> Forum > ๑۩۞۩๑ Kitap Dünyası - İlim Dünyası Kütüphanesi ๑۩۞۩๑ > Usulü Fıkıh Eserleri > El- Muvafakat - Şatibi > Mukaddimeler
Sayfa: [1]   Aşağı git
  Yazdır  
Gönderen Konu: Mukaddimeler  (Okunma Sayısı 2064 defa)
27 Eylül 2010, 00:24:33
ღAşkullahღ
Muhabbetullah
Admin
*
Çevrimdışı Çevrimdışı

Cinsiyet: Bay
Mesaj Sayısı: 25.839


Site
« : 27 Eylül 2010, 00:24:33 »



Mukaddimeler

Kitapla ilgili meseleleri ele aimadan önce bilinmesi gereken mu­kaddimeler: bunlar onüç mukaddimeden ibarettir.

Birinci Mukaddime


"fıkıh usûlü"[1] kat´îdir, zannî değildir: bunun delili fıkıh sûlünün şeriatın küîlî esaslarına dayalı olmasıdır. Şeriatın küllî esaslarına dayanan şeyler ise kat´îdir.

Birinci önermenin beyanı, kesinlik ifade eden istikra (tüme va­rım)[2] yöntemi ile açıktır.

İkinci önermenin beyanı ise birkaç açıdan yapılacaktır:

Birincisi:[3] fıkıh usûlü: [30]

A) Ya aklî prensiplere;[4] bunlar ise kafidirler.

B) Ya da şer´î delillerden elde edilen genel istikraya[5] bağlıdır; bu da aynı şekilde kat´îdir. Bu ikisine ilave edebileceğimiz bir üçüncüsü[6] de bu ikisinden mürekkep olandır. İki kat´îden mürekkep olan da aynı şekilde kat´îdir. İşte bu da ´fıkıh usûlü´dür.

İkincisi:[7] eğer bunlar zannî olsalardı, o takdirde aklî olan bir hu­susa bağlı olmazlardı. Çünkü aklî olan hususlarda ´zan´ kabul edil­mez. Aynı şekilde ´şer´î külli esaslar´a da bağlı olmazlardı. Çünkü zan ancak cüz´î meselelerle ilgilidir.[8] zira eğer zannın, şer´î küllî esaslara bağlanması (taalluku) caiz olsaydı, o zaman şeriatın esasıyla ilgisi de söz konusu olabilirdi; çünkü o ilk küllî esas[9] olmaktadır. Bu ise âdeten caiz değildir[10] —burada ´külli esaslar´ (külliyyât)dan[11] ´zarûriyyât´ ´hâciyyât´ ve ´tahsîniyyât´ı kasdediyorum. Yine, eğer zannın şeriatın esasına taalluku (bağlanması) caiz olsaydı, o zaman ´şek´ kin (şüphe) de devreye girmesi söz konusu olurdu. Bunun olmayacağında ise şüp­he yoktur. Keza o takdirde değiştirilmesi, tebdil edilmesi caiz olurdu. Bu ise yüce ALLAH´ın korunmasına dair verdiği teminata ters bir neti­cedir. [31]

Üçüncüsü: eğer zannî olanın, fıkhın esaslarından biri sayılması caiz olsaydı, aynı şekilde inançlar (akâid, usûlu´d-dîn) konusunda da esas olmasıkabuledilirdi.buise ittifakla caiz değildir. Dolayısıyla bu­rada da durum aynıdır. Çünkü fıkhın esaslarının, şeriatın aslına olan nisbeti, akâid esaslarının nisbeti gibidir. Her ne kadar mertebe bakı­mından farklı iseler de, her millette (şeriatta)[12] dikkate alınmış olan küllî esaslar olmaları bakımından birbirlerine müsavidirler. Akaidin esasları, zarûriyyâttan olan "dînin korunması" bölümüne dâhil bu­lunmaktadır.

Bazıları şöyle demişlerdir: şeriatın esaslarının zan ile isbatına imkan yoktur; çünkü o bir teşrîdir. Biz sadece furûda (esaslardan do­ğan ve ikinci derecede önem arzeden konularda) zan ile kullukta bu­lunmakla emrolunduk. Bu yüzdendir ki, el-kâdî (abdullah) b. Et-tay-yib, ilel (illetler) bahsinin ´aksü´1-ille´[13] tearuz halleri, illetle diğerleri arasında tercih gibi tafsilâtını; râvilerin adedleri, mürsellik (irsal) gi­bi haberlerle ilgili hükümlerin detaylarını usûlden saymamıştır. Çün­kü bunlar kat´î değillerdir.

İbnu´l-cüveynî, bu gibi konulara usûlde yer vermesine: "kesin esaslara dayalı açıklama, mânâ bakımından[14] o kat´î delilin delalet ettiği şeye dâhildirler." diye mazeret göstermiştir.

El-mâzirî muhammedb. AliŞöyle der: "bence, el-kâdî´-nin "usûlden maksat, ilmin esaslarıdır." şeklindeki anlayışına uygun olarak bu fennin (ilmin) zannî de olsa usûlden (esaslardan) sayılma­sında bir sakınca yoktur. Çünkü bu zannî olan hususlar, kendileri için değil[15] bilakis belli bir sayıda olmayan gayri muayyen şeylerin, kendi­lerine vurulmaları için konulmuştur. Bu durumda onlar, ´umûm´ ve tıusûs´ gibidirler."[16] şöyle devam eder: "ebû´l-meâlî´nin, onları usûlden saymaması uygun olurdu. Çünkü ona göre ´usûl´, ´deliller edillejden; ´deliller´ de, kat´î neticeye ulaştıran şeylerden ibarettir. El-kâ-dı´ya gelince, onun da daha önce naklettiğimiz asıl prensibine göre, bunları ´usûl´den çıkarmaması gerekirdi." el-mâzirî´nin sözü burada bitti.

Cevap:[17] hangi açıdan bakılırsa bakılsın, esasın kat´î olması ge­rekmektedir; çünkü, eğer zannî olursa onun fâsid olması ihtimâli orta­ya çıkabilecektir. İstikra ile bilinir ki, böyle birşeyin dinde esas sayıl­ması mümkün değildir. (teminât altına alınmış olmaları bakımın­dan) genel kıstaslarla (kavânîn), bizzat (şâri´ce) ortaya konulan (mansûs) küllî esaslar arasında bir fark yoktur. ´´Doğrusu ´zikri´ (ki-tab´ı) biz indirdik, onun koruyucusu da elbette biziz."[18] âyetinde temi­nat altına alman "koruma" dan maksat, bizzat şeriat tarafından orta­ya konulan (mansûs) küllî esaslardır. "bugün size dîninizi tamamla­dım ..."[19]âyetinde kasdedilen de işte bunlardır;cüz´î meseleler değil­dir.[20] eğer öyle olsaydı, o takdirde şeriatın cüz´î meselelerinden hiçbi­rinin bu koruma kapsamının haricinde kalmaması gerekirdi. Oysa ki, durum böyle değildir; çünkü biz bu konunun caiz olduğuna hükmedi­yoruz; vakıa da bunun böyle olduğunu teyid etmektedir. Zira zanlar (anlayışlar) farklıdır ve cüz´î nasslarda ihtimaller söz konusu olabilir; bu gibi hususlarda hataların bulunduğu kat´iyetle bilinmektedir: ör­neğin âhâd haberlerde, âyetlerin mânâlarında hatalar yapılmıştır.Bunlar da gösterir ki, "korunması teminat altına alınan ´zikir´ (ki-tâb)"den maksat, onun ´küllî´ olan[21] esaslarıdır. Bu duruma göre de,

Her esasın küllî olması gerekir. Bu ebû meâlî´ye göre böyledir, el-kâdî´nın görüşüne göre ise, kat´î ya da zannî delillerin ortaya konul­ması, usul-ı fıkıh demek olan bu kıstaslara (kanunlara) bağlı ise ve on­lara vurulmadan, onlarla denenmeden o delillerle istidlalde bulunma imkanı yoksa, bu takdirde bu esasların, söz konusu deliller ayarında, hatta onlardan daha güçlü olmaları gerekir. Çünkü istidlal sırasında, delilleri ona vurmak, uygun düşmeyenleri atmak suretiyle sen, usûlü deliller üzerine hâkim kılmaktasın. Eğer bunlar kat´î olmasalardı, başkalarının sıhhatini ölçmek için nasıl kıstas olarak kullanılabilir­di [22]

Bunların bizatihi kendileri için istenmediklerine dair bir delil de yoktur. Bu itibarla, bunlarda kat´îlik arandığı hususu göz ardı edile­mez. Çünkü bunlar, diğerleri üzerine hâkim durumundadırlar; dola­yısıyla, mutlaka bunların derecelerine güvenilmesi gerekir ve işte o takdirde ´kıstas´ olarak kabulleri uygun olur. Yine, eğer bunların zannî olmaları caiz olsaydı, o takdirde konunun başında söz konusu edilen sakıncaların tamamı kendisini gösterirdi. Bu ise doğru değil­dir. Bütün bunlar teslim edilince, zannî olan şeylerin ´usûl´den sayıla­mayacağı bir ıstılah olarak yerleşecektir ve bu zannî olan hususların mutlak olarak ´usûl´ kapsamından çıkarılması için yeterli olacaktır. Buna rağmen, usûlde zikri geçen ve kat´î olmayan[23] hususlar ise, kat´î üzerine bina edilen, ondan aslî kasıtla değil tâbilik yolu ile ayrıntı ola­rak ortaya çıkan meselelerdir. [24]

İkinci Mukaddime



Bu ilimde kullanılan mukaddimeler ve kendisine dayanılan de­liller mutlaka kesin olmak durumundadır. Çünkü, eğer bunlar zannî olurlarsa, o takdirde istenilen neticeler de kesinlik ifade etmezler. Bu son derece açıktır. Bunlar ya; vâcib, caiz ve muhal gibi üç hükümde ifâdesini bulan aklî mukaddimelerdir; ya da yine aynı şekilde bu üç hükme dönük bulunan örfî (âdete dayalı) mukaddimelerdir. Zira âde­te dayalı olan delil ve mukaddimelerin de vâcib, caiz ve muhal olanları vardır. Veyahut da naklî olan mukaddime ve delillerdir. Bunların en üst düzeyde olanları, delâleti kati olmak şartı ile, lafzı mütevâtir olan haberlerle manevî mütevâtir olan haberlerden elde edilenlerdir; ya­hut da şeriatın kaynaklarının istikrası (taranması) neticesinde elde edilen neticelerdir. Şu halde bu ilimde söz konusu olan hükümler[25]

Üçü aşmayacaktır: vâcib, caiz ve muhal. Bunlara vuku ve adem-i vuku da ilâve edilebilir. Bir şeyin hüccet olup olmaması konusu ise, onun o şekilde (yani hüccet şeklinde) vuku bulup bulmamasına bağlıdır. Bir şeyin sahih ya da gayr-ı sahih olması ise ilk üç hükme yöneliktir. Bir şeyin 35 farz, vâcib, mendûb, mübâh, mekruh ya da haram olması ise usûl meseleleri içerisinde yer almaz. Bunları da usûl meseleleri içeri­sinde zikredenler, ilimleri birbirlerine karıştırmaları sonucunda bu hatayı yapmaktadırlar.[26] [27]

Üçüncü Mukaddime



Bu ilimde aklî deliller kullanıldığı zaman mutlaka, naklî deliller üzerine terkip edilmiş olarak, yahut onun tarîkini belirlemede veya menâtını (dayanağını, illetini) ortaya koymada ve buna benzer du-rumlarda kullanılır.[28]bağımsız delîl olarak kullanılmaz. Çünkü yapılan iş, şer´î bir konuda düşünmek ve bir neticeye varmak için çalış­maktır; akıl ise sâri´ (hüküm vaz´ma salahiyetli) değildir. Bu husus kelam ilmi (akâid) bahislerinde açıklanmış ve ortaya konulmuştur. Durum böyle olunca, aslî kasıtla dayanılan şey şer´î deliller (edille-i şer´iyye) olacaktır. Bu delillerde kat´îliğin bulunuşu ise —yaygın kul­lanılışa göre— yoktur veya son derece azdır. Buradaki deliller ifade­sinden teker teker ele alman delilleri kasdediyorum. Zira eğer bunlar haber-i vâhid türünden iseler, bunların kat´îlik ifade etmedikleri açık­tır. Eğer mütevâtir haberler iseler, bunların kat´îlik ifade etmeleri de, tamamı ya da büyük çoğunluğu zannî olan mukaddimelere bağlıdır. Zannî olan bir şeye bağlı olan şeyin de zannî olması gerekir. Çünkü mütevâtir haberlerin kat´îlik ifade etmesi, kullanılan kelimelerin mânâları ve nahvî görüşlerin nakline, müştereklik ve mecaz, şer´î ve örfî nakil, ızmâr, umûmun tahsîsi, mutlalan takyidi, neshedici delil, [36] takdim ve tehîr, akla aykırılık gibi hususların bulunmadığına dair ke­sin bilginin bulunmasına bağlıdır. Bütün bu ihtimallerle birlikte, onun kat´îlik ifade etmesi imkansızdır. Kat´îlik bulunduğu görüşünde olanla...
[Bu mesajın devamını görebilmek için kayıt olun ya da giriş yapın
Bu Sayfayi Paylas
Facebook'a Ekle
« Son Düzenleme: 27 Eylül 2010, 00:26:11 Gönderen: Ayten »
Kayıtlı

Müslüman
Anahtar Kelime
*****
Offline Pasif

Mesajlar: 132.042


View Profile
Re: Mukaddimeler
« Posted on: 25 Nisan 2024, 17:56:33 »

 
      uyari
Allah-ın (c.c) Selamı Rahmeti ve Ruhu Revani Nuru Muhammed (a.s.v) Efendimizin şefaati Siz Din Kardeşlerimizin Üzerine Olsun.İlimdünyamıza hoşgeldiniz. Ben din kardeşiniz olarak ilim & bilim sitemizden sınırsız bir şekilde yararlanebilmeniz için sitemize üye olmanızı ve bu 3 günlük dünyada ilimdaş kardeşlerinize sitemize üye olarak destek olmanızı tavsiye ederim. Neden sizde bu ilim feyzinden nasibinizi almayasınız ki ? Haydi din kardeşim sende üye ol !.

giris  kayit
Anahtar Kelimeler: Mukaddimeler rüya tabiri,Mukaddimeler mekke canlı, Mukaddimeler kabe canlı yayın, Mukaddimeler Üç boyutlu kuran oku Mukaddimeler kuran ı kerim, Mukaddimeler peygamber kıssaları,Mukaddimeler ilitam ders soruları, Mukaddimelerönlisans arapça,
Logged
27 Eylül 2010, 00:28:48
ღAşkullahღ
Muhabbetullah
Admin
*
Çevrimdışı Çevrimdışı

Cinsiyet: Bay
Mesaj Sayısı: 25.839


Site
« Yanıtla #1 : 27 Eylül 2010, 00:28:48 »

Soru: Bu bir çelişkidir. Çünkü inkârla birlikte ALLAH´ı bilmek mümkün değildir.

Cevap: Bu doğru değildir; inkâr ve tekziple de ilim hâsıl olabilir. Nitekim yüce ALLAH firavun kavmi hakkında: "gönülleri kesin olarak kabul ettiği halde, haksızlık ve büyüklenmelerinden ötürü onları bile bile inkâr ettiler.[127] buyurmuştur. Yine yüce ALLAH: "kendilerine kitâb verdiklerimiz, muhammed´i oğullarını tanıdıkları gibi tanır­lar. Onlardan bir takımı, doğrusu bile bile hakkı gizlerler."[128]ken­dilerine kitâb verdiklerimiz, muhammed´i çocuklarını tanıdıkları gi­bi tanırlar; fakat kendilerine yazık ettiler, çünkü onlar inanmaz­lar."[129]buyurmuştur. Yüce ALLAH bu âyetlerinde, onların hz. Muham-med´in peygamberliğine dâir bilgileri bulunduğunu ifade buyurmuş, sonra da onların inanmıyor olduklarını belirtmiştir. Bu da açıkça gös­teriyor ki, îmân ilimden başka birşeydir. Nitekim cehalet de küfürden ayrı bir şey olmaktadır.

Evet, amel edilmiş olmasa da genelde ilim bir fazilet olabilir. Meselâ furû-ı fıkhı ve teklifi hükümlerin karşısına çıkabilecek avarızı (engeller) bilmek gibi. Bu gibi meselelerin hâriçte vücut bulmadıkları farzedilse bile, bunlara dâir olan bilgi güzeldir, bu ilmi öğrenenler bundan dolayı sevap alırlar ve âlimlerin mertebesine ulaşırlar; ancak bu bizâtihî o ilmin kendisinden dolayı değildir, aksine o mesele ortaya çıktığında çözüm için o bilginin faydası olacağı ihtimâli bulunduğun­dan dır. Tabiatıyla bu durum, o bilginin bir vesile olmasına engel değil­dir. Mesela bir kimsenin namaz vaktinin henüz gelmediği, veyavakit gelse bile bir özre mebnî edâ imkanının bulunmadığı durumlarda, na-mazını kılabilir ümidiyle temizlikte bulunması (abdest) bir fazilettir. Kakat bu kişinin namaz kılmamak niyeti ile temizlikte bulunacağı farzedilse, bu takdirde kişinin temizliğinden dolayı sevap alması mümkün değildir. Aynı şekilde, ilim tahsil eden kimseler de, amel et­meyeceğim niyetiyle öğrenecek olsalar, bu ilimlerinin kendilerine bir faydası olmayacaktır. Bizzat gördük ve işittik ki, pek çok y ahûdî ve hı-ristiyan islâm dînini bilmektedirler; onun usûl ve furûuna dâir pek çok bilgileri vardır.[130]bununla birlikte küfür üzere bulunmaları dola­yısıyla bütün islâm ümmetinin icmâıyla, bu bilgilerinin kendilerine hiçbir faydası yoktur. .

Kısaca diyoruz ki; şer´î olan her ilim sadece amele götürmüş ol­maları açısından matlûpturlar; bizâtihî amaç değillerdir.

Fasıl:

İlmin üstünlüğünü câhillerden başka kimse inkar edemez. An­cak ilmin aslî ve tâbi olmak üzere iki amacı vardır:

Aslî amacını belirtmiş bulunuyoruz. Tâbi amacına gelince; bun­lar âlimlerin çoğunun ifâde ettikleri "alim, soyca öyle olmasa dâ şeref­lidir; câhil ise soyca şerefli de olsa değersizdir. Alimin sözü ister eşraf­tan olsun, ister sade vatandaş bütün insanlar hakkında geçerlidir; onun verdiği hüküm bütün insanları bağlar; ona tazim etmek bütün mükelleflere vâcibtir, çünkü hz. Peygamber´in makamında bulun­maktadır; zira âlimler peygamberlerin vârisleridirler. İlim güzellik­tir, maldır ve başka hiçbir şeyin denk olamayacağı bir rütbedir. İlim ehli sonsuza dek diridirler..." şeklindeki sözlerinde ifadesini bulan dünyada vesile olduğu övgü, saygı ve yüksek mertebe gibi hususlar­dır. Bütün bunlar, şer´an ilimden amaç olmayan şeylerdir. Nitekim ki­şi bu amaçlarla ibâdet edip ALLAH´a bağlanmaz; bununla birlikte ibâ­det eden kişi bunlara da ulaşır.

Sonra mücerred ilimde, başka hiçbir şeyde bulunmayan bir lez­zet vardır. Çünkü ilim, bilgiyle kavranan şey üzerinde bir nevi hâkimiyet kurmak, onu fethetmek anlamı taşır. Bir şeye vâkıf olmak ve onun üzerinde hâkimiyet kurmak tutkusu ise, insanın fıtratında olan bir şeydir ve insan kalbi hep buna meyyaldir. Bu ayrı bir konu­dur; delili ise tam tecrübe ve genel istikradır. Bu özelliğinden dolayıdır ki, ilim bazı kereler sırf haz almak, onu konuşmaktan lezzet duymak gibi amaçlarla talep edilir. Özellikle de akla büyük önem veren, düşünceye dayanın, bilinenden bilinmeyeni çıkarmaya çalışan ilimlar de bu motif önemli bir yer tutar.Ancak bu talî amaçlar, aslî amacın ya hizmetindedir ve onu del tekler; ya da öyle değildir:

Eğer aslî amacı gerçekleştirmeye yönelik ise, o takdirde başlan gıçta böyle bir amaç sahihtir. Nitekim yüce ALLAH övgü sadedinde "onlar: ´rabbimiz!bize eşlerimizden ve çocuklarımızdan gözümüzün aydınlığı olacak insanlar ihsan et ve bizi ALLAH´a karşı gelmekten sakı­nanlara önder yap!´ derler."[131] buyurmaktadır. Bazı selef-i sâlihten de: "ALLAHım! Beni takva sahibi kimselerin önderlerinden yap." diye duâ ettikleri nakledilmiştir. Hz. Peygamber´in sorusundaki mü´minin benzeri olan ağacın hurma ağacı olduğu abdullah´ın kalbi­ne doğduğu halde (teeddüben) söylememişti. Babası hz. Ömer bunu öğrenince, oğluna: "onu söylemiş olman, bana şundan şundan daha sevimli idi." demesi[132] yine kur´ân´da hz. İbrahim´in dilinden: "son­rakilerin beni güzel şekilde anmalarını sağla!"[133] buyurulması hep bu kabildendir. Aynı şekilde ahiretteki fazla sevabından dolayı ve benze­ri sebeplerle talepte bulunulmasının hükmü de aynıdır.

Eğer aslî amacı gerçekleştirmeye yardımcı olmayacaksa, daha başlangıçta böylesi bir gaye sahîh değildir. Riya, sefihlerle münazara, âlimlere karşı çalım satma, milletin teveccühünü kendisine çekme, dünyalık elde etme vb. Gibi amaçlarla tahsil edilmesi gibi. İlim talibi­nin bunlara benzer bir amacının bulunması durumunda öğrenmeye karşı rağbetsizlik; ilerlemeye karşı ise hırs gösterecek; bunun netice­sinde üzerine alıp başladığı şeylerin hakkını veremeyecek, kusurunu da itirafa yanaşmayacak; aklını hâkim kılacak, bilgisizce kıyaslar ya­pacak ve neticede kendisinden sual sorulan ve bilgisizce fetva veren, sonunda da hem sapıtıp hem de saptıran kimselerden olacaktır. ALLAH bizleri böyle bir duruma düşmekten muhafaza buyursun! Hadiste şöy­le buyurulmuştur: "alimlere karşı öğünmek, sefihlerle münazaralara girişmek, kendi etraflarınızda meclisler oluşturmak amacı ile ilim ta­lebinde bulunmayınız. Kim böyle yaparsa, o cehennemi boylar."[134]ALLAH rızası için öğrenilmesi gereken ilimleri, sadece dünya menfaat­lerini elde etmek amacı ile öğrenen kimse, kıyamet gününde cennetin kokusunu duyamaz."[135]buyurmuşlardır. Bir hadiste de kendilerine ´gizli sehvet´in ne olduğu sorulmuş, "kişinin, insanların etrafında toplanmaları için ilim öğrenmesidir."[136] karşılığını vermişlerdir. Yüce kur’ân´da da: "gerçekten, ALLAH´ın indirdiği kitâb´dan bir şeyi giz-ip dt, onu az bir değere değişenler var ya, onların karınlarına tıkın-´tlfkfl ancak ateştir. ALLAH,

Kıyamet günü onlarla konuşmaz ve onları nahlardan arıtmaz. Onlara elem verici azâb vardır."[137] [138]

Sekizinci Mukaddime




Şer´an muteber olan yani ALLAH ve rasûlünün sahiplerini mutlak olfirak medh u sena ettiği ilim, amele götüren, sahibini arzu ve heves-lnri ile her ne şekilde olursa olsun başbaşa bırakmayan; bilakis onun garoğini yerine getirmekle bağlı kılan, gönüllü gönülsüz onun kıstas-ınrına uymaya iten ilim olmaktadır.

Bu cümleden şu netice çıkmaktadır: talep ve tahsil hususunda ilim ehli üç mertebede bulunmaktadır:

A) Birinci mertebe:ilim talibi olup henüz kemâline ulaşamayan­lar.Bunlar ilitalebi yolun da henüz taklîd seviyesinde dirler. Bunlar, yükümlü olmanın, korkutucu ve müjdeleyici teşvikin neticesi olarak amelin içerisine girerler. Teklif yükü tasdikin şiddeti ölçüsünde hafif­ler. Bu mertebede, talebe dâir bilgi yeterli değildir; bunun haricinde mutlaka zecr (uyarma), kısas, had, tazîr ve benzeri bir motife (müeyyi­deye) ihtiyaç vardır. Bu tezimizin doğruluğuna dâir delil ikamesine ihtiyaç duymuyoruz. Çünkü insanların davranışları ile ilgili sürege­len tecrübeler (müşâhadeler), bu tezin doğruluğuna en küçük şüphe bırakmayacak mâhiyette deliller olmaktadır.

B) İkinci mertebe: ilmin burhanlarına vâkıf olan ve tam taklîd çu­kurundan çıkan, aklın tasdik ve itimat ederek tatmin olduğu veriler doğrultusunda basirete ulaşan kimseler bu mertebededirler. Ancak bunların ilimleri henüz akla mensup olup fıtrî bir özellik halini alma­mıştır; yani henüz insanda sabit bir meleke haline gelmemiştir. Bun­lar sadece sonradan kazanılan şeyler, aklın üzerinde tahakküm ettiği ezberlenmiş bilgiler şeklindedir. Elde edilmeleri hususunda akla iti­mat edilmektedir ve netice itibarı ile bunlar aklın tezleri cümlesinden olmaktadır. Bunlar uygulama içerisine girdiklerinde, birinci merte­bede bulunan tasdikten kaynaklanan kolaylığa ilaveten bir hafiflik bulunur; hatta aralarında bir mukayese bile söz konusu değildir. Zira bunlar tasdik görmüş burhana ulaşmakla birlikte tekzibe (inkâra) git­meleri birbirleri ile bağdaşmayacak şeylerdir. Kendilerinde hâsıl olan ilmin aksine davranışta bulunmak ´gizli tekzîb* cümlenindin olmak-ı tadır. Ancak bunların sahip oldukları ilim sıfatı henüz kendilerinde sabit bir meleke halini almadığı için, kendilerinde sabit bulunan şeh­vet, arzu ve heves gibi vasıflar, iki motiften daha güçlüsü olabilirler. Bu itibarla da ayrıca haricî bir motife (müeyyide) ihtiyaç söz konusu­dur. Şu kadar var ki, bunlar hakkında biraz daha hoşgörüyle dav-ranılır ve sadece hadler ve tazirlerle yetinilmez; aksine güzel âdetler, ulaştıkları mertebelere uygun talepler... Vb. Gibi ayrıca dikkate alına­cak hususlar da vardır. Bu mertebenin delili de tecrübeler ve müşâha-delerdir ancak bu kısım, birinciye nisbetle daha gizli bulunmaktadır. Dolayısıyla bu konuda, şer´î ilimlerde dikkat ve basiret sahibi, örf ve âdetlere vâkıf kimselerin yapması gereken ayrı bir tedkîke ihtiyaç vardır.

C) Üçüncü mertebe: bu mertebedeki kimseler için ilim artık ken­dilerinde sabit bir vasıf (meleke) hâlini almıştır ve bunlara göre ilim­ler aklen ilk plânda bedîhî olarak bilinmesi gereken ya da ona yakın olan hususlar mesabesindedir ve meydana geliş tarzına bakılmaz; ...
[Bu mesajın devamını görebilmek için kayıt olun ya da giriş yapın
Bu Sayfayi Paylas
Facebook'a Ekle
« Son Düzenleme: 27 Eylül 2010, 00:30:08 Gönderen: Ayten »
Kayıtlı

27 Eylül 2010, 00:31:52
ღAşkullahღ
Muhabbetullah
Admin
*
Çevrimdışı Çevrimdışı

Cinsiyet: Bay
Mesaj Sayısı: 25.839


Site
« Yanıtla #2 : 27 Eylül 2010, 00:31:52 »

1. Bildiğiyle amel etmek. Alimin sözü işine mutabık olur. Eğer sözü farklı, işi farklı ise o kendisinden ilim alınmaya ve o ilim­de kendisine uyulmaya ehil değildir. Bu mânâ "ictihâd" bah­sinde yeterince açıklanacaktır.

2. O ilimde bizzat üstadların elinde yetişmiş olması lâzımdır. İl­mi onlardan almalı, onlarla hep beraber olmalı, onların terbi­yesinde yetişmelidir. Böylece o da en uygun yolla üstadlarının lahip ulduğu vasıflara ulaşacaktır. Selef-i sâlihin duru­mu işto bu minval üzereydi.

bunların başında da sahabenin hz. Peygamber´e olan mülâzemetleri (sıkı sıkıya bağlılıkları) gelir. Sahabe her ne vo ondan nasıl sâdır olursa olsun, onun sözlerini ve fiillerini rehber olarak almışlar; onun murâd ettiğini anlamış olsunlar olma­sınlar ondan kendilerine intikal eden her şeye itimad etmişler; onların itiraz edilemeyecek doğru ve asla halel görmeyecek hikmet oldukları­na; onun kemâl koruluğuna asla nakîsanın giremeyeceğine kesin ola­rak inanmışlardı. Onların sahip oldukları bu özellik, elbetteki sürekli onunla olan beraberliklerinden, ona olan mülâzemetlerinden, sabır, itimâd ve güvenlerinden kaynaklanmıştı. Hudeybiye sulh andlaşması sırasındaki hz. Ömer´in tutumuna bakınız. Uzun bir hadis içerisinde anlatıldığına göre hz. Ömer ortaya çıkan müşkil vaziyyetten mütees­sir olmuş ve varıp hz. Peygamber´e

—Biz müslümanlar hak, düşmanlarımız bâtıl üzere bulunmu­yorlar mı Diye sormuş, hz. Peygamber:

—Evet öyledir, buyurmuş. Hz. Ömer:

—Biz müslümanların öldürülenleri cennette, onlardan öldürü­lenler ise cehennemde değiller mi Demiş. Hz. Peygamber:

—Evet öyledir, buyurmuş. Hz. Ömer:

—Bu halde dînimiz uğrunda bu denâeti niçin kabul edelim ALLAH bizimle onlar arasında hükmünü vermeden niçin dönelim Diye karşı çıkmıştı. Hz. Peygamber:

"—Hattâboğlu! Ben muhakkak surette ALLAH´ın peygamberiyim. O benim yardımcımdır ve o beni asla zayi edecek değildir." buyurmuş­lar. Hz. Ömer sabredememiş ve öfkeli vaziyette hz. Ebû bekir´e gel­miş. Ona da aynı şeyleri söylemiş. Hz. Ebû bekir kendisine: o muhak­kak surette ALLAH´ın peygamberidir. ALLAH onu asla zayi edecek değil­dir." demiştir... Sonunda ALLAH rasûlü´ne fetih haberi veren vahiy gel­miş ve rasûlullah hz. Ömer´i çağırtıp inen âyetleri okutmuş. O:

—Yâ rasûlallah! O (hudeybiye sulhu) bir fetih midir Diye sor­muş. Hz. Peygamber de:

—Evet! Buyurmuşlar. Bunun üzerine hz. Ömer sükûn bulup, kalbi ferahlayarak huzurdan ayrılmış.[191]

Bu durum, mülâzemetin, ulemâya boyun eğmenin ve müşkilatlı anlarda kesin delil ortaya çıkıncaya kadar onlara tahammül göstermenin faydalarındandır. Sıffîn gününde bu konuda sehl b. Hanîf "ey insanlar! Kendi görücünüzü itham ediniz. Vnllnhi, ben (hemen hu­deybiye sulhu sonrasında) ebû cendel´in anlaşma gereği müşriklere iade edildiği günde, eğer gücüm yetseydi, mutlaka rasûlullah´ın emri­ni reddederdim. Kendimi öyle görüyordum.[192] demiştir. Bu sözü o, kendilerinin çok zor durumda oldukları bir an için söylemiştir. Bu böyle o fetih sûresinin bu içinde bulundukları çok zor durumdan dola* yi şiddetli üzüntü ve kedere giriftar olduktan sonra kendilerine indiği­ni; bu şiddetli sıkıntı ve çıkmaz içerisinde iken kendilerini tuttukları-nı ve kendi görüşlerini terkederek hz. Peygamber´in emrine teslim ol­duklarını, sonunda kur´ân´ın indiğini ve böylece problemin ortadan kalktığını ifâde etmek istemiştir.

İlimde mülâzemet bundan sonra artık vazgeçilmez bir esas oldu. Tabiîn nesli, aynen ashabın hz. Peygamber´e olan mülâzemetleri gibi, sahabeye mülâzemette bulundular ve sonunda dinde anlayış sahibi kimseler oldular ve şer´î ilimlerde kemâl zirvesine ulaştılar. Bu esâsın doğruluğunu isbat için şu husus yeterlidir: kendisinden ilim alınan ve bu şekilde meşhur olan âlimlere bakınız, mutlaka onların kendi nesil­leri içerisinde aynı şekilde şöhret bulmuş bir üstadları olduklarını gö­receksiniz. Sapık bir fırka ya da ehl-i sünnete muhalif olan kimselerin mutlaka bu vasıftan yoksun oldukları görülmüştür. Zahirîlerden 1 im hazm´a bu şekilde eleştiriler yöneltilmiş, onun, ilmi üstadlardan ııl-madığı, onların edepleri ile edeplenmediği ileri sürülmüştür. İlimde rüsûh sahibi âlimler ise böyle değillerdir. Onlar ilimlerini üstad ı ur­dan almışlar ve onlara mülâzemette bulunmuşlardır. Dört imam ve benzerleri gibi.

3. Üçüncü alâmet ve işaret ise, ilmi aldığı kimseye iktidâda bu­lunması, uyum göstermesi ve onun edebiyle edeplenmesidir. Nitekim ashabın hz. Peygamber´e tabiîn neslinin ashaba olan ikti-dâlarını biliyoruz. Her nesilde de durum aynıdır. İmâm mâlik kendi emsallerinden işte bu vasfı ile temayüz etmiştir. İmam mâlik´i özel olarak zikretmemizin sebebi bu özelliğe son derece dikkat etmesi se­bebiyledir. Yoksa dînî konularda kendilerine tâbi olunan bütün âlimler aynı şekilde bu vasfa sahip bulunuyorlardı. Ancak imam mâlik bu konuda aşırı duyarlılıkla meşhur olmuştu. Bu özellik terke-dilince bid´atler başını kaldırmaya başlamıştır. Çünkü iktidânın ter­ki, onu terkeden kimsede temelini arzu ve hevese uymanın oluşturdu­ğu bir durumun ortaya çıktığının delilidir. Bu konunun izahı inşALLAH "ictihâd" bahsinde gelecektir.

Fasıl:

İlim tahsilinin iki yolu vardır:

1) müşâfehe: üstaddan bizzat şifahî olarak ilim almak: bu yol ilim tahsilinde iki açıdan dolayı en faydalı ve ve sağlıklı yol olmakta­dır:

A) Hoca ile öğrenci arasında ALLAH´ın koymuş olduğu bir husu­siyet bulunmaktadır ve ilim tahsilinde bulunan herkes bunu müşâhade etmektedir. Nice meseleler vardır ki, öğrenci onu kitaptan okumakta, ezberlemekte ve defalarca tekrar etmek­te fakat bir türlü anlamamaktadır. Aynı şeyi üstadın takrir etmesi durumunda ise anında anlamaktadır ve daha oracık­ta konu hakkında ilim sahibi olmaktadır. Bu anlayış ya hal karineleri veya öğretmenin öğrencinin hatırına gelmeyen fa­kat asıl problemi teşkil eden noktayı açıklaması gibi husus­lardan oluşan hissî bir durum neticesinde olmaktadır.

B) Ya da bunun ötesinde (manevi fetih diyebileceğimiz) başka bir şey vardır; yüce ALLAH öğrencinin b hocasının huzuruna va­rıp onun ilmine olan ihtiyacını ortaya koyarak durması, ona gönlünü açması neticesinde onun basiretini açmakta ve böy­lece öğrenci o meseleyi kolayca anlamaktadır. Bu bizce yadır­ganacak bir şey de değildir. Bu hususa "hz. Peygamber vefat ettiği zaman, (ilham kaynaklarının kesilmesi sebebiyle) sahabe kendilerini inkâr etmişlerdir." şeklindeki hadis işarette bulunmaktadır. Yine hanzala hadisi bu konu­da gayet açıktır. Bilindiği üzere hanzala el-üseyyidî, hz. Peygamber´e gelerek kendisinin huzurunda iken iyi halde ol­duklarını, hep manevî bir hava üzere bulunduklarını, fakat huzurdan ayrıldıklarında kendilerinde bu havanın kalmadı­ğını ifadeyle şikâyette bulunmuştu. Bunun üzerine hz. Pey­gamber kendisine: "siz eğer her zaman benimya-nımda bulunduğunuz gibi olsanız, melekler kanatlarıyla sizleri gölgelerlerdi." buyurmuşlardı.[193]hz. Ömer de: "rab-bime üç yerde muvafık düştüm." demiştir. Bunlar âlimlerle beraberliğin insana kazandırdığı meziyetlerdendir. Onların huzurunda olan öğrenciye, huzurunda olmadığı zaman açıl­mayan kapılar açılmaktadır. Bu beraberlik ve üstada olan mülâzemet, onun ahlâkı ile edeplenme ve ona tâbi olma ölçü­sünde ALLAH öğrenciye bir nur bahşetmekte ve ilim tahsilini ona kolaylaştırmaktadır.

Netice itibarıyla ilim tahsilinde bu yol her halükârda faydalı ve en emin yoldur. İlk nesillerden tahsil sırasında yazı yoluyla ilim alanim çok azdı. Onlar not tutmayı iyi karşılamazlardı. Nitekim imâm m&likbunu hoş karşılamamış ve kendisine de: "ya nasıl yapalım "di­ye soranlara: "ezberlersiniz, anlarsınız, sonunda kalbinize onun ay­dınlığı vurur ve onu yazmaya artık ihtiyaç duymazsınız." demiştir,[194] ömer´in de ilmin yazı yoluyla alınmasını hoş karşılamadığı rivayet edilmiştir. Unutkanlığın ortaya çıkıp, şeriatın yok olmasın­dan korkulduğu için insanlara bu ruhsat verilmiştir. Yoksa yazı hiçbir zaman hocanın yerini tutmayacaktır.

2. Mütâlâa: ilim tahsilinde ikinci yol da tasnif ve tedvin edilen kitapları mütâlâa etmektir. Bvda faydalı bir yoldur. Ancak iki şartı

Vardır:

A) O ilmin maksatlarını ve ıstılahlarını daha önceden öğrenmiş olmak ve o kitabın mütâlâası için gerekli olan altyapıya sahip olmak. Bu noktaya da daha önce arzettiğimiz birinci yolla ya­ni şifahî tahsil ya da ona bağlı usullerle ulaşılır. "ilim adamla -nn göğüslerinde idi. Sonra kitaplara intikal etti; fakat onla­rın anahtarları hep erbabının ellerinde kaldı." sözünün ma­nası işte budur. Kitaplar yalnız başlarına öğrenciye hiçbir şey vermezler; mutlaka hocaların onları açmaları, talebeyi elin­den tutarak onların içine sokmaları gerekmektedir.bu husuh müşâhade ile sabit bulunmaktadır.

B) İkinci şart, her ilimde ilk kaynaklar seçilmelidir. Her ilimdo ilk mütehassıslar, kendilerini konuya, sonra gelenlerden da­ha çok vermişlerdir. Bu görüşümüzün dayanağını da tecrübe ile haber oluşturmaktadır. Hangi ilim olursa olsun tecrübe ile açıkça sabittir ki, sonra gelenler, ilimde öncekilerin ulaşmış bulunduğu rüsûh mertebesine asla yetişememişlerdir. Ame-lî-nazarî her ilimde durum aynıdır. Öncekilerin (mütekaddi-mîn) dünya ve ahiretlerinin ıslâhı konusunda ortaya koyduk­ları amelleri ile, sonraki gelenlerin (müteahhirîn) amelleri farklıdır. Aynı şekilde onların ilimleri de daha köklüdür. Sahabenin şer´î ilimlere olan vukufları, tabiîninki gibi değil­dir. Tabiînden sonra gelen neslin ilmi de tabiînin ilmi ayarın­da değildir. Bu zamanımıza kadar böyledir. Onların hal terce-melerine, sözlerine, menkıbelerine vâkıf olanlar bunu açıkça görürler.

Görüşümüze delâlet eden habere gelince, hz. Peygamber hadislerinde "en hayırlı nesil içinde bulunduğum nesildir.sonra (lirayla) onları takip edenler, sonra da onları takip edenler..." buyurmuşlardır.[195] bu hadiste, her n...
[Bu mesajın devamını görebilmek için kayıt olun ya da giriş yapın
Bu Sayfayi Paylas
Facebook'a Ekle
« Son Düzenleme: 27 Eylül 2010, 00:32:46 Gönderen: Ayten »
Kayıtlı

27 Eylül 2010, 00:33:20
ღAşkullahღ
Muhabbetullah
Admin
*
Çevrimdışı Çevrimdışı

Cinsiyet: Bay
Mesaj Sayısı: 25.839


Site
« Yanıtla #3 : 27 Eylül 2010, 00:33:20 »

[188] İlmin gerçek ehlinin vasıflan birazdan açıklanacaktır.

[189] Buhârî, ilim 34; müslim, ilim 13; tirmizî, ilim 5; ibn mâce, mukaddime 8; dârimî, mukaddime 26; ahmed, 2/162,190.

[190] Müellif burada üç hata sebebi zikretmiştir: a) bir esasa bağlı fer´iden, başka bir fer´i doğmuş olabilir. Bu her iki ferin de kendilerine has ayrı ayrı esasları olduğu samlabilir ve bu problem doğurur; bu durumda istinbâta gitmez ve bekler, b) bazan birtakım fer´î meseleleri irca edecek bir esas bulamaz ve bek­ler, c) bazan fer´î meselenin iki esastan hangisine bağlı olduğu karışır. Bu du­rumda âlim tercih yollarından birisini kullanarak kendisince ağır basanı ter­cihe gider; fakat vâki mercâh olanı alır, veyahut da tercihe gitmeden bekler. Bu ve benzeri hataların ya da bir görüş beyanından çekinerek beklemenin âli­min ilmine, onun imamlığına bir zarar vermeyeceği açıktır. Nitekim imam mâlik bu geçen sebeplerden dolayı pek çok defa tevakkuf etmiş, daha önceki görüşlerinden rücûda bulunmuştur. Bu onun imamlığına nakîsa değildir.

[191] Bkz. Buhârî, cizye 18; cihâd 22; itisâm 7; müslim, cihâd 94-96; ahmed, 3/485-486. Hadisin sonrası ile pek bağlantısı kurulamamıştı

[192] Bir önceki notta geçen aynı kaynaklara bkz

[193] Bkz. Tirmizî, sıfatu´l-kıyâme 20; ahmed, 4/346

[194] Bizzat muvatta´ı tedyin etmii} birisi olarak imam mâlik´in kasdettiği, verdiği fetvalarla ilgili olmalıdır. Zira belki daha sonra görüşü değişecektir, fakat yazılan fetvaları çeşitli yerlere gidecek ve oralarda yerleşecek ve böylece bu­nun zararı olacaktır.

[195] Buhârî, şehâdet 9; fedâil 1; müslim, pedâil 210-214; ebû dâvûd, sünne 9; tirmizî, fiten 45; ibn mâce, ahkâm 27; Ahmed, 1/378...

[196] Yaklaşık rivayetler için bkz. Tirmizî, fiten 48; dârimî, eşribe 8; ahmed, 5/221-222.

[197] Buhârî, ilim 34; müslim, ilim 13; tirmizî, ilim 5; ibn mâce, mukaddime 8; dârimî, mukaddime 26; ahmed, 2/162,190

[198] Müslim, imân 232; tirmizî, imân 13; ibn mâce, fiten 15;ahmed, 17398; 4/83

[199] Nasr, 110/ 1-3

[200] Mâide, 5/3.

[201] İbn ebî şeybe antere´den tahrîc etmiştir, bkz. Âlûsî, 2/248.

[202] Şatibi, el-muvafakat islami ilimler metodolojisi, iz yayıncılık. 1/81-89

[203] Nisa, 4/141

[204] Ulemâdan birisi bu konu üzerine düştüğü bir notta âyetin haber mânâsında anlaşılmasının da caiz olduğunu belirtmiş ve o takdirde âyetteki "mü´minler" den muradın köklü îmân gereği doğrultusunda hareket edip, tam hazırlıkla­rını yapan, birlik ve beraberlik halinde bulunan, azim ve sebat sahibi olan müslüman cemâati olduğunu belirtmiş, sonra da bu vasıfta bulunan müslü-manların hiçbir zaman kâfirler karşısında mağlûp düşmediklerini ifâde et­miştir.

Ancak bu isabetli gözükmemektedir. Hz. Peygamber (as) ve ashabına kâfirlerin pek çok işkence ettiklerini, ıslâmın güçlü dönemlerinde cereyan eden haçlı savaşlarında kâh müslümanların, kâh haçlıların galebe çaldığını biliyoruz. "Allah içinizden inanıp,sâlih ameller (yararlı işler) işleyenlere, on­lardan öncekileri halef kıldığı gibi, onları da yeryüzüne halefkılacağına ... Dâir söz vermiştir." (24/55) âyeti nisa süresindeki âyetin ihbar mânâsına hamli gereğine delâlet etmez.... Va´d âyeti îmân ve sâlihamel ile kayıtlı iken nisa âyeti mutlak olarak zik redilmiştir. Bu itibarla nisa âyetini velayet anla­mına hamlederek "hiçbir kâfir müslüman üzerinde velayet hakkına sahip de­ğildir" gibi bir mânâ vermek âyetin hem vakıaya uygunluğunu hem de mutta-ritliğini temin edecektir.

[205] Bakara, 2/233.

[206] Dolayısıyla cereyan etmekte olan ve herkesçe zâten malum olan buhususun nafaka takdiri vb. Gibi konularda esas alınması için şer´an da benim­sendiğinin ifâdesi amacıyla inşâ anlamında yormak gerekecektir ki böylece âyetten beklenen yeni bir fayda elde edilmiş olsun. Ancak burada verdiği bu misal yukarıda bahsettiği üç şeyden hiçbirisi içerisine girmemektedir. Bu iti­barla müellif haberin vakıaya uygunluğu, teklîf-i mâ lâ yutâkın ve güçlüğün bulunmaması şeklinde belirlediği üç hususa "ya da daha önceden bilinmeyen yeni bir faydanın ortaya konması* diye bir dördüncüsünü eklese de bu misâli verseydi, konu daha açık olurdu

[207] Mâide, 5/93.

[208] Çünkü bu âyetin öncesinde geçen ve içkinin haram kılındığını ifâde eden âyet içkinin haramlığı konusunda ´nass´dır. Bu âyetin ´zâhir´i ise ona münâfîdir ve sözün siyakına uygun düşmemektedir. Bu itibarla içkinin, zahirin umûmu içerisine girmemesi gerekmektedir ki, içki yasağı bozulmuş olmasın, yasakla izinin aynı anda toplanması gibi teklîf-i mâ lâ yutak kabilinden bir netice orta­ya çıkmasın. Bu durumda ayrıca sebeb-i nüzul de göz ardı edilmemiş ola­caktır. Bu âyet bilindiği üzere içki yasağı indikten sonra "ölen arka­daşlarımızın durumu nasıl olacak Onlar ölmeden önce içki içerlerdi." deme­leri üzerine inmiştir. Sonra nass ile zahirin tearuzu durumunda nass takdim olunur. Bu şekildeki değerlendirmede bu husus da dikkate alınmış olacaktır.

[209] Mâide, 5/93.

[210] Bu şer´î meselelerin teker teker sayımını gerektiren bir iddiadır. Vakıa bu doğrudur. Ancak bizzat müellif de "ictihâd" bahsinde on sebepten dolayı pek çok hilafın dikkate alınacak türden olmadığını belirtecektir. Kaldı ki, burada söz konusu olan vera (takva) diğerlerinin kail bulunmadığı bir şart veya rükn ya da bir şeyin haramlığı veya vâcibliği gibi konulara riâyette bulunmakla il­gilidir. Öbür taraftan mubahla mendûb, veya sünnetle mübâh arasındaki ya da bir şeyin takdim ya da tehiri ile ilgili ihtilaflara gelince, bunlar üzerine ne bir haramlık ne de bir ibâdetin butlanı gibi bir netice terettüp etmemektedir. Dolayısıyla da bu tür ihtilaflar hilaftan çıkmanın veradan telakki edildiği türden değildir. Durum böyle olunca, bu konuda takva (vera) müellifin dediği gibi hakikaten en şiddetli güçlüklerden (haraç) biri midir Doğrusubuüzerin­de dikkatli düşünmeye muhtaç bir husustur.

[211] Bkz. Müslim, cennet 1; ebû dâvûd, sünnet 22; tirmizî, cennet 21; neseî, îmân 3; dârimî, rikâk 117; ahmed, 2/260...

[212] Çünkü o söylediği sâdece müctehidde geçerlidir. Mukallidde de geçerli ol­masını istemek —ki asıl soruyu teşkil eden kısım burasıdır— sıkıntıya (haraç) götürür.

[213] Şatibi, el-muvafakat islami ilimler metodolojisi, iz yayıncılık. 1/89-95

[Bu mesajın devamını görebilmek için kayıt olun ya da giriş yapın
Bu Sayfayi Paylas
Facebook'a Ekle
Kayıtlı

Sayfa: [1]   Yukarı git
  Yazdır  
 
Gitmek istediğiniz yer:  

TinyPortal v1.0 beta 4 © Bloc
|harita|Site Map|Sitemap|Arşiv|Wap|Wap2|Wap Forum|urllist.txt|XML|urllist.php|Rss|GoogleTagged|
|Sitemap1|Sitema2|Sitemap3|Sitema4|Sitema5|urllist|
Powered by SMF 1.1.21 | SMF © 2006-2009, Simple Machines
islami Theme By Tema Alıntı değildir Renkli Theme tabanı kullanılmıştır burak kardeşime teşekkürler... &
Enes