Konu Başlığı: Şüpheler ve cevaplar Gönderen: ღAşkullahღ üzerinde 14 Haziran 2011, 16:34:07 Şüpheler ve Cevaplar Müsteşriklerin hadisçilerin metin tenkidine veya kendi ifadeleri ile iç tenkide (en-nakdü'd-dahilî) önem vermeyip yalnızca dış tenkit (en-nakdü'l-haricî) yani senet tenkidi ile yetindikleri tarzında suçlamaları meşhurdur. Bu konu üzerinde duranlardan biri olan Goldziher el-Akide ve'ş-şerîa adlı eserinde şöyle demektedir: "Müslüman münekkitler tarihî gerçeklerle bağdaşmayan veya akıl yorma ve düşünmeyi gerektiren ya da birbiriyle mukayese edildiklerinde önemli bir kısmının sahihliği tartışılan hadislerdeki ihtilaf sebeplerini ortadan kaldırmak için yeterince çaba sarfetmediler" [648]. Müellif bir başka yerde bütün düşünce mezhep ve fırka mensuplarının hadis uydurabileceklerini kaydettikten sonra şöyle demektedir: "Müslümanlar bu tehlikenin önüne geçmeyi başaramadılar. Bu sebeple, ulema özel ve kıymetli bir ilim icat ettiler. Bu, hadis tenkidi ilmidir. Onu birbirini nakzeden sözlerin arasını cem'etmek mümkün olmadığı zaman, hadislerin sahih olanını, olmayanından ayırmak için kullandılar. Onların tenkide bakış tarzlarının bizim bakışımızdan farklı olduğu kolaylıkla söylenebilir. Zira İslâmî tenkidin, hiç şüphe etmeden sahih olarak kabul ettiği ve karşısında kıpırdamadan durduğu rivayetlerde bizim açımızdan tenkit edilecek birçok nokta bulmak mümkündür [649]. Bunlar, yazarın konuyla ilgili sözlerinin bazılarıdır. Ancak, bana öyle geliyor ki, gerçekte o, hadis ilmini hiç bilmemektedir. Onun "Uydurma hadisleri sadece müleahhir nesillere nispet edemeyiz. Aksine daha öncesine ait olduğuna dair izler taşıyan uydurmalar da vardır. Bizzat Peygamber'in söylediği veya ilk müslümanların söyledikleri uydurma hadisler gibi" [650] tarzındaki sözleri bunu açıkça göstermektedir. Hadis ilmini henüz öğrenmeye çalışan bir kimse bile uydurma hadislerin bir kısmını bizzat Hz. Peygamber'in söylediğini düşünemez. "Uydurmadır, ama Resûlullah'ın sözü değildir" demenin anlamı ne olabilir? Burada müellifin sözlerindeki yanıltmalara cevap verecek değiliz. Çünkü onlar bizim şu anki konumuz değildir. Zira biz burada hadisçilerin metin tenkidi veya iç tenkit ile ilgilenmedikleri ve tenkitlerini sadece senetlere veya müsteşriklerin deyişiyle dış tenkide yönelttikleri tarzında ileri sürdükleri meşhur ve önemli şüpheye cevap vermek istiyoruz. Ahmed Emin bu konuda şöyle demektedir: Normal olarak tenkit iki türlüdür: a. Rivayetin sahih olup olmadığı ve ravilere güvenilip güvenilemeyeceği üzerinde duran tenkit, b. Bizzat hadis üzerinde duran; mânasının sahih olup olmadığını, söylendiği sosyal şartların onun sahih olduğunu mu, yoksa uydurma olduğunu mu te'yid ettiği, siyasî, mezhebi veya şahsî birtakım sebeplerden dolayı bir uydurma ihtimalinin bulunup bulunmadığını, hadisin temel İslâm esasları ile bağdaşıp bağdaşmadığını araştıran tenkit [651]. Batılılar birinci tür tenkide metnin dışında ve haricinde olduğu için dış tenkit, bizzat metinden hareketle yapılan ikinci türe ise iç tenkit derler [652]. Gerçekten, bize göre de hadisçiler dış tenkitle meşgul olmuşlar, iç tenkide aynı önemi atfetmemişlerdir. Hadisi ravilerini cerh ve ta'dil etme açısından tenkide büyük önem vermişler, ravilerin sika olup olmadıklarını tenkit etmiş, ne derece güvenilir olduklarını açıklığa kavuşturmuşlardır. Ancak iç tenkide bu denli yönelmemiş, hadis metninin gerçeğe uyup uymadığını dikkate almamışlardır. Meselâ Tirmizî, Ebu Hureyre'rün Resûlullah'ın yer elması, kudret helvası kabilinden olup suyu göze şifadır. Acve [653] ise “cennetten olup, zehire şifadır" buyurduğunu rivayet etmektedir. Acaba hadisçiler bu hadisi tenkit ederken, yer elmasını deneye tabi tutup incelemiş, onda göz hastalıklarına iyi gelen bir madde bulunup bulunmadığını tetkik etmişlermidir? Yahut acveyi ve onda bir ilaç özelliği bulunup bulunmadığını araştırmışlar mıdır? Evet, rivayet edildiğine göre Ebu Hureyre şöyle demektedir: Üç mü beş mi veya yedi mi (hatırlamıyorum) yer elması aldım. Bir kap içine suyunu sıktım. Gözü hasta bir cariyem vardı; gözüne çekti ve iyileşti". Ne var ki, tek başına bu rivayet söz konusu araştırmanın yapıldığına dair bir hüküm verebilmek için yeterli olmaz. Çünkü bu, bir şeyin yarar verdiğine dair münferit bir deneydir. Mantıken onun bir ilaç olarak kabul edilmesi için kafi değildir. Keza hadisçiler, hadis uydurmaya sevk eden siyasî sebepler üzerinde de yeterince durmamışlardır. Bugüne kadar onların Emevî veya Abbasî devletini desteklediği için herhangi bir hadisten fazlaca yakındıklarını görmüş değilim [654]. "Aynı ölçüde meşgul olmamışlardır" ibaresinde olduğu gibi, sözlerinde bir ölçüde dikkatli olan ve saldırgan bir üslup kullanmayan Ahmed Emin'in ifadelerini tümüyle nakletmiş bulunuyoruz. Ancak müellif, her ne kadar diğer sözleri içinde bu anlamı bir miktar ortadan kaldıran bazı ifadeler kullanmakta ise de, naklettiğimiz sözlerinde hadisçilerin bu tür tenkitle de bir miktar meşgul olduklarını ortaya koymaktadır. Ahmed Emin'i ve kendisinden önceki müsteşrikleri bu gibi sözler söylemeye sevk eden bazı sebepleri zikrettikten sonra ileride Ahmed Emin'e geniş bir cevap vereceğiz. Bu bahiste de açıkça görüldüğü üzere hadisçilerin sadece senetlere itimad edip, onlara dayanarak verdikleri hükümleri nihaî hükümler olarak görmediklerini, aksine metne de önem verdiklerini vurgulanmalıyız. Nitekim bazan senet sahih olmasına rağmen metin sahih olmayabilir. İleride muhaddislerin özellikle Buhârî ve Müslim'e yönelttikleri metin tenkitlerine örnekler vereceğiz. Müsteşrikler ve onların yolunu tutanları, hadisçilerin senede önem verip metin tenkidini ihmal ettiklerini söylemeye iten sebeplerden biri, muhaddislerin metin tenkidi ile ilgili müstakil kitaplar yazmamış olmalarıdır. Zira bildiğim kadarıyla, bu konuda, İbn Kayyim'in yazmış olduğu el-Menârü'l-münîf fi's-sahihi ve'd-daîf âdlı eserden başka bir kitap yoktur. Herhangi bir hadisten bahseden bütün muhaddisler, önce onu senet açısından tenkit etmiş, ancak bunu bitirdikten sonra metni ele almıştır. Zira metindeki uydurma lafızların tanınmasını temin edeceği için uydurmacıyı tespit imkanı veren senet incelemesi daha öncelikli ve daha önemlidir. Hatta aynı şahsın ismi benzer başka bir rivayette geçtiği zaman, bu ikinci rivayet, isnadı sahih olan bir başka hadise veya bir ayete muvafık olsa dahi, birinci rivayetteki zayıf hükmü buna da verilir. Çünkü kendi münker ve uydurma rivayetlerinin yanında, başka senetlerle gelen bazı sahih hadisleri de rivayet etmek hadis uydurmacılarının âdetlerindendir. Bu sebeple hadisçiler böylelerinin rivayetlerini, eğer başka bir delil ile sabit olana muvafık ise, sadece zayıf olarak kabul etmişler, şayet böyle değilse veya münker ise uydurma olduğuna hükmetmişlerdir. Öte yandan, uydurma hadisin zayıf hadisin bir türü olduğu bilinmektedir. Her ne kadar bazı hadisçiler, aslı daha güçlü ve daha sahih başka bir senetle sabit olan zayıf hadislerin de delil olabileceğini ileri sürmüşlerse de haddi zatında zayıf hadisle istidlalde bulunmak doğru değildir. Şayet hadisçiler bir metnin uydurma olduğunu söylemekle yetinip sened, ravi, uyduran ve uydurma sebebi üzerinde durmasalardı, insanlar o uydurmacının ismini bilemezlerdi. Bu da cahillerin onun yerine o rivayeti son derece sika olan başka ravilerin uydurduğunu sanmalarına sebep olurdu. Senet tenkidi ve metni uyduranın tanıtılmasının önemi daha iyi anlaşılsın diye şu misali zikredebilriz: İbnü'l-Cevzî Abdullah b. Amr b. Ganaim, Mâlik, Nafi ve İbn Ömer tarikiyle Peygamber Efendimiz'in şöyle dediğini rivayet etmektedir: "Yaşlı kimse ailesi içinde, peygamberin ümmeti içindeki konumundadır" [655]. İbn Hibban senette geçen İbn Ganaim'in Mâlik'ten almadığı hadisleri ondan rivayet etliğini, bu sebeple onun rivayetinin ancak araştırılmak kaydıyla zikredilebileceğini söylemektedir [656]. Bu senet, İbn Ganaim hariç, senetlerin mutlak olarak en sahihlerindendir. Metni ise açıkça görüldüğü üzere münkerair. Bu rivayetin uydurma olduğuna hükmetme hususunda şayet metnin münker olduğunu bildirmekle yetinilseydi, senet ve ravilerin durumunu bilmeyen biri gelecek, şahısların biyografilerini, hadis uydurması mümkün olan ve olmayanları bilmediği için, Mâlik veya Nafi' onu uydurmakla itham edecekti. İbn Hibban ise burada -İbnü'l-Cevzî de aynı şeyi yapmıştır- metnin münker olduğunu, Hz. Peygamber'e, hatta Mâlik, Nafi' ve İbn Ömer'e ait olmadığını bildiği halde, senedinde itham edilmiş biri -İbn Ganaim- bulunduğu için, hadisin uydurma olduğunu söylemekle yetinmiştir. Bu hadiste olduğu gibi, muhaddislerin metnin münker olduğunu belirtmemeleri, metin tenkidi ile meşgul olmadıkları tanzında suçlanmalarına sebep olmuştur. Şayet kitaplarında hadis metninin dinî esas ve hükümlere muhalif olduğunu belirtmiş olsalardı -ki ele aldıkları hadislerin bu durumlarını biliyorlardı- kimse onları böyle bir şeyle itham etmeyecek ve haklarında ileri geri konuşmayacaktı. Ancak ben, bu noktada hadisçilerin çoğunu sadece senetlere önem verme ve metinleri dikkate alıp onları hak, adalet ve akıl ölçülerine göre tetkik etmelerinden dolayı tebrik etmiyorum. Zira Suyûtî'nin el-Leâliü'l-masnûa adlı eserine bakanlar, orada bu hususta pek çok şey bulacaklardır. İbnü'l-Cevzî, ravilerinde uydurmaya varmayan ölçüde bir zayıflık bulunan birçok hadisin metnine bakarak münker, Kur'an, sünnet, akıl ve daha önce zikrettiğimiz ölçülerden birine muhalif olmasından dolayı mevzu olduğuna hükmetmiştir. Onun bu tutumunu gereksiz yere tenkit eden Suyûtî ise tamamıyla bir hadisi uydurma olmaktan çıkarıp zayıf olduğunu göstemek için, nice isnadı zayıf ve hatta metni de garib olan hadisleri eserine almıştır. Suyûtî, bu yaklaşımı ile metni münker dahi olsa, zayıf hadis ile amel etmeyi doğru bulan bir tavır sergilemektedir. Bu ise hiçbir muhakkik âlimin kabul etmediği bir tavırdır. Ancak Suyûtî ile aynı yaklaşım içinde olan başka âlimler de vardır. Ali el-Kârî bunlardan biridir. Kendisi el-Mevzûâtü'l-kübrâ adlı eserini, daha önce ulemanın mevzu, en azından zayıf olduğuna hükmettikleri birtakım hadisleri makbul göstermek için uzak ve zaman zaman da yanlış te'villerle doldurmuştur. Ne var ki, bazı hadisçilerin bu nevi tutumları, İbnü'l-Cevzî, İbn Teymiyye ve İbn Kayyim gibi hak uğrunda kınanmaktan korkmayan diğer tenkitçi âlimlerin eleştirilerine sebep olmuştur. Dârekutnî, Buhârî ve Müslim'den sonra ilk hadis tenkitçilerinden biri, el-İlzamat ve el-Tetebbu' adlı eserleri de onlara yöneltilen bir tenkit olarak kabul edilebilir. Ne var ki o, doğrusunu söylemek gerekirse, hiçbir hadisi metin açısından tenkit etmemiş, aksine bütün eleştirilerini isnad noktasından yapmıştır. Nitekim el-İlzamaın baş kısmında "Buhârî ve Müslim'in Sahihlerinde zikrettikleri bazı güvenilir tabiîn hadislerinin, kendi şart ve metotlarına göre eserlerine almaları gerektiği ve rivayet ettiklerinin benzeri olduğu halde terk ettikleri hadisleri tespit ettiğini..." söylemektedir [657]. et-Tetebbu' adlı eserinin baş tarafında ise "Buhârî ve Müslim'in her ikisinde veya birinde bulunan illetli hadisleri tespit edip bunların illetlerini ve doğru olanlarını açıklayacağını" ifade etmektedir [658]. Bu ifadeler, onun metinler bir yana bırakıp sadece senetleri tenkit ettiğini göstermektedir. Çünkü hadislerde illet, ancak senedlerde bulunmaktadır [659]. Müellifin Buhârî ve Müslim'in eserlerine almadıkları bazı rivayetleri almalarının gerektiğini söylemesi ise, bana göre, el-Hâkim'in Müstedrek'inde yaptığına benzemektedir. Nitekim o da kendisine göre Buhârî ve Müslim'in her ikisi veya sadece birine göre sahih olduğu halde zikretmedikleri hadisleri toplamıştır. Dârekutnî'nin yaptığı ise onların rivayet etmedikleri tabiîn hadislerini eserlerine almaları gerektiğini söylemek olmuştur. Ancak Dârekutnî ve Hâkim'in Buhârî ve Müslim'e yönelttikleri bu eleştiri haklı değildir. Zira onlar, sahih hadislerin bütününü rivayet etmeyi üstlenmemiş, aksine fazla uzatmamak için bildikleri halde, birçok sahih hadisi eserlerine almamışlardır [660]. Dolayısıyla Dârekutnî ve Hâkim'in iddia ettikleri gibi, Buhârî ve Müslim'in bütün sahih hadisleri almaları gerekmiyordu. Hadis tenkidi konusunda yazılan eser türlerinden biri de ilel kitaplarıdır. Ancak bu kitaplar, bilindiği üzere yalnızca isnadların illetlerini ele almaktadırlar. Bu kitaplardan biri İbnü'l-Medinî'nin İlelü'l-hadis ve ma'rifetü'r-ricâl adlı eseridir. Ben, bu kitabı baştan sona kadar inceledim fakat, metin açısından bir tek hadisi tenkit ettiğini görmedim. Keza Ahmed b. Hanbel'in el-İlel ve ma'rifetü'r-ricâli ile Yahya b. Maîn'in et-Târih ve'l-ilel'i Tirmizî'nin Sünen'inin sonundaki kitâbü'l-ilel'i [661] -İbn Receb el-Hanbelî bu sonuncuyu şerh etmiştir- ve İbn Ebu Hâtim'in İlelü'l-hadis'i -iki cilt halinde ilel konusunda matbu kitapların en büyüğü olup 2840 hadisin tenkidine yer verilmektedir- bu konuda yazılmış olan eserlerin başlıcalarıdır. Ancak bunların hiçbirinde herhangi bir metin tenkidi mevcut değildir. Yapılan sadece senet tenkidinden ibarettir. Hadislerin metinlerinin bir yana bırakılarak sadece senetlerinin tenkidine verilmiş olan bu önem, metin tenkidine önem verilmediğinin açık bir delili ve insanları bu kanaate iten güçlü bir etken olmuştur. Bu hüküm, söz konusu ettiğimiz eserler ve müellifleri açısından doğrudur. Ancak bütün hadisçiler açısından bakılacak olursa, bunda gerçekten uzaklaşma ve tenkitçi muhaddislerine haksızlık vardır. Kaldı ki, geçmiş dönem hadis âlimlerine ait bütün eserler elimize ulaşmış değildir ki, onlara bakarak bir hüküm verelim. Ben herkese hakkını vermemiz gerektiğine inanıyorum. Dolayısıyla hadislerin sadece senedleri ve bu senedlerin İlletleriyle ilgilenerek metinlere yönelip tenkitte bulunmayanlar, metin tenkitçisi sayılmaz, hem sened ve hem de metin tenkidi ile meşgul olan kimselere hakları teslim edilmeli ve onlar hakkında gerçek ne ise olduğu gibi söylenmelidir. Malum olduğu üzere, tenkitlerinde bağımsız tavır sergileyen ulema, her asırda az olmuşlardır. Hatta geçmiş asırlarda İslâm âleminin tümünde bulunan hadisçilerin son derece kabarık olan sayıları dikkate alınacak olursa, tenkitçi ulemanın yok denilecek kadar az oldukları görülür. Ne var ki, bu durum sadece hadis için değil, bütün ilimler için geçerlidir. İbnü'l-Cevzî kendi zamanında bu tür ulemanın azlığından yakınmıştır. Biz ise, bugün ondan daha çok yakınacak durumdayız. Ondan bundan nakil yapan ihtisar ve şerheden kimseler ise çok olup, her asırda bunlardan bol miktarda bulunmaktadır. Araştıran, tenkit eden ve düşünen biri yüzeysel bakış ve orada burada dolaşan nakillerle yetinmeyen biri çıktığı zaman, çoğunluk olan takım, onu gözetlemeye alır; işini, ilim ve gücünü küçümsemeye kalkışırlar. Hatta, eğer güçleri yeterse halkı ve yöneticileri ona karşı tahrik ederler. Zira hakkı temsil eden kimse, sahip olduğu ilim, düşünce ve metot yüzünden yadırganan ve dışlanan kimse demektir. Bu, sadece günümüze özgü bir durum da değildir. Zira insanlar bilmediklerine düşman oldukları için, çoğunlukla hakkın karşısında ve batılın yanında yer almaktadırlar. "... İnsanların çoğuna uyacak olursan seni Allah'ın yolundan saptırırlar..." [662] buyuran Yüce Allah ne kadar doğru söylemiştir... Daha önce de ifade ettiğimiz gibi, söz konusu tenkit ölçüleri ve verdiğimiz misaller hadisçilerin geçmişte metin tenkidi ile ilgilenmedikleri tarzındaki iddialara karşı tafsilatlı bir red olarak kabul edilebilirler. Ancak, daha geniş bilgi vermek için şüpheleri ortadan kaldıracak şu hususları ifade etmek de yerinde olacaktır: a. Hadisçilerin isnada önem vermeleri, tamamıyla isnada değil, aynı zamanda metine yöneliktir. Zira bir hadisin ravileri sika ve güvenilir kimse olurlarsa, naklettikleri hadise daha çok itimat edilir. Doğruluğu bilinen kimselerin naklettikleri haberlere güvenip yalancı ve ahlaksızların anlattıklarını şüphe ile karşılamak insan için tabii bir durumdur. Binaenaleyh, muhaddislerin isnada önem vermeleri nakledilen metne önem vermelerinden dolayı olmuştur. b. Ahmed Emin'in muhaddislerin hadisleri tenkit ederken, uydurma sebeplerine önem verip üzerinde durmadıkları tarzındaki iddiası doğru değildir. Zira bizzat bu sebeplerden dolayı reddettikleri pek çok rivayet bulunmaktadır. Burada İbn Kayyim'in konuyla ilgili olarak el-Menârül-münif adlı eserinde kaydettiği bazı görüşleri zikredeceğiz. Bu eserinde İshak b. Rahuye'nin, Muaviye b. Ebu Süfyan'ın fazileti hakkında Resûlullah'tan sahih bir rivayeti mevcut değildir" dediğini nakleden müellif şöyle demektedir: Muaviye'yi ve Emevîleri zemmeden bütün rivayetler yalandır [663]. Mansur, Seffah ve Harun Reşid'i öven bütün rivayetler yalandır. Abbâsîlerin cehenneme girmeyeceklerini ifade eden bütün rivayetler yalandır. Hilafetin Abbâsîlerin hakkı olduğunu bildiren bütün hadisler yalandır [664]. Uydurma rivayetlerin bir kısmı da yalancıların isimlerini zikrederek Ebu Hanife ve Şafiî'nin menkıbelerine dair uydurdukları haberlerdir [665]. Ebu Ya'Ia el-Halîlî, Râfızîlerin Hz. Ali ve Ehl-i beyt hakkında üç yüz bin kadar hadis uydurduklarını söylemiştir. İbn Kayyım, Ebu Ya'la'nın bu sözünün garip bulunmaması gerektiğini ifade ederek, Rafizîlerin bu konuda uydurdukları hadislerin incelenmesi halinde, bunun doğru olduğunun görüleceğini söylemektedir [666]. [648] Goldziher, el-Akîde ve'ş-şerîa, s. 45. [649] Goldziher, a.e., s. 41-42. [650] Goldziher, a.e.. s. 41-42. [651] Ahmed Emin, Zuhrü'l-İslâm, s. 130. [652] Ahmed Emin, a.e., s. 130. [653] Medine'de yetişen kaliteli hurma türlerinden biri. [654] Ahmed Emin, Zuhrü'l-İslâm, s. 130-131. [655] İbnü'l-Cevzî, et-Mevzüât, I, 183. [656] İbn Hibban, el-Mecrûhîn, II, 39; Söz konusu ravi Afrika kadısı olup, tam ismi Abdullah b. Amr b. Ğanaim'dir. Bu rivayeti İbnü'l-Cevzî, el-Mevzûât'ında (I, 183) zikretmiştir. [657] ed-Dârekutnî, el-İlzamat, s. 73-74. [658] ed-Dârekutnî, a.e., s. 145. [659] Müellifin, İlletin sadece senette bulunduğu tarzındaki bu görüşü doğru değildir. [660] Îbnü's-Salâh, Mukaddime, s. 91. [661] Tirmizî'nin, müellifin söz konusu ettiği bu eser, her ne kadar ismi "el-İlel" ise de, sonuç itibariyle kendisine ait el-Câmi'i tanıtan bir mukaddime ve genel olarak hadis usulünden bahseden bir bölümdür. Müellifin iddia ettiği gibi bir ilel kitabı değildir. Tirmizî'nin ilel konusundaki asıl eseri el-İlelü'1-kebîr'idir. M. [662] el-En'am: 6/116. [663] İbn Kayyım, el-Menarü'l-münîf, s. 116-117; Sıbâî, es-Sünne ve mekânetühâ fi't-teşrî', s. 79-80. [664] İbn Kayyim, a.e., s. 116-117. [665] İbn Kayyim, a.e., s. 116. [666] İbn Kayyim, a.e, s. 116. |