Konu Başlığı: Mukaddimeler Gönderen: Safiye Gül üzerinde 08 Ekim 2010, 11:17:03 BÎRÎNCİ BÖLÜM MUKADDİMELER 1- İslâm'ın Anlaşılmasında Siyret-İ Nebeviyye'nin Önemi Siyret-i Nebeviyye'yi ve onunla ilgili fıkhî hükümleri incelemekteki asıl gaye, yalnızca tarihi olayları öğrenmek değildir. Olay ve hikâyelerin tümünü ya da bir bölümünü anlatmak da değildir. Bunun için Siyret-i Nebeviyye ile ilgili fıkhi hükümleri incelemeyi, tarihî incelemelerden saymamız hatalı olur. Çünkü bu tür bir inceleme, geçmiş tarihî dönemlerden bir bölümü veya halifelerden birinin hayatını öğrenmek gibi bir şeydir. Halbuki; Siyret-i Nebeviyye ile ilgili fıkhî hükümleri incelemekteki asıl gaye, bir müslümanın Resûlullah'ın hayatına; birtakım prensipler, kaideler ve hükümler olarak iyice kavradıktan sonra, islâm gerçeğini O'nun mukaddes hayatında şekillenmiş ve heykelleşmiç olduğunu düşünebilmesidir. Yâni; Siyret-i Nebeviyye incelemesi, İslâm Hakikatinin Hz. Mu-hammed (s.a.v.)'in örnek hayatında eksiksiz olarak şekillendirme gayesini güden pratik bir çalışmadan başka değildir. îmdi bu maksada ulaşabilmek için bir plânlama ve tasnife girişecek olursak, bunu aşağıda açıklanan hedeflerde çerçeveleştirmek mümkündür. 1- Hz. Muhammed (s.a.v.)'in yalnız şahsî dehasıyla kavminin arasında tanınmış yalnızca bir dahî olmadığını; fakat onun bundan da önce, Allah katından bir vahiy ve tevfikle desteklenen peygamber olduğunu sezdirebilmek için yaşadığı çevreden ve hayatının, bütün dönemlerinden «peygamberlik şahsiyetini» kavramak. 2- insanın, karşısında erdemli bir hayat için en ideal bir örneği bulması... Çünkü O, bu örnekten kendisine tutunacak ve takib edecek bir düstur edinecektir. Halbuki bu insanın, en ideal örneği, hayatın neresinde ararsa arasın; yine en mükemmel ve açık şekliyle bu örneği Hz. Muhammed (s.a.v.) 'in hayatında bulacağında şüb-he yoktur. Çünkü Allah onu, bütün insanlığa rehber kıldı. Nitekim Cenâb-ı Hak: «Sizin için Allah'ın Resûlü'nde (takib edeceğiniz) pek güzel bir örnek vardır» buyurmuştur. Ahzâb sûresi, âyet: 21. 3- insanın, Kitabullah'ı anlamada, onun maksadlanrı ve ruhunu tatmada, kendisine yardımcı olacak şeyi de Resul uUah'ın siy-retini incelemekte bulması... Çünkü Kur'ân-ı Kerim ayetlerinin çoğunu ancak, Resûlullah'm başından geçen ve onun bulunduğu yerde cereyan eden hâdiseler aydınlatıyor ve tefsir ediyor. 4- Bir müslümanın, Resûlullah'm siyretini araştırma esnasında, tslâmî bilgi ve kültürün daha büyük miktarda onun yanında birikmiş olması... O bilgi ve kültürün akâid, ahlâk ve ahkâm ile ilgili olması aynıdır. Zira; Hz. Peygamber'in hayatı, İslâm prensip ve ahkâmının tümünü sergileyen yegâne canlı tablodur. 5- îslâm da'vetçisine ve muallimine, eğitim ve öğretim yönünden canlı örnek olması... Hakikaten Hz. Muhammed (s.a.v.)' öğüt verici bir muallim, faziletli bir eğitimci idi. O, da'vetinin çeşitli dönemlerinde eğitim ve öğretim metodlarımn en uygun olanını arayıp bulr mada hiçbir zaman gayreti elden bırakmadı. Hesûlullah'ın hayatını şu yukarıda saydığımız maksadlan gerçekleştirmede yeterli kılan en önemli şey, onun hayatının, insandaki sosyallik ve beşerilik yönlerini kapsamış olmasıdır. Çünkü insan bizatihi bağımsız bir fert veya toplumun faal bir uzvudur. Resûlullah (s.a.v.)'in siyreti, onun yolunda yürüyen" dürüst ve çevresine güven kazanmak isteyen bir genç için de, Allah'a da'veti kendine yol olarak seçen, hikmet ve güzel öğütle onun risâletini tebliğ etmek için bütün gücünü sarfeden insan için de, devletini ustalıkla idare edecek olan bir devlet başkanı için de, güzel muamelede örnek bir koca için de: Çocukları ve eşi arasında hak ve ödevleri tevzi ederken âdil davranmakla beraber şefkat ve merhameti elden bırakmayan bir baba olacak için de, yetenekli, sevk ve idareyi bilen usta bir komutan için de; hâsılı Allah'a karşı ibadetiyle, çevresine karşı münâsebetlerini çok iyi dengeleyen, şaka ile ciddiyi uyumlayabilen - her müslüman için de en güzel ve şaşmaz örnekler, Ölçüler sergilemektedir. Şüphesiz ki bu duruma göre, Resûlullah'm siyretini araştırmak demek, insanlığa «yaşamaya değer hayat» için en üstün ve en güzel yönetim biçimini canlı tablolar halinde sunmak demektir. [1] 2- Siyret-i Nebeviyye'nin Kaynakları Siyret-i Nebeviyye'nin kaynaklarını aşağıda şöyle sıralayabiliriz: Birincisi: Allah'ın kitabı Kur'ân-ı Kerim. Resûlullah'ın hayatına âit genel belirtileri anlamakta, mukaddes hayatın kısa dönemlerini kavramakta ilk dayanak Kur'an'dır. Bu yüce kitab, Resûlullah'ın hayatını iki yolla anlatır: Birinci yol: Hayatının bazı sahnelerini anlatmak... Bedir, Uhud, Hendek ve Huneyn savaşları hakkında inen âyetlerle, Resûlullah'ın hanımı Zeyneb b. Cahş'la evlenmesini anlatan âyetler gibi... İkinci yol: Hâdiselere ve olaylara açıklama getirmesidir. Bu da, bazan durumunda karışıklık bulunan konulara cevab vermek için veya bir kısmı gizli ve örtülü şeyleri açığa çıkarmak için, ya da müslümanların bakışını ibret ve öğüt yönüne çevirmek içindir. Bunların tümü, yalnızca, Resûlullah'ın herhangi bir uygulamasıyla ve-,ya onun siyretinin bir yönüyle ilgili olabilir. Bu haliyle de onun hayatının muhtelif dönemlerinde, birçok iş ve uygulamalarını bize açıklar. Ancak, Kur'ân-ı Kerîm'in, bütün bunlardan bahsetmesi, teferruatına dalmadan, kısa temas şeklinde olur. Resûlullah'ın siyretin-den herhangi bir yönünü açıklamada Kur'ân-ı Kerîm'in üslûbu, her ne kadar Kur'an'ın, Siyret-i Nebeviyye'nin bazı yönlerini açıklamadaki üslûbu çeşitlilik arzederse etsin, hâdise ve olayları kısa bir şekilde anlatmaktan ve genel çizgilerini belirtmekten öteye geçmez. Kur'ân-ı Kerim'in, eski milletlerin ve geçmiş peygamberlerin kıssalarını anlattığı her konuda durum böyledir. İkincisi: Hz. Peygamber'in sahih hadîsleri. Bu ikinci kaynak, sıdk (doğruluk ve emanet, güvenilirlik) leri ile tanınmış, hadis imamlarının derledikleri, Kütüb-i Sitte (altı kitab: Buharı ve Müslim'in sahihleri ile îbn-i Mâce, Tirmizî, Ebû Dâ-vud ve Nesaî'nin sünenleri) ile tmam Mâlik'in Muvatta'sı ve imamAhmed'in Müsned'i gibi hadis kitablarımn ihtiva ettiği hadîslerdir.. Bu ikinci kaynak, şümul ve tafsilât bakımından birinci kaynak (Kur'an)'dan daha geniştir. Ne var ki, zihnimizde, Hz. Peygamber'-in doğumundan vefatına kadarki hayatını, tam bir şekilde, bu hadîslerle canlandır amayız. Buna engel olan iki sebeb vardır: Birinci sebeb: Bu kitablardaki hadîslerin çoğu bildiğimiz fıkhi bâblara veya İslâm şeriatıyla ilgili konulara göre düzenlenmiştir. Bunun için, Hz. Peygamber'in hayatıyla ilgili ve onun hayatının bir yönünü açıklayan hadîsler, çeşitli bâblar (bölümler) arasında, dağınık ve serpilmiş olarak bulunmaktadır. İkinci sebeb : Hadîs İmamları, özellikle kütüb-i sitte sahihleri, Re-sûlullah'ın hadislerini ve sahih sünnetlerini toplarken, yalnızca onun siyretini nakletmeyi düşünmediler ki, hadîslerle delâletleri arasında bir bağlantı kursunlar. Onlar, sadece hadîslerden genel şer'î delâletleri yönünden yararlanabilmeyi düşündüler. Bu ikinci kaynağın şu özelliği vardır: Resülullah'tan vârid olan bu haberlerin büyük bir kısmı, ya Resûlullah'a veya haberin ilk kaynağı olan sahabîye kadar uiaşan sağlam senetlerle nakledilmiştir. Buna rağmen yine de onların arasında ihticac derecesine ulaşamamış zayıf haberlere de rastlamak mümkündür. Üçüncü Kaynak: Siyret Kitabları. Siyret konuları sahabe devrinde rivayet tarikıyla naklediliyordu. Yâni sahâbe-i kiram (r.a.) siyret konularını kendilerinden sonra gelenlere, sözlü olarak naklediyorlardı. Her ne kadar onların arasında Resûlullah'ın siyretine ve siyretin incelikleriyle, tafsilâtına özel bir dikkatle ilgi gösterenler var idiyse de; hiçbiri siyretle ilgili rivayetleri bir kitapta toplamayı veya onları biraraya getirmeyi düşünmemişti. Sonra Resûlullah'ın siyretini, tam bir dikkatle tabiiler, rivayet etmeyi üstlendiler. Çünkü onların çoğu, kendilerinde bulunan siyret haberlerini tedvin etmeye ve bunları sahifeler ve varaklar halinde toplamaya başladılar. Bunlardan Urve bin ez-Zübeyr (öl: 92 H.), Eban bin Osman (öl. 105. H.)( Vehb bin Münebbih (öl. 110. H), Şürahbil bin Sa'd (öl. 123. H.) ve îbn-i Şihab ez-Zührî (öl. 124. HJ'yi sayabiliriz. Ancak bu kişilerin yazdığı eserlerin tümü ,yok olup gitmiştir. Geri kalanlar ise dağınık bir şekildedir. Ki onların bir kısmını Taberî rivayet etmiştir. Diğer kısımların da - Vehb bin Münebbih'in yazdıklarından bir bölümdür- Almanya'nın Heidelberg şehrinde mahfuz olduğu söylenmektedir. Daha sonra, siyret konusunda kitab yazan müellifler ortaya çıktı. Onlardan Muhammed bin îshâk (öl. 152. H.) önde gelmektedir. Bunlardan sonra, başlarında Vâkıdî (öl. 207. H.) ve Tabakatü'1-Küb-r& adlı kitabın yazarı Muhammed bin Sa'd (öl. 130. H.)'ın bulunduğu diğer bir nesil ortaya çıktı. Araştırmacılar, Muhammed bin Ishâk'ın yazdığı kitabın, o döneme kadar siyret konusunda yazılanların en güvenilirlerinden sayıldığı üzerinde ittifak etmişlerdir[2]. Ne var ki; İbn-i tshâk'm «el-Meğâzi»'si o dönemde yazılmış, sonradan kaybolmuş kıymetli kitab-lar listesinde yer almaktadır. îbn îshâk'tan sonra, îbn His.âm diye bilinen Ebû Muhammed Abdülmelik geldi. îbn Ishâk'ın te'lifinin üzerinden yarım asra yakın bir zaman geçtikten sonra, îbn H:şâm, onun «Siyret»'ini yeniden gözden geçirip, bazı düzenlemeler yaparak rivayet etti. Bu durumda, tbn Hişâm'a nisbet edilen ve bugün ellerde bulunan «Siyret» kısaltılmış ve yeniden düzenlenmiş olarak, îbn îshâk'ın «Meğâzİ»'sinden ibarettir. Bu konuda îbn Hallikân şöyle diyor: «îbn-i îshâk'ın «Siyer ve Meğâzi» 'sinden Resûlullah'm hayatını derleyip, özetleyen ve yeniden gözden geçiren kişi îbn Hişâm'dır. Elde bulunan ve îbn Hişâm'ın Siyreti diye bilinen Siyret de işte bu kitaptır.[3] Bu yazarlardan sonra da, Siyret-i Nebeviyye konusunda kitab yazanlar birbirini izledi. Onlardan bir kısmı Siyret-i Nebeviyye'nin tümünü sunmaya, diğer bir kısmı ise Isbahâni'nin «Delâilü'n-Nü-büwe»'sinde, Tirmizi'nin *eş-Şemâil»'inde, îbn Kayyım el-Cevziyye'-nin «Zâdü'I-Meâd»'ında yaptığı gibi Siyret-i Nebeviyye'nin belirli yönlerini sunmaya gayret göstermişlerdir. [4] 3- İslâm'ın Doğuşu İçin Arap Yarımadasının Beşik Olarak Seçilmesinin Sırrı Hz. Peygamber (s.a.v.)'in doğum yeri olan Arap Yarımadası'n-dân ve yüce Resûl'ün hayatından s öz etmeye başlamadan önce, Bi'-set-i Muhammediye'nin bu bölgede ortaya çıkmasını ve İslâm Da'-vetinin başkalarından önce Arapların eliyle gerçekleşmesini gerektiren ilâhî hikmeti aydınlatmamız icâb eder. Bunu açıklamak için öncelikle, Arapların Özelliklerini ve İslâm öncesi mizaçlarını bilmemiz gerekir. Ayrıca üzerinde yaşadıkları coğrafi bölgeyi ve konumunu göz önünde bulundurmamız gerekir. Buna karşılık, o zamanki Fars, Bizans, Yunan ve Hint gibi diğer milletlerin mizaçlarını, yaşama biçimlerini ve medenî özelliklerini de düşünmemiz icâb eder. O halde ilk olarak, Arap Yarımadası civarında yaşayan İslâm öncesi milletleri, içinde bulundukları durumu kısaca gözden geçirelim : O vakitler dünyaya iki süper devlet hâkimdi. Medem uuayayı, ikisi aralarında paylaşmıştı. Bu iki devlet: İran ve Bizans... Bunların arkasından Hint ve Yunan gelmekteydi. Söze İran'dan başlayalım. İran, birbiriyle çarpışan çeşitli dini -felsefî şübhelerin boy attığı bir alandı. Yönetimi elinde bulunduran kişilerin desteklediği Zerdüştlük bunlardan biriydi. Kişinin anasıyla, kızıyla veya bacısıyla evlenmeyi üstün tutması temel felsefe-sindendi. Hattâ milâdi beşinci asrın ortalarında hüküm süren II. Yezdücerd kendi kızıyla evlenmişti. Bu çeşit, çirkinliklerin ve ahlâkî yozlaşmanın sadece bir yönüdür. Onların hepsini burada saymaya imkân yoktur. İmam Şehristanî'nin dediği gibi; İran'da başka bir düşünce üzerine kurulmuş «Mazdekçilik» de vardı. Mazdekçilik; insanların suda, ateşte ve otlaklarda ortak oldukları gibi, bütün mallarda ve kadınlarda da ortak olduklarını savunarak, tüm kadınları helâl, bütün mallan da mubah ilân etmişti. Bu ideoloji nefislerine ve zevklerine düşkün olanlar tarafından büyük bir ilgi ile karşılandı ve alkışlandi.[5] bizans'a gelince; oraya da sömürgecilik ruhu hâkim olmuştu. Bir taraftan kendi içinde, diğer taraftan Mısır ve Suriye Hrîstiyan-ları arasında meydana gelen dini ihtilâflar yüzünden başı dertte İdi. Bizans, azgın nefislerin ve aşın isteklerin işaret ettiği ölçüde Hristiyanlığı değiştirmek ve oyuncak haline getirmek için kıyasıya bir savaşta kendi askeri gücüne ve sömürgecilik arzusuna dayanmaktaydı. Aynı zamanda, Bizans, çöküntü yönünden İran'dan geri kalmıyordu. Aşırı vergilerden ve alıp yürüyen rüşvetten kaynaklanan iktisadî zulüm, gerileme ve ahlâksızca yaşayış Bizans'ın geleceğini karartıyordu. Yunanistan da, hiçbir faydalı sonuca varmaksızın müptelâ oldukları felsefî münakaşa ve hurafelerin fesadı içinde boğulmaktaydı. Bir de Hindistan'a bakalım: Üstad Ebû'l-Ha^an el-Nedevi'nin de naklettiği gibi; «Hint tarihçileri, Hindistan'ın dinî, ahlâki ve sosyal bakımdan en geri devirlerinden birinin, milâdın altıncı asrının başlarına rastladığı kanaatinde birleşmektedirler. Hindistan da komşu ve dostlarıyla birlikte bu ahlâkî ve içtimaî çöküntüden nasibini almıştı.[6] Bu çeşitli milletlerin içinde bulundukları çöküntü ve sıkıntıya onları düşüren müşterek kader, yalnızca maddi değerlere dayanan; fakat doğru yolda kendilerine rehberlik edecek ideal bir örnekten mahrum medeniyet ve uygarlıktır. Bu itibarla, medeniyet çeşitli kaynak ve dayanaklanyla sebeb ve araçtan başka birşey değildir. Eğer bu medeniyetin sahihleri, doğru düşünce ve ideal örnekten mahrum iseler; bu medeniyet onların elinde ızdırap ve sıkıntı çukuruna düşmeye sebeb olur. Eğer bu medeniyet sahihlerine, ilâhi vahiy ve din vasıtasıyla oluşan yol gösterici aklın ölçüsü verilirse; bu medeniyet ve uygarlığın tüm değerleri, mutluluğa götüren güzel sebebler oluverir. Biraz da Arap Yarımadası'ndan bahsedelim. Arap Yarımadası, yukarıda saydığımız ızdırap kaynaklarından uzak ve sakin bir halde idi... Yarımada sakinlerinde, ahlâkî çöküntüyü hızlandıracak, herşeyi mubah görecek ve bunları dinî bir çerçeve içinde sunacak tran medeniyetindeki faktörler ve konfor yok idi. Yine onlarda, komşularını hâkimiyetleri altına almak için Bizans'ın askerî saldırganlığı da yoktu. Yunan'ın söz düellosu ve felsefe bolluğu da yoktu ki onlarda hurafe ve mitolojinin kurbanı olsunlar... Arapların tabiat ve mizaçları, henüz bir potada erimemiş ham maddeye daha çok benziyordu. Onların tabiatında, temiz insanlık fıtratı gözüküyordu. Ayrıca, iffet, intikam duygusu, sözünde durma, cömertlik ve mertlik gibi insanî davranışlara doğru ciddî yönelişler gözüküyordu. Ama ne var ki onlar kendilerine doğru yolu gösterecek bilgiden mahrum idiler. Zira onlar ilk yaratıldıkları hâl üzere, basit bir cehaletin karanlığı içinde yaşıyorlardı. Bundan dolayı, insani değerler© varan yoldan sapmaları kendilerine hâkim oluyor; iffet ve şerefini korumak maksadıyla da; çocuklarını öldürüyorlar, cömert görünmek için zarurî mallarını telef ediyorlar ve intikam ve yiğitlik duygusunun etkisiyle aralarında çıkan savaşlarda her tarafı yakıp yıkıyorlardı. Yüce Allah: «Doğrusu siz, bundan önce sapıklardan idiniz[7]» âye-tiyle onları «sapıklıkla vasıflandırdığı vakit, bu durumu kasdet-miştir. O zamanki diğer milletlerin durumu mukayese edilince bu sıfat (sapıklık) akılsızlıklarından ziyade özürlü olduklarına işaret eder. Bu demektir ki, diğer milletler medeniyet, kültür ve uygarlık meş'aleleriyle kendi sapıklıklarına çare arıyorlardı. Yâni doğru yolu bulmaya uğraşıyorlardı. Bundan dolayı da, fesat bataklığında durmadan görüş, fikir, plân ve proje değiştiriyorlardı. Sonra Arap Yarımadası - coğrafî konumuna nisbetle - bu milletlerin arasında orta noktada yer almaktadır. Bugün Arap Yarımadası'na bakan bir kişi -Üstad Muhammed el-Mübârek'in de dediği gibi - onun, iki medeniyetin tam orta noktasında durdı-^unu görecektir. Bu iki medeniyetten biri inşam soysuz bir şekilde takdim eden maddeci batı medeniyeti; diğeri ise Uzak-Doğu'da, Çin, Hint ve civar yerlerde yaşamış hayalci - ruhçu bir medeniyet.[8] Yarımadadaki Arapların ve çevrelerindeki diğer milletlerin islâm öncesi durumlarını şöyle bir gözümüzün önünde canlandırdığımız zaman; Resûlullah'ın doğumu ve bi'seti ile, başka yerlerin değil de, Arap Yarımadası'nm şereflenmesini gerektiren ilâhî hikmeti açıklamamız, daha da kolaylaşmış olur bize. Ayrıca dünyanın bir ucundan öbür ucuna kadar bütün insanlığı Allah'a kul olmaya çağıran İslâm'ın Da'vet meş'alesini, her tarafa götüren ilk daVetçi-lerin, Arap olmasını gerekli kılan ilâhî kaderi de açıklamak, kolaylaşır bize. Bazı kişiler şöyle zannediyorlar: Bâtıl din ve sahte medeniyet mensupları, kendi durumlarını ve üzerinde bulundukları hâli iyi gördüklerinden ve içinde bulundukları fesad haliyle övündüklerinden ötürü tedavileri ve doğru yola getirilmeleri çok güç olur. Ama hâlâ inceleme ve araştırma safhasında olup, cehaletlerini inkâr etmeyerek, kendilerinin ilim, medeniyet ve kültürden hiçbir nasiplerinin olmadığını savunan insanlar; tedaviye ve doğru yola getirilmeye daha yatkın insanlardır... Bize göre bu düşünce doğru değildir. Zira bu gibi bir yorum, gücü sınırlı, dayanma gücü belirli bir kişiye nisbetle doğru olur. Çünkü o, kolayla zoru birbirinden ayırır. Böyle olunca da, rahatlığı arzulayıp, zorluktan hoşlanmadığı için, zorluktan kaçıp, kolaylığı tercih eder. ilâhî kader, Iran, Bizans veya Hint diyarlarından bir yöreyi, îslâm Da'vetinin doğuş yeri olarak seçmeyi murad etseydi; elbette-ki islâm Da'vetinin başarıya ulaşması için Arap Yarımadası'nda hazırladığı sebeb ve şartları, orada da hazırlardı. Çünkü tüm sebeb ve şartların yaratıcısı Allah olduğuna göre, bu iş ona hiç de zor - gelmezdi. Fakat bu seçimdeki hikmet; Yüce Allah'ın da buyurduğu gibi, Hz. Muhammed'in nübüvvetinde insanlar şübheye düşmesin, da'vetinin doğruluğunda kimsenin kalbinde şübhe tohumları filizlenmesin diye; Hz. Peygamberin okuma-yazma bilmeyen bir ümmi olmasını gerektiren hikmet türündendir. Yine, Hz. Muhammed'in peygamber olarak gönderildiği toplumun komşu milletlere nisbetle ümmî bir toplum olması bu ilâhî hikmetin bir tamairJayıcısıdır. Yâni Araplar komşu medeniyetlerden etkilenmediler ve onların felsefeleriyle ilgi kuramadılar. İnsanlar, Hz. Peygamber'i, komşu devletlerin uygarlıklarına, yeryüzünden silinip gitmiş milletlerin tarihine ve eski semavî kitablara vâkıf olmuş bir kişi olarak tanısalardi; şübhesiz ki onların kalblerine şübhe girmesinden korkulurdu. Aynı şekilde, İslâm Dâvası; Bizans, Yunan veya Iran gibi tarih, felsefe, medeniyet ve kültürde belli bir seviyeye ulaşmış milletler arasında zuhur etseydi; elbette yine kalblere şübhe girmesinden korkulurdu. Çünkü nice saçma fikir ve şübhe tohumları ortaya atan kişiler; eşsiz medeniyet ve mükemmel hukuk sistemi olan İslâm dâvasını ortaya çıkaran âmillerin, felsefî fikirler ve medeniyet tecrübeleri olduğunu iddia ederlerdi. İşte Kur'ân-ı Kerim: «O ümmîler içinde, kendilerinden bir pey-' gamber gönderdik ki, bu peygamber onlara, Allah'ın âyetlerini okur, onları temizler, onlara Kitab'ı, hikmeti öğretir. Halbuki, onlar daha evvel gerçekten apaçık bir sapıklık içinde idiler[9] buyurarak sarih bir ifade ile bu hikmeti dile getirir. Allah Teâlâ'nın iradesi; Peygamberinin, büyük çoğunluğunun ümmi olduğu bir toplumun içinden çıkmasını ve yine kendi elçisinin de ümmi olmasını gerekli gördü ki; îslâm Şeriatı ve Nübüvvet mucizesi zihinlerde apaçık bir şekilde yer etsin ve diğer beşeri ideolojilerle onun arasında herhangi bir karışıklığa meydan verilmesin. Açıkça görüldüğü gibi bu husus, kullarla ilgili büyük bir rahmeti kapsamaktadır. "lir araştırıcı kafaya gizli, saklı kalmıyacak diğer hikmetler de şunlardır. Aşağıya şöylece özetliyoruz onları: 1- Bilinen bir gerçektir ki; Yüce Allah, Kabe'yi insanlar için bir emniyet .ve toplantı yeri yapmıştır. Yine Kabe'yi dini farizaları yerine getirmek ve ibâdet etmek için insanlara tahsis ettiği ilk bina kılmıştır. Mekke vadisinde, peygamberler babası Hz. İbrahim'in da'vetini gerçekleştirmiştir. Bu mübarek yerin, babamız İbrahim (as.)'in dini olan îslâm Da'vetine beşik olması ve yine peygamberlerin sonuncusu Hz. Muhammed'in doğumunun ve bi'setihin yeri olması da bunların tamamlayıcısı ve gereğidir. Hz. Muhammed (s. a.v.), Hz. İbrahim soyundan olduğuna göre bu niye olmasın ki!... 2- Daha Önce de belirttiğimiz gibi, Arap Yarımadası'nın çeşitli milletlerin tam ortalarında yer alması sebebiyle, da'vet işini yürütmeye çok elverişlidir burası. Komşu devlet ve milletlerin arasında, İslâm Da'vetinin kolayca yayılmaya başlamasının başlıca sebeblerinden biri de budur. İslâm'ın ilk yıllarında ve Râşid Halifeler döneminde, İslâm Da'vetinin yayılış seyrine bir göz atacak olursak, bunun doğruluğunu bariz bir şekilde göreceğiz... 3- İlâhî kader, Arapça'nın îslâm Da'vetinin dili, Allah'ın kelâmının tercümanı ve bizlere tebliğ için ilk vasıta olmasını gerekli gördü. Biz dillerin tüm özelliklerini derinlemesine araştırıp, aralarında bir mukayese yapmış olsak; Arapçanm, diğer dillerde pek az bulunan özellikleriyle hususiyet arzettiğini göreceğiz elbet. Çeşitli ülke ve kentlerdeki ilk müslümanlarm dilinin Arapça olması ne kadar anlamlı değil midir?! [10] 4- Peygamberlerin Sonuncusu Hz. Muhammed (s.a.v) Ve Davetinin Geçmiş Semavî Davetlerle İlgisi Hz. Muhammed Aleyhissalâtü Vesselam, Peygamberlerin sonuncusudur ve ondan sonra artık peygamber yoktur. Müslümanların üzerinde ittifak ettikleri ve zarûrat-ı diniyye'den bildikleri şeylerden biri de budur. Resûlullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: «Benimle, benden önceki peygamberlerin misâli, şu kişinin misâli gibidir: Bu adam bir bina kurmuş ve binayı güzel yapıp, süslemiş, yalnız köşelerinden bir köşede bir kerpiç yeri eksik kalmış. Bu vaziyette halk, binayı dolaşmaya başlarlar, binayı çok beğenirler ve «Keski şu bir tek kerpiç de konulmuş bulunsaydı!» derler, tşte ben o, (yeri boş bırakılan) kerpicim. Ben peygamberlerin sonuncusuyum[11]». Resûlullah'ın da'veti ve onun da'vetinin geçmiş peygamberlerin da'veti ile alâkasına gelince, yukarıda zikredilen hadîsin de işaret ettiği gibi, onun da'veti, geçmiş peygamberlerin da'vetlerini te'kid ve tamamlamak esası üzerine kurulmuştur. Bunun anlamı şudur: Her peygamberin dâvası iki temel prensip üzerine kurulur: Birincisi akide (inanç); ikincisi ise, şeriat (hukuk) ve ahlâktır. Akideye gelince, onun muhtevası, Hz. Âdem'in peygamber olarak gönderilmesinden, ta peygamberlerin sonuncusu Hz. Muhammed (s.a.v.)'e gelinceye kadar değişmemiştir. Bunlar ise Allah'ın vahdaniyyet (birlik) ine, O'nun Zât-ı ulûhiyyetine yakışmayan sıfatların her türünden münezzeh olduğuna inanmak, âhiret gününe, insanların öldükten sonra hesaba çekileceklerine; Cennet ve Cehennem'e inanmaktır. Böylece her peygamber kendi halkını, bu hususlara iman etmeye çağırıyordu. Onların tümü kendinden önceki peygamberlerin da'vetini tasdik ederek, kendinden sonra gelecek peygamberin peygamberliğini de müjdeleyerek geliyordu. İşte böylece, peygamberlerin halkı itâata çağırmak ve tebliğ etmekle yükümlü oldukları -Tek Hakikat»! pekiştirmek için çeşitli kavim ve milletler birbirini izledi. Dikkatle bakalım! Onların çağırdıkları tek hakikat; peygamber seçme ve din gönderme hakkının yalnızca Allah'a âit olduğudur. Cenâb-ı Hak Kur'ân-ı Kerim'de, şu âyet ile bu gerçeğe işaret ediyor: «Allah, Nuh'a buyurduğu şeyleri size de din olarak buyurmuştur. Ey peygamber! Sana vahyettik, İbrahim'e, Musa'ya- ve isa'ya da buyurduk ki: «Dine bağlı kalın, onda ayrılığa düşmeyin.» Putperestleri çağırdığın şey, onların gözünde büyümektedir. Allah dilediğini kendine seçer. Kendisine yöneleni de doğru yola eriştirir"».[12] Esasen, akide konusunda, peygamberlerin da'vetlerinde bir ihtilâfın olduğu düşünülemez. Çünkü akide konuları, ihbar türünden-dir. Birşeyden haber vermeye gelince; haber konusunda doğru sözlü olduğunu kabul ettiğimiz iki haberci arasında, verdikleri haber konusunda ihtilaflı olmaları düşünülemez. Peygamberlerden birinin insanlara, Allah'ın üçün üçüncüsü olduğunu bildirmek -Hâşâ- için gönderildiğini, ondan sonra gelen bir başka peygamberin de; Allah'ın bir olduğunu, eşinin ve ortağının bulunmadığım açıklamak için görevlendirildiğini; her iki peygamberin de Allah'tan aldıklarını açıklamada doğru sözlü olduklarını savunmak aklın kabul etmeyeceği bir husustur. Akide konusundaki durum budur. Teşriî konusuna gelince; teşriî kelimesi, fert ve toplum hayatını düzenleme ve hükümler koyma anlamında kullanılmaktadır. Bir peygamberle diğer peygamberin (AUah'm salât ve selâmı hepsinin üzerine olsun) şeriatı arasında keyfiyyet ve kemmiyyet bakımından birtakım farklar bulunuyordu. Bunun sebebi de, teşri'in (şeriat koyma) ihbar türünden değil de, inşâ (istek) türünden oluşudur. Akide konusunda söylediklerimiz, teşriî konusunda söylenemez. Zira, çeşitli kavim ve milletlerin varlığının, zamanın değişmesinin şeriatların değişmesinde ve çeşitli olmasında önemli etkisi vardır. Ayrıca, teşrii fikrinin temeli, kulların dünya ve âhiret maslahatına dayandığı sebebi de, bu konuda önemli bir etkendir. Buna, geçmiş peygamberlerden herbirinin peygamberliklerinin belirli bir ümmet (milletle mahsus olduğunu ve bütün insanlar için umumî olmadığını da ilâve edebiliriz. Buna göre, şer'î hükümler de, o ümmetin kendi hususiyetleriyle birlikte belli bir çerçeve içinde sınırlandırılmıştır. Meselâ, Mûsâ (a.s.î israil Oğullarına gönderilmişti. O zamanki şartlar, Mûsâ (a.s.)'nın şeriatının -İsrail Oğullarının durumuna göre - ruhsatlar üzerine değil de, katı bir şekilde azimetler üzerine kurulmasını gerektiriyordu. Fakat, bir müddet geçtikten sonra Efendimiz îsâ Aleyhisselâm onlara peygamber olarak gönderildi. Hz. İsâ (a.s.) onlara daha önce Mûsâ (a.s.)'nın getirdiği şeriattan daha kolay bir şeriatı tebliğ etti. Bu hususta, Hz. İsa'nın İsrail Oğullarına yaptığı konuşmada; Cenâb-ı Hakk'ın onun dilinden buyurduğu şu âyete bakınız: «...Benden önce gelen Tevrat'ı tasdik etmekle beraber, size yasak edilenlerin bir kısmını helâl kılmak üzere, Rabbinizden bir âyet getirdim....[13] Hz. İsa İsrail Oğullarına, kendisinin akide işleriyle alâkalı konularda Tevrat'ta bulunan şeyleri tadik ve te'kid edici, da'veti de yenileyici olduğunu açıklamıştı. Haram ve helâl hükümleriyle, tesrii duruma gelince, hakikaten o, bir kısım değişikliklerle, bazı kolaylıklar sağlamak ve katlandıkları katı hükümlerin bir kısmını yürürlükten kaldırmakla görevlendirilmişti. Buna göre her peygamberin peygamberliği akide ile teşriî (hukukî) durumu kapsar. Bir peygamberin akide konusundaki çalışması, herhangi bir değişiklik yapmaksızın, önceki peygamberlerin getirdiği akidenin Özünü te'kid etmekten başka birşey değildir. Teşri'e gelince; her peygamberin şeriatı, desteklediği veya sustuğu konular hariç; önceki şeriatı yürürlükten kaldırır. Bu görüş, «Aksi varid olmadıkça bizden öncekilerin şeriatı, bizim şeriatunız-dır» diyenlerin görücüdür. Yukarıdaki açıklamalardan da anlaşılacağı üzere, değişik «Semavî Dinler- yoktur; ama değişik «şeriatlar, vardır, tlâhî kaderin, tebliğcisini, bütün peygamberlerin sonuncusu yaptığı büyült semavî şeriat gelip yerleşinceye kadar, her sonraki şeriat, kendinden öncekini yürürlükten kaldırmıştır. Hak dine gelince, o da tekdir. Bütün peygamberler Hz. Âdem'den Hz. Muhammed (s.a.v.)'e gelinceye kadar ona inanmayı emretmek ve ona da'vet etmek için gönderilmişlerdir. O «hak din» ise yalnızca İslâmiyet'tir. Hz. İbrahim de, Hz. İsmail de ve Hz. Ya'kub (Allah'ın salât ve selâmı onların üzerine olsun) da aynı Hak Din ile gönderildi. Cenâb-ı Hak şöyle buyurur: «Kendini bilmeyenden başka kim İbrahim'in dininden yüz«çevirir? Andolsun ki biz onu dünyada beğenip seçmişizdir. O, şübhe-siz ki, âhirette de muhakkak sâlihlerdendir. Rabbi ona: «(Kendini Hakk'a) teslim et» dediği zaman, o, «Âlemlerin Rabbine teslim oldum (müslüman oldum)» demişti İbrahim bunu oğullarına da tavsiye etti. Ya'kub da: «Ey oğullarım! Allah sizin için (İslâm) dinini beğenip, seçti. O halde, siz de (başka değil) ancak müslümanlar olarak can verin![14]» dedi. Hz. Musa Aleyhissel âm da aynı hak dinle gönderilmişti. AHahü Teâlâ, FIr'avun'un büyücülerinden şöyle bahsediyor: «Biz büyücüler şüphesiz ki, nihayet (ölerek) Rabbimize dönücüleriz, dediler. Sen bizden başka bir sebeble değil, ancak Rabbimizin âyetlerine onlar oize geldiği zaman iman ettik diye intikam alıyorsun». (Sonra şöyle niyaz ettiler): «Ey Rabbimiz! Üstümüze sabır yağdır, bizi müslümanlar olarak öldür[15]. Hz. îsâ da yine aynı «Hak Din» ile gönderilmişti. Allahü Teâlâ bu konuda da şöyle buyuruyor: «İsâ onlardan (ısrar ile taşan) küfrü hissedince dedi ki: «Allah'a doğru giden yolda bana yardımcı olacaklar kim?» Havariler: «Biziz, Allah'ın yardımcıları. Allah'a inandık. Sen de (ey tsâ) şahid ol ki, biz muhakkak müslümanlarız» dediler.[16] Bazan deniliyor ki; Hz. Musa'ya bağlı olduklarını iddia eden kişiler, tüm peygamberlerle gönderilen «Tevhid Akidesinden ayrı, başka bir akideyi niçin benimsiyorlar? Yine, Hz. îsâ'ya bağlılıklarını savunan kişiler, neden özel bir akideye inanıyorlar? Bunun cevabı Allah Azze ve Celle'nin Kitab-ı Kerim'inde buyurduğu şu âyette verilmiştir: «Allah indinde, Hak din, islâm'dır. Kitab verilenler (başka suretle değil) ancak kendilerine ilim geldikten sonra, aralarındaki ihtirastan dolayı, ihtilâfa düştüler. Kim Allah'ın âyetlerini inkâr ederse, şübhesiz ki, Allah hesabı pek çabuk görendir.[17] Ve yine Cenâb-ı Hak Şûra sûresinde şöyle buyurmuştur: «Onlar ancak, kendilerine ilim geldikten sonra, aralarındaki ihtirastan dolayı, ihtilâfa düştüler. Eğer belirli bir süre için Rabbinin verilmiş sözü olmasaydı, aralarında muhakkak hüküm verilmiş (herşey olup bitirilmiş) ti bile. Onlardan sonra, kitaba mirasçı yapılanlar da ondan mutlak bir tereddüt içindedirler.[18] Bu duruma göre, bütün peygamberler, Allah katında gerçek din olan islâmiyet ile gönderildiler. Ehl-i Kitab, dinin tek olduğunu biliyor.. Yine onlar, peygamberlerin kendileriyle birlikte gönderilen hak dinde sadece birbirlerini desteklemek ve tasdik etmek için ffel-miş olduklarını, birbirine zıt, çeşitli inançlara bölünmek için gelmediklerini de biliyorlar. Fakat onlar, Yüce Allah'ın da buyurduğu gibi, kendi aralarındaki ihtirastan dolayı bu konuda kendilerine kesin bilgi gelmiş olmasına rağmen ihtilâfa düştüler, bölündüler ve, peygamberlerin söylemediklerini onlara nisbet ederek iftirada bulundular. [19] 5- Cahiıiyyet Ve Ondaki Hanîflik Kalıntıları Bu mukaddime, siyret konularına ve onlardaki öğütlere girmeden önce, araştırılması gereken çok önemli bir mukaddimedir. Zira bu mukaddime, islâm düşmanlarının devamlı yok etmeye uğraştıkları ve çeşitli iftiralarla, yalanlarla geçersiz hale getirmeye çabaladıkları bir «Hakikat» ı içeriyor. Bu hakikatin özeti şudur: İslâm Dini, Cenâb-ı Hakk'ın peygamberler babası Hz. İbrahim (a.s.) ile gönderdiği «Haniflik» dininin sadece bir uzantısıdır. Kur'ân-ı Kerîm, bunu birçok âyetlerinde açıklamıştır. İşte onlardan biri: «Allah uğrunda hakkıyla cihad edin, Sizi O seçti. Din (işlerinde) de üzerinize hiçbir güçlük yüklemedi. Babanız ibrahim'in dininde olduğu gibi. Daha önce ve bu Kur'an'da da peygamberin size şahid olması sizin de insanlara şahid olmanız için size müslüman adını veren Odur[20]. Yine, o âyetlerden bir diğeri: «De ki, Allah sözün doğrusunu söylemiştir. Onun için Allah'ı birl> yici olarak ibrahim'in dinine uyun. O, müşrikler (puta tapanlar) don değildir[21].. Arapların, ismail Aleyhisselâm'ın çocuklarından olduklarını herkes bilir. Böyle olunca da Araplar, babaları Hz. ibrahim'in dinine mirasçı oldular. Yâni; Allah'ın birliğine iman, O'na ibâdet, O'nun koyduğu yasakları çiğnememe, kutsal olarak belirlediği şeyleri kutsal kabul etme gibi ilkelere mirasçı oldular. Bu kutsal olan şeylerin başında; Kabe'yi takdis ve ta'zim, sa'y, tavaf v.s. ye hürmet, onu korumak, hizmetini ve bakımını yapmak gelmektedir. Aradan uzun zaman geçip, asırlar birbirini kovalayınca, diğer millet ve ümmetler gibi; Arapların da gözünü cehalet bürüdü. Aralarına da birtakım gözbağcılarla bozguncular sızmıştı. Bu kötü niy-yetli kişiler, onların arasına sinsice, bâtıl fikirlerini soktular. Araplar da babalarından miras katan ilâhi prensiplerle, bu bâtıl fikirleri birbirine karıştırdılar. Böylece, onların arasına şirk inancı girmiş oldu. Yavaş yavaş puta tapıcılığa alıştılar, sonunda bâtıl âdetler ve ahlâksızlık aralarına sokulmuş oldu. Bundan dolayı Araplar, tev-hid nurundan ve haniflik yolundan uzaklaştılar. Câhiliyyet âdetler; aralarında yaygınlık kazandı ve Hz, Peygamber'in bi'setine kadar onları etkisi altına aldı. Nihayet Hz. Muhammed'in gönderilişi ile câhiliyyet perdesi onların üstünden yırtılıp atıldı. Arapların arasına şirki sokan ve putlara tapmalarını teşvik eden ilk kişi, Amr bin Lühayy bin Kam'a'dır ki, bu adam aynı zamanda Huzâa kabilesinin dedesidir. İbn Ishâk, Ebû Hüreyre'nin şöy-, le dediğini rivayet-eder: «Ben, Resûlullah (s.a.v.)'ın Eksem bin el-Cevn el-Huzâî'ye şöyle dediğini duydum: «Yâ Ekseml Ben, Amr bin Lühayy bin Kam'a bin Hındif'i cehennemde barsaklarını sürükler bir halde gördüm. Şimdiye kadar ne senin ona, ne de onun sana benzediği kadar bir adamı gördüm.» Bunun üzerine Eksem: «Ya Resûlâllah! Onun benzerliğinin bana bir zararı dokunabilir mi?» diye soıdu. Hz. Peygamber de: «Hayır, sen mü'minsin, o ise kâfir. İsmail (a.s.î'in dinini bozan, putları diken, Bahire, Şaibe, Vasile ve Hami adaklarını ilk icad eden adam odur[22]» buyurdu. tbn Hişâm, Amr bin Lühayy'ın, Arapların arasına puta tapmayı nasıl soktuğunu şöyle rivayet ediyor: Amr bin Lühayy, bir kısıra işlerini görmek için Mekke'den ayrılıp, Şam'a gitmişti. Belkâ bölgesindeki Maab şehrine »o zamanlar burada Amal ika adı verilen bir kabile yaşıyordu. Onlar (Imlâk) 'in çocukları idi. Imlâk bin Lâ-' viz bin Sâm bin Nûh da denir- gelince, onların putlara taptıklarını gördü. Onlara: «Taptığınızı gördüm, şu putlar da neyin nesidir?» diye sordu. Onlar da ona: «Bunlar putlardır. Biz onlara taparız. Yağmur isteriz onlardan, bize yağmur -yağdırırlar. Onlardan yardım isteriz, bize yardım ederleir» diye cevab verdiler. Bunun üzerine Amr: «O putlardan bana bir tane verseniz olmaz mı? Ben onu Arap diyarına götüreylm de, onlar da ona tapsınlar» dedi. Amâli-ka'da Hübel denilen putu ona verdiler. O da bu putu yanında Mekke'ye getirip dikti ve halkın ona tapmasını, yüce kabul etmesini emretti.[23] tşte Arap Yarımadası'nda, puta tapma böyle ortaya çıktı. Arapların arasmda şirk de böyle yayıldı. Araplar üzerinde bulundukları tevhid inancından bu sebeble ayrıldılar. Onlar Hz. İbrahim'in ve Hz. tsamil'in dinini, başka inançlarla değiştirdiler. Diğer ümmetlerin uğradıkları dalâlete, inanç ve ibâdetlerdeki çirkinliklere onlar da bulaştılar... Onları, bütün bunlara sevkeden şeylerin en önemlisi cehalet ümmîlik ve etraflarında bulunan çeşitli kabile ve ümmetlerden et kilenmeleridir. Şu kadar var ki, onların arasında -her ne kadar zamanla sayıları azahyorduysa da- Hanîflik yolu üzerine yürüyerek Tevhid akidesine sımsıkı bağlı insanlar hayatlarını sürdürüyorlardı. O ki siler ölümden sonra dirilmeyi, Haşir ve Neş;r'i tasdik ediyorlar, Allah'ın itaatkâr kullara sevab, âsilere de ceza vereceğine inanıyorlardı. Yine bu kişiler, Arapların, sapık düşünce ve görüşlerle, putlara tapma gibi ortaya çıkardıkları yeni âdetlerden nefret ediyorlardı. Kuss bin Saidetü'l-Iyâdi Riabu'ş-Şenni, Rahib Bahira gibi birçok lan Hanifliğe inanan insanlar olarak şöhret bulmuşlardı Nitekim Arapların âdetleri arasında - her ne kadar zamanla zayıflamış ve küçümsenir bir hale gelmiş olsa bile- Hz. İbrahim döneminin artıkları, Hanîflik dininin prensip ve hükümleri, hâlâ yaşıyordu. Onların câhiliyye hayatları, Banifliğin prensip ve âdetlerinden belli bir miktar karışmış olarak devam ediyordu. Ama tabiî, bu prönsip ve âdetler, onların hayatında bozuk ve çirkinleşmiş b'r vaziyette nerdeyse tefrik edilemiyecek bir haldeydi. Bunlar, Kabe'yi ta'zim, onu tavaf, Hac ve Umre, Arafat'ta vakfeye durma, kurban kesme gibi şeylerdi. Bütün bunların aslı meşrudur ve Hz. İbrahim döneminden kalma kurban kesme gibi şeylerdi. Fakat Araplar bunları uygunsuz bir şekilde yapıyorlar ve Haniflik dininde bulunmayan şeyleri onların arasına katıyorlardı. Hac ve Umre'de tel-biye yaptıkları gibi... Kmâne ve Kureyş kabileleri, telbiye[24] yaptıkları zaman şöyle diyorlardı: «Buyur, Allah'ım buyur! (Senin emrine her zaman hazırım.) Buyur, senin ortağın yoktur. Ancak senin bir ortağın vardır ki, o da senin hükmün altındadır. Sen ona ve onun sahip olduklarına hükmedersin.» îbn Hişâm'm da dediği gibi Araplar, telbiye ederek Allah'ı birliyorlar, putlarını onun yanma katıyorlardı. Fakat sahipliğini de yine O'nun eline veriyorlardı. Özet olarak, Arap Tarihinin gelişmesi, ancak peygamberler babası Hz. İbrahim Aleyhisselâm ile gönderilen kolay Hanîflik dininin gölgesinde tavmamlandı. Arapların yaşayışını Tevhid akidesi, hidâyet nuru ve iman kaplamıştı. Sonradan Araplar zamanın geçmesi ve asırların birbirini takibi, peygamber asrının uzaklaşmasıyla bu hak yoldan yavaş yavaş uzaklaşmaya başladılar. Tarihle birlikte yavaş bir seyir takib eden, zamanla zayıflayan ve yıldan yıla taraftarları azalan Haniflik dininin kalıntıları devam etmekle birlikte; Arapların yaşayışı, şirkin karanlığı ve fikri sapıklıklarla bulanmaya başladı. Hanif dininin meş'alesi, Hâtemü'l-Enbiyâ Hz. Muhammed (s.a. v.J'in peygamberliği ile yeniden alevlenince, şu uzun zaman aralığında, sapıklık ve cehaletten dolayı pörsüyen herşeye, ilâhî vahiy can getirdi. Bütün bu karanlıkları yok etti. Hak ve adalet prensipleriyle, İman ve Tevhid nuruyla bulunduğu yeri aydınlattı, ilâhi şeriatların, sabitleştirmiş ve Hz. İbrahim'in getirdiği ve ilâhî şeriatların kabul ettiği Haniflik dininin kalıntılarına - ki hayat onların sayesinde yeni nurun kaynağına kavuşmuştur- yöneldi; onları kabullenip, pekiştirdi ve da'vetini de yeniledi. Bu açıkladıklarımızın, tarihe vâkıf olan bir kişi için bedahetle bilinen birşey olduğunu ve islâm'dan birazcık nasibi olan bir kişi için de bedahetle sabit olan birşey olduğunu te'kid etmemizin fuzulî uğraşma olduğunda şübhe yoktur. Ancak, biz bu çağda, apaçık olan şeyleri, yeniden açıklamak ve bedihî olan şeyleri te'kidle söylemek için çok zaman harcamaya mecburuz. Ben, bir kısım insanların içlerindeki arzu ve istekten dolayı, itikatları konusunda nasıl gevşek davrandıklarını gözlerimle gördükten sonra, buna karar verdim. Evet, bu tür insanların akıllarını, fikrî kölelik ve esaret zincirinin en kahnıyla bağlamalara, onların deliliği sayılmadığı halde yaşamışlardır, şu dünyada!... tnsan iradesinin, inancından sonra gelmesi ile inancının iradesinden sonra gelmesi arasındaki fark da, ne büyüktür! Yükselme ve alçalma, ilerleme ve gerileme yönünden onların ara-sındaki fark da ne büyüktür!... Söylediğimiz şeylerin bedahetine ve delillerinin açıklığına rağmen, yine de şöyle diyen birtakım insanlar bulunmaktadır-. Câhjliy-ye dönemi, bi'setten önce, hakikata giden yolda uyanmaya başlamıştı. Arap düşüncesi de, şirkin, puta tapıcıuğm ve bunlara bağl: bir kısım câhiliyyet hurafelerinin bertaraf edilmesi yönünde geliş- me gösteriyordu. Bu uyanış ve gelişmenin zirvesi, Hz. Muhammed'-in bi'seti ve yepyeni da'veti ile kendini göstermiş oluyordu. Bu iddianın anlamı şudur: Çâhiliyyet tarihi, zamanın uzaması, asırların geçmesi ile tevhid hakikatına ve hidâyet nuruna doğru açılıp, genişliyordu. Yâni Araplar, Hz. İbrahim döneminden her no kadar uzaklaştılarsa da ve aralarına asırlar girmiş ise de, onların Hz. İbrahim'in prensip ve da'vetine doğru yakınlıkları artmıştı. Hattâ bu yakınlık, Hz. Muhammed'in bi'setinin başlangıcında son sınırına varmış oldu!... Acaba tarih böyle mi açıklıyor? Yoksa anlamı gayet açık, bir «elifba» mantığı basitliği içinde, tamamen bunun aksini mi söylüyor? Her araştırmacı ve her mütefekkir bilir ki; Resulullah'ın gönderildiği dönem, çâhiliyyet dönemleri arasında Hz. Muhammed (s. a.v.J'in hidâyetine en uzak dönemdir. Hz. Muhammed'in bi'seti zamanında Hanîfliğin prensip ve yol gösterici mahiyette olan izlerinden Araplarda bulunan en eski âdetler; putlardan nefret ve onlara tapmaktan uzak kalma, (İslâm'ın da kabullendiği bir kısım değer ve faziletle doğru yönelme şeklinde bir pırıltı halinde kendini temsil ettiren bu Haniflik kalıntıları), Araplarda birkaç asır önce de bulunan bu âdetlerin onda birine bile ulaşamaz. Bu kişiler, nübüvvetin ve bi'setin anlamını böyle düşündüklerine göre; risâletin, Hz, Pey-gamber'in bi'setlnin başladığı dönemden çok daha önceki asırlar ve nesillere gönderilmiş olması gerekirdi. Diğer bir grub insana gelince; şunu söylemek çok hoşlarına gidiyor: Hz. Muhammed, Araplarca bilinen örf ve âdetlerin, törenlerin ve gaybî inançların çoğunu ortadan kaldıramaymca; kızıp, onların tümüne, diyanet elbisesini giydirdi ve bunları ilâhî tekliflermiş gibi ortaya çıkardı. Başka bir deyişle: Hz. Muhammed, Araplardaki gaybî inançlara bir murakabe (kontrol) eklemek için gelmişti. Bu murakabenin kıvamı, dilediğini yapan, istediğine kadir bx ilâh şahsiyetidir. Ama Araplar Kabe'yi tavaf etmek, onu takdis etmek, belirli tören ve âdetleri yerine getirmek gibi şeylere devam ettikleri gibi, cinlere, büyüye ve diğer benzeri inançlara, müslümanlıktan sonra da, inanmaya devam ettiler. Bu kişiler, iddialarında iki varsayımdan hareket ediyorlar. Ama aynı anda, bu iki varsayımın isabetsizliğini düşünmek dahi istemiyorlar. Birinci varsayım: «Hz. Muhammed, peygamber değildir.» İkinci varsayım da şöyle: «Hz. İbrahim döneminden arta kalan şeyler, Arapların sadece, kendi icatları ve zaman içerisinde kendilerinden uydurdukları geleneklerdir. Kabe'ye hürmet, onu kutsal sayma gibi şeyler, Hz. İbrahim'in Allah'tan getirdiği şeriatın kalıntıları değil de-, Arap toplumunun ortaya çıkardığı şeylerdir.» Bunları yukarıda da söylemiştik. Bu varsayıma göre; Kabe'ye hürmet ve benzeri şeyler, Arap gelenek ve göreneklerinin bir neticesidir. Bu varsayımları ileri sürenler, kendi varsayımlarının devamı ve korunması uğrunda; düşüncelerini geçersiz kılacak, sahteliklerini ortaya dökecek bir yığın apaçık tarihî olaylara ve kesin delillere gözlerini kapatıyorlar. Şurası da bilinen bir gerçektir ki; bir araştırmacı yapacağı araştırmada, kafasındaki peşin fikirlerin tümünü atmadıkça; yapacağı' çalışmanın kendisini gerçeğe götürmesi mümkün değildir. Yine bu tür bir araştırmanın abes ve gülünç olduğunu söylemeye lüzum yoktur. Bundan dolayıdır ki; biz bir hakikata ulaşmaya gayret ediyorsak ve yalnızca hakikati gaye ediniyorsak ya da insanlara karşı yalan söylemek istemiyorsak; her aklî delili ve tarihî olayı ibret gözüyle ele alıp, değerlendirmemiz gerekir. Aksi halde, araştırmamızın durumu ve gerçekle ilgisi ne oranda olursa olsun; eğer biz, diğer insanları muayyen bir fikre sevketmeyi amaç edinmişsek, taassup türünden bir araştırma yapmış oluruz. Biz, her halükârda, *Hz. Muhammed, peygamber değildir» varsayımının, bize kabul ettirilme gayreti karşısında, vahyin zahirini, Kur'ân'm mucize oluşunu; Hz. Muhammed'in da'veti ile geçmiş peygamberlerin da'veti arasındaki münâsebeti; Hz. Muhammed'in ahlâkını ve çeşitli özellikler ini; bir de nübüvvetine delâlet eden diğer hususları görmemezlikten gelemeyiz. Nitekim yine, câhiliyyet döneminde «Hz. İbrahim dönemi kalıntıları» diye isimlendirdiğimiz şeylerin Arap düşüncesinin ortaya çıkardığı birtakım geleneklerden ibaret olduğu; Hz. Muhammed'in ise onlara sadece dini bir veçhe verdiği gibi iddiayı şöyle kolayca reddederiz: Hz. İbrahim'in Kâbe-i Şerifi, Allah'tan aldığı vahye dayar naralc inşâ ettiğine dair tarihî metinler, Hz. İbrahim'den sonra bütün peygamberlerin Allah'ın birliği esasına iman; haşir, ceza, cennet ve cehennem gibi gaybî hakikatlara çağırdıklarını isbat eden eski semavi kitablar. Geçmiş bütün nesillerin her devirdeki tarihî şe-v hadeti... Öyle iddiaları bir nefeste çürütür. Böyle bir iddiadan çok hoşlanan insanların; bu iddialarının ne başında, ne de sonunda herhangi bir burhan veya ne türden olursa olsun herhangi bir delil ileri süremediklerini bilmek gerek. Bu tür iddialar sadece birtakım kimselerin hayallerinden icad ettikleri ve sürekli tekrarladıkları .sözlerden ibarettir. Belki bunlara benden bir örnek isteyen olabilir. Biz de bir örnek verelim: İngiliz Şarkiyatçısı Dr. Gibb'in «Dini Fikrin Yapısı» adlı kitabı okunursa onda, kör taassubun bu insanlara neler yaptırdığı görülebilir. Bu öyle bir taassub ki, sahibini, kendisine boyun eğdirmek için saf hakikatlar ve kesin deliller karşısında aptal davranmaya ve hattâ faziletinin dayanaklarından sıyrılmaya sevkeder: Gibb'in görüşüne göre; «İslâm'da, dini fikrin kuruluşu ancak Araplarda bulunan gaybî fikirler ve akidelere dayanır. Gibb'e göre Hz. Muhammed (s.a.v.) o fikir ve akideler hususunda düşünüp taşındı; değiştirilmesi mümkün olanlarını değiştirdi. Sonra tasfiyesi mümkün olmayan geri kalanlara yöneldi. Onlara da din ve İslâm kisvesini giydirdi. Daha sonra da onu fikirlerden ve uygun dinî sahnelerden bir programla desteklemeyi unutmadı. Burada onun karşısına, büyük bir problem dikildi. Bu da, onun, dini yalnız Araplara değil bütün milletlere ve insanlığa göre kurmak istemesinden kaynaklanıyordu.. Buna göre de o, bu hayatı Kur'an programı dahilinde te'sis etmiş oldu...» Dr. Gibb'in kitabdaki fikirlerinin özeti işte budur. Baştan sona kadar bu düşünceleri okununca, söylediklerinden hiçbir şeye bir tane delil bile ileri sürdüğüne rastlanamaz. Bunları dikkatle okuyunca, adamın âdeta; yazmak için oturduğu mekânda aklî melekelerini tamamen kovarak, onların yerine vehim ve hayallerini koymuş olduğundan; hüküm verdiği ve açıkladığı her konuyu vehim ve hayaller, üzerine kurduğundan asla şübheye düşülmez... Arapça tercümesinin önsözünü yazarken de; okuyucuların, İslâm'ı tahkir için uydurduğu bu abuk sabuk fikirlerini nasıl alaya alacaklarını düşündüğü ortadadır ki, hemen özür dileme yoluna gitmiştir!.. Şu sözüyle özür dilemeye başlar: *Bu bölümlerin üzerine kurulduğu fikirler, bu müellifin zihninin mahsulü değildir. Bilâkis bu fikirlerde öncülük eden <ve yol gösteren, mütefekkirlerden ve îslâm'uı ileri gelen şahsiyetlerinden bir gruptur. Onları burada saymak uzar. Örnek olarak onlardan birini zikretmekle yetineceğim. O kişi de, Şah veliyyullah ed-Dehlevî'dir». Daha sonra, Şah Veliyyullah'm «Hüccetullahilbâliğa» kitabından, c. s. 122'ye ait bir metni nakleder. Dr. Gibb'in okuyuculardan herhangi birinin kitaba başvurma ve alınan metnin kitabda olup olmadığını araştırma zahmetine katlanmıyacağından çok emin olduğu aşikârdır. Bunun için de gönlünün istediği şeyi Şah Veliyyullah ed-Dehlevî'nin lisanı üzerine tahrif etmiş, maksadını ters yüz edip,mânâsım değiştirmekle benzer gördüğü şeyleri aşırmış. Hattâ bununla, onun işlemediği hatâyı ona yüklemiş ve kendi görüşleriyle onu konuşturmuş. Aslından alıntı yaptığı metin aşağıdadır: «Hakikaten Hz. Mu-hammed (s.a.v.J, diğer bir şeriatı da içine alan bir şeriatla gönderilmiştir. Birincisi sadece Hz. İsmail evlâdına gönderilen şeriattır. Bu şeriat, Araplardaki ibâdetlerin, bir kısım geleneklerin ve toplum değerlerinin, onun şeriatının kaynağı olmasın» gerekli kılar. Çünkü şeriat, Araplarda var olan şeyleri ıslah etmek için gelmiştir. Yoksa bilmedikleri şeyleri onlara yüklemek için gelmemiştir[25]». Dr. Gibb'in, anlamım tersyüz etmek için «HüccetullahilbâMğa» kitabından alıntı yaptığı cümlelerin asıl metnini aşağıya alıyoruz: «Bil ki Hz. Peygamber (s.a.v.) Hanîfliğin eğriliklerini düzeltmek, değiştirilmiş olan yönlerini gidermek ve onun nurunu yaymak için Hz. İsmail'in şeriatı, «Hanîflik» ile gönderilmiştir. Bu durum Cenâb-ı Hakk'ın: «... Babanız İbrahim'in dini...[26]» âyeti ile belirtilmiştir. Durum böyle olunca, bu dinin aslının, îslâm ilkeleri olduğu da kesinlik kazanmış olur. Çünkü Hz. Muhammed kavmine gönderildiği zaman, onların arasında doğru yolun izleri bulunmaktaydı. Buna göre de, onları değiştirmenin ve asıllarını bozmanın bir anlamı yoktur. Bilâkis, onları kesinleştirmek gerekirdi. Çünkü bu durum onların gönüllerine daha yatkm, onlara delil getirme bakımından daha sağlam olurdu. Hz. ismail'in çocukları babaları İsmail (a.s.)'in yolunu miras olarak sürdürüyorlardı. Onlar, Amr bin Lühayy'ı tam-yıncaya kadar bu şeriat üzerinde idiler. Ne zaman ki, Amr bin Lü-hayy o şeriatın içine kendi sapık düşüncelerini soktu, işte o zaman kendisi saptığı gibi onları da saptırdı. İlk defa o, putlara tapmaya Şaibe ve Bahire adağım İcad etmeye başladı. Böylece o, Hak dini bozdu ve doğru yolu ile yanlışı birbirine karıştırdı. Cehalet, şirk ve küfür Araplarda galip gelince, bunun üzerine de Cenâb-ı Allah, Hz. Muhammed (s.a.v.)'i, onların eğri yönlerini düzeltmek ve bozduklarını ıslah etmek için peygamber olarak gönderdi. Hz. Peygamber de onların yaşadığı şeriata baktı. Hz. İsmail'in yoluna ve Allah'ın vahyine uygun olanlarım aynen bıraktı, onların bozuk ve değiştirilmiş olanlarını veya şirk ve küfür işareti olanlarını kaldırdı ve bâtıl olduklarım açıkça ilân etti». Şübhe yoktur ki, bu gibi «Araştırmacının tahrifini ve yaptığı şeyleri burada biz münakaşa ve münazara için anlatmıyoruz. Çünkü böyle lüzumsuz sözleri açığa çıkarmak ve boş yere münakaşa etmek abes şeylerden sayılır. Fakat biz, okuyucunun; Batılı bilginlerin araştırma programlarından ve konularıyla ilgili şeylerden, avurtlarını doldurarak bahseden bir kısım, yerli bilgiçleri tanımasını, aşağılık kör taklitçiliğin bazı müslümanlara neler yaptırdığım bilmesini arzu ettiğimiz gibi, kör taassubun sahibine de neler yaptırdığını bilmesini te'min için sözü buraya getirdik. Bu durumda okuyucu, Hz. İbrahim (a.s.İ ile birlikte gönderilmiş bulunan Haniflik dini ile câhiliyyet dönemi arasındaki alâkayı iyice kavradığı gibi, İslâm'ın zuhurundan önce Araplar nezdinde geçerli olan câhiliyyet düşüncesi ile İslâm dini arasındaki alâkanın hakikatini da anlamış oldu. Resûlullah'ın Araplar nezdinde geçerli olan prensip ve âdetlerden birçoğunu kabul edip, diğerlerini kaldırdığı ve onlara her yolu kapama kararını verişindeki sebeb kendiliğinden açıklığa kavuşmuş Oldu. Bu bölümle biz, Siyret-i Nebeviyye'nin cevherini, onun fıkhı ile öğütlerinin istlnbatım araştırırken, öncelikle, gerekli olan bu mukaddimeleri sunmakla son vermiş olalım. Okuyucu, gelecek konular arasında, bu açıkladıklarımızı, daha iyi görecek, hakikatin ortaya çıkmasını ve aydınlanmasını sağlayacak olan delilleri fazlasıyla bulacaktır. [27] [1] Dr. M. Said Ramazan El-Bûti, Fıkhu’s Siyre, Gonca Yayınevi: 33-34. [2] tbn Seyyidinnas'ın, «Uyünü'1-Eser» adındaki kitabına yazdığı mukaddimede; tbn tshâk'm güvenilir biri olduğunu ve onu müdafaa ettiğini, bir kısım yazarların onu yalancılıkla itham etmelerine karşılık onları reddettiği hususlara bak. [3] Îbn Hallikan, Vefâyâtli'l-Âyân: C. 1, s, 290. Meymeniyye baskısı. [4] Dr. M. Said Ramazan El-Bûti, Fıkhu’s Siyre, Gonca Yayınevi: 35-37. [5] Bkz. : Şehristânî - el-Milel ve'n-Nihâl: C. 2, s. 86-87. [6] Ebû'l-Hasan en-Nedevİ: Müslümanların Gerilemesiyle Dünya Neler Kaybetti?, 3, 28. [7] Bakara sûresi, âyet: 198. [8] Muhammed el-Mübûrek: el-Ümmetü'1-Arabiyye, s. 147. [9] Cum'a sûresi, ftyet: 2. [10] Dr. M. Said Ramazan El-Bûti, Fıkhu’s Siyre, Gonca Yayınevi: 38-43. [11] Hadis, müttefekun'aleyhtlr. Lâfız Müslim'indir. [12] eş-Şûrâ sûresi, âyet: 13. [13] Al-i îmrân sûresi ,âyet: 50. [14] Bakara sûresi, âyet: 130, 132. [15] Firavun kastediliyor. Çünkü Firavun büyücülerin Hz. Musa'ya îman etmeleri üzerine onlara İşkence yapacağına yemin etmişti. [16] A'râf sûresi, âyet: 125, 126. [17] Al-İ tmrân sûresi, âyet: 19. [18] eş.şûrâ sûresi, âyet: 14. [19] Dr. M. Said Ramazan El-Bûti, Fıkhu’s Siyre, Gonca Yayınevi: 44-48. [20] Hacc sûresi, âyet: 78. [21] Al-1 îmrân sûresi, âyet: 95. [22] İbn Hişâm - Siyret: 1/76. Buhârî ve Müslim, Ehû Hüreyre'den Peygambeit-mizln: «Ben cehennemde, Amr bin Lühayy bin Kâm'a bin Hındif'i kendi barsaklarını sürükler bir halde gördüm» buyurduğunu rivayet ederler. HadU birbirine yakın sözlerle rivayet edilmiştir. Bahire: Sütünden İnsanların yararlanmaları yasaklanmış, şeytanlara adanmış devedir. Şaibe: Câhiliyye arap-larının putlar için adadıkları devedir. Vasile: Deve üstüste İkiz doğurduğu vakit tâgutlar İçin salıverilirdi. Ve buna vasile denirdi. Hami: Bir erkek devenin dölünden on batın doğarsa onun sırtına yük vurmazlar ve binmezlerdi. Buna da Hami denirdi. [23] İbn-i Hişâm: 1/77, İbn-İ el-Kelbi: 8, 9. [24] Telbiyenin bugünkü sözleri şunlardır : «Buyur, Allah'ım buyur! (Ben senin enirine her zaman itaat ederim.) Senin ortağın yoktur. Buyur Allah'ım! Şüphesiz ki, hamd de, nimet de sana mahsustur, mülk de senin, ortağın yoktur.» [25] Bak.: Dr. Gibb: «Dini Fikrin Yapısı», s. 58 [26] Hacc sûresi, âyet, 78. [27] Dr. M. Said Ramazan El-Bûti, Fıkhu’s Siyre, Gonca Yayınevi: 49-57. |