๑۩۞۩๑ Kitap Dünyası - İlim Dünyası Kütüphanesi ๑۩۞۩๑ => Fıkhus Sire => Konuyu başlatan: Safiye Gül üzerinde 07 Ekim 2010, 17:54:30



Konu Başlığı: Sosyal ve ekonomik boykot
Gönderen: Safiye Gül üzerinde 07 Ekim 2010, 17:54:30
3- Sosyal Ve Ekonomik Boykot
 

îbn tshâk, Mûsâ bin Ukbe ve başkalarından çeşitli isnatlarla şöyle rivayet edilmiştir: Kureyş kâfirleri Resûlullah (s.a.v.)'ı öldür­me hususunda sözbirliği ettiler. Bu konuda, Muttalib Oğullarıyla da, Hâşim Oğullarıyla da gidip, konuştular; ama onlar Hz. Peygamber'i Kureyş kâfirlerine teslim etmeye yanaşmadılar.

Kureyş, Resûlullah'ı öldürmeyi başaramayınca; Resûlullah, ona tâbi olanlar, Resûlullah'ı koruyanlar, bir de Hâşim Oğulları ve Mut­talib Oğullarıyla ilişkileri kesmeye karar verdiler. Bu münâsebetle de kendi aralarında şu aşağıdaki konuları içeren bir protokol im­zalayıp, Kabe'nin içine astılar:

a - Onlardan kız alınıp, verilmeyecek,

b - Onlardan hiçbir şey alınıp, satılmayacak,

c - Onlara gidip ulaşacak bir rızık yolu bırakılmayacak,

d-Onlardan gelen bir barış teklifi kabul edilmeyecek,

e - Onlara herhangi bir şefkat ve merhamet gösterilmeyecek.

Bu konularğ, Muttalib Oğulları'nın Resûlullah'ı öldürmek için kendilerine teslim edinceye kadar geçerlidir.

Kureyş, bu anlaşma metnine, bi'setin yedinci yılının Muharrem ayından başlamak üzere, onuncu yılına kadar bağlı kaldı. Bu söz­leşmenin yalnızca iki yıl devam ettiği de söylenmektedir.

Mûsâ bin Ukbe'nln rivayeti, bu olayın, Resûlullah'ın. ashabına Habeşistan'a hicret etmelerini emretmesinden önce vuku bulduğunu göstermektedir. Halbuki Resûlullah, onlara bu muhasara sırasında hicret etmelerini emretmişti, tbn İshak'ın rivayeti ise; bu belgenin, Ashabın, Habeşistan'a hicretinden ve Hz. Osman'ın müslüman olma­sından sonra kaleme alındığını göstermektedir.

Hâşim Oğulları, Muttalib Oğulları, onlarla birlikte bulunan müs-lümanlar ve Peygamberimiz, Muttalib Oğulları Mahallesinde muha­sara altına alındı. Zaten Mekke'de çeşitli mahalleler bulunmaktaydı. Muttalib ve Hâşim Oğullarında müslümanlarla kâfirler bu mahal­lede toplandılar. Müslümanlar dindarlıklarından, kâfirler ise onları koruduklarından dolayı bu hâdiseye mâruz kalmışlardı. Ebû Leheb bu hâdisenin dışında idi. Çünkü o, çıkıp Kureyş'in yanma gitmişti. Böylece de Hz. Peygamber'e ve ashabına karşı müşriklerin yanında yer almıştı.

Hz. Peygamber Efendimiz ve Ashabı, bu üç yıl boyunca çok dar­lık içinde yaşadılar. Belâ ve musibet gittikçe artmıştı. Sahih-i Buhâ-rî'de, müslümanların ağaç yapraklarını yiyecek kadar açlığa ve sıkıntıya düştükleri rivayet edilmektedir. Süheyl! şunu nakleder: Mekke'ye bir ticaret kervanı gelince, Resûlullah'ın ashabından her­hangi biri, çoluğuna çocuğuna azık olacak herhangi bir yiyecek satın almak için çarşıya gelir, bunu gören Ebû Leheb hemen aya­ğa kalkarak şöyle derdi: «Ey tacirler! Muhammed'in ashabına fiat-ları öyle yükseltin ki, sizden birşey satın planlasınlar. Malların fi-atını kat kat artırın ki, açlıktan inim inim inleyen çocuklarının ya­nına, elleri boş olarak dönsünler.»

Bu iktisadî kuşatmanın üçüncü yılının başlarında Kusay Oğullarından bir grup bu olayı kınayınca kendi aralarında yaptıkları an­laşmayı bozmak üzere karar aldılar. Halbuki, Yüce Allah, anlaşma metninin yazıldığı sahifenin üzerine bir ağaç kurdu (güve) musal­lat etmişti. İçinde sözleşme metninin bulunduğu bu sahifenin büyük kısmını, bu kurt yiyip bitirivermişti. İçinde Allah'ın zikredildiği cüm­leler hariç, ondan hiçbir şey geriye kalmamıştı.

Resûlullah (s.a.v.) bu olayı, amcası Ebû Tâlib'e haber verince, o da: «Bunu sana Rabbl'n mi haber verdi?» dedi. Resûlullah da «evet» diye cevab verdi. Ebû Tâlib taraftarlarıyla birlikte doğruca Kureyş'in yanına gitti. Sahifeyi kendisine getirmelerini istedi. Onlar da, dü-rülmüş bir şekilde getirdiler sahifeyi. Ebû Tâlib: «Yeğenim bana şöy­le bir haber getirdi. Bugüne kadar bana asla yalan söylemedi. O, (Allahü Teâlâ'nm, sizin yazmış olduğunuz sahifeye bir kurdu mu­sallat ettiğini, içinde zulüm ve akraba ile münâsebeti kesmeyi ih­tiva eden maddelerin tümünü yiyip bitirdiğini savunuyor.) dedi. Eğer olay söylediği gibi olmuşsa, artık bu sahifeyi kaldırınız ve yan­lış görüşünüzden vazgeçiniz! Vallahi, bizden en son kişi can verin­ceye kadar onu size teslim etmeyiz. Yok eğer söylediği boş lâf ise; . yeğenimizi size teslim edeceğiz, ne istiyorsanız onu yapın.» diye ilâve etti. Onlar da: «Söylediğin hususa razıyız.» Sahifeyi açtıkla­rında, Resûlullah'ın anlattığını olduğu gibi gördüler. Ama yine de, Ebû Tâlib'e «Bu yeğeninin bir büyüsüdür» demekten kendilerini ala­madılar. Bu olay, onların zulüm ve taşkınlıklarını artırdı.

Sonra Kureyş müşriklerinin Heri gelenlerinden beş kişi, bu ik­tisadi kuşatmaya son vermek ve sahifeyi yırtmak için Kabe'ye git­tiler. Bunlar: Hişâm bin Amr bin el-Hâris, Zübeyr bin Ümeyye, Mut'-ım bin Adiyy, Ebû'l-Buhterİ bin Hişâm ve Zem'a bin el-Esed idi.

Bu anlaşmayı bozmak için, açık bir şekilde çalışanların ilki Zü­beyr bin Ümeyye idi. Bir gün, o Kâbenin yanında bulunan halkın yanına gelerek: «Ey Mekke halkı! Biz yiyelim içel'm, güzel elbiseler giyinelim, öbür taraftan, Hâşim ve Muttalib Oğulları alışverişten mahrum edilsinler, sefalet içinde kıvranıp helak olsunlar; doğru mu­dur?... Vallahi, akrabalık bağlarını kesen bu zalim sahife yırtılma-dıkça, yerime oturmam dedi.

Bunun üzerine beş kişiden diğerleri de Zübeyr'in sözlerine ben­zer şeyler söylediler. Hemen Mut'ım bin Adiyy yerinden kalkarak doğruca, Hâşim ve Muttalib Oğulları Mahallesine giderek, orada bulunanlara çıkıp evlerine gitmelerini söylediler. [38]

 

İbretler Ve Öğütler
 

Bu zalim ambargo, Resûlullah'm ve Ashabının üç yıl boyunca karşılaştığı sıkıntı ve şiddetin zirvesini teşk.l eder. Okuyucu, Hâşim ve Muttalib Oğullan müşriklerinin, sıkıntılara katlanma konusunda müslümanlarla beraber olduklarını, Resûlullah'ı terketmeye razı ol­madıklarını görmüştür.

Bu müşriklerden ve onların bu tür davranışlarından söz etmek İstemiyoruz. Zaten onları buna sevkeden âmil, akrabalık taassubu ve kendilerine de bulaşan zilleti ortadan kaldırma duygusu olmuş­tu. Şayet onlar, Hâşim ve Muttalib Oğullarının dışındaki Kureyş müşrikleri ile Hz. Muhammed'in arasından çekilmiş olsalardı, bir fırsatını gözetip hemen Hz. Muhammed'i inanç ve dine bakmadan öldürürlerdi.

Öyle ise onlar gönüllerinde besledikleri iki arzuyu birleştirmeyi tercih ettiler:

1.  Arzu: Şirk üzerinde sebat ve Hz. Muhammed'in getirdiği ger-çeğe karşı direnmekte ısrar etmek.

2.  Arzu:  îster hak,  ister  bâtıl  üzere  olsun  yakını,  yabancının zulmünden ve saldırısından korumaya çağıran hamiyyet duygusuna uymak.

Başlarında îlesûlullah olmak üzere, müslümanlan bu duruma sabretmeye zorlayan faktör; Allah'ın emrine uymak, dünyaya kar­şı âhireti tercih etmektir. Onların nazarında dünya; Allah'ın rıza­sının yanında sözünü etmeye değmeyecek kadar basittir.

Bir kısım îslâm düşmanlarının şöyle konuştukları duyulur: Hz. Muhammed'in da'vetinin ardında, Muttalib ve Hâşim Oğulları mil­liyetçiliği yatmaktadır!

Kureyş müşriklerinin müslümanlara karşı uyguladıkları boykot­taki olumsuz tavırları buna delildir!

Aslında bu sözler açıkça bir safsatadır. Şeklen bile olsa, her­hangi bir mantık örgüsüne dayanmamaktadır.

Bu itibarla, bir yabancı elin Hz. Muhammed'e uzanmasında ve­ya içeriden birinin ona kötülük yapmaya kalkışmasında; câhiliyyet taassubunun, Hâşim ve Muttalib Oğullarını yeğenlerinin hayatını kurtarmaya sevketmesi çok normaldir.

Câhiliyyet hamiyyeti, akrabalık duygusunun bu gibi bir taas­suba sevkettiği vakit hiçbir prensibe, kaideye bakmaz. Bu konuda hak veya bâtıl ile etkilenmez. O, sadece bir asabiyettir. Asabiyyetin dışında başka birşey değildir.

Şundan dolayı, Resûlullah'ın akrabalarında, görünüşe göre, iki tezat sıfatın bulunması imkân dahilindedir. Bunlardan biri; Resû-lulaah'ın da'vetini inkar ve da'veti küçümseme. Öbürü ise; diğer müşriklere karşı ona yardım etme.

Bununla birlikte, Resûlullah'ı korumalarının ardından, Peygam­berimiz için ne gibi bir fayda sağlanmıştır? Resûlullah'ın ve asha­bının uğradıkları işkenceye, onlar da uğradılar. Kureyş müslüman^ lara ilân ettiği boykotun aynısını, hiçbir eksiitme yapmadan Hâşim ve Muttalib Oğullarına da ilân etti.

Akrabalarının Resûlullah'ı korumaları, da'vetini korumak an­lamına gelmez. Bu himaye yalnızca onun şahsına aittir. Bu himaye, müslümanlar tarafından, düşmanın tuzağını bozma, kâfirleri yen­me ve cîhad etme metodlanndan biri gibi kârlı bir iş yapma imkâ­nına sahib olsaydı, şübhesiz ki bu, beğenilen bir gayret, tutunula-cak bir yol olurdu.

Resûlullah ve Ashabına gelince; onları bu dar boğazda tutan şey neydi, acaba? Bu zor duruma katlanmanın ardından ne gibi bir sonucu umuyorlardı?

Hz. Peygamber'in risâletini, Ashabının ona inanmasını sol bir devrim olarak yâni; fakir ve yoksulların zenginlere karşı ayaklan­maları olarak yorumlayan kişiler, bu sorulara ne ile cevab verecek­ler?!

Müşriklerin, Hz. Peygamber'e ve müslümanlara uyguladıkları zulüm ve işkencelerin bir halkasını sunmuş olduk. Bu zulüm ve işkencelerin tümünü düşünerek onların ışığında şu soruya cevab aramak lâzım. Soru şu: Mekke tüccarına ve Mekke'deki iktisadî fa­aliyetleri yürüten zenginlere karşı  duyulan kinin öncülük yaptığı ye açlığın ilham ettiği iktisadi bir devrimin, İslâm Da'veti olduğunu iddia etmek nasıl doğru olur?

Müşrikler, İslâm'a da'vetten vazgeçmek şartıyla, Peygamberi­mize, mal-mülk ve başkanlık teklif etmişlerdi. Resûlullah buna ni­çin razı olmadı? Resûlullah'ın ashabı, - madem ki gayeleri karın­larını doyurmaktır- Kureyş'in teklifini kabul etmesi için niye Re-sûlullah'ı buna zorlamadılar?

Hiç sol bir devrimi yapanlar, ceplerine girecek paradan elleri­ne geçecek egemenlikten daha fazla birşey isterler mi? Hz. Peygam-ber'e ve ashabına, kavmiyle arasmdaki her türlü iktisadî ve içtimai münâsebet yolları kapatılmıştı. Ellerine geçecek ne bir ticari eşya, ne de; evlerine girecek herhangi bir gıda maddesi bırakılıyordu. Hat­tâ ağaç yapraklarını yemeye kadar vardılar. Onlar yine bu duruma sabrediyor ve peygamberler ini içtenlikle seviyorlardı. Bir lokma ek­mek için içinde ihtilâl arzusu dalgalanan kişiler böyle mi yapar?

Hz. Peygamber ve ashabı Medine'ye hicret ederken, çeşitli mal ve mülklerini bırakıp, Medine'nin yolunu tuttular. Mala karşı bes­ledikleri arzuların tümünden sıyrıldılar. Allah'a olan imanlarından, dolayı, bir karşılık beklemediler. Arkalarında bıraktıkları mülke, ter-kettikleri dünya malına hiçbir kıymet vermediler. İslâm Da'veti'nin, bir lokma yiyecek için yapılan sol bir ihtilâl olduğuna, hiç delil olur mu bunlar?!

Bazan bu kişiler kendi düşüncelerine, şu aşağıdaki iki mülâha­zayı delil gösteriyorlar:

1— Hz. Peygamber'e Mekke'de inananların ilk grubu, genellik­le, fakirlerden, kölelerden ve kimsesizlerden oluşmaktaydı. Bu du­rum, onların sıkıntılarını gidermek için Hz. Muhammed.'e uydukla­rım gösteriyor, yâni bir delildir. Bu fakir müslümanlar, yeni dinin gölgesinde kendilerine daha iyi bir iktisadi  gelecek sağlayacakla­rım umuyorlardı. Bu da, yine bir delildir.

2— Bu fakir müslümanlara, çok geçmeden dünyanın ufukları açıldı. Mal ve servet, onlara âdeta koştu. Resûlullah'ın hareketi, bu gayeye varmayı hedef edinmişti. Bu da bir delildir.

Bu kişilerin, bu iki varsayımla iddialarına delil getirdiklerini kavrayınca, düşüncelerinin nasıl bir hayal mahsûlü olduğunu daha iyi anlarız.

Hz. Peygamber'in ilk arkadaşlarının, çoğunlukla fakir ve köle­lerden olduğu doğrudur. Fakat bu hakikat ile şu vehim ve hayal mahsûlü düşünce arasında herhangi bir alâka veya münâsebet mev­cut değil. Çünkü bir nizam halk arasında adalet mekanizmasını ça­lıştırmak da, zalim, mütecaviz ve gaddarların elini kırmakta ise; hayatlarım zulüm ve gaddarlıkla sürdürenlerin ona tavır alması hattâ harb açması tabiidir... Çünkü bu şeriat onlara yağma ve be­leş kazanç yerine malî sorumluluk yüklemektedir. Yine zayıfların ve ezilmişlerin böyle bir nizama koşması tabiîdir. Hattâ sömürü ve vurgunculukta hesabı olmayan her insanın da ona itibar etmesi ka­çınılmazdır. Çünkü bu şeriat onlara yağma ve vurgun değil helâ-lından nimet takdim etmektedir. Yahut en azından, bu nizam o tip insanlara angarya ve fuzuli yük yüklemiyor da, ondan rağbet ediyorlar...

Resûlullah'm etrafında bulunanların tümü, onun hak üzere bu­lunduğunu, Allah tarafından gönderilmiş bir elçi olduğunu kesin­likle kabul ediyorlardı. Fakat Kureyş liderlerinin içinde, onun ge­tirdiği hakikati kabullenmeye engel teşkil edecek duygular vardı. Ama fakir müslümanlann ise, inandıklarına boyun eğmeye engel olacak duyguları yoktu.

Her araştırmacının anlayacağı bu hakikat ile, bu kişilerin id­diaları arasında bir bağıntı var mı hiç?

Resûlullah'm îslâmi da'vette tak:p ettiği stratejinin; müslüman-ların çeşitli servet kaynaklarını ele geçirmelerini, kralların taht­larına konmalarını, egemenliklerini ellerinden almalarını, hedef edin­diği hususuna gelince, - ki müslümanlann buna daha sonra fiilen ulaştıklarını delil gösteriyorlar- vallahi, bu konu, doğu ile batıyı birleştirmeye gayret göstermek gibi birşeydir. Bu ise imkânsızdır.

Müslümanlar, müslümanhklarında sadık kalarak kısa bir za­man içinde, İran ve Bizans topraklarını ellerine geçirmiş iseler; bu hiç onların, Bizans ve İran'ın tahtını ele geçirmek maksadıyla müs-lüman olduklarına delâlet eder mi?

Eğer onlar, İslâmlıklarının arkasında, ne olursa olsun dünya nimetlerinden birine kavuşmayı, gaye edinselerdi, elbette bu fetih­ler gerçekleşemezdi. Bu fetihlerin mucize olacak bir tarafı da kal­mazdı.

Hz. Ömer (r.a.) Kadisiye ordusunu hazırlayıp, komutanı Sa'd b. Ebi Vakkas'ı uğurlarken, Kisrâ'mn hazinelerine göz dikseydi ve onun tahtı gibi bir tahta oturmayı ve Kisrâ gibi bolluk içinde ya­şamayı arzu etseydi; ordu komutanı Sa'd (r.a.) eli boş ve yenilgi­ye uğramış olarak geri dönerdi. Ama onlar, Allah'ın dinine yardım

etmek için cihad konusunda Allah'a verdikleri söze sadık kaldılar. Allah da onların bu sadakati arından dolayı, kendilerine hiç bekle­medikleri zenginlikleri ve hâkimiyeti ellerine geçirmeyi nasîb etti. Kadislye savaşında müslümanların gayesi, servete kavuşmak, ni­metler içinde yüzmek ve hayatın tadını çıkarmak olsaydı; Rıb'i bin Âmir, lükse boğulmuş çadırı küçümseyerek Rüstem'in yanına gir­mezdi. Mızrağının ucuyla, yerdeki halıya ve kıymetli yastıklara bas­mazdı. Rüstem'e de: «Eğer İslâm'ı kabul ederseniz, sizleri serbest bı­rakacağız, mallarınızı ve arazilerinizi de size terkedeceğiz!» demez­di. Mah-mülkü, toprağı ele geçirmek için gelen bir adam hiç böy­le konuşur mu?

Gerçekten Allahü Teâlâ, tüm dünyanın mukadderatını onlara vermişti. Çünkü onlar bunu hiç düşünmemişlerdi. Onların düşün­cesi, yalnızca Allah'ın rızâsını kazanmaya yönelikti. Eğer onlar, cihad ederken bu gayeleri hedef edinselerdi, hiçbir şeye ulaşamaz­lardı.

Bunlarla ilgili mes'ele yalnızca Allah'ın kanununun gerçekleş­mesiyle ilgilidir. Bu konuda Yüce Allah şöyle buyuruyor;

«Biz de istiyorduk ki, o yerde, ezilmekte olanlara lütuf yapa­lım .onları hayırda önderler yapalım ve kendilerini (Fir'avun'un ye­rine) mirasçılar kılalım» (Kasas, âyet: 5). Her akıl, bu kanunu, ko­laylıkla kavrayabilir. Yalnız bir şartla. O da: bu aklı taşıyan kişi­nin, herhangi b"r arzu ve gayeye köle olmaktan bağımsız olması lâ­zım. [39]

 

4- İslâm'da İlk Hicret
 

Resûlullah Sallâllahü Aleyhi ve Sellem, Ashabının karşılaştığı musibetleri görünce ve onları korumaya, onlara yapılan işkencele­re engel olmaya güç yetiremeyince, onlara şöyle buyurdu: «Siz Ha­beşistan'a gitseniz iyi olur. Habeş hükümdarının yanında hiç kim­se zulme uğramaz. Orası emniyetli bir ülkedir. Allah sizi belki ora­da ferahlığa kavuşturur».

Bunun üzerine müslümanlar fitne çıkmasından çekinerek ve dinlerini muhafaza için Allah'a sığınarak, Habeşistan'a gitmek üze­re yola çıktılar. İslâm'da ilk hicret, bu oldu. Muhacirlerin başta ge­lenleri arasında:

Osman bin Affan ve Hanımı (Hz. Peygamber'İn kızı) Rukıyye,

Ebû Huzeyfe ve Hanımı,

Zübeyr bin Avvam,

Mus'ab bin Umeyr,

Abdurrahman bin Avf gibi sahâbe-i kiram bulunmaktaydı. Böy­lece Habeşistan'da toplanan sah&bllerin sayısı 80 küsur kişiye var­mıştı[40].

Kureyş müşrikleri, bu olup bitenleri görünce, hemen Abdullah bin Ebî Rebia ile Amr bin Âs'ı (henüz müslüman olmamıştı) Habeş Kralı Necaşi'ye gönderdiler. Bu iki elçi yanlarında Krala ve etrafın­daki yüksek rütbeli subaylarla, bir kısım devlet büyüklerine sunul­mak üzere birçok hediyeler götürdüler. Gayeleri, Necaşî'den, yanına sığınmış olan bu müslümanları kabul etmemesini ve onları tekrar düşmanlarına teslim etmesini rica etmekti.

İki elçi, bu konuda Necaşî ile konuşunca esasen Necaşî ile ko­nuşmadan önce onlar, komutanlarla konuşup getirdikleri hediyeleri onlara takdim etmişlerdi. Necaşî, müslümanlarla bu yeni din hak­kında konuşmadıkça onlardan hiçbirini kendilerine teslim etmeyi kabul etmedi. Kureyş elçileri, Necaşî'nin huzurunda iken müslü­manlar da onun yanma getirildiler. Necaşi onlara: «Kavminizle ara­nızın açılmasına sebeb olan bu din nedir? Halbuki siz, ne benim dinime, ne de diğer milletlerden herhangi birinin dinine girdiniz» diye sordu.

Necaşi'nirı huzurunda konuşmak için Ca'fer bin Ebû Tâlib se­çilmişti. Ca'fer, Necaşİ'ye hitaben: «Ey Hükümdar! Biz cahil bir millettik. Putlara tapardık. Lâşeleri yerdik. Her kötülüğü yapardık, işlerdik. Akrabalarımızla münâsebetlerimizi keserdik. Komşuları­mıza kötülük yapardık. Kuvvetli olanlarımız, güçsüz olanlarımızı ezerdi.

Yüce Allah, bize kendimizden soyunu sopunu, doğruluğunu eminliğini, iffet ve nezahetini b'lip tanıdığımız bir peygamber gön-derinceye kadar, biz bu durumda ve bu tutumda idik. O peygam­ber, bizi Allah'a, Allah'ın birliğine inanmaya, O'na ibâdete, bizim ve atalarımızın Allah'tan başka tapınageldiğimiz taşlan ve putları bırakmaya da'vet etti. Doğru sözlü olmayı, emanetleri yerine ge­tirmeyi, komşularla güzel geçinmeyi, günahlardan ve kan dökmek­ten sakınmayı bize emretti. Her türlü ahlâksızlıktan bizi nehyetti... Biz de onu tasdik ve ona iman ettik. Onun Allah'tan getirip, tebliğ eylediği şeylere tâbi olduk. Bu yüzden kavmimiz bize düşman ke­sildi. Zulmetti. Bizi dinimizden döndürmek, Allah'a ibâdetten vaz-geçirip tekrar putlara taptırmak için türlü işkencelere ve mihnet­lere uğrattılar. Bizi perişan edip çeşitli zulüm ve işkencelere uğra­tıp, iyice sıkıştırınca biz de senin ülkene sığındık. Seni başkalarına tercih ettik. Senin himayene ve komşuluğuna can attık. Senin ya­nında zulme, haksızlığa uğramıyacağımızı ummaktayız»  dedi.

Bu sözler üzerine, Necaşî, Ca'fer'den Hz. Peygamber'in Allah katından getirdiği Kur'an'dan blrşeyler okumasını istedi.

Hz. Ca'fer (r.a.), Meryem sûresinin başından bir miktar oku­du. Necaşi kendisini tutamayıp, sakalı ıslanıncaya kadar ağladı. Sonra onlara şöyle dedi: «Gerçekten bu, tsâ Aleyhisselâm'in getirdi­ği aynı kandilden fışkırmış bir nurdur» dedi. Kureyş elçilerine dö­nüp: «Gidiniz, vallahi, ben ne onları size teslim ederim, ne de onlara bir kötülük düşünürüm» dedi.

Kureyş elçileri gelip, Necaşi'ye: «Ey Hükümdar! Onlar Meryem oğlu îsâ'ya ağır bir söz söylüyorlar. Onlara adam gönderip îsâ için ne söylediklerini bir sor» dediler. Necaşi, Hz. îsâ hakkındaki dü­şüncelerini sormak üzere muhacirlere adam gönderdi: Hz. Ca'fer bin Ebû Tâllb gelip: «Biz, Peygamberimiz Hz. Muhammed'in bize getirdiğini söyleriz. Peygamberimiz, Îsâ hakkında şöyle diyor: «O, Allah'ın kulu, ruhu, dünyadan ve erden vazgeçerek kendini Al­lah'a adamış bir kız olan Meryem'e ilkâ eylediği kelimesidir» dedi. Hz. Ca'fer'in bu sözleri üzerine Necaşi elini yere uzatıp, yerden bir saman çöpü aldı ve: «Vallahi, Meryem oğlu îsâ da zaten, sizin söylediğinizden fazla birşey değildir. Arada bu çöp kadar bile fark ,yoktur!» dedi. Sonra elçilerin hediyelerini kendilerine iade etti ve kendi ülkesine sığınmış olan müsîümanları daha fazla koruyacağı­nı belirtti. Elçiler de eli boş olarak Kureyş'in yanma döndüler.

Bir zaman geçtikten sonra, Habeşistan'daki muhacirlere, Mekke halkının müslüman olduğu haberi ulaştı. Onlar da bu haber üzeri­ne ülkelerine geri döndüler. Mekke'ye yaklaştıkları vakit, Mekke halkının müslümaniığı kabul etmeleriyle ilgili duydukları haberin asılsız olduğunu öğrendiler. Muhacirler ya gizlice veya bazı müş­riklerin himayesi altında Mekke'ye girebildiler. Onların toplamı otuzüç erkekten ibaretti. Bunların arasında altı tane de kadın var­dı. Böylece sayıları 39'a yükselmiş oluyor. Bir kısmı Osman.bin Maz'un'un, bir kısmı da Velid bin el-Muğîre'ntn himayesinde Mek­ke'ye girdiler. Ebû Seleme de Ebû Tâlib'in himayesinde Mekke'ye girdi. [41]

 

İbretler Ve Öğütler
 

Müslümanların Habeşistan'a hicret etmeleri olayından üç tane önemli işaret çıkarıyoruz:

Birinci İşaret: Hakikaten din müessesesi, dine sarılma ve dinin direklerini ayakta tutma, her türlü gücün kaynağı ve esasıdır. Din her türlü mal, mülk ve hürriyet hakkım ve şerefini korumak için bir surdur, hisardır. Bunun için İslâm da'vetçilerinin ve mücahidlerinin başta gelen ödevleri dini ve dinin prensiplerini korumak için bü­tün imkânlarını seferber etmek, inancı korumak ve kalblere iyice yerleştirmek için de, yeri-yurdu, malı ve canı vasıta yapmaktır. Hat­tâ inanç uğrunda bunları feda etmek gerektiği zaman, hepsini fe­da etmek farz olur.

Zira din ortadan kaybolunca veya yenik düşünce artık onun ardından ne yerin-yurdun, ne de mahn-mülkün bir yararı olur. Bi­lâkis onun arkasından yine bunların gitmesi çok çabuk olur. Ama dinin durumu güçlü, dayanakları toplumda dimdik, inanç prensip­leri de kalblere iyice kök salmış ise, onun yolunda gitmiş olan, ma­lın, yerin ve yurdun tümü geri döner... Hattâ, basiret, şeref ve kuv­vet surları bunları koruduğu için eskisinden daha güçlü olarak ge­ri döner.

Tarihin akışına göre, Allah'ın kanunu dünyada şöyle cereyan etmiştir: Maneviyatı kuvvetli olanlar, kazançlarını ve maddî güç­lerini daha iyi korumuşlardır. Bir millet, ahlâki bakımdan zengin, inanç yönünden dürüst, sosyal prensipler bakımından sağlam ise; o milletin birbirine olan bağı daha sağlam, kalıcılığı daha köklü, her yönü daha güçlü olur. Bir millet de, ahlâki bakımdan fakir, inanç yönünden zayıf, sosyal düzen ve prensipler bakımından eğri ve çarpık ise-, o milletin maddi saltanatı çöküntüye, maddî kazanç­ları da zevale doğru gidiyor demektir.

Bazan inanç konusunda bir milletin doğru yoldan uzaklaşmış, ahlâkî ve sosyal seviyesinin düşmüş olduğuna rastlamak mümkün­dür. Bununla birlikte o millet, maddi saltanatı ve gücü yönünden ayakta durmaktadır. Fakat o millet gerçekte korkunç bir felâkete doğru yuvarlanmaktadır. Bu gidişin hareketini ve sür'atini duyma­manın asıl sebebi; tarihin ve çağların ömrünün uzunluğu karşı­sında, insan hayatının kısa oluşudur. Bu gibi hareketi ancak tari­hin uyanık gözü görür, yanılan ve gafil olan insanın gözü değil...

Bazan yine, sağlam inancı koruma uğrunda ve düzgün bir sos­yal nizamı kurma yolunda maldan, servetten ve vatandan oluşan maddi dayanaklarının tümünü yitirmiş bir millete rastlamak müm­kündür. Fakat bu kısa bir dönemdir. Sonunda bu sağlam akide üe ona bağh olan ahlâk ve sosyal nizamın sahipleri; ellerinden alın­mış vatanlarını, gasbedllmiş mallarım tekrar ellerine geçirirler. Es­ki kuvvetleri daha fazlasıyla kendilerine geri gelir.

tnsan hayatında ve dünyada bunun en güzel şekli ancak İs­lâm inancında bulunmaktadır. O da Allah'ın yeryüzündeki kulla­rına gönderdiği kendi dinidir. Âdil ve dürüst sosyal bir nizam da, yine ancak İslâm nizamında bulunmaktadır. Bunun için îslâm'a da'vetin esası, onun uğrunda malı, vatanı ve hayatı feda etmek ol­muştur. Müslümanlar ancak bununla malı, vatanı ve hayatı kendile­rine garanti edebilirler!..

İslâm'daki hicret prensibi bunun için meşru olmuştur. Resû-lullah Sallâllahü Aleyhi ve Sellem Ashabına - müşriklerin eziyetin­den dolayı kendisiyle birlikte onların üzerine bir fitne kopacağı korkusu ortaya çıktıktan sonra - hicrete ve vatanı terketmeye izin verdi.

Herkes bilir ki, bu hicret din uğrunda çekilen azab ve işken­celer arasında en zorundan bir iştir. Hicret hakikatta, işkence ve eziyetten dolayı kaçmak değil, aksine zafer ve kurtuluşa gelinceye kadar, çileyi değiştirmektir. Yine bilinen bir gerçektir ki, o vakit Mekke, Dâr-i İslâm değildi ki, akla şöyle bir soru gelebilsin: Saha-be-i Kiram nasıl İslâm diyarını terkedip canlarım kurtarmayı arzu , ederek bir kâfir memleketine sığındılar?

Mekke, Habeşistan ve diğer yerler o zaman, müsavi idi. Bir sahâbi için o yerlerden hangisi dinin icaplarını yerine  getirmeye ve dînin: yaymaya daha yararlı ise ikamet için orası ona daha uy­gun oluyordu.

Dâr-ı İslâm'dan hicretin hükmü ise, farz, caiz ve haramlık ara­sında değişiklik arzeder. Bir müslümanın yaşadığı yerde, namaz, oruç, ezan, hacc gibi Şeâir-i îslâmiye'yi yerine getirme imkânı ol­madığı zaman, oradan hicret etmesi farz olur. Bir müslümanın, ya­şadığı ülkede kendisini sıkıntıya sokan bir belâ başına gelirse, o vakit, bir başka İslâm ülkesine hicret etmesi caiz olur. Yine bir müs­lümanın ülkesini terk etmesi, Islâmi farzlardan birinin ihmalini ge­rektiriyor ve o farzı yerine getirecek bir başkası da bulunmuyorsa, o zaman hicret haram olur[42].

İkinci İşaret: Bu işaretten, Hz. Muhammed (s.a.v.) ile Hz. îsâ (a.s.)'nm getirdikleri arasında bulunan gerçek alâkayı öğreniyo­ruz. Necaşi, Hz. İsa'nın dini üzere amel etmiyordu. Sam.mî bir Hris-tiyandı. Hristiyanlığı terkedip başka bir dine geçmeyişi; akideleri İncil'e ve Hz. İsa'nın getirdiklerine ters düşen müşrik elçilere yar­dım etmeyişi, samimiyetinin bir gereğiydi.

Yâni İncil'e ve Hz. İsa'ya bağlı olduklarını savunan bugünkü hrisUyanların: -tsâ Allah'ın oğludur. O, üçün üçüncüsüdür» gibi sözleri doğru olsaydı; şübhesiz ki, Necaşi bu söze sarılarak, müs-lümanlann sözünü reddeder; Kureyş elçilerine, geldikleri konuda yardımcı olurdu.

Fakat biz Necaşî'nin; Hz. İsa'nın hayatıyla ilgili Kur'an'ın ver­diği bilgilere ve Kur'an âyetlerinden dinlediği şeylere şu sözüyle açıklama getirdiğini görüyoruz : Necaşi: «Hz. îsâ'nın getirdiği şey­lerle, bu Kur'an âyetleri aynı kandilden fışkıran bir nurdur» demiş­tir. Necaşî bu sözünü, etrafında bulunan ehl-i kitab bilginleriyle yüksek düzeydeki görevlilerinden oluşan bir dinleyici grubunun hu­zurunda söylüyor.

Bu durum, bütün peygamberlerin sadece tek inancı (iman esas­larını) getirdiklerini ve inanç hususunda birbirinden kıl payı bile ayrılmadıklarım te'kid ediyor. Ve yine ehl-i kitabın kendi araların­daki ihtilâfları (Cenâb-ı Hakk'm da buyurduğu gibi) başka birşey-den dolayı değil de, ancak onlara ilim geldikten sonra, kendi ne­fislerinden doğan ihtiras yüzünden meydana geldiğini te'yid edi­yor.

Üçüncü İşaret: Müslümanların, ihtiyaç duyulduğu zaman, gayr-ı müsYım\erın himayesine girmeleri caizdir. Himayelerine girilen kişi Necaşî gibi - ki o vakit Hristiyandı, sonradan Müslüman oldu -ister ehl-i kitabtan[43] olsun, isterse müşriklerden biri olsun eşittir. Nitekim müslümanlar Habeşistan'dan geri geldikleri vakit; Ebû Se­leme, Peygamberimizin amcası Ebû Tâlib'in himayesinde Mekke'ye girdiği gibi, diğerleri de başka müşriklerin himayesinde girmişti. Yi­ne Resûlullah (s.a.v.) TâTden geri döndüğü zaman Mut'ım bin Adiyy'-in himayesinde şehre girmişti.

Bu gibi bir himayenin; islâm da'vetini zor duruma düşürecek veya bir kısım dini hükümleri değiştirebilecek ya da bazı haram­ların işlenmesine göz yumduracak şekilde olmaması şart koşulmuş­tur. Aksi takdirde, bir Müslümanın bu tür bir himayeye girmesi caiz değildir. Ebû Tâlib'in Itesûlullah'tan, müşriklerin putlarına ha­karet etmemesini, güç yetiremediği şeyi kendisine yüklememesini ve kendisinin yakasını bırakmasını istediği zaman; Resûlullah (s.a. v.)'m o vakit amcasının himayesinden çıkmaya karar verdiğini açık­laması yâni kendisine farz olan b'rşey karşısında susmayı kabul et­memesi, buna açık bir delildir. [44]

 

5- Allah Resulüne Gelen İlk Heyet
 

Resûlullah ve Ashabı karşılaştıkları işkence ve eziyetin ezikli­ği içinde iken; İslâm'ı öğrenmek için Mekke dışından ilk olarak, Resûlullah'a bir hey'et geldi Sayıları otuz kadardı. Onlar, Ca'fer bin Ebî Tâlib'in, Mekke'ye dönüşünde onunla birlikte gelmişlerdi. Bu misafir topluluk gelip ResûluIIah'ın yanma oturunca ve onun özelliklerini, hâllerini yakından tanıyıp, kendilerine okunan Kur'ân'ı Kerİm'i dinleyince; hemen hepsi birden iman ettiler. Bunu öğrenen Ebû Cehil, doğru yanlarına gelip onlara şöyle dedi;

«—Biz sizden daha akılsız bir topluluk görmedik. Kavminiz si­zi, bu adamın durumunu öğrenesiniz diye gönderdi. Onun yanında oturup, dinlenmeden, sözlerine iyice kanaat getirmeden, siz hemen dininizden ayrılıp onun söylediklerini tasdik ettiniz». Onlar da, Ebû Cehil'in bu sözleri üzerine :

«—Biz size esenlikler dileriz. Sizin yaptığınız cahilliği, biz si­ze karşı yapamayız. Bizim kanaatlerimiz bize, sizinki ise sizedir. Cahillerin sözüne bakıp da, bize yönelmiş olan hayırdan dönmeyiz» dediler. Kur'ân-ı Kerim'in şu âyetleri onların hakkında idi: «Bun­dan önce, kendilerine kitab verdiğimiz nice kimseler vardır ki, on­lar buna (Kur'an'a) inandılar. Onlara Kur'an okunduğu zaman (Bu­na inandık. Şübhe yok ki, bu Rabbımızdan gelen bir hak ve gerçek­tir. Hakikaten biz bundan önce de, İslâm'ı kabul etmiş kimselerdik!) dediler. İşte bunlara sabır ve sebatlarından dolayı mükâfatlan iki kat verilecektir. Bunlar kötülüğü iyilikle savarlar. Kendilerine ver­diğimiz rızıktan hayra sarfederler. Bunlar yaramaz lâkırdı işitince, ondan yüz çevirdiler de: Bizim amellerimiz bize, sizin amelleriniz sizedir. Size selâm olsun. Biz cahillerle ilgilenmeyiz,  dediler[45]».

 

İbretler Ve Öğütler
 

Bu hey'et olayında dikkatimizi çekmesi gereken iki husus var:

Birinci Husus: Müslümanların işkence, eziyet, boykot ve her tür­lü sıkıştırmaya göğüs gerdikleri bir sırada; İslâm'ı öğrenmek, Resû-lullah ile buluşmak için bu hey'etin Mekke'ye gelişinde; İslâm da'-vetçilerinin, yollarında dağılmak nedir bilmeyen musibetlere ve elem­lere göğüs germeleri gerektiğine, zayıflama, bırakıp gitme ve ümit­sizliğe kapılma gibi bir tutumun caiz olmadığına açıkça işaretler vardır. Yukarıda da dediğimiz gibi, işkence ve zulme uğrama, ba­şarıya ve zafere ulaşmak için, mutlaka girilmesi gereken bir yol­dur. Hristiyanlardan sayıları otuzu aşkın bir hey'et Mekke'ye gel­di. (Sayılarının kırkın üzerinde olduğunu söyleyenler bile vardır). Onlar yeni da'vete karşı sevgilerini bildirmek için geldiler. İslâm düşmanları müslümanları ne kadar sikıştırırlarsa sıkıştırsınlar, ne kadar işkence yaparlarsa yapsınlar; müslümanlara ne kadar eziyet ederlerse etsinler, ne kdar onlarla alâkalarını kesip boykot eder­lerse etsinler, ne kadar onların aleyhine toplantı yaparlarsa yap­sınlar; onların bu da'vetin meyve vermesine engel olamıyacaklarmı, yeryüzünün doğusuna ve batısına yayılmasını önleyemeyeceklerini lisan-ı halleriyle açıklamak için deniz ötesinden Allah Resûlü'ne gel­diler... Sanki Ebû Cehil bu hakikati sezmişti de o hakikatin etkisi nefsinde ve bu hey'efn yüzüne karşı söylediği kin kusan kelimeler­de kendini göstermiştir. Fakat Ebû Cehil'den ne yapması beklenirdi ki? Onun ve onun gibilerin yapabilecekleri şeyler sadece müslüman-ların başına zulüm ve işkence yağdırmak. Ama da'vetin hedefine varmasına ve meyvesini vermesine engel olamazlar.

İkinci Husus: Bu hey'et fertlerinin inandıkları imanın türü ne­dir? Bu iman, küfür karanlıklarından nura çıkan kişinin imanı mı­dır?

Gerçek şudur ki, onların imanları, eski inançlarının devamın­dan ve sımsıkıya tutundukları dinin ve inancın gereği olarak İs­lâm'a girmekten ibaretti. Hakikaten onlar (siyret nakilcilerinin kesin olarak açıklamalarına göre) İncil ehli idiler, İncil'e iman ediyorlar ve onun hidâyeti üzere yürüyorlardı. încü İsa (a.s.)'dan sonra ge­lecek olan peygambere uymayı emredince ve o peygamberin özel­liklerinden, bir kısım sıfatlarından bahsedince; artık bu peygambe­re, yâni Hz. Muhammed Aleyhisselâm'a iman etmek devam eden imanın, gereği olmuştu.

O halde bu hey'et fertlerinin Resûlullah'a iman etmeleri, birin­den diğerine tercih sebebiyle bir dinden diğer bir dine geçiş işlemi değildir. Zaten onların Peygamberimize iman etmeleri, Hz. İsa'ya verpna indirilene imanın devamı olmuştu. Âyette geçen onların şu sözlerinin mânâsı da budur. Âyet şudur: «Kendilerine Kur'an oku­nunca (Biz ona inandık ve şübhe yok ki, bu Rabbımızdan gelen bir hak ve gerçektir. Hakikaten biz, bundan önce de İslâm'ı kabul et­miş kimselerdik) dediler». Yâni bizler müslümandık ve Hz. Mu-hammed'in da'vet ettiğine, onun peygamber olarak gönderilişinden önce de inanan mü'minlerdik. Çünkü încil ona inanmaya çağırı­yordu...

Isâ Aleyhlsselâm'ın veya Mûsâ Aleyhisselâm'ın getirdiği ilâhi hakikatlara gerçekten bağlanan kişilerin tümünün durumu budur. Çünkü, İncil'e ve Tevrat'a inanmak, Kur'an'a ve Hz. Muhammed' (s.a.v.) Te inanmayı gerektirir. Bunun için Yüce Allah, Resûlü'ne, ehl-i kitabı İslâm'a da'vet ederken sadece kendi talebettikleri şey­lerin iman iddiasında bulundukları incil veya Tevrat'ta bulunan şeyleri tatbik etmelerini istemekle yetinmesini emretti. Bu konuda şanı yüce Allah: «.Ey Resulüm, de ki: Ey ehl-i kitab! Tevrat'ı, İncil'i ve Rabbinizden size indirileni gereğince uygulamadıkça, siz hiçbir şey (din ve kanaat) üzerinde değilsiniz[46]» diye buyurmaktadır.

Bu durum, daha önce de açıklamış olduğumuz: «Hz. Âdem'in yaratılışından Hz. Muhammed (s.a.v.)'in peygamber olarak gönde­rilişine kadar, hak dinin tek olduğu, birden fazla olmadığı» kanaati­ni te'kid etse gerektir.

Hakikaten, bir kısım insanların kullanmış olduğu, «semavî din­ler» tabiri anlamı olmayan bir terimdir.

Evet... Bunlar müteaddit semavi şeriatlardır. Her semavi şeriat, kendinden önceki şeriatı yürürlükten kaldırır. Fakat genel anlam­da veya bir akideye ad olarak verilen «Şeriat» kelimesini birbirine karıştırmamamız gerekir. [47]


[38] Dr. M. Said Ramazan El-Bûti, Fıkhu’s Siyre, Gonca Yayınevi: 125-127.

[39] Dr. M. Said Ramazan El-Bûti, Fıkhu’s Siyre, Gonca Yayınevi: 127-131.

[40] İbn Hişâm'ın Siyreti:  (l/330)nde zikrettiği gibi doğrusu budur. Bak: FethU'l-B.ıri.1/30.

[41] Dr. M. Said Ramazan El-Bûti, Fıkhu’s Siyre, Gonca Yayınevi: 132-134.

[42] Bakınız:  Kurtubi Tefsiri:  5/350,  Îbmı'1-Ara.bl  Ahkâraü'I-Kur'an:   2/887.

[43] Necasİ,  Resûlullah'a  inananlardan  olmuştu.   Öldüğü  zaman   Peygamberimiz onun ölüm olayını sahâbilerıne bildirmişti. Sonra sahâbîlerle musallaya gidip, gıyabında cenaze namazı kıldırdı. Bu olayı, Müslim rivayet etmiştir

[44] Dr. M. Said Ramazan El-Bûti, Fıkhu’s Siyre, Gonca Yayınevi: 134-137.

[45] Kasas sûresi, âyet: 52 - 55. Bu olayı, tbn İshâk ve Mukatil rivayet etmiştir. Taberânî ise Said bin Cübeyr'den nakletmiştir. İbn Kesir, Kurtubi ve Nisabu-rl'nin bu âyetleri tefsir ederken yaptıkları rivayetlere bakınız.

Dr. M. Said Ramazan El-Bûti, Fıkhu’s Siyre, Gonca Yayınevi: 138.

[46] Mâide sûresi, âyet: 68.

[47] Dr. M. Said Ramazan El-Bûti, Fıkhu’s Siyre, Gonca Yayınevi: 139-140.