๑۩۞۩๑ Kitap Dünyası - İlim Dünyası Kütüphanesi ๑۩۞۩๑ => Fıkhus Sire => Konuyu başlatan: Safiye Gül üzerinde 07 Ekim 2010, 17:28:47



Konu Başlığı: Yeni yoplumun dayandığı temeller
Gönderen: Safiye Gül üzerinde 07 Ekim 2010, 17:28:47
 
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM


YENİ TOPLUMUN DAYANDIĞI TEMELLER (ESASLAR)


1- Mescd İnşaası
 

Resûlullah (sav.)'in Medino'ye hicreti, o zamanki dünyada, ilk İslâm Yurdu'mın (Dâr-ı İslam) oluşmasını amaçlıyordu. Bu hicret olayı bir bakıma, Hz. Peygamber'in başkanlığında, İlk İslâm Devle-ti'nin ortaya çıkışını haber vermek demekti.

Bunun için Resûlullah'm başlattığı ilk iş, şübhesiz ki bu yeni devlet için önemli olan temel kaynakları kurmak olmuştur. Bu te­mel dayanaklar aşağıdaki sıralanan şekilde üç faaliyet alanında ken­dini göstermiştir.

1-Mescidin yapımı.

2- Umumi olarak, tüm müslürnanlar arasında; hususi olarak da. Muhacirlerle Ensâr ucasında oluşturulan kardeşlik.

3- Müslümanların   kendi  aralarındaki   yaşama   düzeninin   sı­nırlarını belirleyen; genel bir şekilde gayr-i müslimlerle, hususi bir şekilde  yahudilerie  aralarındaki  münâsebetleri  açıklayan  bir ana­yasa hazırlanması.

Şimdi biz, İlk önce mescidin yapımından söz etmekle işe başla­yacağız.

Bundan önceki konuda demiştik ki; Flosûlullah'ın devesi, En-sâr'dan iki yetim çocuğa âit olan, hurma kurutma yeri olarak kul­lanılan bir arsaya çökmüştü. Medine'ye hicretten önce. Es'ad bin Zürare burasını namazgah edinmiş ve arkadaşlarına orada namaz kıldırıyordu. Resûlullah (s.a.v.) da bu arsa üzerinde mescidin yapıl­masını emretmiş ve o iki yetim çocuğu - bu iki çocuk, Es'ad bin Zü: rare'nin vesayetinde idiler- çağırtarak bu arsayı satın almak istedL-ğini bildirmişti. Onlar da: -Ey Allah'ın elçisi, biz orayı sana hibe edi­yoruz» demişlerdi. Resûlullah (s.u.v.) onların bu teklifini kabul etme­yerek, o arsayı onlardan on dinara su tın aldı[1]».

Mescidin arsasının içinde dikenli ağaçlarla hurnıa ağaçları ve müşriklere âit eski mezarlar bulunmaktaydı. Hesûlullah (s.a.v,)'m-emri üzere; kabirler açılarak" kemikler başka bir yere nakledildi. Ve hurma ağaçlarıyla diğer dikenli ağaçlar köklerinden kesildi. Bu ağaçlar mescidin kıble tarafına dizildi. Mescidin kıble tarafından geriye doğru uzunluğu 100 zira' olarak ölçüldü. Hor iki tarafta, 'er zira' veya daha eksik olarak belirlendi. Sonra mescidi kerpiç İle inşâ. eltiler. Hesûlullah mescidin yapıntında nshabıyla birlikte ça­lışıyor, bizzat kendisi onlurla birlikte taş taşıyordu.

Mescidin kıblesini Beytü'l-Makdis'e (MoscLd-i Aksu'ya) doğru kurdu. Direklerini hurma gövdelerinden, tavanını ise hurma dalla­rından yaptı. Ona: -Mescidin üzerine tavan yapalım mı?» diye so­rulunca, o da: -Musa'nın gölgeliği gibi bir gölgelik yeter, (yûni ka­laslarla ve üzeri de otlarla örtülebilir.) İş bundan daha da âcildir[2] buyurdu. Mescidin tabanı kum ve çakıl ile döşenmiş olaralt bı­rakıldı.

Hesûlullah (s.a.v.) nerdo namaz vakti girerse, hemon oracıkta namazım kılardı. Hattâ davar ağıllarında bile kıldığı olurdu. Son­ra Hesûlullah (s.a.v.) mescidin yapılmasını emretti ve Neccör oğul. lan takımına adanı gönderdi. Bunun üzerine onlar da geldiler. Ro-sûlullalı onlara: -Ey Neccûr oğulları, şu duvar ile çevrilmiş arsa­nızın kıymetini bana söyleyin- buyurdu. Onlar da: -Iîayır, vallahi olmaz, biz onun bedelini ancak Allah'tan isleriz» dediler. Enes di­yor ki: O çevrili bnhçonin içinde şu söyleyeceklerim vardı: Müşrik­lerin kabirleri vardı. Sonra oyuk ve tümsek, bakılmamış harap yer­leri vardı. Bir do hurma ağaçları vardı. Uz. Peygamber (s.a.v.) em­retti. Müşriklerin kabirleri açılıp kemikleri başka yere nakledildi. Sonra harap yerler tesviye edildi. Hurma ağaçlan diplerinden ke­sildi. Hurma ağaçlarının gövdelerini direk olarak mescidin kıble ta­rafına (Mescid-i AJtsâ'ya doğru) sıra ile dizdiler ve kapının yan sö-velerlni taştan ördüler. Ashabı Kiranı, recez[3]ler söyleyerek, taş ta­şımaya başladılar. Ucsûlullah ts.a.v.) onlarla birlikte recez söyleye­rek: «llAKi ahiret hayatından başka hayır (denecek bir şey yok.) Öy­le iso, Ensâr İle Muhacirine çok mağfiret et[4]» buyurdu.

Hesûlullah'ın mescidi, herhangi bir değişiklik veya ilâve yapıl­maksızın bu şekil üzere Uz. Ebû Bekir'in hilâfeti dönemine kadar devam etti. Sonra Hz. Ömer (r.a.),   onda birtakım güzel değişiklikler yaptı. Fakat o, Hz. Peygamber döneminde olduğu gibi yine ker­piç ve hurma kerestüsi ile yaptı. Ayrıca direklerini yen'.Iedİ. Ondan sonra da Hz. Peygamber'in mescidinde, Hz. Osman (r.a.) bir kısım değişiklikler yaptı. O da, mescide daha büyük bir ilâve ekledi. Du­varlarım nakışlı taşlarla ve Itircç harcı ile yeniden ördü[5].

 

İbretler Ve Öğütler
 

Biz şu anlattığımız olaylardan birçuk önemli delil ve İşaretler elde ediyoruz ki, unlan aşağıya şu şekilde özetleyebiliriz:

1- İslam Toplumunda ve İslâm Devletinde Mescidin Önemi:

Şübhesiz ki Kosûlullah. Medine'ye varıcıyla ve oraya yerleşme­siyle sağlam ve birbirine kenetlenmiş bir Jblâmi toplumu kurmaya yöneldi. 13u toplum Medinei Münevvere'de toplanmış olan Muha­cirlerle Enbûr'dun olunmaklaydı. Hesülullah'ın bu uğurda attığı ilk adını, hır n teşci d yapmak olmuştu.

Aslında bunda, ne şaşılacak, ne dt; hayrete düşülecek bir du­rum var. Çünkü nıubcid yapmak Islâıai toplumun kuruluşundu en önemli ve başta gelen noktadır. Bunun için Müslüman bir toplum ancak Ulamın nizam, akide ve âdabına &unlnıa.kla -sağlamlık ve birbirine kcnetlennıişhk- vasl'ım kazanabilir. Ancak bunların tümü do mescid ruhundan ve ilhummdan kaynaklanır.

Mıikikulun mublumanlaiın arasında, kardeşlik ve sevgi bağının yaygınlaşması, Ulûm ııi/.aııııuıiı ve âd'âbutııı geriikİiM'indmıdîr. Ama bu bağıu yaygınlaşması yulnızca mescidde Kumul derucesino ulaşır. Müslümanlar uralarınduki inal, makam vo itibar faiklarından sıy-rılaruk, her gün Allah'ın evihdü yâni nıcsciddo buhrli vakitlerde bîraraya gelmedikleri surece aralarında kardeşlik ve dostluk ruhunun uluşınusı mümkün değildir.

Yinu nıuüluınanların arasındaki çeşitli İşlertlo ve durumlarda, adalet ve oşitlik ruhunun yaygınlaşması islâm Nizamının ve ûdttbı-nın gcrogidii". FukaL; nıüMunianlar, her guıı, kulblrri, bir olan Allah'a buzlanmış olarak, ubûdiyyctin zirvefijindc durup, ilablerinin huzu­rundu aynı s,u(sürece, bu ruhun yaygın lıalo gel­mesi mümkün delildir. Her müblünıau, ibâdulu iştirak vu ibâdutte toplunma olayı ohnadun. Aliah'u ibâdet etmiş, ruUû' yapmış ve sec­deye kapanmış olarak evine dönerse; adâlot ve eşil ligin anlamı, ben­cilliğin, kendini üstün gorınonin ve enaniyetin unlaınlarına ustun, gelmeyecektir.

Müslümanlann dağınıklıklarının, köklü bir vahdet potasında erimesi, İslâm'ın nizamının ve âdabının gereklerindendir. Onları bu birlik üzere toplayacak olan Allah'ın ipidir ki; o da, onun hükmü v© şeriatıdır. İslâm toplumunun her köşesinde, müslümanlann sım­sıkı sarılmaları için Allah'ın hükmünü ve şeriatını öğrenmek mak­sadıyla, içinde toplandıkları mescıdler yapılmadığı sürece, müslü­manlann birliği bozulur, hemerfce şehvet've arzulan, onlann arasına ayrılık tohumları eker.

İslâm toplumunda ve müslümanlann bu yeni devletinde ana maksadlan gerçekleştirmek için. herşeyden önce Resulullah Is.a.v.). mescidin yapımına girişti...

2- Çocuklardan ve yetimlerden rüşd çağına ulaşmamış kişilerle muamelenin hükmü:

Hanelilerden bazı fakihler, bu hadisi, bulûğa ermemiş küçüklerln yapacaktan tasarrufun sahih olacağına delil gösterdiler. Buna delâlet yönü de şudur. Resülullah  ts.a.v.)  bu arsayı pazarlık ettik­ten sonra iki yetim çocuktan satın aldı. Eğer onların tasarrufları sahih olmasaydı; elbetteki Resülullah  (s.a.v.)  onlardan satın almaz­dı. Ancak rüşd çağına ulaşmamış çocukların yapacakları tasarru­fun sahih olmadığı kanaatini taşıyan  hukukçular -ki onlar fuka-hânın cumhurudur- Cenâb-ı Hakk'ın  şu âyetini delil olarak ileri sürmüşlerdir. Meâlen şöyledir: -Yetimin malına, rüşdüne erinceye kadar ona en güzel olanından başka bir surette yaklaşmayın...»(En'-âm sûresi. 152). Arsanın satın alınması hadisinde ise iki şekilde cevab ileri sürülür:

a) lbn Uyeyne'nin rivayeti şöyledir: Resülullah (s.a.v.) o iki ye­timin amcası ile konuştu ve onun vasıtası ile de satın aldı. İki ye­tim, amcasının evinde kalıyorlar ve onun kefaletinde bulunuyorlardı. Bu duruma göre. Hanefİlerin sahib olduğu kanaat için bunda her­hangi bir delil bulunmamaktadır.

b) Resülullah  bu  gibi  işlerde,  özel  olarak bir'velayeti bulun­maktadır. Resülullah ts.a.v.) da ınüslünıanlardan bir fert olması vas­fıyla değil de, tüm müslümanlann umumi velisi olması hasebiyle, bu araziyi o iki yelimden satın almıştır.

3- İzleri kaybolmuş mezarlaruı açılıp, kemiklerinin başka bir yere naklinin cevazı ve bu yerin temizlenip arazisi tesviye edildiği vakit, mescid olarak kullanılması:

İmam Nevevl bu hadisi açıklarken şöyle diyor: -Bu hadlsde İzle­ri kaybolmuş kabirlerin, açılıp, kemiklerinin başka bir yere nakledil­mesi hususunda cevaz vardır. Aynı yerdeki kan ve irinle karışık toprak izâle edildiği takdirde; bu arazide namaz kılmak da eftiz olur.

Arazisi ıslah edildiği zaman, o yeri mescid olarak kullanmak da caizdir. Nitekim bu hadîs-i şerif, içinde ölülerin defnedildiği ve ka­birlerin düzlenip izlerinin kaybolduğu arazinin, sahibinin mülkiyeti üzere baki kalıp vakıf yapmadığı takdirde, kendinden sonra miras olarak kaldığı halde, satılmasının caiz olduğuna delâlet etmekte­dir[6]. Siyret uleması, arsanın içinde bulunan bu kabirlerden bahse­derken, o kabirlerin eski ve izleri kaybolmuş müşrik mezarları ol­duğunu söylemektedirler. Zaten,o kabirlerin içinde kan ve irinin bu­lunması tasavvur edilemez. Bununla beraber, yine onlar Peygamberi­mizin emri üzere açılıp kemikleri başka bir yere nakledilmişti ve onların içinde bulunan artıklar yok edilmişti...

Ben derim ki; izleri kaybolmuş mezarların açılmasının ve ke­miklerinin başka bir yere naklinin caiz oluşu ve yerlerini mescid olarak kullanma keyfiyet: arazisi vakıf olmadığı takdirdedir. Eğer arazisi vakıf ise, o yeri vakfedildigi gayen'n dışında başka bir şeye çevirmek caiz olmaz.

4- Mescidlerin «Teşyid»i, süslenmesi ve nakışlanmasının hükmü:

Teşyid kelimesi, mesc'din binasını, yapının sağlamlığım, tava­nın ve sütunların dayanıklılığını artırdığından dolayı; taş ve ben­zer; şeylerle yapmak demektir. -Nakş ve Zuhrûfe» ise, çeşitli süs­leme türlerinden olan binanın aslının dışında kalan şeylere denil­mektedir. Bütün âlimler, Hz. Peygamber'in mescidi yenilenirken, Hz. Ömer ve Hz. Osman'ın yaptığı şeyleri delil kabul ederek, teşyidi caiz görüp müstahsen kabul etmişlerdir. Her ne kadar bu, Resû-lullah'ın yapmadığı birşey olsa da caizdir. Ancak o, mefhûmu mu­halife delâlet etmez. Yâni mescidi taşla yapmaya ve sağlamlaştır­maya mâni bir hal değildir. Çünkü mescidlerin yapımını meşru bulan hikmeti ihlâl etme anlamında, mescidi sağlamlaştırma ve taşla yapmanın bir alâkası yoktur. Bilâkis bunda Allah'ın farzlarına ih­timam ve koruma vardır. Yine âlimler, Cenâb-ı Hakk'm -Allah'ın mescidierini ancak Allah'a ve âhiret gününe iman eden kimseler i'mâr eder (Tevbe: 18) âyetini bu hususa delil göstermişlerdir. Âyette ge­çen i'mar etme, ancak binayı teşy'd ve takviye ile bir de mescidi ko­rumakla olur...

Nakş ve süslemeye gelince; bütün âlimler, bunları kerih gör­müşlerdir. Bu konuda onlar, mekruh ve haram diyenler olmak üzere, iki kısma ayrılmışlardır. Ancak mekruh olduğunu da, haram ol­duğunu da söyleyen âlimleri mescidlerin yapımı için vakfedilen mal­ları, nakış ve süslemeye  harcamanın haram olduğu üzerinde ittifak etmişlerdir. Ama süsleme ve nakşa sarfedilen mal bizzat cami­nin banisi (yaptıran) tarafından harcanıyorsa, bu konuda da yine ihtilâf olunmuştur. Zerkeşi. İmam el-13eğavi'den naklen şöyle diyor: «Mescidin süslemesi, vakıf gelirinden olursa caiz olmaz. Eğer onu kayyım yaparsa, kendi kesesinden ödemesi gerekir. Şayet mesci­din süslemesi İşini, herhangi bir adanı kendi malıyla yaparsa, bu da, mekruh olur. Çünkü bu nakışlar ve süsler namaz kılanın kalbini meş­gul eder[7]».

Teşyidin umumi, nnkş ve süslemenin hususi oluşu ve arasında­ki fark açıkça ortadadır. Daha önce de söylediğimiz gibi, mescid yapmayı meşru kılan, hikmete ters düşen bir mânânın veya niteli­ğin, teşyid ile alâkası yoktur. Ama nakşvo süsleme her ikisi de hik­mete ters düşen bir mâna ve nitelik ile alâkalıdır. Çünkü onlar na­maz kılanın kalbini huşu ve âhireti düşünmekten'alıkoyup dünya­nın birtakım görüntüleriyle meşgul ederler. Halbuki mescide gir­mekten maksad, dünyevi düşüncelerden uzaklaşmak, aklı, dünya ziy­netini ve ihtişamım düşünmekten alıkoymaktır.

Uz. Ömer (r.a.), Peygamberimizin Mescidini yeniden yapmayı emrettiği zaman: -Halkı yağmurdan, yağıştan muhafaza ediniz. Mes­cidi sarıya, kırmızıya boyamaktan menediniz. sakınınız. Sonra hal­kı fitneye düşürürsünüz- diye buyurarak, bu konuya dikkat çekmiş­tir".[8]

Âlimler mescidin kıble tararına Kur'an'daıı âyet yazmanın ya­sak olan nakşa girip girmediği hususunda ihtilâfa düşmüşlerdir. Zer­keşi, l'lâmü's Sûcİd adlı kitabında şunları söylüyor:

«İmanı Mâlik, mescidin kıble tarafına Kur'an'dan âyet veya uay-ka birşey yazmanın mekruh olduğunu söylemiştir. Halbuki bazı Alim­ler bunu caiz görmüşlerdir. Fakat İmam Mûlîk'c; llz. Osman'ın, Mes-c!d-i Ncbevi'de böyle yaptığı rivayet edildiği zaman bunu hoş gör­müş ve bumla bir beis yoktur[9]» buyurmuştur.

Şu yukarıda zikrettiğimiz düşüncelerden, bugün ınescidlerin teş yid ve tamirine önem veren kişilerden birçoğunun dayandığı hatâ nın büyüklüğü ortaya çıkıyor. Çünkü o kişiler tüm gayretlerini nıes-cidlerin süs ve nakşındaki tekniğe ve oşitli ihtişam görüntülerini artırmaya smTediyutiur. Uuttâ o ınosciülerc giren kişiler, nerdeyse Allah'a karşı kul olum mu verdiği tovûnıı bir mânâ duyumıyacak. Ancak onlar; urubesk, .süslemecilikteki incelikler ve mi'mûri hondesedeki tekniğin üstünlüğü ile iftihar etmekten ötürü mescidin li-sân-ı hâl ile konuştuğunu hissedecek...

Bu oyunun, saf müslümanlarda doğurduğu kötü sonuçlardan bi­ri de; fakirlerin, dünyevî düşkünlüklerinden kurtulup başka bir yöne yönelmemeleri olmuştur. Hakikaten mescidlerde; fakir kişiyi, fakirliğine sabrettirecek, onu dünya ve dünyanın aldatıcı süslerin­den çıkarıp, âhirete ve âhiretin üstünlüğüne götürecrk şeyler bu­lunması gerekirdi. Durum aksi olduğu için, tersine fakirler bu mes-cidlerde; haram kılınan dünyanın aldatıcüığım kendi I pn ne hatırla­tacak fakirliğin zillet ve güçlüğünü kendilerine hissettirecek peyleri bulmuş oluyorlar...

Aman Allahım! Müslümanların, İslâm'ın hakikatimi olan ya­bancılıkları ve uzak kalışları ile; dışı din, içi her tü^V. arzu ve aşırı isteklerin bulunduğu dünya olan; yalancı görüntülerle meşgul ol­maları ne kötü bir şeydir!. [10]

 

2- Müslümanlar Arasında Kardeşlik
 

Resûlullah (s.a.v.) ashabı arasında; Ensâr ile Muhacirleri hak ve eşitlik esasına göre, birbiriyle kardeş ilân etti. islâm kardeşliği­nin akrabalık bağından daha kuvvetli olması sebebiyle, öldükten son­ra, birbirlerine mirasçı olmak üzere; aralarında kardeşlik kurdu. Ca'fer bin Ebû Tâlib'i, Muâz bin Cebel'e; Hamza bin Abdülmuttalib'i, Zeyd bin Hârisey'ye; Ebû Bekir es-Sıddîk'ı Harise bin Züheyr'e; Ömer bin el-Hattâb'ı, Utbân bin Mâlik'e; Abdurrahman bin Avf'ı da, Sa'd bin er-Rebi'ye kardeş yaptı[11].

Resûlullah (s.a.v.) arkadaşları arasında; daha sonra da görece­ğimiz gibi, din kardeşliğini, özel bir dostluk ve kardeşlik bağı ile per­çinledi.

Bu kardeşlik birtakım maddi esaslar üzerine kurulmuştu. Bir­birlerine mirasçı olmaları hükmü, bu maddî esasların bir yönüdür. Bu kardeşlik sözleşmeleri, Bedir savaşında, akrabalık hukuku ge­linceye kadar devam etti. Çünkü Bedir savaşının ardından Cenâb-ı Hakk'ın şu, ilâhî hitabına göre, «Akrabalar birbirlerine (vâris) ol­maya daha uygundur. Çünkü Allah herşeyi hakkıyla bilendir[12]». Bu âyet-i kerime kendinden önceki hükmü ortadan kaldırdı. Böy­lece mirastaki islâm kardeşliği bağı kesilmiş oldu ve bu hususta her insan kendi nesebine ve akrabasına rücû' etti. Bu duruma göre tüm mü'minler kardeş oldu.

Buhârİ, îbn Abbas'tan şunu nakleder: «Ibn Abbas dedi ki; mu­hacirler, Medine'ye geldikleri vakit bir Muhacir bir Ensârî'ye kan akrabalığı olmaksızın Resûlullah onları birbirine kardeş yaptığı için mirasçı oluyordu. Cenâb-ı Hakk'm şu «Allah'ın sizi birbirinizden üs­tün kıldığı şeyleri hasretle arzu etmeyin. Erkeklerin de kazandık­larından nasibleri var, kadınların da kazandıklarından nasibleri var, Allah'tan onun lûtfunu isteyin, şübhesiz Allah herşeyi bilmektedir[13]» âyeti inince bu hüküm neshedildi. Böylece din kardeşliğine dayalı miras hükmü kendiliğinden ortadan kalkmış oldu. [14]

 
İbretler Ve İşaretler
 

Resûlullah (s.a.v.)'ın İslâm devletini ve îslâmi toplumu kurma /r-lunda dayandığı ikinci esas da budur. Bu esasın önemi, aşağıdaki şekillerde görülüyor.

1- Hakikaten, herhangi bir devletin kurulması ve kalkınması ancak, milli bütünlük ve millî beraberlik esasına dayanmakla müm­kün olur. Birlik ve beraberliğin; karşılıklı sevgi, kardeşlik ve yar­dımlaşma faktörünün dışında başka bırşeyle gerçekleşmesi müm­kün değildir. Aralarında hakiki kardeş ve sevgi bağı ile birbirine bağlanmamış olan herhangi bir topluluğun, bir prensip etrafında birlik oluşturmaları mümkün değildir. Bir millette veya toplulukta birlik, gerçek olarak kaim olmadığı sürece de o topluluktan bir dev­letin vücud bulması mümkün olmaz...

Yine kardeşliğin, kendisine imân etmekle ve üzerinde anlaş­makla tamamlandığı bir akideye bağlı olması gerekli olduğuna gö­re; her biri bir fikre veya biri diğerine muhalif bir akideye inanan iki şahıs arasındaki kardeşlik hayal ve vehimden ibarettir. Hele özel­likle, fikir veya akide sahibini pratik hayatta muayyen bir yola sev-keden şeylerden olursa!..

Bunun için Resûlullah (s.a.v.), kendi 'ashabının gönülleri üze­rinde birleştiği kardeşlik esasım, Allah katından getirdiği islâm aki­desi üzerinde kurdu. İnsanı Allah önünde topluca secdeye sevke-den bu akide, insanlar arasında da takva ve amel-i sâlih dışında hiç­bir derecelendirme ve fark gözetmemiştir. Çünkü değişik fikir ve inançlara sahip fertlerden oluşan topluluklarda; cömertliğin, yardımlaşmanın ve kardeşliğin baş tacı edilmesi, beklenen şeylerden değil­dir. Öyle toplumlarda insanların hepsi, kendi nefsinin, kendi kabi­lesinin ve kendi benliğinin esiri olur.

2- Şübhesiz ki bir cemaat, dağınık ve birbiriyle alâkası olma­yan insanların oluşturduğu topluluktan yalnızca birşeyle ayrılır. O da, bu cemaatın fertleri arasında ve hayatın bütün bölümleriyle ku­rumlarında yardımlaşma prensibinin yürürlükte olmasıdır. Eğer bu yardımlaşma  ve  dayanışma  insanların  arasında  eşitlik  ve  adalet ölçüleri dahilinde tatbik ediliyorsa, işte bu toplum âdil ve sağlam bir cemaattır. Eğer bu topluluk, zulüm ve haksızlık esasına daya­nıyorsa, o da zalim ve haktan uzaklaşmış bir toplum demektir...

Sağlam bir toplum rızık ve geç'm yollarından faydalanmada yalnızca adalet prensibine dayalı olduğu zaman, bu adaletin selâ­metini ve hayır yönünde uygulanmasını garanti edecek ne vardır?

Şübhesiz ki bunun için aslî fıtrat ve tabiî garanti, yalnızca kar­deşlik ve karşılıklı sevgidir. Kanun ve devlet garantisi bunlardan sonra gelir.

Bir devlet otoritesi, fertler arasında adalet prensibini gerçek­leştirmeyi ne kadar isterse istesin yine de, fertler arasındaki kar­deşlik ve sevgi esasına dayanmadığı sürece, adalet prensibi ger­çekleşemez. Bilâkis bu adalet prensipleri o vakit bu toplumun fert­leri arasında yayılan kin ve düşmanlıkların kaynağı olmaktan öte­ye gitmez. Halbuki kin ve düşmanlıkların genel karakteri, içlerin­de zulüm ve isyan tohumlarını en katı bir şekilde taşımalarıdır.

Bundan dolayı, Resûlullah (s.a.v.), Ensâr ve Muhacirler ara­sında kurduğu kardeşliğin hakikatından, dünyada tatbikatına bir daha rastlanmayan içtimai adalet prensipleri için bir esas ortaya çıkardı. Bu adalet prensipleri, daha sonra da, bağlayıcı şer'î ka­nunlar ve hükümler şeklinde gelişiverdi. Fakat onların tümü, yal­nızca bu ilk zeminde kuruldu ve müesseseleşti. Bilelim ki, bu ilk ze­minde kurulan İslâm kardeşliğidir. Kendi çerçevesi içinde, İslâm akidesi gerçeği üzerine kurulan bu büyük kardeşlik hareketi olma­saydı; elbette ki bu prensiplerin (içtimai adalet) felâm toplumunun en kuvvetli bağı içinde yaptırıcı ve pratik herhangi bir etkisi ola­mazdı.

3- Kardeşlik şiarının beraberinde bulunan tefsiri mânâ:

Resûlullah (s.a.v.)'in ashabı arasında kurduğu kardeşlik pren­sibi, onların dillerinde dolaşan sadece bir parola, bir sembol değil­dir. Ama o, uygulanan bir gerçektir ki, hem hayat vâkıasıyla, hem de Enaâr ile Muhacirin arasında bulunan tüm alâkalarla birleşiyor.

Bunun için Hz. Peygamber (s.a.v.) bu kardeşliği birbiriyle din kardeşi olan sahabe arasında yaygınlaşan gerçek bir sorumluluk haline getirdi. Bu sorumluluk, kendi aralarında onları en hayırlı yöne sevkediyordu. Resûlullah (s.a.v.)'in birbirine kardeş yaptığı, Sa'd bin Rebi ile Abdurrahman bin Avf arasında geçen şu olay, bu konuda bize delil olarak yeter: Sa'd bin Rebî, Abdurrahman bin Avf a kendi evinde, malında ve ehlinde eşit bir şekilde ortak yaptı­ğını ona açıklamıştı. Fakat Abdurrahman bin Avf ona teşekkür edip, ondan kendisini, ticaretle uğraşmak için Medine çarşısına gö­türmesini istemişti. Sa'd bin Rebî, Ensâr içinde, Muhacir kardeşine ortaklık teklif eden tek kişi sanılmasın. Bilâkis kendi aralarında yardımlaşmada ve birbiriyle ilgilenmede, Sahabenin durumu bu idi. Özellikle hicretten ve Resûlullah'ın onlar arasında kurduğu kardeş­likten sonra...

Yine böylece, Allahü Teâlâ, akrabalık hukuku kurulmadan mi­ras hukukunu bu kardeşliğe bağladı. Bu hükmü koymadaki hikmet, müslümanların zihninde, hissedilir bir halde; hakiki olarak İslâm kardeşliğinin tecelli etmesiydi. Müslümanlar arasındaki kardeşlik ve karşılıklı sevginin, yalın söz ve sembolden ibaret olmadığını; onun, içtimai adalet sisteminin en önemli ilkelerinden olan-, gözle görülür içtimai neticeleri bulunan bir düstur olduğunu vurgula­maktı...

Bu kardeşlik esasına dayalı miras hükmünün daha sonra kal-dırılmasındaki hikmeti, şöyle açıklayabiliriz: Zaten, sonunda asıl şeklini alan miras hukuku, mirasçılar arasındaki İslâm kardeşliği­ne dayanmaktadır. Zira; ayrı dinden olanlar arasında, miras hük­mü cereyan etmez. Ancak, hicretin ilk yılları Ensâr ve Muhacir­lerden herbirini; yardımlaşma ve birbirine destek olmak bakımın­dan özel bir sorumlulukla karşı karşıya getirdi. Bunun da sebebi, Muhacirlerin mallarını ve evlerini Mekke'de bırakıp ailelerinden ay­rılarak, Medine'de kardeşleri Ensârın yanlarına misafir olarak gel­meleriydi. Resûlullah (s.a.v.)'in Ensârla Muhacirler arasında kur­duğu kardeşlik müessesesi, bu sorumluluğu yerine getirmek için bir garanti olmuştu. Bu kardeşliğin, yalnız akrabalık kardeşliğinden daha etkili ve daha güçlü olması, bu sorumluluğun gereğiydi!..

Muhacirlerin durumu Medine'de düzelince ve islâm da orada iyiden iyiye kök salınca, îsîâm ruhu da Medine'deki yeni toplum için tek başına tabiî bir milliyet bağı olunca; Ensâr ile Muhacir­lerin aralarım düzenleyen sistemin kalıbının (onların Medine'de aynı seviyeye gelmelerinden sonra) sökülmesi uygun olmuştu. Çün-Kü bu duruma göre, artık bugünden sonra genel islâm kardeşliğinin ve bu kardeşlik üzerine kurulan çeşitli sorumlulukların gölge­sinde; bu nizamın yönünü kaybetmesinden ve bozulmasından kor­kulmazdı. Müslümanlar arasındaki kan akrabalığının; İslâm kardeş­liği ve akrabalığı üzerine fazladan bir etkisi olamıyacağından ötü­rü, bu fk t örün avdet etmesinde sakıncası olamazdı...

Sonra Resûlullah (s.a.v.)'ın, Ensâr ile Muhacirler arasında ger­çekleştirdiği bu kardeşlik müessesesinden daha önce, yine onun ta­rafından Mekke'de Muhacirler arasında gerçekleştirilen diğer bir kardeşlik olayı vardı. îbn Abdülberr şöyle diyor: «Müslümanlar ara­sında, birbiriyle kardeş olma olayı, iki kerre olmuştu. Biri Özel ola­rak Muhacirler arasında olmuştu ki bu Mekke'de idi. Diğeri ise En­sâr ile Muhacirler arasında olmuştu[15]».

Bu da bizi te'kid ediyor ki, kardeşliğin esası ve asıl sebebi sa­dece îslâm bağıdır. Ancak o bağ, hicretten sonra, hicretin getirdi­ği şartlar sebebiyle ve Ensâr ile Muhacirler bir yurtta toplandıkları için yenilenmeye ve pekiştirilmeye ihtiyaç duydu. O da gerçekte, inanç birliği ve îslâm toplayıcılığı esasına dayanan kardeşliğin dı­şında başka bir şey değildir. Ancak o, pratik yoldan bir uygulamay­la te'kid edilmiştir... [16]

 

3- Müslümanlarla Gayri Müslimler Arasında Bir Belge İmzalanması
 

Bu esas, Resûlullah'ın, yeni devletin yasal değeri çevresinde kur­duğu şeylerin en önemlisidir. îbn Hişâm, Resûlullah (s.a.v.)'m Me­dine'ye gelişinden kısa bir süre sonra, Araplardan Medine halkının tümünün İslâm'ı kabul ederek onun etrafında toplandıklarını; Evs kabilesinden birkaç kişinin dışında, Ensârın evlerinden halkı Müs­lüman olmayan hiçbir evin kalmadığını rivayet ediyor. Bunun üze­rine Hz. Peygamber (s."a.v.), Ensâr ile Muhacirler arasında bir belge yazdırdı. O belgede yahudilerle sulh ve muahede yaptı. Yahudilere mal ve din hürriyeti tanıdı. Onlara birtakım şartlar koştuğu gibi, onların da birtakım şartlarını tanıdı.

îbn İshâk bu belgeyi senetsiz olarak rivayet etmiştir. Aynı bel­geyi îbn Hayseme şu senetle rivayet etmiştir: Bize Ahmed bin Cen-nâb, Ebû'l-Velid, ona da îsâ bin Yûnus, ona da Kesir bin Abdillâh bin Amr el-Müzenî, ona da babası, babasına da dedesi bahsetti ki; Resûlullah (s.a.v.), Ensâr ile Muhacirler arasında bir belge yaz­dırdı... İbn Hayseme, îbn îshâk'ın zikrettiği metnin benzerini kay­detmiştir[17], îmanı Ahmed de, Müsned'inde bu belgeyi şu senetle ri­vayet etmiştir. Süreye dedi ki, bize Abbâd rivayet etti. O da Hac-câc'dan, o da Amr bin Şuayb'dan, o da babasından, o da ceddinden Resûl-i Ekrem Ensâr ile Muhacirler arasında bir belge yazdırdı, di­ye rivayet etti[18].

Biz burada bu belgenin tüm metnini uzun olduğu için nakle-demiyeceğiz. Fakat biz, Medine'de doğan, îslâm Devleti ve toplu­munun yasal değeri üzerinde duracağımız için; Aleyhissalâtü Ves-selâm'ın belgesinde yer alan önemli maddelerini zikretmekle yeti­neceğiz. Bu maddeler, bizzat belgenin metnindeki sıralanışına göre tertib edilmiştir.

1- Madde: Kureyşli ve Yesrib'li müslumanlarla, onlara bağ­lanmış ve katılmış olanlar, onlarla birlikte savaşanlar; diğer insan­lardan ayrı bir ümmet ve topluluktur.

2- Madde: Bu müsl um anların hepsi  çeşitli  kabilelerden ol­malarına rağmen, yine de kan diyetlerini kendi aralarında, gelene­ğe göre ortaklaşa ödeyecekleri gibi; esirlerin kurtarılması için öde­nen diyetleri de mü'müıler arasında bilinen âdil esaslar dairesin­de, ortaklaşa ödeyeceklerdir.

3- Madde: Mü'minler, borçlu ve çoluk çocuğu çok olanları kendi hallerinde bırakmıyacak, onların kurtulmalık paralarını (fid­yelerini) veya kan bedellerim, aralarında mâruf esaslar dairesinde ödeyeceklerdir.

4- Madde: Muttaki   mü'minler,   kendi   aralarından   azgınlık eden veya zulüm ve haksızlık yapmak isteyen ya da günah işleyen ve düşmanlık eden, veyahut da mü'minler arasında kargaşalık çı­karan kimseye karşı cephe alacaklar ve o kişi onlardan birinin ev­lâdı da olsa, hepsinin elleri onun aleyhine kalkacaktır.

5- Madde: Hiçbir mü'min bir kâfir için bir mü'mjini öldüre-mez ve bir mü'mine karşı hiçbir kâfire yardım edemez.

6- Madde: Allah'ın himaye ve teminatı   (mü'minlerden her ferd için) birdir, onların en hakir görülenlerine bile şâmildir. Çün­kü, mü'minler diğer insanlardan ayrı olarak birbirlerini  «Mevlâ-sı-Kardeşi» durumundadırlar.

7- Madde: Bu sahife (belge )dekileri kabul eden Allah ve âhi-ret gününe inanan bir mü'minin, ortaya kötü bir olay  (öldürme) çıkaran kimseye yardım etmesi veya onu barındırması helâl değil­dir, öyle bir kişiye yardım eden veya onu barındıran kimse, kıya­met günü, Allah'ın lanet ve gazabına uğrayacak; onun tevbesi de, fidyesi de kabul olunmayacaktır.

8- Madde: Yahudiler  (mü'minler gibi) savaş devam ettiği sü­rece, kendi savaş masraflarını karşılamak mecburiyetindedirler.

9- Madde: Avf oğulları  Yahudileri,   mü'minlerle birlikte bir topluluk teşkil edecekler. Yahudiler kendi dinlerinde, müşlümanlar da kendi dinlerinde kalacaklardır. Şu kadar ki; bunlardan zulüm veya kötülük işleyen bir kişi, ancak kendini ve ev halkını tehlikeye sokmuş olacaktır...

10- Madde: Savaş halinde,   yahudilerin masrafları kendileri­ne, müslümanların masrafları da kendilerine âit olacaktır. Şübhesiz ki bu belge sahihlerine harb açanlara karşı onlar kendi aralarında yardımlaşacaklardır.

11- Madde : Bu belge sahibleri arasında herhangi bir olay ve­ya anlaşmazlık çıkar ve bunun onların aralarını bozmasından kor-kulursa; bu anlaşmazlık veya olay hemen, şanı Yüce Allah'a ve Al­lah'ın Resulü  (Muhammed)   (s.a.v.)'e arz ve havale edilecektir.

12- Madde: Medine'den çıkan da emniyette, oturan: da emni­yette bulunacaktır.  Bir zulüm veya suç işleyen kimse bundan müs­tesnadır!..

13- Madde: Muhakkak ki,   Allah bu belgelilere en doğru ve en iyi şekilde riayet edilmekten hoşlanır. Şübhesiz ki, Allah'ın hi­mayesi iyilik yapan ve kötülüklerden sakınanlar içindir. [19]

 

İbretler Ve İşaretler
 

Bu belge İslâm toplumu için çeşitli düzenleyici hükümlerle il­gili önemli işaretleri taşımaktadır. Onları aşağıya şöyle özetliyoruz:

1- Bu belgeye, çağdaş terimler arasında «Anayasa» kelimesi­ni ad olarak vermek en uygun olanıdır. Zaten o, Anayasa ilânı mesabesinde olduğuna göre, şübhesiz ki o çağdaş herhangi bir ana­yasanın ihtiva edebildiği hususlar (diğer bir deyimle devletin içte ve dıştaki düzeni) için belirleyici, külli sınırlar koymakla bu özel­liklerin tümünü kapsamaktadır. Yâni bu anayasa, devletin kendi vatandaşları arasındaki münâsebetleri tesbit ettiği gibi, devletin di­ğer devletlerle olan münâsebetlerini de belirlemektedir...

Resûlullah (s.a.v.)'m, Allah'tan gelen vahiyle koyduğu ve ashabina yazdırdığı, sonra da müslümanlarla komşuları olan yahudiler arasında ittifakla kabul edilmiş olan - temel prensip şeklinde - or­taya koyduğu bu anayasa; islâm toplumunun, tâ doğuşundan beri tam bir anayasal temel üzerine dayandığına, İslâm Devleti'nin ilk doğuşundan itibaren bir devletin muhtaç olduğu idarî ve anayasal dayanaklardan en mükemmeli üzerine kurulmuş olduğuna dair, de­lil olarak yeter.

Bu, idari ve anayasal dayanakların toplumda, Islâmî şeriat hü­kümlerinin uygulanması için gerekli temel esas olduğu gayet açık­tır. Çünkü o kendi bütünlüğü içinde, ancak İslâm ümmetinin bir­liği fikrine ve onunla alâkalı diğer düzenleyici maddeler üzerine dayanır. İlk olarak Resûlullah (s.a.v.)'ın ortaya koyduğu bu anaya­sal düzenleme, kaim olmadığı sürece, tslâmi hükümlerin (ki aynı zamanda bu anayasa da ahkâm-ı şer'iyyenin bir parçasıdır) üzerin­de sabitleşeceği bir zemini bulmamız mümkün olmaz.

Apaçık hakikatlere karşı, basiretlerini ve gözlerini kapayan ki­şilerin dâvaları işte buradan suya düşüyor. Sonra o kişiler, îslâmın insanla Rabbi arasında bulunan şeyleri düzenleyen bir dinden başka birşey olmadığını; İslâm'ın devlet ve anayasal düzenleme ile ilgili bir dayanağının bulunmadığını iddia ediyorlar. Aslında bu es­ki bir oyundur. İslâm'a fikri saldırıda bulunan ve sömürgecilik taraftarı olanlar, bu eski oyunda çözülemez şekilde İslâm'ı sınırlan­dırmayı amaçlıyorlar ki; İslâm'ın fonksiyonu kendi toplumu dışında o sapık düzenlere müdahale edecek bir durum almasın. Bunu sağ­lamak ise-, İslâm'ın devleti olmayan, din olduğu; kanun ve şer'İ hü­küm koyamayıp, yalnızca ibâdetleri düzenlediğini benimsetmekten geçer... Hattâ İslâm hakikatte din ve devlet olsa bile bunun değiş­mesi' ve buna elvermez kılınması gerekir. Bu anlayışa göre; yalan da olsa bunu yaymak gerek...

Şu kadar var ki bu tuzak, İslâm'a fikri saldırıda bulunanların kötü şansı olarak çabucak parçalandı. Artık bunlardan bahsetmek lüzumsuz söz, kin ve düşmanlıkların ortaya saçılması demek olur...

Fakat ne olursa olsun, yine de bu önemli maddeleri tahlil eder­ken, şunu söylememiz gerekir ki; bizzat İslâm toplumunun doğuşu, devletin mükemmel bir plânı çerçevesinde olmuştu. İslâm'ın teşriatı, her yönü ve her maddesiyle uygunluk arzeden sosyal düzenleme öl­çüleri halinde inmişti. Bu belge de buna en büyük şahittir!..

Teşrii hükümlerin bir kısım bölüm ve cüzlerden ibaret olması hasebiyle; teîc başına basite alınabilirse de, bir kısım diğerleriyle bütünleşince, onlardan büyük bir yönetimin ve anayasal yapının mütekâmil bir tanzimi oluşur.

2- Ger.ekten bu belge, Resûlullah (s.a.v.)'ın yahudilere karşı muamele sinde ki dillere destan adaletine işaret   ediyor. Yahudinin tabiatmdaki hile, zulüm ve entrika kendisine baskın çıkmamış ol­saydı, müslümanlarla yahudiler arasındaki bu âdil anlaşmanın mey­vesini vermesi imkân dahilinde idi. Ama bu anlaşmanın üzerinden kısa bir süre geçmişti ki, yahudiler kabullendikleri bu belgedeki mad­delerin kapsadığı bir kısım şeylerden sıkılmaya başladılar. Bunun üzerine de, inşâallah ileride yeri gelince genişçe açıklamasını ya­pacağımız, çeşitli hıyanet ve haksızlıklarla Resûlullah'm ve müslü-manlann aleyhine çalışmaya koyuldular. Böyle olunca da müslü-manlar, tek taraflı kabul ettikleri bu anlaşmayı feshettiler.

3- Bu belge aşağıda açıklayacağımız şekilde, îslâm şeriatın-daki önemli hükümlere işaret etmektedir:

a- Bu belgenin birinci maddesi, müslümanların birliğini sağ­layan yegâne unsur İslâm olduğuna ve onlardan tek bir millet mey­dana getiren şeyin yalnızca tslâm olduğuna; ayrıca müslümanların arasındaki ayırıcı özelliklerin ve farklılıkların, bu kapsamlı birlik çerçevesinde eriyip yok olduğuna işaret etmektedir. Bu husus, Hz. Peygamber (s.a.v.)'in şu sözünden gayet açık bir şekilde anlaşılı­yor: «Kureyşli ve Yesrib (Medine) li müslümanlarla onlara bağlan­mış ve katılmış olanlar, onlarla birlikte savaşanlar, diğef insanlara nazaran ayrı bir ümmet ve topluluktur.» Sağlam ve birbiriyle kay­naşmış bir tslâmi topluluğu kurmak için gerekli olan ilk esas budur.

b- İkinci ve üçüncü maddeler; müslümanların kendi aralarında dayanışması ve birbirine arka çıkmasının gerektiğini en açık şek­liyle ortaya koyuyor. Bunun da îslâm toplumunun en önemli nitelik­lerinden olduğuna işaret ediyor. Buna göre müslümanların hepsi dünya ve âhiret işlerinde birbirinden sorumludurlar. Hakikaten, İs­lâm şeriatının hükümlerinin tümü bu sorumluluk esasına dayanır. Ve müslümanlar arasındaki yardımlaşma ile birbirinin işini yüklen­me prensibi için, uygulama yollarını belirler.

c- Altıncı madde; Müslümanlar arasındaki eşitlik prensibinin, propaganda ve reklâm aracı olması yönünden değil de; İslâm toplu­mu için gerekli olan önemli şer'î rükünlerden bir rükün olduğuna ve onun en güzel ve en ince bir şekilde tatbik edilmesi gerektiğine işa­ret ediyor. Müslümanların arasındaki bu eşitliğin sağlanması için, Resûlullah'm şu maddede kararlaştırdığı hükmü ortaya çıkarmak yeter: Bu maddede Resûlullah (s.a.v.): «Allah'ın himaye ve teminatı (mü'minlerden her ferd için) birdir, onların en hakir görülenlerine bile şâmildir» demektedir. Diğer bir deyimle, Müslümanın himaye ve teminatı hakkı, nerde olursa olsun saklıdır ve saygıdeğerdir. Müs-lümanın bir kimseyi himayesi altına alması da yine mahfuzdur. Bu konuda onun himayesinin çiğnenmesi   gerekmez.   Müslümanlardan kim bir kişiyi himayesine almışsa, bu himayeyi başkasının, hâkim veya mahkûm olarak hiçe sayması mümkün değildir.   Bu  konuda Müslüman kadın mutlak olarak erkekten ayrı tutulamaz. Nerde olur­sa olsun, Müslüman kadının, başka birini himayesi altına alması da saygıya değerdir. Rütbesi ve mevkisi ne olursa olsun, hiçbir insanın bu himayeyi hiçe saymaya gücü yetmez. Bu husus mezheb imamla­rının ve tüm âlimlerin icmâıyla sabittir[20].

Buhâri ve Müslim ve diğerleri Ebû Tâlib'in kızı Ümmü Hâni'nin. fetih yılı Resûlullah'a gelip şöyle dediğini rivayet ederler: «Ey Alah'ın Elçisi!  Anamın oğlu   (Hz.  Ali'yi kasdediyor), benim ahd ve emân verdiğim fülânı, îbn Hübeyre'yi katledeceğim söylüyor Resûlullah (s.a.v.) da: .Yâ Ümmü Hâni, senin ahd ve emân verdine biz de ahd ve emân verdik» buyurdu.

Bu husus iyice düşünüldüğü vakit, kadının İslarım himayesin, de ve gölgesinde kavuştuğu üstünlüğü, diğer mnletlerde, eşine rast­lanmayan bir şekilde, erkeğin kavuştuğu gibi sosyal ve insanî hak­ların tümüne nasıl kavuştuğu iyice anlaşılır.

Ancak îslâm şeriatının koyduğu bu eşsiz insanî eşitlik ile bu­günkü çağdaş medeniyet âşıklarının çığırtkanlığını yaptıkları; taK-litçilik ve gösteriş arasındaki farkı bilmek de önemlidir.

Asıl insanlık fıtratına dayanan, şu dakika eşitlik ilkesinden, er­kek ve kadın olarak tüm beşeriyetin mutluluğu hedef alınır. Şu hay­vani iştihaların arkasından da, başka birseye bakılmaksızın müm­kün olan en geniş bir çerçeve dahilinde kadının erkek için b.r re­fah ve teselli kaynağı olması maksadı güdülür...

d- Onbirinci maddede bize, müslümanlarm çeşitli işlerinde an­laşmazlıklarında, başvurmaları gerekenin, «âdil bir hakem olan Al­lah'ın şeriatı ve onun hükmü olduğuna işaret etmektedir. Allahın hükmü ve şeriaU ise Kur'an'm ve sünnetin ihtiva ettiği şeylerdir. Müslümanlar, çeşitli problemlerine bu kaynağın dışında çozum aralarsa, günaha girmiş olurlar. Bu dünyada kendilerini sıkıntıya soktukları gibi âhirette de Allahü Teâlâ'mn azabına müstehak olur­lar.

Resûlullah'ın Medine'de İslâm devletini, temeli üzerine kurduğu bu belge, şu yukarıda açıklanan dört hükmü (Birlik, Yardımlaşma, Eşitlik ve Adalet) ihtiva ediyor. Resûlullah (s.a.v.) bu belgeyi müs1 um ani an n yeni toplumlarında takib etmeleri için bir program ola­rak tesbit etti. Birazcık düşününce ve dikkatlice bakınca, o vesika­da, açık bir şekilde diğer önemli hükümler de sezilebilmektedir.

Bu belge tatbik edildiği, içinde bulunanlara uyuiduğu ve ona sımsıkı bağlanıldığı için, bu devlet en kuvvetli ve en sağlam temel­ler üzerine kurulmuş oldu. Sonra bu devlet, en sağlam ve sarsılmaz bir şekilde dünyanın şarkına ve garbına yayıldı ve beşeriyetin tanı­dığı medeniyet ve uygarlığın en güzelini insanoğluna sundu. [21]



[1] Bu olayı Buhftrl. Salıllı'lnde: 4/250; İbn Su'cl, Tabakafımla: 2/4; Zerkezl, l'la-inu's-Sacld fi Alıkftml'l-Mcsftcld: 223'de ve dlfcer müellifler de rivayet etmiş­lerdir... Yalnız uuharinln rivayetinde, Ilcsûlııllah'm on dinara salın aldığı Kadest bulunmamaktadır. Hm Haccr, Felhu'l-Bari'de, Kesûlullah'ın mescidin arsasını o İki çocuk) an on dinara, Musa bin Ukbe'nin yanında satın aldığı ri­vayetini nakletmektedir. Vâkıdf, arsa um parasını Uz. EUû Bekir'in Ödediğini İlâve etmektedir.

[2] lbn Sa'd. Tabakat: 2/5.

[3] Recez: Yansı veya Üçte bit i kısaltılmış beyitlere denir. »

[4] Buhari: 1/111.

[5] Zerkeşî. i'lAınU's-Sâeld:  224-225.

Dr. M. Said Ramazan El-Bûti, Fıkhu’s Siyre, Gonca Yayınevi:  203-205.

[6] Zerkeşi, İ’lâmü’s-Sâcid: 236.

[7] Bu. ŞiUtî'nİıı KijrUçlUHlı. Muslalıatu binâen, ilimdiler ve ülckller buna ceva. vermiştir...

[8] Zerkeşl. JhaınU's-SiiıMd:  337.

[9] a.g.c, s. 337.

[10] Dr. M. Said Ramazan El-Bûti, Fıkhu’s Siyre, Gonca Yayınevi: 205-209.

[11] îbn Hişâm, es-Slyret: 1/504.

[12] Enfâl sûresi, âyet: 75.

[13] Buhâri, KitâbÜVTefslr babı.

[14] Dr. M. Said Ramazan El-Bûti, Fıkhu’s Siyre, Gonca Yayınevi: 209-210.

[15] Fethü'1-Bârl: 7/191.

[16] Dr. M. Said Ramazan El-Bûti, Fıkhu’s Siyre, Gonca Yayınevi: 210-213.

[17] Bkz.: İbn Seyyidinnas, Uyünü'1-Eser:  1/198.

[18] İmam Ahmed, el-Müsned: 21/10.

[19] Dr. M. Said Ramazan El-Bûti, Fıkhu’s Siyre, Gonca Yayınevi: 213-215.

[20] Ancak bunun için belirli şartlar koşulmuştur. Fukahâ bu şartları şöyle zikret­tlecek bir himaye olmamas, Meselâ 'Müslümanlara zarar verecek bir himaye olmamas, Meselâ casusun himayesii gibi. Sayısının anırtı olması ve dört ayı geçmemek şartıyla müdde­tinin de sınırlandırılmış olması şarttır. Bkz. Mugni'1-Muhtâc: 4/238.

[21] Dr. M. Said Ramazan El-Bûti, Fıkhu’s Siyre, Gonca Yayınevi: 215-219.