๑۩۞۩๑ Kitap Dünyası - İlim Dünyası Kütüphanesi ๑۩۞۩๑ => Hadis te Metin Tenkidi Metodları => Konuyu başlatan: ღAşkullahღ üzerinde 14 Haziran 2011, 16:36:05



Konu Başlığı: Hadisin münker veya muhal bir seyi içer­mesi 2
Gönderen: ღAşkullahღ üzerinde 14 Haziran 2011, 16:36:05
VII. Hadisin Münker Veya Muhal Bir Şeyi İçer­mesi 2


h- "Davud'un günahı bakmaktı "[609] rivayeti.

Bu rivayet uydurmadır. Nitekim İbnü’s-Salâh onun asılsız; Zerkeşî, Suyûtî ve İbn Arrak da münker olduğunu söylemişlerdir [610]. Aynı mânayi teyit eden Elbânî ise şöyle demiştir:

Dâvûd Peygamberin komutan Orya'nın hanımına bakmakla imtihan olunması hikayesi, bazı peygam­berler tarihi ve tefsir kitaplarında yer alan meşhur bir hikayedir. Bir kişiyi askere gönderip ardından hammıyla evlenmeyi planlamak gibi peygam­berlik makamına yakışmayan bir fiili bir peygambere nisbet etme söz ko­nusu olduğu için akıl sahibi hiçbir müslüman bu rivayetlerin batıl oldu­ğundan asla şüphe etmez [611]. Ebu Bekir İbnü'l-Arabî ise bu rivayetle il­gili olarak şöyle demiştir:

"Kadını beğenince kocasının savaşa gitmesini emrettiği tarzındaki iddialara gelince bu, kesinlikle batıldır. Çünkü Dâvûd Peygamber'in, kendi menfaati için bir kişinin kanını akıtması mümkün değildir" [612].

ı- "Süleyman'ın bir oğlu olmuştu. Şeytan'a onu ölümden nasıl korurum? diye sordu. Orada bulunanlar dünyanın en uzak noktasına gö­türelim dediler. Şeytan 'ölüm oraya ulaşır' diye itiraz etti. 'Denizin di­bine götürelim' dediler. 'Hayır, ölüm oraya da ulaşır' dedi. Bu defa 'ba­tıya götürelim' dediler.

'Ölüm oraya da ulaşır' diye karşı çıktı. 'Doğuya götürelim' dediler. 'Oraya da ulaşır' dedi.

'Yerle gök arasında bir yere çıkaralım' dediler.

Şeytan bunu kabul etti. Rivayete göre çocuğu dünya ile gök arasında bir yere çıkardılar. Ölüm meleği gelerek Hz. Süleyman'a şöyle haber verdi:

'Oğlunun canını almakla emrolunmuştum. Onu deniz­de aradım bulamadım; yerde aradım bulamadım; doğuda, batıda aradım bulamadım; göğe çıkarken buldum ve canını aldım. Bu arada ceset gelip Süleyman'ın tahtının üstüne düştü. İşte "Andolsun biz Süleyman'ı imti­han ettik. Tahtının üstüne bir ceset bırakıverdik, soma o, yine eski haline döndü" [613] âyeti bunu ifade etmektedir"[614] rivayeti.

Bu rivayet Hz. Süleyman'a herhangi bir mümine bile yakışmaya­cak bazı şeyler nisbet etmektedir. Bu rivayete göre o, ölümden kurtulmak için Şeytan'a danışıyor, oğlunun yerle gök arasında bulunmasının, onu kesin kaderden kurtaracağına inamyor, Allah'a, O'nun ilim ve kudretinin sonsuzluğuna iman hususunda noksanlık taşıyan böyle bir inancın her­hangi bir peygambere nisbet edilmesi mümkün değildir. Nitekim bu hu­susu farketmiş olan İbnü'l-Cevzî şöyle demiştir:

"Bu uydurma bir rivayettir. Çünkü kendisine aynı zamanda dünya saltanatı bahşedilmiş bir peygamber olan Hz. Süleyman'a ölümden kaçma isteğini taşıma ve yerle gök arasında olmanın ölüme çare olacağını kabul etme fiillerinin nisbet edilmesi mümkün değildir" [615].

Suç ve kusur nisbet etmeme konusunda peygamberlere sahabeyi hatta daha sonra gelen müminleri de ilave etmek gerekir. Dolayısıyla eğer bir rivayet sahabeye, onlara yakışmayacak bir davranış veya müslümanları aşağılama içerecek olursa kabul edilmez ve uydurma olduğuna hükmedi­lir. Meselâ:

i- "Hz. Peygamber'in veda haccından döndükleri sırada bütün sahabenin önünde Hz. Ali'nin elinden tutarak onu herkesin görmesi için ayağa kalıdrıp 'bu benim vasim, kardeşim ve benden soma halifemdir. Onu dinleyin ve ona itaat edin" [616] tarzındaki rivayeti.

Bu rivayetin doğru olduğunu kabul etmek, bütün sahabeyi Resûlullah'ın emrine karşı gelmek ve bu olayı gizleyip değiştirmekle itham et­mek olur. Bu ise, sahabeyi, onların Allah ve Resûlullah'a olan imanlarını ve başkalarını kendilerine tercihlerini bilen hiçbir müslümanın kabul et­mediği bir husustur. Şia her ne kadar çeşitli senetler zikretmekte ve kendi ölçülerine göre sahih olduğunu ileri sürmekte iseler de bu rivayetin uy­durma olduğunda şüphe yoktur. Zira bazı Şia mensupları haktan saptıkları için birkaç kişi dışında bütün sahabenin dinden çıktıklarını iddia etmişlerdir. İbn Kayyim bu rivayeti, Hz. Peygamber'in sahabenin tümünün gözünün önünde yaptığı ve topluca onu gizleyip nakletmedikleri fiillerine ilişkin bir örnek olarak zikretmekte [617], bu hususu onun uydurma olduğuna delil saymaktadır. Çünkü normal olan, sahabe gibi büyük bir topluluğun huzurunda işlenen bir şeyin bir tek kişi tarafından değil, tevatürle nakledilmiş olmasıdır. Resûlullah'a nisbet edilen vasiyyet rivayeti ise bu mertebenin çok uzağındadır.

Birinci asırdan sonra Allah'ın rızasını kazanacak hiçbir kimsenin dünyaya gelmeyeceğini ifade eden:

j- "Yüz sene sonra Allah'ın razı olacağı hiçbir kimse dünyaya gel­mez" [618] anlamındaki rivayeti, bu gruba ilave etmek mümkündür.

Ahmed b. Hanbel bu rivayetin sahih olmadığını söylerken [619], İbn Kayyım [620], Suyûtî [621], İbn Arak [622] ve İbnü'l-Cevzî onun uydurma olduğuna hükmetmişlerdir. İbnü'l-Cevzî bu konuda şöyle demektedir:

Bu­nun isnadının sahih olduğu tarzında itiraz edilecek olursa buna şöyle ce­vap veririz:

Ravilerden biri bu haberi zayıf veya yalancı birinden dinlemiş ve ismini atlayarak rivayeti kendisinden almak isteyene "an" (falanca­dan) lafzıyla rivayet etmiş olabilir. Mezhep imamları ve büyük müslümanların çoğu birinci asırdan sonra dünyaya geldiklerine göre bu rivayet nasıl sahih olabilir'? [623].

Bu uydurma rivayet, birinci asırdan sonraki müslümanların tümünü aşağılamakta, onları Allah katında değersiz kılmaktadır." Bu, akl-ı selimin hoş görmediği ve doğru anlayışın kabul etmediği bir husustur. Senedi sa­hih olmasına rağmen, muhaddisler onun uydurma olduğuna hükmet­mekle isabetli davranmışlardır. Bu, onlar için takdire şayan bir davranıştır. Zira senedin sahih olması, onları metni incelemekten alıkoymamıştır. Bu örnek bu ölçünün kıymetini, hadisçilerin ona verdikleri önemi ve onu senedin sıhhati ve zayıflığını bir yana bırakarak çeşitli hadislere tatbik et­tiklerini teyit etmektedir. Aşağıdaki rivayetleri de bu kategoride zikret­mek mümkündür:

k- "Önümüzdeki yüz yılın başında Allah soğuk ve hoş bir rüzgar gönderir ve onunla bütün müminlerin ruhunu alır" [624] rivayeti.

Bu rivayetten ilk yüz yılın sonunda ruhlarının alınması ile müminler asrının biteceğini ve ondan sonraki on üç asır boyunca hiçbir mümin bu­lunmayacağını mı, yoksa tarihte böyle bir rüzgar esmediğinden hareketle bu rivayetin asılsız bir yalan olduğunu mu anlayacağız. Kesin olan bir şey varsa, o da bu rivayetin uydurma olduğudur. Zira tarih bunu yalanlamış, iddia edildiği gibi geçmişte bir rüzgarın estiğini nakleden herhangi bir kimse olmamıştır. İbnü'l-Cevzî de bunun tarihî realite ile yalanlanan batıl bir rivayet olduğunu söylemiştir [625]. Nitekim "en hayırlı asır benim asrım, sonra onu takip eden, sonra onü takip eden" hadisi gibi asr-ı saadetten sonraki asırlara da hayırlılık nisbet eden bazı hadisler de vardır. Bu ha­disler bu nevi rivayetleri reddetmek için yeterlidirler.

l- "Yüz altmış yılından sonra sizden birinizin bir köpek yavrusuna bakması onun için çocuk bakmaktan daha hayırlıdır" [626] rivayeti.

İslâm âlimleri, yukarıdakinin bir benzeri olan bu rivayetin de uy­durma olduğunu kabul etmişlerdir [627].

m- Muhal şeyler içeren ve hadisçiler arasında büyük tartışmalara yol açan rivayetlerden biri de "Umeys kızı Esma'dan nakledilen şu riva­yettir:

Resûlullah'a vahiy gelmişti. Başını Hz. Ali'nin dizine koydu. O sı­rada güneş battı ve Ali ikindi namazını kılamadı. Durumu anlayan Resûlullah, Ya Rabbi, o senin ve peygamberinin taatinde idi. Ona güneşi geri döndür, diye dua etti. Bunun üzerine batan güneşin, geri doğduğunu gördüm" [628] rivayeti.

Normal olarak güneşin battıktan sonra geri dönmesi, insanların dik­katini üzerine çekmiş ve dolayısıyla onun tevatür derecesine varan yollar­la rivayet edilmesine yol açmış bir husus olmalıdır. Ancak onu Esma binti Umeys'ten başka kimse rivayet etmemiştir. Ahmed b. Hanbel, bu rivaye­tin uydurma olduğunu bildirmek için onun asılsız olduğunu söylerken, İbn Teymiyye, İbn Kayyım, Zehebî ve İbn Kesîr de aynı görüşü ifade etmişlerdir [629]. İbnü'l-Cevzî bu rivayet ile ilgili olarak şöyle demektedir:

Bu rivayeti uyduran kimsenin sadece fazilet cihetine bakıp anlamsızlığı fark edememiş olması, onu aldatan hususlardan biri olmuştur. Zira ikindi namazı, güneşin batmasıyla kaza namazı haline gelmiştir. Güneşin geri dönmesi onu tekrar bir eda namazına çevirmez [630].

Ne var ki, bu hadisin sahih olduğunu kabul eden âlimler de olmuş­tur. Tahavî, Beyhakî, Kadı İyaz, Heysemî, İbn Hacer, Kastallânî, Suyûtî, Sehavî, İbn Arrak ve Ali el-Kârî bunlardandır [631].

Ben bu rivayeti değerlendirme ile ilgili ihtilafı, söz konusu ölçünün kabul veya reddi ile alakalı bir şey olarak görmüyorum. Çünkü bu ölçüyü kabul eden veya etmeyen herkesin hadis üzerinde hüküm verirken ihtilafa düşmesi mümkün olup bu ölçünün uygulaması ile ilgili bir ihtilaftır. Hadisle ilgilenen herkes bu hadisi söz konusu ölçünün içinde görebileceği gibi, dışında da görübelir. Bu, içtihadı meselelerde tabiî bir durumdur. Dolayısıyla bu rivayetin sahih olduğunu ileri sürenler, onu Resûlullah'ın bir mucizesi olarak kabul ederler. Zayıf olduğunu benimseyenler ise, güneşin battıktan sonra geri dönmesi halinde onu sadece Esma bint Umeys değil, büyük kalabalıkların nakletmesi gerektiğini ileri sürerek böyle bir şeyin muhal olduğunu söylerler. Aslında güneşin battıktan sonra dönmesi, bu hadisin zayıf olduğunu ileri sürenlere göre haddi zatında muhal olan bir şey değil, aksine Allah'a nisbetle mümkün olan bir husustur. Zira bu evren Allah'ındır ve burada ancak onun istediği olur. Evrendeki kanunları o koymuştur ve o değiştirebilir. Yarattığı hiçbir şey ona karşı gelemez. Ancak, bir kişinin namazı için evrendeki bir kanunu değiştirmek, kabul edilecek bir şey değildir. Nitekim bir defasında müşrikler, Resûlullah ve ashabının gün batıncaya kadar ikindi namazını kılmalarına engel olmuşlar ve Hz. Peygamber namazı kılmaları için Allah'ın güneşi geri döndürmesi hususunda dua etmemiş, aksine müşriklere beddua etmiştir [632]. Keza, bir defasında sabahleyin güneş doğuncaya kadar uyuya kalmış, namazı vaktinde kılmak için güneşi geri döndürmesi hususunda Allah'a dua etmemiştir [633]. Buna rağmen bu iki rivayeti güneşin battıktan sonra geri döndürülmesi ile ilgili haberi nakledenlerden daha çok kimse nakletmiştir. Sonra söz konusu olayda erkekler nerededirler? Güneşin battıktan sonra geri dönmesini onlar ve diğer hiçbir kimse görmemiş de sadece Esma bint Umeys mi farketmiş? Bütün bunlar hepsi de bu hadisin zayıf olduğunu kesin olarak ifade etmektedirler. Bütün bunlara ravileri içerisinde tenkit edilen bir veya daha fazla şahsın bulunduğu bir haber-i vahidle mucizelerin sabit olamayacağını da ilave etmek gerekir [634].

Bu hadis bu ölçüyü kullanmanın son derece önemli olduğunu gös­termektedir. Zira Allah'ın peygamberlerine lütfettiği mucizeler, özellik­leri itibariyle insanların benzerine tanık olmadıkları olağanüstü şeyler olurlar. Dolayısıyla kişi, rivayetin olağandışı herhangi bir şey taşıdığını gördüğü zaman teenni ile hareket etmeli, onun uydurma olduğuna çabucak hüküm vermemelidir. Zira mucizeler asla şüphe edilemeyecek olan gerçeklerdir. Binaenaleyh, hiçbir müslüman mucizeleri inkar edemez, onlarla ilgili hadislerin zayıf olduğunu iddiada bulunamaz. Ancak mucize, haber-i vahidle sabit olmaz. İşiten kimsenin, doğruluğundan emin olması için mucizenin tevatür yolu ile nakledilmesi gerekir.

Burada bu ölçü çerçevesinde işaret edilmesi gereken bir şey daha vardır ki, o da bir hadisin çeşitli rivayetlerini birbirine arzetmeden ibaret olan ikinci ölçünün birinci neticesinde idraçtan bahsederin temas ettiği­miz husustur. Orada belirttiğimiz üzere, hadisçiler Rsaûlullah'a nisbet edilen lafızlar arasına ravi tarafından ilave edilen kısmın belirlenmesinde o kelime veya ibarenin Hz. Peygamber'den sudurunun muhal olmasını bir esas olarak kabul etmişlerdir. Bu hususla ilgili olarak Ebu Hureyre'den rivayet edilen şu misali vermiştik:

"Köle insan için iki mükafat vardır. Andolsun ki, eğer cihat ve anneme iyilik (görevim) olmasaydı, köle ola­rak ölmek isterdim". Bu rivayetle ilgili olarak şu itirazda bulunulmuştur:

Hz. Peygamber'in annesi o peygamber iken hayatta değildi ki, Resûlullah'ın ona iyilik etme görevinden bahsedilsin. Keza Peygamber Efendimiz'in köleliği arzu etmesi de muhal bir şeydir. Dolayısıyla hadis, "iki mükafat vardır" ibaresi ile bitmektedir. Ondan sonraki kısım Ebu Kureyre'nin hadise kalmış olduğu kendi sözleridir.

Aynı konuyla ilgili bir başka misal ise daha önce zikretmiş olduğu­muz "Falcılık şirktir. İçinizde ona bulaşmayan hiçbir kimse yoktur. An­cak Allah, tevekkül ile onu bizden uzaklaştırır" tarzındaki rivayettir. Ha­disçiler birinci cümleden sonraki kısmın Resûlullah'a herhangi bir şirkin nisbet edilmesinin caiz olmadığından hareketle Hz. Peygamber'in değil, ravinin kendi sözü olduğuna hükmetmişlerdir.

Zikrettiğimiz bu örnekler, bu ölçünün küçük bir uygulamasını gös­termektedir. Bu açıklamalardan da anlaşıldığı üzere bu gibi münker lafızlardan dolayı hadisin bütününün sahih olmadığına hükmetmek doğru ol­maz. Eğer rivayette geçen Hz. Peygamber'in sözünü ravininkinden ayı­rabilir, söyleyebileceği sözleri ona nisbet edip söylemesi mümkün olma­yanları da reddedebilirsek, yapılması en doğru davranış bu olur. Dolayı­sıyla kişi bu gibi rivayetler karşısında, metin ve sened üzerinde düşünüp inceleme yapmadan onun sahih veya zayıf olduğuna çabucak karar ver­memelidir. Zira ancak böyle yaptığı takdirde gerçeğe yakın doğru bir sonuca varabilir; sahih bir hadisi zayıf diye göstermez; Resûlullah'a nisbeti imkansız olan münker bir sözü sahih olarak kabul etmez.

Bu izahlarla, hadisçilerin bu ölçüyü senedi sahih olan hadisleri de kapsayacak şekilde uyguladıklarını ispat etmiş olduk. "Güneşin battıktan sonra geri döndürülmesi" rivayetinde bu açıkça görülmektedir. Ulema­nın sahih veya uydurma olduğuna hükmederken sahip oldukları bakış açıları farklı olmasına rağmen güneşin battıktan sonra geri dönmesi ile il­gili rivayete ilişkin uygulamasında bu husus açıkça görülmektedir. Bu konuyu, isnadı sahih olmasına ve hatta Buhârî ve Müslim'de zikredilme­sine rağmen, bazı âlimlerin sahih olmadığını söyleyerek bu ölçü kapsa­mında mütalaa ettikleri Resûlullah'a büyü yapıldığını bildiren rivayetle bitirmemiz yerinde olacaktır. Hz. Âişe'nin bildirdiğine göre Züreyk Oğulları'ndan Lebid b. el-A'sam adında bir Yahudi, Hz. Peygamber'e büyü yapmıştı. Hatta Resûlullah bazan yapmadığı halde bir şeyi yaptığını sanıyordu. Hz. Peygmaber, birgün (veya gece) uzun uzun dua ettikten sonra şöyle dedi:

Ya Âişe, Kendisine başvurduğum hususta Allah'ın buna cevap verdiğini biliyor musun? İki adam geldi.

Biri baş ucuma, diğeri ayak ucuma oturdular. Biri öbürüne "hastalığı nedir?" diye sordu.

Öbü­rü "büyü yapılmış" dedi.

Diğeri "Kim yapmış?" diye sordu. Öteki "Lebid b. el-A'sam" diye cevap verdi. Neye yapmış? dedi.

Bir tarakla saç döküntüsüne ve bir de erkek hurma tomurcuğunun içine dedi.

Büyü nerede diye sordu. Öbürü Zi Ervan Kuyusu'nda diye cevap verdi.

Hz. Peygamber büyüyü bir grup sahabe ile birlikte getirdi ve bana "Ey Âişe, sanki suyu kına ıslatılmış gibi, hurması da şeytanların başları gibi idi" dedi.

Ya Resûlullah, Onu yaksaydınız, dedim.

“Hayır,” dedi.

“Zaten Allah bana şifa verdi. İnsanlara bir zarar vermesini istemedim. Onu gömdürdüm” [635].

Burada zikretmeye gerek görmediğimiz sebeplerden dolayı ulema büyünün mahiyeti hakkında ihtilaf etmişlerdir. Cumhur-i ulema Resûlul­lah'a büyü yapıldığı ile ilgili hadislerin metin ve sened bakımından sahih olduğunu kabul etmektedirler. "Onlara göre Resûlullah'ın kendisine ya­pılan büyüden etkilenmiş olmasında onun peygamberlik makamını küçük düşürecek veya hakkında şüpheye sevkedecek herhangi bir durum yok­tur. Çünkü Resûlullah'ın Allah'tan bildirdiği hususlarda doğru ve ma­sum olduğuna dair delil vardır. Mucizeler de onun doğruluğuna birer de­lildirler. Dolayısıyla, hilafına delil bulunan bir şeyin varlığını mümkün görmek batıldır. Peygamberlik ile ilgili olmayan hastalık gibi dünyevî bazı hallerin peygamberlerin başına gelmesi mümkündür. Meselâ dinî meselelerde masum olmasına rağmen, dünyevî meselelerde aslı olmayan bir hayal görmesi imkansız değildir" [636].

Hz. Peygamber'e büyü yapılması ile ilgili bu hadisin sahih olmadı­ğını ileri süren Ali Hasbullah şu delillere dayanmaktadır:

a. Kur'ân-ı Kerîm'de "... Allah seni insanlardan korur.,." [637] bu­yurumaktadır. Bu âyette zikredilen korumadan maksat, öldürme gibi peygamberliğin icabı olan tebliğ görevini yapmaya engel teşkil eden ve­ya o makama yakışmayacak kusurlarla itham etme gibi onu küçültecek ve insanları ondan uzaklaştıracak şeylerden korumadır. Şayet peygambe­rin büyüye muhatap olması söz konusu olsaydı, insanlar onu küçümser­lerdi, mucize ile büyü birbirine karışır, nübüvvet delili ortadan kalkar ve getirdiği her şey şüpheye maruz kalırdı. Çünkü nakledilen rivayette de ileri sürüldüğü gibi, Resûlullah Cebrail'i görmediği halde gördüğünü veya kendisine vahiy gelmediği halde geldiğini tahayyül edebilirdi [638].

b. Cenab-ı Allah Peygamber'i büyülü olmakla itham edenleri zem­mederek

"... O zalimler (müminlere): Siz, ancak büyüye tutulmuş bir adama uymaktasınız! dediler. (Resulüm!) Senin hakkında bak ne biçim temsil getirdiler! Artık onlar sapmışlardır ve (hidayete) hiçbir yol da bulamazlar" [639] buyurarak onları zulüm ve dalalet içinde olmakla nitelendir­miştir. Çünkü müşrikler onu diğer insanlar gibi büyülenmiş olmakla it­ham ediyorlardı. Eğer bu suçlamalarında haklı olsaydılar, Yüce Allah on­ları zulüm ve dalaletle tavsif etmez ve kınamazdı [640].

c. Hz. Peygamber'in ruhu beşerî ruhların en güçlüsü, iradesi ise iradelerin en yücesidir. Binaenaleyh, daha aşağı olan herhangi bir ruhun onun ruh veya iradesine musallat olmasını kabul etmek aklen mümkün değildir. Nitekim İbn Kayyim bu hususta şöyle demektedir:

Büyücüler bilirler ki, onların büyüleri ancak zayıf kalpli ve nefsanî duygularına mağlup olan kimselere tesir edebilir. Bu sebeple büyü daha ziyade ço­cuk, kadın, bilgisiz kimseler, bedeviler, din, tevekkül ve tevhitten nasibi az olanlar ile ilâhî zikir ve peygamberi istiâze ve dualardan nasipsiz olanlara tesir eder. Kötü ruhlar, ancak zayıf ve tasalluta müsait buldukları ruhları etkileyebilirler. Büyüye karşı en etkili ilaçlardan bazıları zikir ve dualar­dan oluşan ilâhî ilaçlardır. Kalp ne kadar zikirle dolu ve ona yönelik olursa o nisbette büyüye karşı korunma içinde olur" [641].

Hal böyle olunca, Allah'ı zikirden asla gaflet etmeyen, gözü uyuşa dahi kalbi hiçbir zaman uyumayan, ayakları şişinceye kadar geceleri na­maz kılan bir zatın büyüden etkilenmiş olmasını akıl kabul eder mi? [642]

d. Hz. Peygamber'e büyü yapıldığını bildiren rivayetlerin hepsi de âhâd haberler olup bu kat'î deliller karşısında bir anlam ifade etmezler. Onların senetlerinin sahih olması, bizi, birine girmekten kurtulamayacağı­mız iki ateş arasında bırakacak olursa, acaba şu iki ateşten hangisi daha az yakar ve daha hafif bir acı verir? Kur'an ve aklın delalet ettiği peygambe­rin masumiyeti ve nübüvvet makamının üstünlüğünü reddetmek veya sahihliğinde ihtimal bulunan ve bunlara aykırı olan âhâd haberleri reddet­mek? [643]

Ali Hasbullah, ayrıca bu misaldeki haberi reddetmenin şer'î ve amelî hükümlerde önemli bir sonuç doğurmayacağını söylemektedir [644].

Hakikati söylemek gerekirse, büyü diğer herhangi bir hastalık gibi değildir. Onun içindir ki, Cenab-ı Allah başka hastalıkları bırakarak sade­ce bununla peygamberi itham edenleri zulüm ve dalalet ile nitelemiştir. Nitekim herkes bilmektedir ki, insanların büyülü bir kimseye karşı ba­kışları değişir; onu bir çeşit deli kabul eder, ondan sakınır, aklı kıt ve bü­yülü bir kimse olarak küçümsenmesini akıldan uzak görmezler. İşte Al­lah'ın, Resûl'ünde olmadığını söylediği şey de budur. Bu rivayeti daha önce zikrettiğimiz âyete aykırı olarak kabul etmek mümkündür. Söz konusu rivayetle Hz. Âişe'nin "birşeyi yapmadığı halde yaptığını tahayyül ederdi" demesi de bu ihtimali artırır mahiyettedir. Bu rivayetin sahih ol­duğunu kabul etmek, Hz. Peygamber'e ne söylediğini ve ne yaptığını bilemeyecek kadar büyü yapıldığını ve bundan dolayı söz ve hareketlerin birbiriyle çelişki içinde olduğunu, hadisler arasındaki ihtilafın da bundan kaynaklandığını ileri süren düşmanlara bir koz vermek olmaz mı?

Muhaddislerin daha önce söz konusu ettiğimiz görüşleri, senedin sahih olmasının, hadisin de sahih olmasını gerektirmediğini teyit etmekte­dir. Zira bazan sened sahih olduğu halde, şaz veya illetli olması sebebiyle metin sahih olmayabilir. Her halükarda bir hadisin Kur'an'a aykırı olma­sı da onun şaz kabul edilmesi için yeterli olmalıdır. Nitekim senedi sahih olan nice hadis vardır ki, ulema metninin sahih olmadığına hükmetmiş­lerdir. Daha önce bu konudan bir miktar bahsettiğimiz gibi ileride de da­ha geniş olarak ele alacağız.

Son olarak, Ali Hasbullah'ın dediği gibi, bu rivayette ravilerden bi­rini hata veya tedlis ile (zayıf bir raviyi güvenilir biri olarak göstermek) itham etmek ile Resûlullah'a büyü yapıldığını kabul etme alternatifleri arasında kalmış bulunuyoruz. Bu durumda ne yapacağız? Bana göre şüp­hesiz, Resûlullah'ı büyülü bir kişi durumuna düşürmemek için ravilerden birini itham etmek daha doğru bir iştir. Ancak her iki durumda da bir iç­tihat söz konusudur. Niyet doğru ve yeterli delil olduğu sürece, yanılsın veya isabet etsin, içtihat yapan herkesin, Allah katında mükafat göreceği unutulmamalıdır. Allah bizleri yanılmaktan korusun.

Bunlar, hadisçilerin birçok yerde tatbik ettikleri ve esas alarak çe­şitli hadisleri tenkitte bulundukları ölçülerdir. Muhaddisler bazan çeşitli sebeplerden dolayı, hadisler hakkında farklı hükümler vermişlerdir. İlim ve anlayış farkı, düşünce tarzı, tenkitçinin araştırma ve uygulamada takip ettiği metot ayrılığı bunlardan bazılarıdır. Bir hadisçinin tenkitlerinde kullandığı bazı özel ölçülen bir başkası kullanmayabilmektedir. Bunda da herhangi bir mahzur yoktur. Sonra her şeyde ittifak etmek zor, belki mümkün de değildir. Yüce Allah, insanı bu tabiat üzere yaratmıştır.

Bu konuda işaret edilmesi ve hadisçilerin kendisiyle ilgili tutumları­nın belirtilmesi gereken bir husus da rüya veya keramet ve mukâşefe ile bir hadisin sahih ya da zayıf olduğuna istidlal etme meselesidir. Zira "Rüyamda Resûlullah'ı görüp falanca hadis hakkında kendisine sual sor­dum. Ben onu söyledim veya söylemedim, dedi" tarzında konuşan nice insanlar görüyoruz. Acaba hadisçiler geçmişte bir hadisin sahih veya za­yıf olduğunu tespit noktasında bu tür istidlaller ölçü olarak kullanmışlarmıdır?

Gerçek şudur ki, bu istidlali ölçü olarak kullanmak şöyle dursun, ona karşı çıkmış, tasavvuf ve onlara tabi olanlardan bu iddiada bulunanları kıt akıllı olmakla tenkit etmişlerdir. Nitekim Şeyh Ali şöyle demektedir: Herkesçe bilinmektedir ki, hadisler keşif ve kalp yoluyla değil, sadece senetlerle sabit olurlar. Allah'ın dininde bu nevi bir gevşek tutuma yer yoktur. Velayet ve kerametin, hadislerin sübutu meselesinde herhangi bir rolünün bulunması söz konusu değildir. Burada baş vurulacak tek kay­nak meselenin uzmanı olan hadisçilerdir [645].

Geçmişten bugüne dek cumhur-i ulema bunu söylemiş, hadisin sa­hih veya zayıf olduğunu belirleme noktasında rüyalara herhangi bir de­ğer atfetmemişlerdir. Ancak anladığım kadarıyla, Aclunî Keşfü'l-hafâ ve muzîlü'l-ilbas adlı eserin mukaddimesinde Futuhât-ı .Mekkiyye’den na­kilde bulunurken, İbn Arabî'nin tutumunu tasvip eden bir üslup takip etmekte ve şöyle demektedir:

"eş-Şeyhü'1-Ekber'in Futûhat-ı Mekkiyye'sinde özetle şöyle denmektedir:

Nice sened açısından sahih olan hadis­ler vardır; keşif yoluyla Resülullah'tan sorarak onun sahih olmadığını bilirim. Nakilciler senedi sahih olmasından dolayı bu rivayetle amel etseler de ben etmem. Öte yandan ravileri arasında hadis uydurduğu bilinen bin olmasından ötürü zayıf kabul edildiği için amel edilmeyen nice hadisler vardır ki, haddi zatında onlar sahihtir. Çünkü ben onu, Cebrail'e bildiri­lirken işitirim" [646].

Bu söz, hiçbir hadisçinin kabul edemeyeceği bir iddiadır. Ayrıca dinin bozulmasına ve İslâmî hükümlerin zayi olmasına yol açacak olan, hatta içinde Resûlullah'ın Allah katından getirdiği bütün esasları inkar mânasını taşıyan batıl bir sözdür. Bu sebeple sika kimseler rivayet etmiş ve ümmet onunla amel etmekte olsalar dahi; meselâ Resûlullah'ın kendisine bir hadisin sahih olmadığni bildirdiğini söyleyen -kendisine göre- hadis­lerin sahih olup olmadığını bilme yolunun mukaşefeden ibaret olduğunu iddia eden bir kimseyi tasdik etmemiz asla mümkün değildir. Çünkü böyle bir sözün Allah'ın dinini red ve yüzyıllardan beri hadis ulemasının takip ettikleri doğru yoldan uzaklaşma olduğunda hiçbir şüphe yoktur.

Bu bölümü bitirmeden önce ihmal edilmemesi gereken bir hususa daha işaret etmeliyiz. Bu husus, müsteşriklerin ve onları takip eden bazı müslüman düşünürlerin hadisçilere yönelttikleri "hadis metinlerini bir yana bırakıp, sadece senedlerle meşgul oldukları" suçlamasıdır. Gerçi bu bölüm baştan sona kadar bu ithama karşı geniş bir red olarak kabul edi­lebilir. Ancak, daha faydalı olması ve söz konusu iddia ve ithamların asıl­sızlığını daha açık bir şekilde göstermek için, bu zevatın ileri sürdükleri şüphe ve suçlamaları ayrıca ele alıp reddetmeye de herhangi bir engel yoktur. [647]



[609] el-Elbânî, Silsiletü'l-ehâdîsi'z-zaîfe, I, 324.

[610] A.g.e., I, 324.

[611] A.g.e., I, 325.

[612] A.g.e., I. 325.

[613] Sad: 38/34.

[614] İbnü'l-Cevzî, el-Mevzuât, III, 217-218.

[615] İbnü'l-Cevzî, a.e., m, 217-218.

[616] İbn Kayyim, el-Menârü'l-münîf, s. 57.

[617] A.g.e., s. 57.

[618] İbn Kayyim, a.e., s. 109; İbnü'l-Cevzî. el-Mevzuât, III, 192.

[619] İbnü'l-Cevzî, a.e., III, 192.

[620] İbn Kayyım, el-Menârü'l-münîf, s. 109.

[621] Süyûtî, el-Leâliu'l-masnâa, II, 389.

[622] İbn Arrak, Tenzîhü'ş-şerîa, II, 345.

[623] İbnü'l-Cevzî, el-Mevzuât, III, 192.

[624] A.g.e., III, 193.

[625] A.g.e., III, 193.

[626] İbn Kayyim, et-Menârü'l-münîf, s. 109.

[627] A.g.e., s. 109.

[628] İbnü'l-Cevzî, el-Mevzüât, I, 355.

[629] Ebû Gudde, Haşiye ale'l-Menâri'l-münîf, s. 58.

[630] İbnü'l-Cevzî. el-Mevzûât, I, 357.

[631] Ebû Gudde. a.e., s. 58.

[632] Buhâri, Müslim ve diğerlerinin rivayetlerine göre Resûlullah Ahzab savaşında şöyle demiştir: Allah evlerini ve mezarlarını ateşle doldursun; bizi güneş batıncaya kadar orta namazından alıkoydular. M. Fuad Abdillhâkî, et-Lü'lüü ve'l-mercân. I, 123.

[633] Hadisi Ebû Dâvûd, Ebû Hureyre'den (Ebû Dâvûd, Salat, 11); Nesâî, Ebû Meryem'den (Nesâî, Mevâkit, 51; Leyl, 32); Ahmed b. Hanbel, Amr b. Ümeyye ve İmran b. Husayn'dan (Müsned, IV, 139, 431, 444; V, 287) rivayet etmişlerdir.

[634] İbnü'l-Cevzî bu rivayeti Mevzuat'ında üç tarikle zikretmektedir: Birinci tarikte Ahmed b. Davud vardır. Dârekutnî bu zatın hadislerine itibar edilmediğini (metruk) ve yalancı (kezzâb) olduğunu söylemiştir. Ayrıca bu tarikte Ammar b. Matar vardır ki, İbn Adiy onun hadisleri alınmayan (metruku'l-hadis); İbn Hibban ise uydurma hadis rivayet eden biri olduğunu söylemişlerdir. İkinci tarikte İbn Ukde bulunmaktadır. Bu şahıs sahabeye dil uzatan bir rafizîdir. Üçüncü tarîkte bulunan Davud b. Ferahic hakkında Şu'be "zayıftır" demiştir, bkz. el-Mevzûât, I, 356-357.

[635] Müslim, Selam, 43.

[636] Ali Hasbullah, Usülü't-teşrîi'l-İslâmî, s. 73-74.

[637] el-Mâide: 5/67.

[638] Ali Hasbullah, a.e., s. 72.

[639] el-Furkan: 25/8-9.

[640] Ali Hasbullah, a.e., s. 73.

[641] İbn Kayyim, Zadü'l-meâd, III, 104-105; Ali Hasbullah. a.e., s. 72-73.

[642] Ali Hasbullah, a.e., s. 72-73.

[643] Ali Hasbullah, a.e., s. 73.

[644] Ali Hasbullah, a.e., s. 74.

[645] Kasımî, Kavâidü't-tahdîs, s. 184.

[646] Aclûnî, Keşfu'l-hafâ, s. 9.

[647] Misfir B. Gurmullah Ed-Dümeyni, Hadiste Metin Tenkidi Metodları, Kitabevi Yayınları, İstanbul 1997: 185-201.