๑۩۞۩๑ Kitap Dünyası - İlim Dünyası Kütüphanesi ๑۩۞۩๑ => Fıkhus Sire => Konuyu başlatan: Safiye Gül üzerinde 08 Ekim 2010, 11:17:03



Konu Başlığı: Mukaddimeler
Gönderen: Safiye Gül üzerinde 08 Ekim 2010, 11:17:03
BÎRÎNCİ BÖLÜM

MUKADDİMELER

1- İslâm'ın Anlaşılmasında Siyret-İ Nebeviyye'nin Önemi
 

Siyret-i Nebeviyye'yi ve onunla ilgili fıkhî hükümleri incele­mekteki asıl gaye, yalnızca tarihi olayları öğrenmek değildir. Olay ve hikâyelerin tümünü ya da bir bölümünü anlatmak da değildir. Bunun için Siyret-i Nebeviyye ile ilgili fıkhi hükümleri incelemeyi, tarihî incelemelerden saymamız hatalı olur. Çünkü bu tür bir ince­leme, geçmiş tarihî dönemlerden bir bölümü veya halifelerden biri­nin hayatını öğrenmek gibi bir şeydir.

Halbuki; Siyret-i Nebeviyye ile ilgili fıkhî hükümleri incelemek­teki asıl gaye, bir müslümanın Resûlullah'ın hayatına; birtakım pren­sipler, kaideler ve hükümler olarak iyice kavradıktan sonra, islâm gerçeğini O'nun mukaddes hayatında şekillenmiş ve heykelleşmiç olduğunu düşünebilmesidir.

Yâni; Siyret-i Nebeviyye incelemesi, İslâm Hakikatinin Hz. Mu-hammed (s.a.v.)'in örnek hayatında eksiksiz olarak şekillendirme gayesini güden pratik bir çalışmadan başka değildir.

îmdi bu maksada ulaşabilmek için bir plânlama ve tasnife giri­şecek olursak, bunu aşağıda açıklanan hedeflerde çerçeveleştirmek mümkündür.

1- Hz. Muhammed (s.a.v.)'in yalnız şahsî   dehasıyla   kavmi­nin arasında tanınmış yalnızca bir dahî olmadığını; fakat onun bun­dan da önce, Allah katından bir vahiy ve tevfikle desteklenen pey­gamber olduğunu sezdirebilmek için yaşadığı çevreden ve hayatı­nın, bütün dönemlerinden «peygamberlik şahsiyetini» kavramak.

2- insanın, karşısında erdemli bir hayat için en ideal bir ör­neği bulması... Çünkü O, bu örnekten kendisine tutunacak ve takib edecek bir düstur edinecektir. Halbuki bu insanın, en ideal örneği, hayatın neresinde ararsa arasın; yine en mükemmel ve açık şekliy­le bu örneği Hz. Muhammed (s.a.v.) 'in hayatında bulacağında şüb-he yoktur. Çünkü Allah onu,  bütün insanlığa  rehber kıldı.  Nite­kim Cenâb-ı Hak: «Sizin için Allah'ın Resûlü'nde  (takib edeceğiniz) pek güzel bir örnek vardır» buyurmuştur.

Ahzâb sûresi, âyet: 21.

3- insanın, Kitabullah'ı anlamada, onun maksadlanrı ve ru­hunu tatmada, kendisine yardımcı olacak şeyi de Resul uUah'ın siy-retini incelemekte bulması... Çünkü Kur'ân-ı Kerim ayetlerinin ço­ğunu ancak, Resûlullah'm başından geçen ve onun bulunduğu yer­de cereyan eden hâdiseler aydınlatıyor ve tefsir ediyor.

4- Bir müslümanın,  Resûlullah'm siyretini araştırma esnasın­da, tslâmî bilgi ve kültürün daha büyük miktarda onun yanında birikmiş olması... O bilgi ve kültürün akâid, ahlâk ve ahkâm ile ilgili olması aynıdır. Zira; Hz. Peygamber'in hayatı, İslâm prensip ve ahkâmının tümünü sergileyen yegâne canlı tablodur.

5- îslâm da'vetçisine ve muallimine, eğitim ve öğretim yönün­den canlı örnek olması... Hakikaten Hz. Muhammed (s.a.v.)' öğüt ve­rici bir muallim, faziletli bir eğitimci idi. O, da'vetinin çeşitli dönem­lerinde eğitim ve öğretim metodlarımn en uygun olanını arayıp bulr mada hiçbir zaman gayreti elden bırakmadı.

Hesûlullah'ın hayatını şu yukarıda saydığımız maksadlan ger­çekleştirmede yeterli kılan en önemli şey, onun hayatının, insanda­ki sosyallik ve beşerilik yönlerini kapsamış olmasıdır. Çünkü insan bizatihi bağımsız bir fert veya toplumun faal bir uzvudur.

Resûlullah (s.a.v.)'in siyreti, onun yolunda yürüyen" dürüst ve çevresine güven kazanmak isteyen bir genç için de, Allah'a da'veti kendine yol olarak seçen, hikmet ve güzel öğütle onun risâletini tebliğ etmek için bütün gücünü sarfeden insan için de, devletini ustalıkla idare edecek olan bir devlet başkanı için de, güzel muamelede örnek bir koca için de: Çocukları ve eşi arasında hak ve ödevleri tevzi ederken âdil davranmakla beraber şefkat ve merhameti elden bırak­mayan bir baba olacak için de, yetenekli, sevk ve idareyi bilen usta bir komutan için de; hâsılı Allah'a karşı ibadetiyle, çevresine kar­şı münâsebetlerini çok iyi dengeleyen, şaka ile ciddiyi uyumlayabilen - her müslüman için de en güzel ve şaşmaz örnekler, Ölçüler sergile­mektedir.

Şüphesiz ki bu duruma göre, Resûlullah'm siyretini araştırmak demek, insanlığa «yaşamaya değer hayat» için en üstün ve en güzel yönetim biçimini canlı tablolar halinde sunmak demektir. [1]

 

2- Siyret-i Nebeviyye'nin Kaynakları
 

Siyret-i Nebeviyye'nin kaynaklarını aşağıda şöyle sıralayabili­riz:

Birincisi: Allah'ın kitabı Kur'ân-ı Kerim.

Resûlullah'ın hayatına âit genel belirtileri anlamakta, mukad­des hayatın kısa dönemlerini kavramakta ilk dayanak Kur'an'dır. Bu yüce kitab, Resûlullah'ın hayatını iki yolla anlatır:

Birinci yol: Hayatının bazı sahnelerini anlatmak... Bedir, Uhud, Hendek ve Huneyn savaşları hakkında inen âyetlerle, Resûlullah'ın hanımı Zeyneb b. Cahş'la evlenmesini anlatan âyetler gibi...

İkinci yol: Hâdiselere ve olaylara açıklama getirmesidir. Bu da, bazan durumunda karışıklık bulunan konulara cevab vermek için veya bir kısmı gizli ve örtülü şeyleri açığa çıkarmak için, ya da müslümanların bakışını ibret ve öğüt yönüne çevirmek içindir. Bun­ların tümü, yalnızca, Resûlullah'ın herhangi bir uygulamasıyla ve-,ya onun siyretinin bir yönüyle ilgili olabilir. Bu haliyle de onun ha­yatının muhtelif dönemlerinde, birçok iş ve uygulamalarını bize açıklar.

Ancak, Kur'ân-ı Kerîm'in, bütün bunlardan bahsetmesi, teferru­atına dalmadan, kısa temas şeklinde olur. Resûlullah'ın siyretin-den herhangi bir yönünü açıklamada Kur'ân-ı Kerîm'in üslûbu, her ne kadar Kur'an'ın, Siyret-i Nebeviyye'nin bazı yönlerini açıklama­daki üslûbu çeşitlilik arzederse etsin, hâdise ve olayları kısa bir şe­kilde anlatmaktan ve genel çizgilerini belirtmekten öteye geçmez. Kur'ân-ı Kerim'in, eski milletlerin ve geçmiş peygamberlerin kıssa­larını anlattığı her konuda durum böyledir.

İkincisi: Hz. Peygamber'in sahih hadîsleri.

Bu ikinci kaynak, sıdk (doğruluk ve emanet, güvenilirlik) leri ile tanınmış, hadis imamlarının derledikleri, Kütüb-i Sitte (altı ki­tab: Buharı ve Müslim'in sahihleri ile îbn-i Mâce, Tirmizî, Ebû Dâ-vud ve Nesaî'nin sünenleri) ile tmam Mâlik'in Muvatta'sı ve imamAhmed'in Müsned'i gibi hadis kitablarımn ihtiva ettiği hadîslerdir.. Bu ikinci kaynak, şümul ve tafsilât bakımından birinci kaynak (Kur'an)'dan daha geniştir. Ne var ki, zihnimizde, Hz. Peygamber'-in doğumundan vefatına kadarki hayatını, tam bir şekilde, bu ha­dîslerle canlandır amayız. Buna engel olan iki sebeb vardır:

Birinci sebeb: Bu kitablardaki hadîslerin çoğu bildiğimiz fıkhi bâblara veya İslâm şeriatıyla ilgili konulara göre düzenlenmiştir. Bunun için, Hz. Peygamber'in hayatıyla ilgili ve onun hayatının bir yönünü açıklayan hadîsler, çeşitli bâblar (bölümler) arasında, dağı­nık ve serpilmiş olarak bulunmaktadır.

İkinci sebeb : Hadîs İmamları, özellikle kütüb-i sitte sahihleri, Re-sûlullah'ın hadislerini ve sahih sünnetlerini toplarken, yalnızca onun siyretini nakletmeyi düşünmediler ki, hadîslerle delâletleri arasında bir bağlantı kursunlar. Onlar, sadece hadîslerden genel şer'î delâ­letleri yönünden yararlanabilmeyi düşündüler.

Bu ikinci kaynağın şu özelliği vardır: Resülullah'tan vârid olan bu haberlerin büyük bir kısmı, ya Resûlullah'a veya haberin ilk kaynağı olan sahabîye kadar uiaşan sağlam senetlerle nakledilmiş­tir. Buna rağmen yine de onların arasında ihticac derecesine ula­şamamış zayıf haberlere de rastlamak mümkündür.

Üçüncü Kaynak: Siyret Kitabları.

Siyret konuları sahabe devrinde rivayet tarikıyla naklediliyor­du. Yâni sahâbe-i kiram (r.a.) siyret konularını kendilerinden son­ra gelenlere, sözlü olarak naklediyorlardı. Her ne kadar onların ara­sında Resûlullah'ın siyretine ve siyretin incelikleriyle, tafsilâtına özel bir dikkatle ilgi gösterenler var idiyse de; hiçbiri siyretle ilgili riva­yetleri bir kitapta toplamayı veya onları biraraya getirmeyi düşün­memişti.

Sonra Resûlullah'ın siyretini, tam bir dikkatle tabiiler, rivayet etmeyi üstlendiler. Çünkü onların çoğu, kendilerinde bulunan siy­ret haberlerini tedvin etmeye ve bunları sahifeler ve varaklar ha­linde toplamaya başladılar. Bunlardan Urve bin ez-Zübeyr (öl: 92 H.), Eban bin Osman (öl. 105. H.)( Vehb bin Münebbih (öl. 110. H), Şürahbil bin Sa'd (öl. 123. H.) ve îbn-i Şihab ez-Zührî (öl. 124. HJ'yi sayabiliriz. Ancak bu kişilerin yazdığı eserlerin tümü ,yok olup git­miştir. Geri kalanlar ise dağınık bir şekildedir. Ki onların bir kısmını Taberî rivayet etmiştir. Diğer kısımların da - Vehb bin Münebbih'in yazdıklarından bir bölümdür- Almanya'nın Heidelberg şehrinde mahfuz olduğu söylenmektedir.

Daha sonra, siyret konusunda kitab yazan müellifler ortaya çık­tı. Onlardan Muhammed bin îshâk (öl. 152. H.) önde gelmektedir. Bunlardan sonra, başlarında Vâkıdî (öl. 207. H.) ve Tabakatü'1-Küb-r& adlı kitabın yazarı Muhammed bin Sa'd (öl. 130. H.)'ın bulundu­ğu diğer bir nesil ortaya çıktı.

Araştırmacılar, Muhammed bin Ishâk'ın yazdığı kitabın, o dö­neme kadar siyret konusunda yazılanların en güvenilirlerinden sa­yıldığı üzerinde ittifak etmişlerdir[2]. Ne var ki; İbn-i tshâk'm «el-Meğâzi»'si o dönemde yazılmış, sonradan kaybolmuş kıymetli kitab-lar listesinde yer almaktadır.

îbn îshâk'tan sonra, îbn His.âm diye bilinen Ebû Muhammed Abdülmelik geldi. îbn Ishâk'ın te'lifinin üzerinden yarım asra yakın bir zaman geçtikten sonra, îbn H:şâm, onun «Siyret»'ini yeniden gözden geçirip, bazı düzenlemeler yaparak rivayet etti.

Bu durumda, tbn Hişâm'a nisbet edilen ve bugün ellerde bulu­nan «Siyret» kısaltılmış ve yeniden düzenlenmiş olarak, îbn îshâk'ın «Meğâzİ»'sinden ibarettir.

Bu konuda îbn Hallikân şöyle diyor:

«îbn-i îshâk'ın «Siyer ve Meğâzi» 'sinden Resûlullah'm hayatını derleyip, özetleyen ve yeniden gözden geçiren kişi îbn Hişâm'dır. Elde bulunan ve îbn Hişâm'ın Siyreti diye bilinen Siyret de işte bu kitaptır.[3]

Bu yazarlardan sonra da, Siyret-i Nebeviyye konusunda kitab yazanlar birbirini izledi. Onlardan bir kısmı Siyret-i Nebeviyye'nin tümünü sunmaya, diğer bir kısmı ise Isbahâni'nin «Delâilü'n-Nü-büwe»'sinde, Tirmizi'nin *eş-Şemâil»'inde, îbn Kayyım el-Cevziyye'-nin «Zâdü'I-Meâd»'ında yaptığı gibi Siyret-i Nebeviyye'nin belirli yön­lerini sunmaya gayret göstermişlerdir. [4]

 

3- İslâm'ın Doğuşu İçin Arap Yarımadasının Beşik Olarak Seçilmesinin Sırrı
 

Hz. Peygamber (s.a.v.)'in doğum yeri olan Arap Yarımadası'n-dân ve yüce Resûl'ün hayatından s

öz etmeye başlamadan önce, Bi'-set-i Muhammediye'nin bu bölgede ortaya çıkmasını ve İslâm Da'-vetinin başkalarından önce Arapların eliyle gerçekleşmesini gerek­tiren ilâhî hikmeti aydınlatmamız icâb eder.

Bunu açıklamak için öncelikle, Arapların Özelliklerini ve İslâm öncesi mizaçlarını bilmemiz gerekir. Ayrıca üzerinde yaşadıkları coğrafi bölgeyi ve konumunu göz önünde bulundurmamız gerekir. Buna karşılık, o zamanki Fars, Bizans, Yunan ve Hint gibi diğer milletlerin mizaçlarını, yaşama biçimlerini ve medenî özelliklerini de düşünmemiz icâb eder.

O halde ilk olarak, Arap Yarımadası civarında yaşayan İslâm öncesi milletleri, içinde bulundukları durumu kısaca gözden geçi­relim :

O vakitler dünyaya iki süper devlet hâkimdi. Medem uuayayı, ikisi aralarında paylaşmıştı. Bu iki devlet: İran ve Bizans... Bun­ların arkasından Hint ve Yunan gelmekteydi.

Söze İran'dan başlayalım. İran, birbiriyle çarpışan çeşitli dini -felsefî şübhelerin boy attığı bir alandı. Yönetimi elinde bulunduran kişilerin desteklediği Zerdüştlük bunlardan biriydi. Kişinin anasıy­la, kızıyla veya bacısıyla evlenmeyi üstün tutması temel felsefe-sindendi. Hattâ milâdi beşinci asrın ortalarında hüküm süren II. Yezdücerd kendi kızıyla evlenmişti. Bu çeşit, çirkinliklerin ve ah­lâkî yozlaşmanın sadece bir yönüdür. Onların hepsini burada say­maya imkân yoktur.

İmam Şehristanî'nin dediği gibi; İran'da başka bir düşünce üze­rine kurulmuş «Mazdekçilik» de vardı. Mazdekçilik; insanların su­da, ateşte ve otlaklarda ortak oldukları gibi, bütün mallarda ve ka­dınlarda da ortak olduklarını savunarak, tüm kadınları helâl, bütün mallan da mubah ilân etmişti. Bu ideoloji nefislerine ve zevklerine düşkün olanlar tarafından büyük bir ilgi ile karşılandı ve alkış­landi.[5]

 bizans'a gelince; oraya da sömürgecilik ruhu hâkim olmuştu. Bir taraftan kendi içinde, diğer taraftan Mısır ve Suriye Hrîstiyan-ları arasında meydana gelen dini ihtilâflar yüzünden başı dertte İdi. Bizans, azgın nefislerin ve aşın isteklerin işaret ettiği ölçüde Hristiyanlığı değiştirmek ve oyuncak haline getirmek için kıyasıya bir savaşta kendi askeri gücüne ve sömürgecilik arzusuna dayan­maktaydı.

Aynı zamanda, Bizans, çöküntü yönünden İran'dan geri kal­mıyordu. Aşırı vergilerden ve alıp yürüyen rüşvetten kaynaklanan iktisadî zulüm, gerileme ve ahlâksızca yaşayış Bizans'ın geleceğini karartıyordu.

Yunanistan da, hiçbir faydalı sonuca varmaksızın müptelâ ol­dukları felsefî münakaşa ve hurafelerin fesadı içinde boğulmak­taydı.

Bir de Hindistan'a bakalım: Üstad Ebû'l-Ha^an el-Nedevi'nin de naklettiği gibi; «Hint tarihçileri, Hindistan'ın dinî, ahlâki ve sosyal bakımdan en geri devirlerinden birinin, milâdın altıncı asrının baş­larına rastladığı kanaatinde birleşmektedirler. Hindistan da komşu ve dostlarıyla birlikte bu ahlâkî ve içtimaî çöküntüden nasibini al­mıştı.[6]

Bu çeşitli milletlerin içinde bulundukları çöküntü ve sıkıntıya onları düşüren müşterek kader, yalnızca maddi değerlere dayanan; fakat doğru yolda kendilerine rehberlik edecek ideal bir örnekten mahrum medeniyet ve uygarlıktır. Bu itibarla, medeniyet çeşitli kay­nak ve dayanaklanyla sebeb ve araçtan başka birşey değildir. Eğer bu medeniyetin sahihleri, doğru düşünce ve ideal örnekten mahrum iseler; bu medeniyet onların elinde ızdırap ve sıkıntı çukuruna düş­meye sebeb olur. Eğer bu medeniyet sahihlerine, ilâhi vahiy ve din vasıtasıyla oluşan yol gösterici aklın ölçüsü verilirse; bu medeniyet ve uygarlığın tüm değerleri, mutluluğa götüren güzel sebebler olu­verir.

Biraz da Arap Yarımadası'ndan bahsedelim. Arap Yarımadası, yukarıda saydığımız ızdırap kaynaklarından uzak ve sakin bir hal­de idi... Yarımada sakinlerinde, ahlâkî çöküntüyü hızlandıracak, herşeyi mubah görecek ve bunları dinî bir çerçeve içinde sunacak tran medeniyetindeki faktörler ve konfor yok idi. Yine onlarda, kom­şularını hâkimiyetleri altına almak için Bizans'ın askerî saldırgan­lığı da yoktu. Yunan'ın söz düellosu ve felsefe bolluğu da yoktu ki onlarda hurafe ve mitolojinin kurbanı olsunlar...

Arapların tabiat ve mizaçları, henüz bir potada erimemiş ham maddeye daha çok benziyordu. Onların tabiatında, temiz insanlık fıtratı gözüküyordu. Ayrıca, iffet, intikam duygusu, sözünde durma, cömertlik ve mertlik gibi insanî davranışlara doğru ciddî yönelişler gözüküyordu. Ama ne var ki onlar kendilerine doğru yolu gösterecek bilgiden mahrum idiler. Zira onlar ilk yaratıldıkları hâl üzere, basit bir cehaletin karanlığı içinde yaşıyorlardı. Bundan dolayı, insani değerler© varan yoldan sapmaları kendilerine hâkim oluyor; iffet ve şerefini korumak maksadıyla da; çocuklarını öldürüyorlar, cömert görünmek için zarurî mallarını telef ediyorlar ve intikam ve yiğitlik duygusunun etkisiyle aralarında çıkan savaşlarda her tarafı yakıp yıkıyorlardı.

Yüce Allah: «Doğrusu siz, bundan önce sapıklardan idiniz[7]» âye-tiyle onları «sapıklıkla vasıflandırdığı vakit, bu durumu kasdet-miştir. O zamanki diğer milletlerin durumu mukayese edilince bu sıfat (sapıklık) akılsızlıklarından ziyade özürlü olduklarına işa­ret eder.

Bu demektir ki, diğer milletler medeniyet, kültür ve uygarlık meş'aleleriyle kendi sapıklıklarına çare arıyorlardı. Yâni doğru yo­lu bulmaya uğraşıyorlardı. Bundan dolayı da, fesat bataklığında dur­madan görüş, fikir, plân ve proje değiştiriyorlardı.

Sonra Arap Yarımadası - coğrafî konumuna nisbetle - bu millet­lerin arasında orta noktada yer almaktadır.

Bugün Arap Yarımadası'na bakan bir kişi -Üstad Muhammed el-Mübârek'in de dediği gibi - onun, iki medeniyetin tam orta nok­tasında durdı-^unu görecektir. Bu iki medeniyetten biri inşam soy­suz bir şekilde takdim eden maddeci batı medeniyeti; diğeri ise Uzak-Doğu'da, Çin, Hint ve civar yerlerde yaşamış hayalci - ruhçu bir me­deniyet.[8]

Yarımadadaki Arapların ve çevrelerindeki diğer milletlerin is­lâm öncesi durumlarını şöyle bir gözümüzün önünde canlandırdığı­mız zaman; Resûlullah'ın doğumu ve bi'seti ile, başka yerlerin de­ğil de, Arap Yarımadası'nm şereflenmesini gerektiren ilâhî hikmeti açıklamamız, daha da kolaylaşmış olur bize. Ayrıca dünyanın bir ucundan öbür ucuna kadar bütün insanlığı Allah'a kul olmaya ça­ğıran İslâm'ın Da'vet meş'alesini, her tarafa götüren ilk daVetçi-lerin, Arap olmasını gerekli kılan ilâhî kaderi de açıklamak, ko­laylaşır bize.

Bazı kişiler şöyle zannediyorlar: Bâtıl din ve sahte medeniyet mensupları, kendi durumlarını ve üzerinde bulundukları hâli iyi gördüklerinden ve içinde bulundukları fesad haliyle övündüklerin­den ötürü tedavileri ve doğru yola getirilmeleri çok güç olur. Ama hâlâ inceleme ve araştırma safhasında olup, cehaletlerini inkâr et­meyerek, kendilerinin ilim, medeniyet ve kültürden hiçbir nasipleri­nin olmadığını savunan insanlar; tedaviye ve doğru yola getirilmeye daha yatkın insanlardır...

Bize göre bu düşünce doğru değildir. Zira bu gibi bir yorum, gücü sınırlı, dayanma gücü belirli bir kişiye nisbetle doğru olur. Çünkü o, kolayla zoru birbirinden ayırır. Böyle olunca da, rahatlığı arzulayıp, zorluktan hoşlanmadığı için, zorluktan kaçıp, kolaylığı tercih eder.

ilâhî kader, Iran, Bizans veya Hint diyarlarından bir yöreyi, îslâm Da'vetinin doğuş yeri olarak seçmeyi murad etseydi; elbette-ki islâm Da'vetinin başarıya ulaşması için Arap Yarımadası'nda ha­zırladığı sebeb ve şartları, orada da hazırlardı. Çünkü tüm sebeb ve şartların yaratıcısı Allah olduğuna göre, bu iş ona hiç de zor - gelmezdi.  Fakat bu seçimdeki hikmet; Yüce Allah'ın da buyurduğu gibi, Hz. Muhammed'in nübüvvetinde insanlar şübheye düşmesin, da've­tinin doğruluğunda kimsenin kalbinde şübhe tohumları filizlenme­sin diye; Hz. Peygamberin okuma-yazma bilmeyen bir ümmi ol­masını gerektiren hikmet türündendir.

Yine, Hz. Muhammed'in peygamber olarak gönderildiği toplu­mun komşu milletlere nisbetle ümmî bir toplum olması bu ilâhî hikmetin bir tamairJayıcısıdır. Yâni Araplar komşu medeniyetlerden etkilenmediler ve onların felsefeleriyle ilgi kuramadılar.

İnsanlar, Hz. Peygamber'i, komşu devletlerin uygarlıklarına, yeryüzünden silinip gitmiş milletlerin tarihine ve eski semavî kitablara vâkıf olmuş bir kişi olarak tanısalardi; şübhesiz ki onların kalblerine şübhe girmesinden korkulurdu. Aynı şekilde, İslâm Dâ­vası; Bizans, Yunan veya Iran gibi tarih, felsefe, medeniyet ve kül­türde belli bir seviyeye ulaşmış milletler arasında zuhur etseydi; el­bette yine kalblere şübhe girmesinden korkulurdu. Çünkü nice saç­ma fikir ve şübhe tohumları ortaya atan kişiler; eşsiz medeniyet ve mükemmel hukuk sistemi olan İslâm dâvasını ortaya çıkaran âmil­lerin, felsefî fikirler ve medeniyet tecrübeleri olduğunu iddia ederlerdi.

İşte Kur'ân-ı Kerim: «O ümmîler içinde, kendilerinden bir pey-' gamber gönderdik ki, bu peygamber onlara, Allah'ın âyetlerini okur, onları temizler, onlara Kitab'ı, hikmeti öğretir. Halbuki, onlar da­ha evvel gerçekten apaçık bir sapıklık içinde idiler[9] buyurarak sarih bir ifade ile bu hikmeti dile getirir.

Allah Teâlâ'nın iradesi; Peygamberinin, büyük çoğunluğunun ümmi olduğu bir toplumun içinden çıkmasını ve yine kendi elçisinin de ümmi olmasını gerekli gördü ki; îslâm Şeriatı ve Nübüvvet mu­cizesi zihinlerde apaçık bir şekilde yer etsin ve diğer beşeri ideolo­jilerle onun arasında herhangi bir karışıklığa meydan verilmesin. Açıkça görüldüğü gibi bu husus, kullarla ilgili büyük bir rahmeti kapsamaktadır.

"lir araştırıcı kafaya gizli, saklı kalmıyacak diğer hikmetler de şunlardır. Aşağıya şöylece özetliyoruz onları:

1- Bilinen bir gerçektir ki; Yüce Allah, Kabe'yi insanlar için bir emniyet .ve toplantı yeri yapmıştır.   Yine Kabe'yi dini farizala­rı yerine getirmek ve ibâdet etmek için insanlara tahsis ettiği ilk bina kılmıştır. Mekke vadisinde, peygamberler babası Hz. İbrahim'­in da'vetini gerçekleştirmiştir. Bu mübarek yerin, babamız İbrahim (as.)'in dini olan îslâm Da'vetine beşik olması ve yine peygamber­lerin sonuncusu Hz.  Muhammed'in doğumunun ve bi'setihin yeri olması da bunların tamamlayıcısı ve gereğidir. Hz. Muhammed  (s. a.v.), Hz. İbrahim soyundan olduğuna göre bu niye olmasın ki!...

2- Daha Önce de belirttiğimiz gibi, Arap Yarımadası'nın çe­şitli milletlerin tam ortalarında yer  alması sebebiyle,  da'vet işini yürütmeye çok elverişlidir burası.

Komşu devlet ve milletlerin arasında, İslâm Da'vetinin kolayca yayılmaya başlamasının başlıca sebeblerinden biri de budur. İslâm'­ın ilk yıllarında ve Râşid Halifeler döneminde, İslâm Da'vetinin ya­yılış seyrine bir göz atacak olursak, bunun doğruluğunu bariz bir şekilde göreceğiz...

3- İlâhî kader, Arapça'nın îslâm Da'vetinin dili, Allah'ın ke­lâmının tercümanı ve bizlere tebliğ için ilk vasıta olmasını gerekli gördü.

Biz dillerin tüm özelliklerini derinlemesine araştırıp, aralarında bir mukayese yapmış olsak; Arapçanm, diğer dillerde pek az bu­lunan özellikleriyle hususiyet arzettiğini göreceğiz elbet. Çeşitli ül­ke ve kentlerdeki ilk müslümanlarm dilinin Arapça olması ne ka­dar anlamlı değil midir?! [10]

 

4- Peygamberlerin  Sonuncusu Hz.  Muhammed   (s.a.v) Ve Davetinin Geçmiş Semavî  Davetlerle İlgisi
 

Hz. Muhammed Aleyhissalâtü Vesselam, Peygamberlerin sonun­cusudur ve ondan sonra artık peygamber yoktur. Müslümanların üze­rinde ittifak ettikleri ve zarûrat-ı diniyye'den bildikleri şeylerden biri de budur. Resûlullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:

«Benimle, benden önceki peygamberlerin misâli, şu kişinin mi­sâli gibidir: Bu adam bir bina kurmuş ve binayı güzel yapıp, süs­lemiş, yalnız köşelerinden bir köşede bir kerpiç yeri eksik kalmış. Bu vaziyette halk, binayı dolaşmaya başlarlar, binayı çok beğenir­ler ve «Keski şu bir tek kerpiç de konulmuş bulunsaydı!» derler, tşte ben o, (yeri boş bırakılan) kerpicim. Ben peygamberlerin sonuncusuyum[11]».

Resûlullah'ın da'veti ve onun da'vetinin geçmiş peygamberlerin da'veti ile alâkasına gelince, yukarıda zikredilen hadîsin de işaret ettiği gibi, onun da'veti, geçmiş peygamberlerin da'vetlerini te'kid ve tamamlamak esası üzerine kurulmuştur.

Bunun anlamı şudur: Her peygamberin dâvası iki temel pren­sip üzerine kurulur: Birincisi akide (inanç); ikincisi ise, şeriat (hu­kuk) ve ahlâktır. Akideye gelince, onun muhtevası, Hz. Âdem'in peygamber olarak gönderilmesinden, ta peygamberlerin sonuncusu Hz. Muhammed (s.a.v.)'e gelinceye kadar değişmemiştir. Bunlar ise Allah'ın vahdaniyyet (birlik) ine, O'nun Zât-ı ulûhiyyetine yakışma­yan sıfatların her türünden münezzeh olduğuna inanmak, âhiret gününe, insanların öldükten sonra hesaba çekileceklerine; Cennet ve Cehennem'e inanmaktır. Böylece her peygamber kendi halkını, bu hususlara iman etmeye çağırıyordu. Onların tümü kendinden önceki peygamberlerin da'vetini tasdik ederek, kendinden sonra ge­lecek peygamberin peygamberliğini de müjdeleyerek geliyordu. İş­te böylece, peygamberlerin halkı itâata çağırmak ve tebliğ etmekle yükümlü oldukları -Tek Hakikat»! pekiştirmek için çeşitli kavim ve milletler birbirini izledi. Dikkatle bakalım! Onların çağırdıkları tek hakikat; peygamber seçme ve din gönderme hakkının yalnızca Allah'a âit olduğudur. Cenâb-ı Hak Kur'ân-ı Kerim'de, şu âyet ile bu gerçeğe işaret ediyor:

«Allah, Nuh'a buyurduğu şeyleri size de din olarak buyurmuş­tur. Ey peygamber! Sana vahyettik, İbrahim'e, Musa'ya- ve isa'ya da buyurduk ki: «Dine bağlı kalın, onda ayrılığa düşmeyin.» Put­perestleri çağırdığın şey, onların gözünde büyümektedir. Allah di­lediğini kendine seçer. Kendisine yöneleni de doğru yola eriştirir"».[12]

Esasen, akide konusunda, peygamberlerin da'vetlerinde bir ih­tilâfın olduğu düşünülemez. Çünkü akide konuları, ihbar türünden-dir. Birşeyden haber vermeye gelince; haber konusunda doğru söz­lü olduğunu kabul ettiğimiz iki haberci arasında, verdikleri haber konusunda ihtilaflı olmaları düşünülemez. Peygamberlerden birinin insanlara, Allah'ın üçün üçüncüsü olduğunu bildirmek -Hâşâ- için gönderildiğini, ondan sonra gelen bir başka peygamberin de; Al­lah'ın bir olduğunu, eşinin ve ortağının bulunmadığım açıklamak için görevlendirildiğini; her iki peygamberin de Allah'tan aldıklarını açıklamada doğru sözlü olduklarını savunmak aklın kabul etmeye­ceği bir husustur.

Akide konusundaki durum budur. Teşriî konusuna gelince; teş­riî kelimesi, fert ve toplum hayatını düzenleme ve hükümler koyma anlamında kullanılmaktadır. Bir peygamberle diğer peygamberin (AUah'm salât ve selâmı hepsinin üzerine olsun) şeriatı arasında keyfiyyet ve kemmiyyet bakımından birtakım farklar bulunuyordu. Bunun sebebi de, teşri'in (şeriat koyma) ihbar türünden değil de, in­şâ (istek) türünden oluşudur. Akide konusunda söylediklerimiz, teşriî konusunda söylenemez. Zira, çeşitli kavim ve milletlerin varlığının, zamanın değişmesinin şeriatların değişmesinde ve çeşitli olmasında önemli etkisi vardır. Ayrıca, teşrii fikrinin temeli, kulların dünya ve âhiret maslahatına dayandığı sebebi de, bu konuda önemli bir et­kendir. Buna, geçmiş peygamberlerden herbirinin peygamberlikle­rinin belirli bir ümmet (milletle mahsus olduğunu ve bütün insanlar için umumî olmadığını da ilâve edebiliriz. Buna göre, şer'î hü­kümler de, o ümmetin kendi hususiyetleriyle birlikte belli bir çerçe­ve içinde sınırlandırılmıştır.

Meselâ, Mûsâ (a.s.î israil Oğullarına gönderilmişti. O zamanki şartlar, Mûsâ (a.s.)'nın şeriatının -İsrail Oğullarının durumuna gö­re - ruhsatlar üzerine değil de, katı bir şekilde azimetler üzerine ku­rulmasını gerektiriyordu. Fakat, bir müddet geçtikten sonra Efen­dimiz îsâ Aleyhisselâm onlara peygamber olarak gönderildi. Hz. İsâ (a.s.) onlara daha önce Mûsâ (a.s.)'nın getirdiği şeriattan daha kolay bir şeriatı tebliğ etti. Bu hususta, Hz. İsa'nın İsrail Oğullarına yaptığı konuşmada; Cenâb-ı Hakk'ın onun dilinden buyurduğu şu âyete bakınız:

«...Benden önce gelen Tevrat'ı tasdik etmekle beraber, size ya­sak edilenlerin bir kısmını helâl kılmak üzere, Rabbinizden bir âyet getirdim....[13]

Hz. İsa İsrail Oğullarına, kendisinin akide işleriyle alâkalı ko­nularda Tevrat'ta bulunan şeyleri tadik ve te'kid edici, da'veti de yenileyici olduğunu açıklamıştı. Haram ve helâl hükümleriyle, tes­rii duruma gelince, hakikaten o, bir kısım değişikliklerle, bazı ko­laylıklar sağlamak ve katlandıkları katı hükümlerin bir kısmını yü­rürlükten kaldırmakla görevlendirilmişti.

Buna göre her peygamberin peygamberliği akide ile teşriî (hu­kukî) durumu kapsar.

Bir peygamberin akide konusundaki çalışması, herhangi bir de­ğişiklik yapmaksızın, önceki peygamberlerin getirdiği akidenin Özü­nü te'kid etmekten başka birşey değildir.

Teşri'e gelince; her peygamberin şeriatı, desteklediği veya sus­tuğu konular hariç; önceki şeriatı yürürlükten kaldırır. Bu görüş, «Aksi varid olmadıkça bizden öncekilerin şeriatı, bizim şeriatunız-dır» diyenlerin görücüdür.

Yukarıdaki açıklamalardan da anlaşılacağı üzere, değişik «Se­mavî Dinler- yoktur; ama değişik «şeriatlar, vardır, tlâhî kaderin, tebliğcisini, bütün peygamberlerin sonuncusu yaptığı büyült sema­vî şeriat gelip yerleşinceye kadar, her sonraki şeriat, kendinden öncekini yürürlükten kaldırmıştır.

Hak dine gelince, o da tekdir. Bütün peygamberler Hz. Âdem'­den Hz. Muhammed (s.a.v.)'e gelinceye kadar ona inanmayı emret­mek ve ona da'vet etmek için gönderilmişlerdir. O «hak din» ise yalnızca İslâmiyet'tir.

Hz. İbrahim de, Hz. İsmail de ve Hz. Ya'kub (Allah'ın salât ve selâmı onların üzerine olsun) da aynı Hak Din ile gönderildi. Ce­nâb-ı Hak şöyle buyurur:

«Kendini bilmeyenden başka kim İbrahim'in dininden yüz«çe­virir? Andolsun ki biz onu dünyada beğenip seçmişizdir. O, şübhe-siz ki, âhirette de muhakkak sâlihlerdendir. Rabbi ona: «(Kendini Hakk'a) teslim et» dediği zaman, o, «Âlemlerin Rabbine teslim ol­dum (müslüman oldum)» demişti İbrahim bunu oğullarına da tav­siye etti. Ya'kub da: «Ey oğullarım! Allah sizin için (İslâm) dinini beğenip, seçti. O halde, siz de  (başka değil)  ancak müslümanlar olarak can verin![14]» dedi.

Hz. Musa Aleyhissel âm da aynı hak dinle gönderilmişti. AHahü Teâlâ, FIr'avun'un büyücülerinden şöyle bahsediyor: «Biz büyücü­ler şüphesiz ki, nihayet (ölerek) Rabbimize dönücüleriz, dediler. Sen bizden başka bir sebeble değil, ancak Rabbimizin âyetlerine onlar oize geldiği zaman iman ettik diye intikam alıyorsun». (Sonra şöy­le niyaz ettiler): «Ey Rabbimiz! Üstümüze sabır yağdır, bizi müslü­manlar olarak öldür[15].

Hz. îsâ da yine aynı «Hak Din» ile gönderilmişti. Allahü Teâlâ bu konuda da şöyle buyuruyor: «İsâ onlardan (ısrar ile taşan) küf­rü hissedince dedi ki: «Allah'a doğru giden yolda bana yardımcı ola­caklar kim?» Havariler: «Biziz, Allah'ın yardımcıları. Allah'a inan­dık. Sen de (ey tsâ) şahid ol ki, biz muhakkak müslümanlarız» de­diler.[16]

Bazan deniliyor ki; Hz. Musa'ya bağlı olduklarını iddia eden ki­şiler, tüm peygamberlerle gönderilen «Tevhid Akidesinden ayrı, başka bir akideyi niçin benimsiyorlar? Yine, Hz. îsâ'ya bağlılıklarını savunan kişiler, neden özel bir akideye inanıyorlar?

Bunun cevabı Allah Azze ve Celle'nin Kitab-ı Kerim'inde bu­yurduğu şu âyette verilmiştir:

«Allah indinde, Hak din, islâm'dır. Kitab verilenler (başka su­retle değil) ancak kendilerine ilim geldikten sonra, aralarındaki ih­tirastan dolayı, ihtilâfa düştüler. Kim Allah'ın âyetlerini inkâr eder­se, şübhesiz ki, Allah hesabı pek çabuk görendir.[17]

Ve yine Cenâb-ı Hak Şûra sûresinde şöyle buyurmuştur: «On­lar ancak, kendilerine ilim geldikten sonra, aralarındaki ihtirastan dolayı, ihtilâfa düştüler. Eğer belirli bir süre için Rabbinin verilmiş sözü olmasaydı, aralarında muhakkak hüküm verilmiş (herşey olup bitirilmiş) ti bile. Onlardan sonra, kitaba mirasçı yapılanlar da on­dan mutlak bir tereddüt içindedirler.[18]

Bu duruma göre, bütün peygamberler,  Allah katında gerçek din olan islâmiyet ile gönderildiler. Ehl-i Kitab, dinin tek olduğunu biliyor.. Yine onlar, peygamberlerin kendileriyle birlikte gönderilen hak dinde sadece birbirlerini desteklemek ve tasdik etmek için ffel-miş olduklarını, birbirine zıt, çeşitli inançlara bölünmek için gelme­diklerini de biliyorlar. Fakat onlar, Yüce Allah'ın da buyurduğu gi­bi, kendi aralarındaki ihtirastan dolayı bu konuda kendilerine ke­sin bilgi gelmiş olmasına rağmen ihtilâfa düştüler, bölündüler ve, peygamberlerin söylemediklerini onlara nisbet ederek iftirada bu­lundular. [19]

 

5- Cahiıiyyet Ve Ondaki Hanîflik Kalıntıları
 

Bu mukaddime, siyret konularına ve onlardaki öğütlere girme­den önce, araştırılması gereken çok önemli bir mukaddimedir. Zira bu mukaddime, islâm düşmanlarının devamlı yok etmeye uğraştık­ları ve çeşitli iftiralarla, yalanlarla geçersiz hale getirmeye çabala­dıkları bir «Hakikat» ı içeriyor.

Bu hakikatin özeti şudur: İslâm Dini, Cenâb-ı Hakk'ın peygam­berler babası Hz. İbrahim (a.s.) ile gönderdiği «Haniflik» dininin sadece bir uzantısıdır. Kur'ân-ı Kerîm, bunu birçok âyetlerinde açık­lamıştır. İşte onlardan biri: «Allah uğrunda hakkıyla cihad edin, Sizi O seçti. Din (işlerinde) de üzerinize hiçbir güçlük yüklemedi. Babanız ibrahim'in dininde olduğu gibi. Daha önce ve bu Kur'an'da da peygamberin size şahid olması sizin de insanlara şahid olmanız için size müslüman adını veren Odur[20]. Yine, o âyetlerden bir diğeri: «De ki, Allah sözün doğrusunu söylemiştir. Onun için Allah'ı birl> yici olarak ibrahim'in dinine uyun. O, müşrikler (puta tapanlar) don değildir[21]..

Arapların, ismail Aleyhisselâm'ın çocuklarından olduklarını her­kes bilir. Böyle olunca da Araplar, babaları Hz. ibrahim'in dinine mirasçı oldular. Yâni; Allah'ın birliğine iman, O'na ibâdet, O'nun koyduğu yasakları çiğnememe, kutsal olarak belirlediği şeyleri kut­sal kabul etme gibi ilkelere mirasçı oldular. Bu kutsal olan şeyle­rin başında; Kabe'yi takdis ve ta'zim, sa'y, tavaf v.s. ye hürmet, onu korumak, hizmetini ve bakımını yapmak gelmektedir.

Aradan uzun zaman geçip, asırlar birbirini kovalayınca, diğer millet ve ümmetler gibi; Arapların da gözünü cehalet bürüdü. Ara­larına da birtakım gözbağcılarla bozguncular sızmıştı. Bu kötü niy-yetli kişiler, onların arasına sinsice, bâtıl fikirlerini soktular. Arap­lar da babalarından miras katan ilâhi prensiplerle, bu bâtıl fikirleri birbirine karıştırdılar. Böylece, onların arasına şirk inancı girmiş oldu. Yavaş yavaş puta tapıcılığa alıştılar, sonunda bâtıl âdetler ve ahlâksızlık aralarına sokulmuş oldu. Bundan dolayı Araplar, tev-hid nurundan ve haniflik yolundan uzaklaştılar. Câhiliyyet âdet­ler; aralarında yaygınlık kazandı ve Hz, Peygamber'in bi'setine kadar onları etkisi altına aldı. Nihayet Hz. Muhammed'in gönderilişi ile câhiliyyet perdesi onların üstünden yırtılıp atıldı.

Arapların arasına şirki sokan ve putlara tapmalarını teşvik eden ilk kişi, Amr bin Lühayy bin Kam'a'dır ki, bu adam aynı za­manda Huzâa kabilesinin dedesidir. İbn Ishâk, Ebû Hüreyre'nin şöy-, le dediğini rivayet-eder: «Ben, Resûlullah (s.a.v.)'ın Eksem bin el-Cevn el-Huzâî'ye şöyle dediğini duydum: «Yâ Ekseml Ben, Amr bin Lühayy bin Kam'a bin Hındif'i cehennemde barsaklarını sürükler bir halde gördüm. Şimdiye kadar ne senin ona, ne de onun sana benzediği kadar bir adamı gördüm.» Bunun üzerine Eksem: «Ya Resûlâllah! Onun benzerliğinin bana bir zararı dokunabilir mi?» diye soıdu. Hz. Peygamber de: «Hayır, sen mü'minsin, o ise kâfir. İsmail (a.s.î'in dinini bozan, putları diken, Bahire, Şaibe, Vasile ve Hami adaklarını ilk icad eden adam odur[22]» buyurdu.

tbn Hişâm, Amr bin Lühayy'ın, Arapların arasına puta tapmayı nasıl soktuğunu şöyle rivayet ediyor: Amr bin Lühayy, bir kısıra işlerini görmek için Mekke'den ayrılıp, Şam'a gitmişti. Belkâ böl­gesindeki Maab şehrine »o zamanlar burada Amal ika adı verilen bir kabile yaşıyordu. Onlar (Imlâk) 'in çocukları idi. Imlâk bin Lâ-' viz bin Sâm bin Nûh da denir- gelince, onların putlara taptıklarını gördü. Onlara: «Taptığınızı gördüm, şu putlar da neyin nesidir?» diye sordu. Onlar da ona: «Bunlar putlardır. Biz onlara taparız. Yağmur isteriz onlardan, bize yağmur -yağdırırlar. Onlardan yardım is­teriz, bize yardım ederleir» diye cevab verdiler. Bunun üzerine Amr: «O putlardan bana bir tane verseniz olmaz mı? Ben onu Arap diyarına götüreylm de, onlar da ona tapsınlar» dedi. Amâli-ka'da Hübel denilen putu ona verdiler. O da bu putu yanında Mek­ke'ye getirip dikti ve halkın ona tapmasını, yüce kabul etmesini emretti.[23]

tşte Arap Yarımadası'nda, puta tapma böyle ortaya çıktı. Arap­ların arasmda şirk de böyle yayıldı. Araplar üzerinde bulundukları tevhid inancından bu sebeble ayrıldılar.   Onlar Hz.   İbrahim'in  ve

Hz. tsamil'in dinini, başka inançlarla değiştirdiler. Diğer ümmetle­rin uğradıkları dalâlete, inanç ve ibâdetlerdeki çirkinliklere onlar da bulaştılar...

Onları, bütün bunlara sevkeden şeylerin en önemlisi cehalet ümmîlik ve etraflarında bulunan çeşitli kabile ve ümmetlerden et kilenmeleridir.

Şu kadar var ki, onların arasında -her ne kadar zamanla sa­yıları azahyorduysa da- Hanîflik yolu üzerine yürüyerek Tevhid akidesine sımsıkı bağlı insanlar hayatlarını sürdürüyorlardı. O ki siler ölümden sonra dirilmeyi, Haşir ve Neş;r'i tasdik ediyorlar, Al­lah'ın itaatkâr kullara sevab, âsilere de ceza vereceğine inanıyor­lardı. Yine bu kişiler, Arapların, sapık düşünce ve görüşlerle, put­lara tapma gibi ortaya çıkardıkları yeni âdetlerden nefret ediyorlar­dı. Kuss bin Saidetü'l-Iyâdi Riabu'ş-Şenni, Rahib Bahira gibi birçok lan Hanifliğe inanan insanlar olarak şöhret bulmuşlardı

Nitekim Arapların âdetleri arasında - her ne kadar zamanla za­yıflamış ve küçümsenir bir hale gelmiş olsa bile- Hz. İbrahim dö­neminin artıkları, Hanîflik dininin prensip ve hükümleri, hâlâ ya­şıyordu. Onların câhiliyye hayatları, Banifliğin prensip ve âdetle­rinden belli bir miktar karışmış olarak devam ediyordu. Ama tabiî, bu prönsip ve âdetler, onların hayatında bozuk ve çirkinleşmiş b'r vaziyette nerdeyse tefrik edilemiyecek bir haldeydi. Bunlar, Kabe'­yi ta'zim, onu tavaf, Hac ve Umre, Arafat'ta vakfeye durma, kur­ban kesme gibi şeylerdi. Bütün bunların aslı meşrudur ve Hz. İb­rahim döneminden kalma kurban kesme gibi şeylerdi. Fakat Arap­lar bunları uygunsuz bir şekilde yapıyorlar ve Haniflik dininde bu­lunmayan şeyleri onların arasına katıyorlardı. Hac ve Umre'de tel-biye yaptıkları gibi... Kmâne ve Kureyş kabileleri, telbiye[24] yaptıkları zaman şöyle diyorlardı:

«Buyur, Allah'ım buyur! (Senin emrine her zaman hazırım.) Bu­yur, senin ortağın yoktur. Ancak senin bir ortağın vardır ki, o da senin hükmün altındadır. Sen ona ve onun sahip olduklarına hük­medersin.» îbn Hişâm'm da dediği gibi Araplar, telbiye ederek Al­lah'ı birliyorlar, putlarını onun yanma katıyorlardı. Fakat sahipliği­ni de yine O'nun eline veriyorlardı.

Özet olarak, Arap Tarihinin gelişmesi, ancak peygamberler ba­bası Hz. İbrahim Aleyhisselâm ile gönderilen kolay Hanîflik dini­nin gölgesinde tavmamlandı. Arapların yaşayışını Tevhid akidesi, hi­dâyet nuru ve iman kaplamıştı. Sonradan Araplar zamanın geç­mesi ve asırların birbirini takibi, peygamber asrının uzaklaşmasıy­la bu hak yoldan yavaş yavaş uzaklaşmaya başladılar. Tarihle bir­likte yavaş bir seyir takib eden, zamanla zayıflayan ve yıldan yıla taraftarları azalan Haniflik dininin kalıntıları devam etmekle bir­likte; Arapların yaşayışı, şirkin karanlığı ve fikri sapıklıklarla bu­lanmaya başladı.

Hanif dininin meş'alesi, Hâtemü'l-Enbiyâ Hz. Muhammed (s.a. v.J'in peygamberliği ile yeniden alevlenince, şu uzun zaman aralı­ğında, sapıklık ve cehaletten dolayı pörsüyen herşeye, ilâhî vahiy can getirdi. Bütün bu karanlıkları yok etti. Hak ve adalet prensip­leriyle, İman ve Tevhid nuruyla bulunduğu yeri aydınlattı, ilâhi şe­riatların, sabitleştirmiş ve Hz. İbrahim'in getirdiği ve ilâhî şeriat­ların kabul ettiği Haniflik dininin kalıntılarına - ki hayat onların sayesinde yeni nurun kaynağına kavuşmuştur- yöneldi; onları ka­bullenip, pekiştirdi ve da'vetini de yeniledi.

Bu açıkladıklarımızın, tarihe vâkıf olan bir kişi için bedahetle bilinen birşey olduğunu ve islâm'dan birazcık nasibi olan bir kişi için de bedahetle sabit olan birşey olduğunu te'kid etmemizin fu­zulî uğraşma olduğunda şübhe yoktur. Ancak, biz bu çağda, apa­çık olan şeyleri, yeniden açıklamak ve bedihî olan şeyleri te'kidle söylemek için çok zaman harcamaya mecburuz. Ben, bir kısım in­sanların içlerindeki arzu ve istekten dolayı, itikatları konusunda na­sıl gevşek davrandıklarını gözlerimle gördükten sonra, buna ka­rar verdim.

Evet, bu tür insanların akıllarını, fikrî kölelik ve esaret zinciri­nin en kahnıyla bağlamalara, onların deliliği sayılmadığı halde ya­şamışlardır, şu dünyada!...

tnsan iradesinin, inancından sonra gelmesi ile inancının irade­sinden sonra gelmesi arasındaki fark da, ne büyüktür! Yükselme ve alçalma, ilerleme ve gerileme yönünden onların ara-sındaki fark da ne büyüktür!...

Söylediğimiz şeylerin bedahetine ve delillerinin açıklığına rağ­men, yine de şöyle diyen birtakım insanlar bulunmaktadır-. Câhjliy-ye dönemi, bi'setten önce, hakikata giden yolda uyanmaya başla­mıştı. Arap düşüncesi de, şirkin, puta tapıcıuğm ve bunlara bağl: bir kısım câhiliyyet hurafelerinin bertaraf edilmesi  yönünde geliş-

me gösteriyordu. Bu uyanış ve gelişmenin zirvesi, Hz. Muhammed'-in bi'seti ve yepyeni da'veti ile kendini göstermiş oluyordu.

Bu iddianın anlamı şudur: Çâhiliyyet tarihi, zamanın uzama­sı, asırların geçmesi ile tevhid hakikatına ve hidâyet nuruna doğru açılıp, genişliyordu. Yâni Araplar, Hz. İbrahim döneminden her no kadar uzaklaştılarsa da ve aralarına asırlar girmiş ise de, onların Hz. İbrahim'in prensip ve da'vetine doğru yakınlıkları artmıştı. Hat­tâ bu yakınlık, Hz. Muhammed'in bi'setinin başlangıcında son sı­nırına varmış oldu!...

Acaba tarih böyle mi açıklıyor? Yoksa anlamı gayet açık, bir «elifba» mantığı basitliği içinde, tamamen bunun aksini mi söylü­yor?

Her araştırmacı ve her mütefekkir bilir ki; Resulullah'ın gön­derildiği dönem, çâhiliyyet dönemleri arasında Hz. Muhammed (s. a.v.J'in hidâyetine en uzak dönemdir. Hz. Muhammed'in bi'seti za­manında Hanîfliğin prensip ve yol gösterici mahiyette olan izlerin­den Araplarda bulunan en eski âdetler; putlardan nefret ve onlara tapmaktan uzak kalma, (İslâm'ın da kabullendiği bir kısım değer ve faziletle doğru yönelme şeklinde bir pırıltı halinde kendini temsil ettiren bu Haniflik kalıntıları), Araplarda birkaç asır önce de bulu­nan bu âdetlerin onda birine bile ulaşamaz. Bu kişiler, nübüvvetin ve bi'setin anlamını böyle düşündüklerine göre; risâletin, Hz, Pey-gamber'in bi'setlnin başladığı dönemden çok daha önceki asırlar ve nesillere gönderilmiş olması gerekirdi.

Diğer bir grub insana gelince; şunu söylemek çok hoşlarına gi­diyor: Hz. Muhammed, Araplarca bilinen örf ve âdetlerin, törenlerin ve gaybî inançların çoğunu ortadan kaldıramaymca; kızıp, onların tümüne, diyanet elbisesini giydirdi ve bunları ilâhî tekliflermiş gibi ortaya çıkardı. Başka bir deyişle: Hz. Muhammed, Araplardaki gay­bî inançlara bir murakabe (kontrol) eklemek için gelmişti. Bu mu­rakabenin kıvamı, dilediğini yapan, istediğine kadir bx ilâh şahsi­yetidir. Ama Araplar Kabe'yi tavaf etmek, onu takdis etmek, belir­li tören ve âdetleri yerine getirmek gibi şeylere devam ettikleri gi­bi, cinlere, büyüye ve diğer benzeri inançlara, müslümanlıktan son­ra da, inanmaya devam ettiler.

Bu kişiler, iddialarında iki varsayımdan hareket ediyorlar. Ama aynı anda, bu iki varsayımın isabetsizliğini düşünmek dahi istemi­yorlar. Birinci varsayım: «Hz. Muhammed, peygamber değildir.» İkinci varsayım da şöyle: «Hz. İbrahim döneminden arta kalan şey­ler, Arapların sadece, kendi icatları ve zaman içerisinde kendile­rinden uydurdukları geleneklerdir. Kabe'ye hürmet, onu kutsal sayma gibi şeyler, Hz. İbrahim'in Allah'tan getirdiği şeriatın kalıntı­ları değil de-, Arap toplumunun ortaya çıkardığı şeylerdir.» Bunları yukarıda da söylemiştik. Bu varsayıma göre; Kabe'ye hürmet ve benzeri şeyler, Arap gelenek ve göreneklerinin bir neticesidir.

Bu varsayımları ileri sürenler, kendi varsayımlarının devamı ve korunması uğrunda; düşüncelerini geçersiz kılacak, sahtelikleri­ni ortaya dökecek bir yığın apaçık tarihî olaylara ve kesin delillere gözlerini kapatıyorlar.

Şurası da bilinen bir gerçektir ki; bir araştırmacı yapacağı araş­tırmada, kafasındaki peşin fikirlerin tümünü atmadıkça; yapacağı' çalışmanın kendisini gerçeğe götürmesi mümkün değildir. Yine bu tür bir araştırmanın abes ve gülünç olduğunu söylemeye lüzum yok­tur.

Bundan dolayıdır ki; biz bir hakikata ulaşmaya gayret ediyor­sak ve yalnızca hakikati gaye ediniyorsak ya da insanlara karşı ya­lan söylemek istemiyorsak; her aklî delili ve tarihî olayı ibret gözüy­le ele alıp, değerlendirmemiz gerekir. Aksi halde, araştırmamızın durumu ve gerçekle ilgisi ne oranda olursa olsun; eğer biz, diğer in­sanları muayyen bir fikre sevketmeyi amaç edinmişsek, taassup tü­ründen bir araştırma yapmış oluruz.

Biz, her halükârda, *Hz. Muhammed, peygamber değildir» var­sayımının, bize kabul ettirilme gayreti karşısında, vahyin zahirini, Kur'ân'm mucize oluşunu; Hz. Muhammed'in da'veti ile geçmiş pey­gamberlerin da'veti arasındaki münâsebeti; Hz. Muhammed'in ah­lâkını ve çeşitli özellikler ini; bir de nübüvvetine delâlet eden diğer hususları görmemezlikten gelemeyiz.

Nitekim yine, câhiliyyet döneminde «Hz. İbrahim dönemi kalın­tıları» diye isimlendirdiğimiz şeylerin Arap düşüncesinin ortaya çı­kardığı birtakım geleneklerden ibaret olduğu; Hz. Muhammed'in ise onlara sadece dini bir veçhe verdiği gibi iddiayı şöyle kolayca red­dederiz: Hz. İbrahim'in Kâbe-i Şerifi, Allah'tan aldığı vahye dayar naralc inşâ ettiğine dair tarihî metinler, Hz. İbrahim'den sonra bü­tün peygamberlerin Allah'ın birliği esasına iman; haşir, ceza, cen­net ve cehennem gibi gaybî hakikatlara çağırdıklarını isbat eden eski semavi kitablar. Geçmiş bütün nesillerin her devirdeki tarihî şe-v hadeti... Öyle iddiaları bir nefeste çürütür.

Böyle bir iddiadan çok hoşlanan insanların; bu iddialarının ne başında, ne de sonunda herhangi bir burhan veya ne türden olur­sa olsun herhangi bir delil ileri süremediklerini bilmek gerek. Bu tür iddialar sadece birtakım kimselerin hayallerinden icad ettikleri ve sürekli tekrarladıkları .sözlerden ibarettir.

Belki bunlara benden bir örnek isteyen olabilir. Biz de bir ör­nek verelim: İngiliz Şarkiyatçısı Dr. Gibb'in «Dini Fikrin Yapısı» adlı kitabı okunursa onda, kör taassubun bu insanlara neler yaptırdı­ğı görülebilir. Bu öyle bir taassub ki, sahibini, kendisine boyun eğ­dirmek için saf hakikatlar ve kesin deliller karşısında aptal davran­maya ve hattâ faziletinin dayanaklarından sıyrılmaya sevkeder:

Gibb'in görüşüne göre; «İslâm'da, dini fikrin kuruluşu ancak Araplarda bulunan gaybî fikirler ve akidelere dayanır. Gibb'e göre Hz. Muhammed (s.a.v.) o fikir ve akideler hususunda düşünüp ta­şındı; değiştirilmesi mümkün olanlarını değiştirdi. Sonra tasfiyesi mümkün olmayan geri kalanlara yöneldi. Onlara da din ve İslâm kisvesini giydirdi. Daha sonra da onu fikirlerden ve uygun dinî sah­nelerden bir programla desteklemeyi unutmadı. Burada onun kar­şısına, büyük bir problem dikildi. Bu da, onun, dini yalnız Araplara değil bütün milletlere ve insanlığa göre kurmak istemesinden kay­naklanıyordu.. Buna göre de o, bu hayatı Kur'an programı dahi­linde te'sis etmiş oldu...»

Dr. Gibb'in kitabdaki fikirlerinin özeti işte budur. Baştan sona kadar bu düşünceleri okununca, söylediklerinden hiçbir şeye bir ta­ne delil bile ileri sürdüğüne rastlanamaz. Bunları dikkatle okuyun­ca, adamın âdeta; yazmak için oturduğu mekânda aklî melekeleri­ni tamamen kovarak, onların yerine vehim ve hayallerini koymuş olduğundan; hüküm verdiği ve açıkladığı her konuyu vehim ve ha­yaller, üzerine kurduğundan asla şübheye düşülmez...

Arapça tercümesinin önsözünü yazarken de; okuyucuların, İs­lâm'ı tahkir için uydurduğu bu abuk sabuk fikirlerini nasıl alaya alacaklarını düşündüğü ortadadır ki, hemen özür dileme yoluna git­miştir!..

Şu sözüyle özür dilemeye başlar: *Bu bölümlerin üzerine kurul­duğu fikirler, bu müellifin zihninin mahsulü değildir. Bilâkis bu fi­kirlerde öncülük eden <ve yol gösteren, mütefekkirlerden ve îslâm'uı ileri gelen şahsiyetlerinden bir gruptur. Onları burada saymak uzar. Örnek olarak onlardan birini zikretmekle yetineceğim. O kişi de, Şah veliyyullah ed-Dehlevî'dir».

Daha sonra, Şah Veliyyullah'm «Hüccetullahilbâliğa» kitabından, c. s. 122'ye ait bir metni nakleder. Dr. Gibb'in okuyuculardan her­hangi birinin kitaba başvurma ve alınan metnin kitabda olup ol­madığını araştırma zahmetine katlanmıyacağından çok emin oldu­ğu aşikârdır. Bunun için de gönlünün istediği şeyi Şah Veliyyullah ed-Dehlevî'nin lisanı üzerine tahrif etmiş, maksadını ters yüz edip,mânâsım değiştirmekle benzer gördüğü şeyleri aşırmış. Hattâ bu­nunla, onun işlemediği hatâyı ona yüklemiş ve kendi görüşleriyle onu konuşturmuş.

Aslından alıntı yaptığı metin aşağıdadır: «Hakikaten Hz. Mu-hammed (s.a.v.J, diğer bir şeriatı da içine alan bir şeriatla gönderil­miştir. Birincisi sadece Hz. İsmail evlâdına gönderilen şeriattır. Bu şeriat, Araplardaki ibâdetlerin, bir kısım geleneklerin ve toplum de­ğerlerinin, onun şeriatının kaynağı olmasın» gerekli kılar. Çünkü şeriat, Araplarda var olan şeyleri ıslah etmek için gelmiştir. Yoksa bilmedikleri şeyleri onlara yüklemek için gelmemiştir[25]».

Dr. Gibb'in, anlamım tersyüz etmek için «HüccetullahilbâMğa» kitabından alıntı yaptığı cümlelerin asıl metnini aşağıya alıyoruz:

«Bil ki Hz. Peygamber (s.a.v.) Hanîfliğin eğriliklerini düzeltmek, değiştirilmiş olan yönlerini gidermek ve onun nurunu yaymak için Hz. İsmail'in şeriatı, «Hanîflik» ile gönderilmiştir. Bu durum Cenâb-ı Hakk'ın: «... Babanız İbrahim'in dini...[26]» âyeti ile belirtilmiştir.

Durum böyle olunca, bu dinin aslının, îslâm ilkeleri olduğu da kesinlik kazanmış olur. Çünkü Hz. Muhammed kavmine gönderildi­ği zaman, onların arasında doğru yolun izleri bulunmaktaydı. Buna göre de, onları değiştirmenin ve asıllarını bozmanın bir anlamı yok­tur. Bilâkis, onları kesinleştirmek gerekirdi. Çünkü bu durum on­ların gönüllerine daha yatkm, onlara delil getirme bakımından da­ha sağlam olurdu. Hz. ismail'in çocukları babaları İsmail (a.s.)'in yolunu miras olarak sürdürüyorlardı. Onlar, Amr bin Lühayy'ı tam-yıncaya kadar bu şeriat üzerinde idiler. Ne zaman ki, Amr bin Lü-hayy o şeriatın içine kendi sapık düşüncelerini soktu, işte o zaman kendisi saptığı gibi onları da saptırdı. İlk defa o, putlara tapmaya Şaibe ve Bahire adağım İcad etmeye başladı. Böylece o, Hak dini bozdu ve doğru yolu ile yanlışı birbirine karıştırdı. Cehalet, şirk ve küfür Araplarda galip gelince, bunun üzerine de Cenâb-ı Allah, Hz. Muhammed (s.a.v.)'i, onların eğri yönlerini düzeltmek ve boz­duklarını ıslah etmek için peygamber olarak gönderdi. Hz. Peygam­ber de onların yaşadığı şeriata baktı. Hz. İsmail'in yoluna ve Al­lah'ın vahyine uygun olanlarım aynen bıraktı, onların bozuk ve de­ğiştirilmiş olanlarını veya şirk ve küfür işareti olanlarını kaldır­dı ve bâtıl olduklarım açıkça ilân etti».

Şübhe yoktur ki, bu gibi «Araştırmacının tahrifini ve yaptığı şeyleri burada biz münakaşa ve münazara için anlatmıyoruz. Çün­kü böyle lüzumsuz sözleri açığa çıkarmak ve boş yere münakaşa etmek abes şeylerden sayılır. Fakat biz, okuyucunun; Batılı bilgin­lerin araştırma programlarından ve konularıyla ilgili şeylerden, avurt­larını doldurarak bahseden bir kısım, yerli bilgiçleri tanımasını, aşa­ğılık kör taklitçiliğin bazı müslümanlara neler yaptırdığım bilmesi­ni arzu ettiğimiz gibi, kör taassubun sahibine de neler yaptırdığını bilmesini te'min için sözü buraya getirdik.

Bu durumda okuyucu, Hz. İbrahim (a.s.İ ile birlikte gönderilmiş bulunan Haniflik dini ile câhiliyyet dönemi arasındaki alâkayı iyi­ce kavradığı gibi, İslâm'ın zuhurundan önce Araplar nezdinde ge­çerli olan câhiliyyet düşüncesi ile İslâm dini arasındaki alâkanın hakikatini da anlamış oldu.

Resûlullah'ın Araplar nezdinde geçerli olan prensip ve âdetler­den birçoğunu kabul edip, diğerlerini kaldırdığı ve onlara her yolu kapama kararını verişindeki sebeb kendiliğinden açıklığa kavuşmuş Oldu.

Bu bölümle biz, Siyret-i Nebeviyye'nin cevherini, onun fıkhı ile öğütlerinin istlnbatım araştırırken, öncelikle, gerekli olan bu mu­kaddimeleri sunmakla son vermiş olalım.

Okuyucu, gelecek konular arasında, bu açıkladıklarımızı, daha iyi görecek, hakikatin ortaya çıkmasını ve aydınlanmasını sağlaya­cak olan delilleri fazlasıyla bulacaktır. [27]



[1] Dr. M. Said Ramazan El-Bûti, Fıkhu’s Siyre, Gonca Yayınevi: 33-34.

[2] tbn Seyyidinnas'ın, «Uyünü'1-Eser» adındaki kitabına yazdığı mukaddimede; tbn tshâk'm güvenilir biri olduğunu ve onu müdafaa ettiğini, bir kısım ya­zarların onu yalancılıkla itham etmelerine karşılık onları reddettiği husus­lara bak.

[3] Îbn Hallikan, Vefâyâtli'l-Âyân: C. 1, s, 290. Meymeniyye baskısı.

[4] Dr. M. Said Ramazan El-Bûti, Fıkhu’s Siyre, Gonca Yayınevi: 35-37.

[5] Bkz. : Şehristânî - el-Milel ve'n-Nihâl: C. 2, s. 86-87.

[6] Ebû'l-Hasan en-Nedevİ: Müslümanların Gerilemesiyle Dünya Neler Kaybetti?, 3, 28.

[7] Bakara sûresi, âyet:  198.

[8] Muhammed el-Mübûrek: el-Ümmetü'1-Arabiyye, s. 147.

[9] Cum'a sûresi, ftyet: 2.

[10] Dr. M. Said Ramazan El-Bûti, Fıkhu’s Siyre, Gonca Yayınevi: 38-43.

[11] Hadis, müttefekun'aleyhtlr. Lâfız Müslim'indir.

[12] eş-Şûrâ sûresi, âyet: 13.

[13] Al-i îmrân sûresi ,âyet: 50.

[14] Bakara sûresi, âyet: 130, 132.

[15] Firavun kastediliyor. Çünkü Firavun büyücülerin Hz. Musa'ya îman  et­meleri üzerine onlara İşkence yapacağına yemin etmişti.

[16] A'râf sûresi, âyet: 125, 126.

[17] Al-İ tmrân sûresi, âyet: 19.

[18] eş.şûrâ sûresi, âyet: 14.

[19] Dr. M. Said Ramazan El-Bûti, Fıkhu’s Siyre, Gonca Yayınevi: 44-48.

[20] Hacc sûresi, âyet: 78.

[21] Al-1 îmrân sûresi, âyet: 95.

[22] İbn Hişâm - Siyret: 1/76. Buhârî ve Müslim, Ehû Hüreyre'den Peygambeit-mizln: «Ben cehennemde, Amr bin Lühayy bin Kâm'a bin Hındif'i kendi bar­saklarını sürükler bir halde gördüm» buyurduğunu rivayet ederler. HadU birbirine yakın sözlerle rivayet edilmiştir. Bahire: Sütünden İnsanların ya­rarlanmaları yasaklanmış, şeytanlara adanmış devedir. Şaibe: Câhiliyye arap-larının putlar için adadıkları devedir. Vasile: Deve üstüste İkiz doğurduğu vakit tâgutlar İçin salıverilirdi. Ve buna vasile denirdi. Hami: Bir erkek de­venin dölünden on batın doğarsa onun sırtına yük vurmazlar ve binmezlerdi. Buna da Hami denirdi.

[23] İbn-i Hişâm: 1/77, İbn-İ el-Kelbi: 8, 9.

[24] Telbiyenin bugünkü sözleri şunlardır :

«Buyur, Allah'ım buyur! (Ben senin enirine her zaman itaat ederim.) Se­nin ortağın yoktur. Buyur Allah'ım! Şüphesiz ki, hamd de, nimet de sana mahsustur, mülk de senin, ortağın yoktur.»

[25] Bak.: Dr. Gibb: «Dini Fikrin Yapısı», s. 58

[26] Hacc sûresi, âyet, 78.

[27] Dr. M. Said Ramazan El-Bûti, Fıkhu’s Siyre, Gonca Yayınevi: 49-57.