bu durum, satın alma olayının fasit olması haline de şamildir. Nitekim Camiü´l Fusuleyn´de bu şekilde izah edilmişti. Fasit akte şamil olduğu gibi. müşterinin satın olması esnasında başkasına ait. yani müstahikka ait olduğunu bilerek satın almasına da şamildir. Nitekim musannıf bunu ilerde açıklayacaktır.

Satıcı, malı müşteriye sattıktan sonra semenden onu ibra etse, daha sonra müşterinin elinden istihkak davasıyla bu mal alınacak olursa. satıcının, kendisine satana rucu hakkı sabit olur. Ancak bu da. ibranın hükümden sonra olması halinde böyledir. Ama hükümden önce olacak olursa, o zaman rucu hakkı sabit olmaz. Yine musannıf´ın mutlak olarak zikretmesi. satıcının ölümü halinde, varisi bulunmayacak olursa. hakim ona bir vasi tayin eder ve müşteri rucu hakkını, ölen kişinin vasisi olan bu vasiye temini de sağlamış olur.

Bu satılan malın, kendi mülkünde olduğunu iddia edecek olsa. satıcı buna beyyine ile de ispattan aciz olacak olursa ve kendisinden de almış olduğu para, müşteri tarafından alınacak olursa, onun da, kendisine satan kişiye rucu hakkı sabit olur. Çünkü aleyhine hüküm verîlmesiyle, onun davası yok hükmüne düşmüş olur. Keza satıcı inkardan dolayı rucu hakkının sabit olmadığını iddia etse de. edemese de durum yine böyledir. Çünkü istihkak davasını açan klşlnln. beyylne lle mesele-yi mahkemede ispat etmesi ve aleyhinde hükmün çıkmasıyla. onun bu iddiası. yok hükmüne düşmüş olur. Yine bu mutlak ifade ile mahkeme satıcıya parayı müşteriye iade etme istikametinde hüküm verse de, vermese de durum buna şamildir.

Yine satıcı, müşteriye malı sattıktan sonra parasını olmak üzere başka birisini ona havale etse. müşteri de parayı ona verse, daha sonra satın aldığı bu ev. müstahikki tarafından istihkak davası ile ispat edilse, müşteri havaleyi olan kişiye değil. satıcısına rucu eder. Satıcının kendisi değil, vekili tarafından bu satış gerçekleştirilse, müşteri vekilin malından ,semenini almak üzere rucu edebilir. Karşı tarafın parayı almasını beklemez. Ama vekil, müvekkile parayı vermiş ise, müvekkilden getirmesini bekleyebilir. Yine satıcı, istihkak davasının açılması sonucu müşteriye, «şahitler yalancı şahitliği yaptılar. Çünkü sattığım bu mal benimdi» dese, müşteri de bunu tasdik etse, buna rağmen müstahik tarafından mal elinden alınsa, müşterinin satıcıya semeni almak üzere rucu hakkı yinede sabittir. Zira almış olduğu mal, müşterinin elinde kalmamıştır. Kalmadığına göre parasını geri alabilir.

Bu durumlarda eğer ki satıcı, malın kendisine ait olmadığını bilerek müşteriye satmış ise, parayı alması caiz değildir. Zira mal, müstahikki tarafından, müşterinin elinden alınmıştır. Bütün bu ifadeler, Zahire´den kısaltılarak nakledilmiştir.

TENBİH: Müşteri, satın aldığı malın istihkak davasıyla elinden alındığını iddia ile baiine semeni iade etmesi için rucu edecek olursa, istihkak davasını açıklaması ve bunun sebebini belirtmesi gerekir. Bunu açıklar satıcı da «benim sana böyle bir mal sattığım varit değildir» diye satışı inkar ederse, müşteri de böyle bir satışın gerçekleştiğini ispat ettiği taktirde, rucu hakkı sabit olur. Bu konuda şahitlerin dinlenmesi için, satılan malın mahkemede hazır olması bir rivayete göre şart, diğer bir rivayete göre ise şart değildir. Bu görüşle de Zahiruddin el-Merginâni fetva vermiştir. Mesela; bu konuda satılan mal, köle olmuş olsaydı, onun vasfını şeklini ve semeninin ne kadar olduğunu belirtmesi kafi gelirdi. Camiü´l Fusuleyn.

Aleyhinde istikkak davası sabit olan kişi müstahikka yemin teklifinde bulunabilir ve O´nu satmadığına hibe etmediğine tasadduk etmediğine mülkünden herhangi bir suretle çıkarmadığına dair yemin ettirebilir.

FERR´İ MESELE:
Bir kimse merkep kiralasa, başka biri de kendisine ait olduğunu iddia ederek onun kiraladığını tasdik etmese, istihkak davası ile ona müracaat etse, satıcısına rucu edemez. Bu istihkak davası, haklı bir dava değildir. Çünkü bu, hasım olacak bir kişi üzerine açılmış bir dava değildir. Zahire.

«İstihkak, beyyine ile ...
[Bu mesajın devamını görebilmek için kayıt olun ya da giriş yapın
Bu Sayfayi Paylas
Facebook'a Ekle
Kayıtlı

16 Şubat 2010, 17:50:32
Zehibe

Çevrimdışı Çevrimdışı

Mesaj Sayısı: 31.681



Site
« Yanıtla #29 : 16 Şubat 2010, 17:50:32 »

METİN

Bir kimse gelir getiren bir gayri menkulü satsa, daha sonra onun vakıf olduğunu söyleyip, bu konuda mahkemenin karar verdiğine dair beyyine getirse, kabul edilir. Ama karar verildiğine dair beyyine getirmediği takdirde kabul edilmez. Çünkü mücerret vakıf iddiası ve vakıf ifade-si, mülkiyeti izale etmez.

Azad etme. bunun hilafınadır. Çünkü köleyi azad etmek için, mahkemenin kararına veya bu ifadenin tesciline gerek duyulmamaktadır. Fetih. Musannıf´ta. Bahır´daki ifadeye dayanarak bu görüşü benimsemiştir. Zeylai ise bu görüşün aksin´i savunmuştur. Bu durum yukarda vakıf bahsinde geçmesine rağmen, kitabın sonunda yine mesele olarak karşımıza çıkacaktır.

Bir kimse, her hangi bir şeyi satın alsa ve onu kabzetmese, bir baş-kası da gelip onun kendisine ait olduğunu iddia etse, müşteri ve Batıcının hazır olmadığı bir mecliste, bu iddia edenin davası, hüküm verilmek üzere mahkemece dinlenmez. Zira dinlendiği ve kabul edildîği takdirde mevcut olmayan kişiler aleyhine hüküm verilmiş olunur. Onların hazır bulundukları bir mecliste iddia eden kişi lehine. mahkemeden karar çıksa, bunu müteakip satıcı veya müşteriden birisi istikak davası açıp, malı ellerinden olan kişinin, bu malı satan kişiye sattığına dair bir beyyine getirse o da daha sonra müşteriye sattığını ispat etse, beyyine kabul edi-lir. Müşteri ile satıcı arasında yapıtmış olan bu akit, lazım bir akit olur. Fetih.

Getirilen ispat ve beyyineler için verilen tarih, mülkiyet tarihine itibar edilir. Gaip olduğuna dair getirilen tarih, muteber değildir. Buna göre malın müstahikki olduğunu iddia eden kişi, dava esnasında, «bu hayvan, benimdi. Bir yıldan beri kayıptı» dese ve mahkeme bu iddiayı kabul ise, fakat henüz mahkeme müstahik lehine karar vermeden önce mal elinden alınan müşteri, satıcısına istihkakla ilgili durumu haber verse satıcısı da «ikiyıldan beri mülküm olduğuna dair elimde ispatım ve beyyinem var» dese ve bunu da ispat etse, husumet bertaraf edilmiş ve istihkak davası düşmüş olmaz. Burada müstahik lehine hüküm verilir. Çünkü onun davası, mutlak mülkiyet olarak devam etmektedir. Her iki tarafın beyan etmiş oldukları tarihte, bu konuda geçerli değildir. Bu durumda başkasına ait bir mülkiyetin, satılmış olmasının bilinmesi halinde dahi, istihkak anında müşterinin satıcıya rucu etmesine mani bir hal yok-tur.

Başkasının gasbettiğini bile bile satın aldığı bir cariyeyle temas sonucu ondan çocuğa sahip olsa; doğan çocuk, köle sayılır. Çünkü müşterinin burada aldatılmış olması söz konusu değildir. Mebiin, mülkiyetinin müstehikka ait olduğunu ikrar etse de, vermiş olduğu parayı satıcıdan geri alır. Dürer.

Kinye´de; «Bir kimse, satın aldığı malın mülkiyetinin satıcıya ait olduğunu İkrar etse, daha sonra elinden îstihkak yoluyla bu mal alınsa, rucu edebilir. ikrarı batıl olmaz, dolayısıyla herhangi bir sebepte bu mal. tekrar müşterinin eline geçecek olursa, satıcısına teslim etmesi gerekir.

İkrar etmemesi hali, bunun hilafınadır. Çünkü satın alma işlemi, mülkü ikrar olabilir veya olmayabilir. Ama açıktan mülkü olduğunu ifade etmesi, böyle değildir. Hakimin, ikinci bir hakim tarafından şahitlerle istihkak davasını ihtiva eden bir yazıya dayanarak istihkak ile hüküm vermesi caiz değildir. Çünkü yazı yazıya benzeyebilir.

Mücerret yazı ve dosyaya itibar edilmez. Bu dosyanın muhtevasını şahitle tespit etme zarureti vardır, ki neticesinde de müstahik lehine hüküm verebilsin ve müşteride verdiği parayı satıcıdan alabilsin. Vekalet ve şehadeti nakleden dosyaların dışında, herhangi bir dosyaya veya kayda alınmış bir yazıya veya alıcıya, satıcı tarafından verilmiş bir belgeye dayanarak muhteva hakkında şehadet olmadan hüküm vermek doğru olmaz. Çünkü bunlara dayanarak hüküm vermek demek, karşısındaki hasmı ilzam etmek demektir.

Şehadet ve vekalet nakli ise. bunun hilafınadır. Çünkü bunlar, mahkemenin bilgi edinmesi içîn, sunulmuş evraklardır. Bunun içînde hasım, gayr-ı müslim de olsa şahitlerin müslüman olması gerekir.

İZAH

«Mücerret vakfetmek, mülkiyeti izale etmez ilh...» Bu, Ebu Hanifeye göre böyledir. Fetva ise «mahkeme, vakfın lüzumuna karar vermese de, vakfın lazım olduğuna karar verilir.» İstikametindedir.

«Zeylai´nin görüşüne mühalif olarak ilh...» Zeylai ise «onun vakıf olduğuna dair beyyine getirse kabul edilir dendiği gibi, kabul edilmez diyen, İkinci bir rivayet daha vardır. Ki kabul edilmez, denilen bu rivayet, daha ihtiyatlı ve daha doğru olandır.» der.

«Vakıf bahsinde geçtiği gibi ilh...» Orada sahih olan görüş, beyyinenin dinlenmesidir. Açıklığa kavuşturulmayan mücerret dava, her ne kadar kabul edilmezse de. beyyinenin dinlenmesi, sahih olan görüştür. Çünkü vakıf şariin hakkıdır. Dolayısıyla. «Beyyine, dinlenir.» demiştik. Meselenin izahı orada yapılmıştı. Daha geniş bilgi için vakıf bahsîne müracaat edilmelidir.

«Aleyhlerine hüküm verilebilmesi için IIh...» Çünkü mülk, malın henüz satıcının elinde olması itibariyle bir bakıma, müşterinin elindedir. Dava açan her ikisi aleyhine dava açmış olduğundan mahkemede ikisinin de hazır bulunmaları şart koşulmuştur. Fetih. Burada şöyle bir meselede ortaya çıkmaktadır: istikak davası açan kişi «müstahik benim, bu konuda bir beyyinem yoktur. Ama onlara yemin teklif ediyorum» dese, satıcısı yemin edip, müşteri yemin etmekten vazgeçse, müşterînin parayı ödemesi gerekir. Parayı ödemeyip köleyi atacak olursa, istihkak davası açan müfadeiye köleyi teslim etmesi gerekir. Ama müşteri yemin eder, satıcısı yemin etmezse, kölenin kıymetini ödemesi gerekir. Ancak müstahik olan kişi; satışı onaylar. ittifak edilen bedeli atmaya razı olursa, bu du-rum müstesnadır. Bezzaziye.

«Beyi kesinleşmiş olur ilh...» Birinci karar kesinleşmiş, nakzedilemez. Fetih. Çünkü müstahik olan kişinin, sattığına dair verilen hüküm, o malın mülkiyetinin müstahikka ait olduğuna karar vermeden ibarettir.

«Meselenin tamamı, Fetih´tedir ilh...» Bu hususta Fetih´te şöyle den-mektedir: Mahkeme müşterinin talebine binaen satış aklini fesh etse daha sonra satıcısı istihkak davası açan kişinin, kendisine o malı sattığını ispat etse, o mal müstahikten alınır, satıcının olur. Bozulan satış akti tekrar avdet etmez. Yani; mal müşteriye intikal etmez. Buna göre de akit kesinleşir» ifadesi. Hakimin satış aktini fesh etmemesi hali ile mukayettir.

«Gaible ilgili tarihe itibar yoktur ilh...» Birinin elinde olan herhangi bir mala, dışardan biri, «benim, malımdır» diye iddiada bulunsa elinde olan, «hayır benimdir» dese, her ikisinin iddiaları da mutlak mülkiyete bina edilse, ikisi de beyyine getirdikleri takdirde, mal elinde olmayanın beyyinesi tercih edilir. Ancak elinde olan kişi. yukarda belirtildiği gibi sebebi değişmeyen, nitaç mülkiyetine dair beyyine getirecek olursa veya her ikisi de tarih belirtecek olurlarsa ve mal elinde olan kişinin tarihi daha önceki bir tarih olacak olursa, o zaman mal. elinde olan kişinin beyyinesi, diğerinin beyyinesine tercih edilir. Ama ikisinden birisi, bey-yine getirecek olursa, imam Muhammed´le Ebu Hanife´ye göre mal elin-de olmayan kişinin lehine karar verilir. Ebu Yusuf´a göre kî bu da imamdan bir rivayettir. Tarih beyan eden kişiye verilir. Bu kişi, ister mal elinde olan kişi olsun, isterse dışardan ´malın kendisine ait olduğunu iddia eden kişi olsun. Bu mesele Camiü´l Fusuleyn´in sekizinci babında beyan edilmiştir.

Musannıf gaible İlgili tarihin muteber olmadığını ifade eder. Çünkü mal elinde olmayan ikinci bir kişinin, «bu merkep, bir yıl önce kayıp olmuştu» şeklindeki tarihi. mülkiyete getirilmiş bir tarih değildir.

Elinde mal bulunan kişi, «iki yıldan beri benîm mülkümdür» dese ve buna beyyine getirse, onun lehinde de hüküm verilmez. Çünkü mülkiyet için getirilen tarih, tek taraflı olmuştur. Bu da muteber değildir. Bu durum Ebu Hanife´yle îmam Muhammed´e göre mal elinde olmayan kişi lehine karar verilir. Yine durum aynıdır. Mal elinde olmayan kişi. «iki yıldan beri kendisîne ait olduğunu beyyine ile ispat etse, mal elinde olan kişi, «üç yıldan beri bu mal, benim elimdedir» şeklinde beyyine getirecek olsa, yine mal elinde olmayan kişinin beyyinesine itibar edilerek ona verilir. Çünkü elinde malı bulunduran kişinin, getirdiği beyyine, malik ol-duğuna dair getirilmiş bir beyyine değildir. Camiü´l Fusuleyn.

«İtibar, mülkiyet tarihinedir ilh...» Yukarda belirtildiği gibi iki taraftan getirilen beyyine ve iki tarafında tarih vermesi halinde böyledir. Ancak burada getirilen tarih, davalı tarafından olmuştur. Dava açan kişi tarafından tarih getirilmemiş, yalnız getirdiği tarih mülkiyete dair değil gayıp olduğuna dair bir tarihtir.

«Aleyhine istihkak davası açan kişi de haber verse İlh...» Yani istihkak davası aleyhine açılan kişi haber verecek olursa ki bu da müşteridir.

«Müstahik lehine karar verilir ilh...» Çünkü getirdiği tarih, gayıp olduğuna dair bir tarihtir. Mülkiyet üzerine getirilmiş bir tarih değildir. Dolayısıyla onun açtığı mülkiyet davası tarihsizdir. Satıcınınki ise tarihlidir. Ancak onun mülkiyet üzerine açmış olduğu dava bir bakıma müşterinin davası demektir. Çünkü müşteri, mülkiyeti ondan almıştır. Bunun içinde sanki müşteri; satıcının mülkiyetini, iki yıllık belirlediği tarihten satın aldığını iddia etmektedir.

İkinci bir gerekçe olarak, «tek taraflı tarih muteber değildir». Dolayısıyla tek taraflı tarihin belirlenmesi geçerli olmayacağından. yine dava mutlak mülkiyette ilgili dava olarak devam eder. İhtilaf konumu olan; hayvanın, ´mahkemece müstahik lehine karar verilmesini gerektirmektedir. Dürer. Camiü´l Fusuleyn´in on artıncı faslında yukarıdaki ifade zikredildikten sonra; «Ebu Yusuf´a göre tarih belirleyen kişi lehine hüküm verilir. Çünkü O´na göre tek başına da olsa mülkiyet tarihini belirten kişi lehine hüküm verilir. Bu tarih, tercih için yeterli bir sebeptir. Fe...
[Bu mesajın devamını görebilmek için kayıt olun ya da giriş yapın
Bu Sayfayi Paylas
Facebook'a Ekle
Kayıtlı

Sayfa: 1 ... 3 4 5 [6] 7 8 9 10   Yukarı git
  Yazdır  
 
Gitmek istediğiniz yer:  

TinyPortal v1.0 beta 4 © Bloc
|harita|Site Map|Sitemap|Arşiv|Wap|Wap2|Wap Forum|urllist.txt|XML|urllist.php|Rss|GoogleTagged|
|Sitemap1|Sitema2|Sitemap3|Sitema4|Sitema5|urllist|
Powered by SMF 1.1.21 | SMF © 2006-2009, Simple Machines
islami Theme By Tema Alıntı değildir Renkli Theme tabanı kullanılmıştır burak kardeşime teşekkürler... &
Enes