๑۩۞۩๑ İlim Dünyası Online Dergi Dünyası ๑۩۞۩๑ => Gündem => Konuyu başlatan: Safiye Gül üzerinde 22 Haziran 2012, 16:16:17



Konu Başlığı: Referandum sonrasındaki Türkiye
Gönderen: Safiye Gül üzerinde 22 Haziran 2012, 16:16:17
Referandum sonrasındaki Türkiye
Naci BOSTANCI • 68. Sayı / GÜNDEM


Referandum bitti. Şimdi artçı değerlendirmeler yapılıyor, Türkiye’nin geleceğine ilişkin görüşler ortaya konuyor. Anayasa değişiklik paketine yurtdışının gösterdiği ilgi de dikkate değer düzeyde. Bunun sebebi açık: Herkes bu oylamanın siyasetteki güçler ilişkisine dair bir somut gösteren olduğunu biliyor. Mesele sadece partiler ve onların aldıkları oylar değil. Bir de çok temel bir ayrım konusunda ülkede halk nasıl vaziyet alıyor? Cevabı aranan soru bu. O çok temel ayrım ise, değişiklik paketinde en çok tartışılan iki maddede somutlaşıyor. Anayasa Mahkemesi’nin ve HSYK’nın yapısının değişmesi talebi, sadece rutin bir idari düzenleme olarak görülmüyor. Her iki yargı kurumunun yerleşik, uzun yıllara tekabül eden ve Türkiye siyasetinin bir karakteristiği haline gelen rolüne ilişkin bir değişiklik anlamını taşıyor. Kimilerince siyasetin üzerindeki vesayet olarak adlandırılan bu durum, şimdi üye sayısını artıran, daha geniş bir yargı çevresine seçilme hakkı veren bu yeni yapılanma ile birlikte önemli ölçüde ortadan kalkmış olacak.

Türkiye’deki güçler ilişkisini şeffaf bir şekilde ortaya koyan bu referandum, özellikle yakın dönemde teşekkül etmiş zengin bir gündemin parçası olarak yapıldı. İki binli yılların içinde çeşitli darbe teşebbüsleri olduğu mahkemelere intikal etti, bunların soruşturması sürdürülüyor. Ergenekon isimli bir dava mahkemede görülüyor. Bu yapının halkın seçtiklerini beğenmeyen, halkın yanlış yaptığını düşünen, doğru siyasetin gerekçeleri kendi akıllarında kayıtlı bulunan çevrelerin ürünü olduğu anlaşılıyor. 2007 yılında vakti gelen Cumhurbaşkanlığı seçimi, özellikle 367 dayatması ile engellenmiş, seçim sonrasına kalmıştı. Cumhuriyet mitingleri yapıldı. Nihayet 2009 mahalli seçimleri, Türkiye’de mevcut iktidarın değişebileceğine dair ortaya bir emare koymadı. Her ne kadar AKP iktidarı bu seçimlerde bir miktar oy kaybettiyse de muhalefetin artık sıra bizde diyebileceği bir eğilimin bulunmadığı görüldü. Az çok saflar, tüm bu olayların sürecinde belli olmuştu.

Bir yanda darbe anlayışına, ilkesel düzeyde onaylamasa bile, “kötülükten doğabilecek iyilikler” adına cevaz veren bir anlayış, diğer tarafta ise her halükârda darbeciliğe karşı çıkan, bunun ülkeye, insanlara büyük kayıplar verdiren haksız bir siyasi gasp olduğunu düşünen bir anlayış. (Darbeci olmasa bile “söz konusu AKP’yse onu işbaşından götürecek her yol mubahtır” anlayışına sahip bir çevre var ve onlar ilkeyle çok fazla ilgilenmiyorlar.)

Bir yanda demokratik süreçler neticesinde siyasi iktidarın tüm temsil mekanizmalarına doğru bir şekilde gelen toplumsal dalga, diğer yanda ise bu hareketi sürekli mahkûm etmeye, gözden düşürmeye çalışan, her kaybı “son kale düşüyor” heyecanı, sinirliliği ile karşılayan bir çevre.
Bir yanda şiddete dayalı yöntemlerle bir Kürt ulusallığı oluşturmak isteyenlerin “başarı” için simetrik bir Türkiye siyasi iklimini talep etmeleri ve onlarla diyalektik ilişki içinde büyüyen ve bu çağrıyı cevaplamaya uğraşan ulusalcılık savrulması. Diğer yanda ise müzakereyi, barışı, demokrasiyi, katılımı destekleyen, şiddeti dışlayan eğilimler.

Safların bu şekilde teşekkül ettiği bir zeminde referandum, bu kesimlerin gücüne dair bir durum tespiti ortaya koyacak, ardından güçler ilişkisinin gösterdiği istikamette yola devam edilecekti. O yüzden referandum çok önemliydi. Sonuçta iki binli yılların siyasetinde ve toplumsal düzeyinde yaşananların bir devamı mahiyetinde, bir faz değişikliği olmaksızın bu saflardan darbeciliğe karşı olan, demokrasiyi destekleyen, çözümü kamusal müzakere alanını alabildiğine geniş tutmakta arayan çevreler kazandı. Üstelik bu iki kesimin birbirine yakın oranlarda bir güce sahip olduğu şeklindeki yoğun kampanyaya rağmen arada yüzde on altılık gibi yüksek bir oranın varlığı tasdik edildi.

Hemen belirtmeliyim ki, zikrettiğimiz saflaşmada kendisini buradaki tariflerin içinde bulmayan, daha farklı akılları, beklentileri, umutları, okumaları olan çevreler muhakkak vardır. Şüphesiz her iki saf da daha renkli. Ancak analizde kastedilen safların karakteristiğini tayin eden omurgalarıdır. Onlara hayat ve hareket kabiliyeti kazandıran asıl unsurlardır.

Referandum sürecinin siyasi ayağında ise partilerin konumlanmaları var elbette. Bunları tekrar etmeye gerek yok. O kadar konuşuldu ki herkes kim nerede durdu, biliyor. Ancak şunu ifade etmekte fayda var: Tüm partiler aynı saiklerle davranmadılar. AKP ile CHP’nin pozisyonları daha baştan belliydi. Şaşırtıcı bir durum söz konusu değildi. Burada üzerine tartışılan parti daha çok MHP oldu. Bu tartışma referandum sonrasında da devam etti. Elbette CHP ve MHP hayli farklılıklara sahip iki parti. Tabanları farklı, üstünde durdukları normlar farklı, nihayet ülkenin geleceğine ilişkin tasavvurları farklı. CHP’nin referandumdaki tavrı doğrudan doğruya müesses yapının kodlarına ilişkin iken, MHP için bu, gerçekçi olmak gerekirse, rakip olarak gördüğü AKP’nin başarısız olması talebine bağlıydı. Siyasal stratejisini çeşitli nedenlerle AKP ile gerilimli bir çatışma üzerine kurmuş MHP için böylesine kritik bir oylamada yan yana görünmek zor bir konumdu. Evet ve hayır dışında üçüncü bir seçenek de bulunmuyordu. Ancak MHP stratejik bir şekilde hayır derken bunu meydanlara adeta müesses yapının üzerine titreme edasıyla taşıyınca bir siyasal iletişim problemi yaşadı.

Referandum çok partili hayata geçtiğimizden bu yana merkez ile çevre arasındaki gerilimli ilişkinin son halkasıydı denilebilir. Başka partiye izin vermeyen müesses yapı, II. Dünya Savaşı’nın ardından buna mecbur kalmış, ancak bu “çok partili görünümden” yine tek parti gibi yola devam etmenin yollarını arayıp bulmuştu. Bazen darbeler, bazen balans ayarları, bazen siyasetin yetmediği yerde yüksek bürokrasinin gücü bunu sağlıyordu. Diğer yandan ise Türkiye sanayileştikçe, zenginleştikçe, halk tüm bu süreçler neticesinde daha fazla rüşt sahibi haline geldikçe, kerameti kendinden menkul iddialarla bu “tek parti yönetimi”ni sürdürmek güçleşiyordu. Halk katındaki bu değişimi temsil eden partiler de “iktidar oyunu”na halkı dâhil etmek için ellilerden bu yana çalışıyorlardı. Altmış yıl sonra, sosyolojik süreçlerin tayin ettiği bir demokratikleşme, iktidarın asli sahibi olarak halkın öne çıkması, vesayet sisteminin bitmesi bu referandumla birlikte kati bir neticeye bağlanmış oldu.

Seçimlerin gösterdiği Türkiye haritası kimilerini bir parça endişelendirebilir. Hızlı dönüşüm süreçlerindeki ülkeler için bunları olağan saymak gerekir. Öte yandan sahiller ve Anadolu’nun geri kalanı şeklindeki ayrımları da fazla abartmamak lazım. “Bölünme” lafı biraz ulu orta kullanılıyor. Bu tablonun arkasında iki önemli problem var. Birisi Kürt meselesi diğeri ise laik muhafazakâr gerilimi. Bunların çözüm yeri de yine daha fazla demokrasi, daha fazla kamusal müzakere ve güçler oyununun bütünüyle sivilleşmesi. O yüzden referandum sonucuyla birlikte, zikrettiğimiz gerilim alanlarına ilişkin sahici bir çözüm sağlamanın da kapıları açılmıştır. Bu potansiyel imkânların başarıyla pratiğe taşınması konusunda ise halkın artık geçmişten çok daha fazla işlerin takipçisi olacağı muhakkaktır.