๑۩۞۩๑ Kitap Dünyası - İlim Dünyası Kütüphanesi ๑۩۞۩๑ => Fıkhus Sire => Konuyu başlatan: Safiye Gül üzerinde 07 Ekim 2010, 17:51:01



Konu Başlığı: Hüzün yılı
Gönderen: Safiye Gül üzerinde 07 Ekim 2010, 17:51:01

6- Hüzün Yılı
 

Resûlullah (s.a.v.))'m bi'setinin onuncu yılma bu ad verilmiştir. Bu yılda, Resûlullah'm hanımı Hz. Hatice (r.a.) ve amcası Ebû Tâ-lib vefat etti. İbn Sa'd, Tabakat'ında, Hz. Hatice'nin vefâtiyle Ebû Tâlib'in vefatı arasında otuzbeş gün bulunduğunu söyler.

İbn Hişâm'm da dediği gibi; Hz. Hatice (r.a.), Hz. Peygamberin,  İslâm'ı ilk  tasdik eden yardımcısı olmuştu.  Resûlullah (s.a.v.) derdini ilk önce ona açar, onun yanında huzur ve sükûn bulurdu. Ebû Tâlib de Peygamberimizin işinde ona destek ve koruyucu ol­muştu. Müşriklere karşı yeğenine yardımcı olmuştu.

İbn Hişâm naklediyor: Ebû Tâlib vefat edince Kureyş müşrik­leri, Hz. Peygamber'e Ebû Tâlib'in sağlığında taddıramadıklan iş­kenceleri yönelttiler. Hattâ Kureyş'in akılsızlarından bir beyinsiz, yolda Resûlullah'ın önüne çıkıp, onun mübarek başına toprak saç­tı. Resûlullah toprak başında olduğu halde evine girdi. Hemen kız­larından biri ayağa kalkıp, mübarek başındaki toprakları ağlaya­rak silmeye ve yıkamaya başladı. Allah Resulü de kızına: -Ağlama kızım! Şübhesiz ki Allah, babanı korur[48]» buyurdu.

Resül-i Ekrem (s.a.v.) İslâm'da da'vet yolunda göğüs verdiği mu­sibetlerin şiddetinden dolayı, bu yıla «Hüzün Yılı» adını verdi. [49]

 

İbretler Ve Öğütler
 

Müslümanlar, Mekke'de güçlenmeden önce, Ebû Tâlib'in vefa­tında, ilâhi kazanın acele etmesindeki hikmet nedir, acaba? Halbu­ki o, Resûlullah'ı, - imkânları ölçüsünde - birçok musibet ve güçlük­lerden koruyordu. Yine, ilâhi kazanın, Peygamberimizin hanımı, Hz. Hatice'nin vefatında da acele etmesindeki hikmet nedir?...

Burada, İslâm inancının temeliyle ilgili önemli b'r olay ortaya çıkıyor.

Eğer Ebû Tâlib, islâm devleti Medine'de kuruluncaya ve Resû­lullah müşriklerin işkence ve tasallutundan kurtuluncaya kadar, ye­ğeninin yanında kalıp, onu desteklemeye ve gözetmeye devam et­seydi; elbette bu hususta, bu dâvanın arkasında Ebü Tâlib'in bulun­duğu zehabı uyandırdı. Her ne kadar o, dâvaya inandığını ve onun altına girdiğini açıklamamış olsa bile, yine de kavminin arasında­ki gücü ve mevkisiyle onu koruyan ve öne süren bir kişi olduğu şübhesini uyandırırdı. Ve yine amcasının Peygamberimizi koruma­sı sebebiyle, Peygamberimiz'in da'veti uygulama esnasında kendisi için hazırlanmış olan bu güzel şansı açıklarken, ileri geri söz söyle­yen birçok kişi çıkardı. Onlar şunu rahatlıkla söyleyebilirlerdi: Hz. Peygamber'in etrafında bulunan diğer müslümanlara bu şans ta­nınmamış iken; peygamber başkaları tarafından korunuyor, onlar ise işkence  görüyorlar.  Onun gönlü  rahat  iken onlar  azab tadı­yorlar.

îlâhi hikmet, Resûlullah'ın amcası Ebû Tâlib'i ve hanımı Hz. Ha­tice'yi yitirmesini ve zahirde kendisini koruyan ve teselli eden kişi­leri kaybetmesini gerekli gördü ki, iki önemli hakikat ortaya çıksın!

Birinci Hakikat: Koruma, yardım ve zafer, bunların tümü yal­nızca Allah'tan gelir. Zaten Allah, Resûlü'nü düşmanlardan ve pu­ta tapanlardan korumayı garanti etmiştir. Onu koruyan kişinin in­sanlardan olup olmaması eşittir. Ne olursa olsun o, insanların sû-i kastından korunmuştur. Onun dâvası sonunda yardım ve tevfikten dolayı hedefine varacaktır.

İkinci Hakikat: İnsanlardan korumanın mânâsı Resûlullah'ın on­lardan eza, cefa ve işkence görmemesi anlamına gelmez. Yüce Al­lah'ın: «Allah seni insanlardan koruyacak..[50]» sözüyle taahhüd et­tiği korumanın anlamı, ölümden, işini engellemekten ve îslâm da'-vetini durdurma gibi bir düşmanlıktan korumak demektir. İlâhi hik­met, peygamberlerin, işkenceden pek de kolay olmayacak kadarım tatmalarını gerekli gördü. Bu husus, peygamberler ve Resullere va'-dedilen korumaya aykırı düşmez.

Bundan dolayı Yüce Allah, Peygamberine: «Şimdi sen, emrolun-duğun şeyi kafalarını çatlatırcasına açıkla. Müşriklere de aldırış et­me. Allah ile beraber başka bir tanrının bulunduğunu kabul eden alaycılara karşı, şübhesiz biz sana yeteriz» diye buyurduktan sonra, yine şöyle hitabeder: «Andolsun, biliyoruz ki, onların söyleyip dur­duklarından hakikaten göğsün daralıyor. Sen hemen Rabbini hamd ile teşbih et ve secde edenlerden ol. Sana ölüm gelinceye kadar da Rabbİne ibâdet et[51]».

İlâhi Kader'in, dine da'vet uğrunda, Resûlullah'ın sıkıntılarla karşılaşmasını gerek görmesindeki açık hikmetlerden biri de; her asırda omuzlarına îslâm da'vetinin sorumluluğu yüklenen müslü-manların, da'vet yolundaki çile ve sıkıntıları kolay görmeleri ve göz­lerinde büyütmemeleri içindir.

Şayet Hz. Peygamber (s.a.v.î dâvasında gayretsiz veya meşak­katsiz olarak başarıya ulaşsaydı, elbette ashabı ve ondan sonra ge­len müslümanlar, onun rahatlığı seçtiği gibi onlar da rahatlığı ve kolaylığı seçmeyi çok arzu ederler ve İslâm da'veti yolunda bula­cakları sıkıntı ve musibetleri çok ağır ve tahammül edilmez kabul ederlerdi.

Ama, durum bu olunca; işkence, sıkıntıya girme hafife alındı­ğı için, müslümanların şuurunda şunun uyanması gerekir. Müslü­manlar, Resûlullah'ın tattığını tadarlar, Resûlullah (s.a.v.)'ın işken­ceye uğradığı aynı yolda onlar da yürürler insanların, müslümanları hafife almaları, onlarla alay etmeleri ne kadar olursa olsun, morallerini bozmamalıdır. Çünkü onlar, Re-sûluîlah'ı yolda yürürken başına toprak atılmış, sonunda evine dön­meye mecbur olmuş, kızlarından biri kalkarak babasının başındaki toprakları temizlemiş olduğuna şahid oluyor. O, Allah'ın sevgilisi ve mahlûkatın içinde en seçkini olduğu halde bunlara dûçâr oldu­ğunu gördükten sonra; insanların tavrı, müslümanların gücünü ve ümidini yitirmelerine sebeb olmamalıdır.

Resûlullah (s.a.v.)'ın Taife hicretinde ve o zaman karşılaştığı meşakkat ve sıkıntılarda; dâva uğrunda her azab ve sıkıntıyı kolay kabul eden müslümanların îslâm dâvası uğrunda karşılaştıkları ve göğüs gerdikleri azab ve işkenceleri, kendi peygamberlerininki ile mukayese etme imkânını vererek ipuçlarını bulacağız.

Bu anlattığımız, ışın bir yönü...

Resûlullah'ın siyretinln bu kesiti ile ilgili diğer bir yönü de var­dır ki, o da bir kısım insanların şu zanna kapılmalarıdır. Onlar, Pey­gamberimizin bu yılı «Hüzün Yılı» olarak isimlendirmesini, onun amcası Ebû Tâlib'i ve hanımı Hz. Hatice'yi kaybetmesinden dolayı zannediyorlar. Bazan da onlar, bunu delil göstererek, ölülerine uzun süre yas tutmayı caiz görürler.

Gerçek şudur ki, bu bir anlayış ve değerlendirme hatasıdır.

Çünkü Resûlullah (s.a.v.) bu şiddetli üzüntüsünü, amcasının ve hanımının ayrılışından dolayı göstermedi. Ve yine bir kısım akra­balarını kaybedip onların kaybından dolayı, yalnız kaldığı için bu seneye; «Hüzün Yılı» adını vermemiştir. Bunun asıl sebebi, onların vefatlarının ardından islâm da'vetlne yol veren bazı imkânların or­tadan kalkmasıydı. Amcasının onu himaye etmesi, da'vet için bir­çok imkânlar, irşad, ta'lim ve yönlendirme içinde birçok yollar sağ­lıyordu. Bu himayede o, Rabbinin kendisine emrettiği faaliyette bazı başarılar görüyordu.

Ama amcasının vefatından sonra bu imkân kapıları yüzüne kapatıldı. Ne kadar uğraştiysa, düşmanlık ve engelleme gördü. Nere­ye gittiyse, bütün yollan kapalı gördü. Da'vetini, götürdüğü gibi, ge­ri getirdi. Anlattığı şeylere ne bir kulak tutan, ne de bir inanan var­dı. Bilâkis herkes zulüm, istihza ve hakir görme arasında bir tavır takınıyordu. Allah'ın kendisine yüklediği vazifeyi bir neticeye götü-rememiş olarak geri dönmesi onu üzüyordu. îşte bundan dolayı bu yıla, «Hüzün Yılı» adı verildi.

Aksine insanların onun getirdiği hakka iman etmemelerine kar­şı duyduğu üzüntü çok kere kendi nefsini kahretmesi şeklinde olur­du. Bu üzüntüsünü hafifletmek için bazı âyetler onu teselli eder ve tebliğin tümüyle mükellef olmadığım hatırlatır mahiyette iniyor­du. Hattâ o âyetler, insanlar kendisine cevab vermiyorlar ve inan-, iniyorlar diye, kendi nefsini tehlikeye atmasına gerek olmadığını belirtiyorlardı. Örnek olarak şu âyetleri verebiliriz:

•Habibim, şu hakikati çok iyi biliyoruz ki, onların söyledikleri şeyler seni tasaya düşürüyor. Onlar hakikatte seni yalanlamıyorlar, fakat o zalimler bile Allah'ın âyetlerini inkâr ediyorlar. Andolsun, senden evvelki peygamberler yalanlanmıştı da tekz b edildikleri ve işkenceye uğratıldıkları şeylere karşı sabretmişlerdi. Nihayet onla­ra yardımımız gelip yetişti. Allah'ın kelimelerini değiştirebilecek (hiç­bir fert ve kuvvet) yoktur. Andolsun ki, peygamberlerin haberi sa­na da geldi. Onların yüz çevirmesi sana ağır gelince; eğer gücün ye­ri delmeye veya göğe merdiven dayamaya yetmiş olsaydı, onlara bir mucize göstermek isterdin. Allah dileseydi onları doğru yolda toplar­dı. Sakın cahillerden olma[52]».

 

7- Peygamberimizin Taife Hicreti
 

Kureyş müşrikleri yukarıda açıkladığımız işkence ve eziyetleri Resûlullah'a yöneltince, o da Tâif te bulunan Sakîf kabilesinden yar­dım istemeye gitti. Resûlullah, Sakif kabilesinin, Allah'ın kendisiyle gönderdiği Hak dini kabul edebileceklerini umuyordu.

Allah Resulü, Taife varınca, o gün Sakif in ileri gelenlerinden bir grubun yanına gitti. Onların yanına oturup, onları Allah'a iman etmeye da'vet etti. Onlara geliş gayesini anlattı. Onlar da peygam­berimize red cevabı verdiler. Peygamberimizin beklemediği bir ka­balıkla ve çirkin sözlerle karşısına dikildiler. Bunun üzerine Pey­gamberimiz onlardan kendisinin buraya gelişini gizli tutmalarını rica etti yanlarından ayrılırken, onlar bu konuda da ona olumlu bir cevab vermediler. Bununla da yetinmeyip, kölelerini ve içlerinden birtakım aklı ermezleri, onun arkasından bağırıp çağırmaya ve ona sövüp saymaya kışkırttılar. Onlar da, Resûlullah'ın iki ayağından kanlar akıncaya kadar onu taşa tuttular. Zeyd bin Harise de kendi vücuduyla Peygamberimizi koruyordu. Sonunda onun da başı bir­kaç yerden yaralandı[53]. Resûlullah, Utbe bin Rabia'nın bağına sığının­ca, kendisini ta'k:b eden Sakif'in beyinsizleri, O'nu bırakıp geri dön­düler. Hz. Peygamber (s.a.v.) aldığı yaralardan ve bitkinlikten dola­yı arkasını bir üzüm asmasına dayayıp, hemen oracığa oturuverdi. Rabia'nın iki oğlu da ona bakıyordu. Hz. Peygamber (s a.v.) bu göl­gede biraz dinlenince, başını kaldırıp, Allah'a şöyle iltica ve niyaz etti:

«Allah'ım! Kuvvetsiz ve çaresiz kaldığımı, halk nazarında hor ve hakir görüldüğümü ancak sana arz ve şikâyet ederim.

Ey merhametlilerin en merhametlisi! Herkesin hor görüp de, dalına bindiği biçârelerin Rabbi sensin. Benim de Rabbim sensin...

Sen beni, kötü huylu, yüzsüz bir düşman eline düşürmeyecek, hattâ işimin dizginlerini eline verdiğin akrabadan bir dosta bile be­ni bırakmıyacak kadar bana merhametlisin.

Allah'ım! Senin gazabına uğramayayını da, çektiklerim ne olur­sa olsun katlanırım! Fakat senin af ve merhametin bana bunları gös­termeyecek kadar geniştir. Allah'ım, senin gazabına uğramaktan, ilâhi rızâna uzak kalmaktan sana, senin o karanlıkları aydınlatan, dünya ve ahret işlerini yoluna koyan ilâhî nuruna sığınırım.

Allah'ım! Sen hoşnut oluncaya kadar afvını dilerim.

Allah'ım! Her kuvvet ve her kudret ancak seninle kaimdir.»

Sonra Rabia'nın oğullarının, bağın sahiplerinin kalblerindeki şef­kat ve merhamet duyguları kabardı. Mristiyan olan köleleri Addas'ı yanlarına çağırıp bir tabak içine bir salkım üzüm koyarak Peygam­berimize gönderdiler. Addas, Resûlullah'ın önüne koyup ona: «Bu­yur ye» dedi. Resûluliah da «Bismillah = Allah'ın adıyla» diyerek elini uzattı ve yemeğe başladı. Addas hayretle: «Vallahi bu sözü bu yörenin halkı söylemezler» dedi. Peygamberimiz ona: «Sen han­gi diyar halkındansın? Dinin nedir?» diye sordu. O da: «Ben Hris-tflyanım, Musul kasabalarından, Nınovalı bir adamım» diye cevab verdi. Peygamberimiz: «Demek sen, o sâlih kişi, Yûnus bin Metta'-nm hemşehrisi sin?» diye buyurdu. Bunun üzerine Addas: «Sen Yû­nus bin Metta'yı nereden biliyorsun?» diye sordu. Resûlullah (s.a.v.): «O benim kardeşimdir. O bir peygamberdi, ben de peygamberim» deyince, Addas, Resûlullah'a sarılıp elini, ayaklarını ve yüzünü öp­meye koyuldu[54]».

tbn îshâk anlatıyor:

Resûlullah (s.a.v.), Tâif'ten ayrılıp Mekke'ye doğru yönelmişti. Nahle mevkiine gelip geceleyin namaza durmuştu. O sırada Yüce Allah'ın Kur'an'da zikrettiği cinlerden bir grup oradan geçiyorlar­dı. Durup, Peygamberimizi dinlediler. Resûlullah namazını bitirin­ce, onlar duydukları Kur'an'a icabet edip inanmışlar olarak kor­kutucu bir tavırla kavimlerinin yanına gelmişlerdi.

Cenâb-ı Hak Kur'ân-ı Kerîm'inde o olayı şu âyetinde: «Hani biz cinlerden bir topluluğu Kur'an dinlesinler diye, sana doğru çe-virmişt'k... Ona iman edin ki sizin günahlarınızdan bir kısmını yar-lığasın ve sizi elem verici bir azabtan kurtarsın[55]». Ve yine şu âyet­te : «De ki: Cinlerden bir topluluğun Kur'an'ı dinledikleri ve şöy­le söyledikleri bana vahyolundu...[56]» buyurarak, açıklamıştır.

Resûlullah (s.a.v.) beraberinde Zeyd bin Harise olduğu halde, gelip, Mekke'ye germek istedi. Resûlullah'ın bu arzusu üzerine Zeyd ona: «Ya Resûlâllah! Kureyş seni Mekke'den çıkarmış iken nasıl onların yanma giriyorsun?» dedi. Peygamberimiz de: «Ey Zeyd, Al­lah senin görmediğin yerden bir kapı açar. Elbette Allah dininin yardımcısı, Peygamberinin destekleyicisid-r» buyurdu. Sonra Huzâa kabilesinden bir kişiyi haberci olarak Mut'ım bin Adiyy'e gönderip, onun himayesinde Mekke'ye girmek istediğini bildirdi. Mut'ım de bunu kabul etti. Böylece Peygamberimiz tekrar Mekke'ye geri dön­müş oldu[57].

 
İbretler Ve Öğütler
 

Resûlullah (s.a.v.)'m Taife hicretini, bu hicret esnasında gör­düğü işkence ve eziyetleri, sonra Mekke'ye geri dönüş şeklini aklı­mızdan geçirince, şu hikmetleri aşağıya şöylece özetlememiz müm­kündür :

Birinci Hikmet: Resûlullah'ın karşılaştığı çeşitli sıkıntılar, hele özellikle Tâife gidişinde karşılaştığı eziyetler, ancak insanlara ya­pılan tebliğ faaliyetlerinin neticesinde doğmuştur.

Resûlullah (s.a.v.) bize kâinat ve yaratıcı hakkındaki doğru inan­cı, ibâdet, ahlâk ve muamelât hükümlerini tebliğ ettiği gibi, aynı şekilde, Yüce Allah'ın müslümanlara verdiği sabır ödeveni tebliğ etmek ve yine Yüce Allah'ın şu âyetinde: «Ey îman edenler! Sabre-redin, düşmanlarınızdan daha sabırlı olun, cihada hazır bulunun...» diye emir buyurduğu sabrın ve sabır yarışının uygulama keyfiye­tini açıklamak için geldi.

Hz. Peygamber (s.a.v.): -Namazlarınızı benim kıldığım gibi kı­lınız» ve yine: «Haccın ibâdet şekillerini (şartlarını ve rükünlerini) benden alınız» buyurarak, ibâdetlerin uygulama yolunu bizlere öğ­retti. Aynı şekilde, sabrın ve musibetlere karşı direnmenin, bütün insanlara gönderilen islâm prensiplerinin en önemlilerinden olduğu­nu da açıkladı.

Peygamber Efendimiz'in Taife gidişinin dış yüzüne bakıp belki şu zanna kapılanlar olabilir: Hz. Muhammed (s.a.v.) burada, iş'n-de başarısızlığa uğradı ve canı sıkıldı. Belki de kendisine toslayan bu meşakkat ve sıkıntıları gözönünde büyüttü. Bunun için de, Re-bia'nın iki oğlunun bağında dinlendikten sonra yukarıda metnini verdiğimiz o iltica ve dua ile Allah'a yöneldi.

Fakat gerçek odur ki, Hz. Peygamber (s.a.v.) bu sıkıntıları rızâ ile karşılamıştı. O bu sıkıntıları, sabırla ve ecrini Allah'tan bekle­yerek çekiyordu. Bu olmamış olsaydı şübhosiz ki, o kendi imkânıy­la isteseydi kendisine işkence yapan ipsiz sapsızlardan ve bu ipsiz­leri kendisinin üzerine kışkırtan ve tekliflerini küstahça reddeden Tâif liderlerinden intikam alabiKrdi. Fakat o, bunu asla istemedi.

Buhârî ve Müslim'in Hz Âişe (r.a.)'den rivayet ettikleri şu ha­dîs buna delildir:

Hz Âı&e, Resûlullah'a- «— Yâ Resûlâllah! Sana Uhud günün­den daha şiddetli olan bir gün erişti mi? diye sordu. Resûlullah:

- (Yâ Âişe!) Kavmim Kureyş'den gelen birçok zorluklarla kar­şılaştım. Fakat onlardan Akabe günü karşılaştığım' müşkil durum hepsinden zorlu idi. Ben Kureyş'ten gördüğüm eziyet üzerine Taife gidip, hayatımın korunmasını Abd-i Külâl'ın oğlu, tbn-i Abd-i Yâlil'e teklif ettiğim zaman, dileğime cevab vermemişti. Ben de kederli ve şaşkın bir halde yüzgeri (Mekke'ye) dönmüştüm. Bu düşünceli ha­lim Karn-ı Sealib mevkiine kadar devam etti. Burada başımı kal­dırıp, semaya baktığımda bir bulutun beni gölgelemekte olduğunu gördüm. Buluta dikkatle baktığım vakit içinde Cibril bulunduğunu gördüm. Cibril bana nida edip i

- Aziz ve Celil olan Allah, kavminin senin hakkında dedikle­rini muhakkak işitti. Seni korumayı reddettiklerini de duydu. Al­lah sana şu Dağlar Meleğini gönderdi. Bu meleğe kavmin hakkın­da ne dilersen emredebilirsin, dedi. Bunun üzerine Dağlar Meleği (yâni dağlar kendi emrine verilen melek) bana nida edip, selâm ver­di, sonra:

- Yâ Muhammedi Şübhesiz Allah, kavminin sana söylediği sö­zü işitmiştir. Ben Dağlar Meleğiyim. Senin Rabbın, kavmin hak­kında istediğin işini bana emredesin diye beni sana gönderdi. Blna-enaleyh onları ne yapmamı istersin? Eğer şu iki yalçın dağı  (Ebû Kubeys dağı ile karşısındaki Kayakan dağını)  Mekkeliler üzerine birbirine kapatıvermemi istersen,   (emret, onları birbirine kavuştu-ruvereyim, dedi). Resûlullah da ona:

- Hayır, ben Allah'ın bu müşriklerin sulblerinden yalnız Al­lah'a ibâdet eden ve O'na hiçbir şeyi ortak kılmayan  (muvahhid) br nesil meydana çıkarmasını temenni ederim, dedi.»

O haliyle Resûlullah (s.a.v.), kendinden sonraki ümmetine ve ashabına kendi karşılaş tıklanyle sabrı öğretiyordu. Hattâ, Allah yo­lunda karşılaşılan sıkıntılara ve hoşa gitmeyen şeylere karşı sab­rın nasıl olacağını bizzat öğretiyordu.

Bazan şöyle diyen birileri bulunabilir: Şikâyet dolu bir dua ile sesinin yükselmesindeki anlam ned'r? Sözleri ve üslûbu usanç ve sıkıntıya delâlet eden duanın anlamı nedir? Bu usanç ve sıkıntılar, azab ve işkenceden başka bir netice vermeyen uzun çabalardan do­layı gelmişti.

Bu soruların cevabı şudur: Gerçekten içte bulunan dertleri Al­lah'a açmak kulluk görevidir. O'na boyun eğme ve kapısında hiç­liğini belirtmedir. Allah'a yaklaşma ve O'na itaattir. Musibetlerin ve sıkıntıların birçok hikmetleri vardır. Onların en önemlilerinden biri de kişiyi Allah'ın hoşa gitmeyen şeylere sabırla, dertleri Allah'a açma arasında herhangi b'r aykırılık yoktur. Aksine gerçek şudur ki, Resûlullah (s.a.v.) kendi hayatıyla bize iki hususu öğretiyordu. Birincisi, meşakkatlere karşı sabrıyla: Bize bunun, genel olarak müs-lûmanlann, özel olarak da îslâm da'vetçilerinin bir ödevi olduğunu öğretiyordu, ikincisi de, uzun yakarışı ve Allah'a olan ilticasıyla bize kulluk vazifesini ve onun gereklerini öğretiyordu.

însan beşer olduğuna göre, ne kadar yükselme yarışma girer­se girsin, yine de, o her halükârda beşeriyet dairesini aşamaz. Beşer yâni insan fıtrat-ı aslîsinde ihsas ve şuur (hissetme ve sezme kabiliyeti) üzerine yaratılmıştır... Nimetin lezzetini, işkencenin acı­sını duymak... tnsan birincisine, yâni lezzete meyletmek, ikincisin­den, yâni elemden korkmak duygusu üzere yaratılmıştır.

Bu demek oluyor ki, Resûlullah, Rabbinin yolunda her türlü azab ve sıkıntıyı kabullenmek için nefsim alıştırmış iken, yine de o bütün bunlarla birlikte bir beşerdir. Sıkıntıdan acı, nimetten mut­luluk duyuyor.

Fakat bununla beraber Resûlullah, Rabbinin rızâsını kazanmak, kendi üzerine düşen kulluk borcunu ödemek için; elemleri ne olur­sa olsun sıkıntıyı, lezzetine rağmen, nimetlere ve refaha tercih edi­yor. Şübhesiz, sevab kazanmanın ve insana ait teklifin mânâsının ortaya çıkmasının sebebi budur.

İkinci Hikmet: Resûlullah (s.a.v.)'ın kavmiyle birlikte yaşadığı olayları düşündüğümüz zaman, bu olaylardaki eza ve cefanın ba-zan çok katı olduğunu görüyoruz. Ancak bu olayların tümünde de, Resûlullah'ı teselli etmek ve derdine ortak olmak için; ayrıca, nef­sinde elem ve sıkıntıların etkisiyle onu umutsuzluğa sokacak şeyle­rin doğmaması için; bu eziyetlere ve bu işkencelerin sonuçlarına karşı ilâhî bir cevab'niteliğini taşıyan lütufları görmekteyiz:

Resûlullah'm Taife hicret sahnesinde ve o hicrette, görevi ye­rine getirememenin verdiği azabla birlikte, işkencecilerin yönelttik­leri hakaret sahnesinde, arkasından koşan ve ona eziyet eden bu ip­sizlerin akılsızlıklarına karşı açık bir şekilde ilâhî bir protesto gö­rüyoruz: İpsizlerin kabalıklarından ve akılsızca yaptıkları işlerden dolayı Resûlullah1 tan özür dilediğini görüyoruz. Bu protesto ile özür dileme durumunu daha çok elinde üzüm salkımı bulunan bir tabak olduğu halde, Resûlullah'a doğru koşarak gelen ve sonun­da elini yüzünü ve ayaklarını öpmeye başlayan Hristîyan köle Ad-das'ın ortaya çıkışında görmekteyiz. Addas bu davranışlarını Re-sûlullah'ın bir peygamber olduğunu haber ahnca yapmaya başla­mıştı.

Şu akılsızların incitmelerinden dolayı, Resûîullah'tan özür dile­me tablosunu tasvir etmek için, olayı zikrettikten sonra Mustafa Sadık er-Rafii (rahjmehullah) 'nin şu sözlerini nakletmemiz bize ye­ter:

«Bu olayda kaderin sembolleri ne kadar da şaşırtıcı!...

Hayır, iyilik ve yücelik çabucak geliverdi ve şerri beyinsizliği ve düşüncesizliği protesto ile karşıladı. Düşmanlık dolu kelimeler­den sonra güzel sözler geldi.

Rebia'nm oğlu da, hem tslâm düşmanlarının en amansızlarıridan, hem de Kureyş'in ileri gelenlerinden ve Peygamberimizin amca­sı Ebû Tâlib'e gidip, Ebû Tâlib'in ondan elini çekmesini, kendileriy­le Peygamberimizin arasına girmemesini, veya iki gruptan biri he­lak oluncaya kadar onunla savaşacaklarını söyleyenler arasında bulunanlardandı. Bu duruma göre vahşi karakter, bu dinin getir­miş olduğu insani mânâsına dönüştü. Çünkü dinin geleceği fikir olacaktır...

Hristiyaniık îslâm ile kucaklaşmaya ve onu üstün kabul etmeye geldi. Çünkü kardeşin kardeşten yana olduğu gibi, sahih din de, sahih dinden yanadır. Ancak kardeşliğin akrabalık bağı kan, dinin akrabalık bağı ise imandır, akıldır...

Sonra kader, bu olayda kendi sembolünü halâvet dolu bir üzüm salkımı ile bütünleştirdi. Bismillah ile üzüm salkımından koparmak­ta, her çekirdeğinde bir ülke gizlenmiş olan çekirdek dolu koca İs­lâm salkımına âit bir sembol idi[58]».

Üçüncü Hikmet: Zeyd bin Hârise'nin, ipsiz sapsızların attığı taç­lardan Resûlullah'ı korumak için kendi vücudunu siper etmesi, hat­tâ başından birkaç da yara alması, îslâm da'vetçüerinin dâva lider­leri karşısındaki durumlarına güzel örnektir. Bir müslüman, haya­tını feda etmeyi dahi gerektirirse, kendi liderlerini korumak ve sa­vunmak için böyle yapmalıdır.

Sahâbe-i Kirâm'm durumu, Resûlullah'ı koruma hususunda iş­te böyle idi. Şu an Resûlullah aramızda bulunmadığına göre, ona ashabının koruduğu tarzda davranmamız mümkün olmaz. Çünkü bugün savunma başka tarzda gerçekleşiyor. O da şudur: İslâm dâ­vası uğrunda işkence ve sıkıntılardan çeknimememiz gerekir. Re-Sûlullah (s.a.v.)'m yüklendiği meşakkat ve gayretten kendi hissemi­ze düşeni almamız gerekir...

Aynı şekilde, her asırda ve her zamanda îslâm dâvası için Re-sûlullah'ın komutasına halef olan kişilerin bulunması gerektiğine göre, bütün müslümanlarm da o komutanın etrafında samimî bir ordu oluşturmaları ve Resûlullah aralarındaymış gibi, mallarını ve canlarını o komutanların yolunda feda etmeleri gerekir.

Dördüncü Hikmet: Resûlullah (s.a.v.), Nahle mevkiinde, gecele­yin namaz kılarken, cinlerden bir topluluğun onu dinlemek isteme­lerini bize nakleden İbn İshâk'ın bu rivayeti, cinlerin varlığına ve onların da mükellef olduklarına-, yine onlardan Allah'a ve Resûlü'ne inananlar olduğu gibi, inanmayan ve kâfir olanlar bulunduğuna de­lil teşkil etmektedir.

Bu delâlet, Ahkaf sûresinde: «Hani biz cinlerden bir topluluğu, Kur'an dinlesinler diye, sana doğru çevirmiştik..» âyetinde «...Ve sizi elem verici bir azabtan kurtarsın» âyetine kadar olan âyetler­le, Cin süresindeki âyetlerin açık bir şekilde bahsetme siyle kesinlik derecesine ulaşmıştır.

Ayrıca, İbn Ishâk ile İbn Hişâm'ın Siyret'inde rivây-t ettiği bu olayı, Buhâri, Müslim ve Tirmizî'nin de buna yakın bir şekilde ve daha açıklamalı olarak rivayet ettiklerini bilelim...

Buhârî'nin İbn Abbâs (r.a.)'dan sahih b'r senetle rivayet ettiği hadis şudur:

«Resûlullah (s.a.v.J, Ashâb-ı Kirâm'dan bir grubla birlikte, Sûk-ı Ukaz'a doğru yürüyorlardı. O vakit şeytanların gökten haber al­maları önlenmiş ve üstlerine akan yıldızlar gönderilmişti. Şeytanlar kendi grublarma döndüklerinde kendilerine: «Ne oluyor size? Ar­tık haber alamıyorsunuz?» ded'ler. Onlar da: «Bizimle gök haberi­nin arasına sed çekildi ve üstümüze akan yıldızlar gönderildi» de­diler. Şeytanlar kendi aralarında şöyle konuştular: «Bizimle gök ha­beri arasına mutlaka bir hâdise yüzünden sed çekilmiştir. Yeryüzü­nün doğularını ve batılarım, her tarafını dolaşınız ve sizinle gök ha­beri arasında sed çeken bu şeyin ne olduğunu keşfediniz.» Onlar da yeryüzünün doğularını ve batılarını dolaşmaya koyuldular. Ken­dileriyle gök haberinin arasına sed çeken bu şeyin ne olduğunu arı-yacaklardı. Şeytanların Tihâme mevkiine yönelen takımda Ukaz panayırına gitmek üzere Nahle'de bulunan Resûlullah'a rastladılar. Resûl-i Ekrem (s.a.v.), ashabına sabah namazım kıldırmakta idi. Kur'ân'ı işitince kulak verdiler ve : -Vallahi» dediler. «Seninle gök haberi arasına giren şey işte budur.» Sonra oradan kendi kavim­lerine döndüler ve: «Ey kavmimiz!» dediler, «Biz, doğru yolu gös­teren ilginç bir Kur'an dinledik ve ona 'iman ettik. Artık Rabbimize hiçbir şeyi ortak koşmayacağız.» Bunun üzerine, Allah (c.c), Pey­gamberine: «De ki, bana vahyolundu ki, cinlerden birtakım kimseler (okuduğum Kur'an'ı) dinledi...» âyetlerim indirdi... Resûl-i Ekrem'e yalnız cinlerin sözü vahyedilmiştir[59].

Bu, Müslim ve Tirmizî'nin rivayet ettiği ile ittifak halindedir. Yalnız, Müslim ve Tirmizî bu hadîsin baş tarafına: «Resûlullah cin­lere Kur'an'dan birşey okumadı ve onları da görmedi» cümlesini fazladan olarak rivayet etmiştir.

îbn Hacer, Fethü'l-Bâri'de şöyle diyor: «Buhâri bu cümleyi san­ki kasden terketmiştir. Çünkü îbn Mes'ûd (r.a.), Hz. Peygamber'in cinlere Kur'an  okuduğunu   kesin   olarak ifade ediyor.   Böylece   bu terketme işi İbn Abbas'ı nefyetmeye takdim edilmiş oluyor. Zaten Müslim buna işaret etmiştir. Müslim Sahih'inde, îbn Abbas hadisi­nin peşinde hemen İbn Mes'ûd'un, Hz. Peygamber'den: «Bana cin ta­ifesinin da'vetçisi geldi. Ben de yanlarına varıp onlara Kur'an oku­dum» buyurduğunu rivayet etmiştir[60]. Böylece aradaki farkı gider­mek mümkün oluyor. Yâni hâdisenin b'rden fazla olmasıyla iki ri­vayetin arasını bulmak mümkün oluyor.

Sonra hakikaten, Buhârî, Müslim ve Tirmizî'nin şu rivayetleri ile îbn îshâk'ın rivayeti iki yönden birbirinden ayrılıyor:

1- îbn îshâfc'm rivayeti, Resûlullah'ın ashabına namaz kıldır­dığına işaret etmemektedir. Hattâ onun tek başına namaz kıldığı belirtilmektedir.  Halbuki diğer rivayetler,  Peygamberimizin  asha­bına namaz kıldırdığını zikretmişlerdir.

2- îbn İshâk'm rivayetinde sabah namazı kaydı bulunmamak­tadır. Halbuki diğer rivayetler, Hz. Peygamber'in sabah namazı kıl­dırdığına kesin olarak işaret ediyorlar.

îbn îshâk'ın rivayetinde karışık bir durum yoktur. Ancak diğer rivayetler iki yönden karışıklık arzediyorlar:

a- Bilindiği gibi Hz. Peygamber'in Tâii 'e gidiş ve dönüşünde Zeyd bin Hârise'nin dışında beraberinde kimse yoktu. Böyle olunca da onun ashabından bir gruba namaz kıldırdığı nasıl doğru olur?

b- Gerçekten, beş vakit namaz ancak İsrâ ve Mi'râc gecesinde farz kılınmıştı. Halbuki Muhakkikinden birçoklarının görüşüne gö­re Mi'râc olayı Hz. Peygamber'in Taife gidişinden sonra olmuştur. Bu duruma göre, onun sabah namazını kıldırmış olması nasıl doğru olabilir?

Birinci karışıklığın cevabı şudur: Resûlullah'ın Mekke yakınında bir yer olan Nahle mevkiine gelince, ashabından bazılarıyla kar­şılaşmış olması ve burada onlara sabah namazını kıldırması muh­temeldir.

İkinci karışıklığın cevabı da şöyledir: Cin hâdisesinin ve onların Resûlullah'tan Kur'an dinlemelerinin birden fazla tekrar edildiği söyleniyor. Bir defası İbn Abbas'tan, diğer defası da îbn Mes'ûd (r.a.)'dan rivayet edilmiştir. Her ikisi de doğrudur. Muhakkik imam­larının tümünün sahib olduğu kanaat budur[61]. Bu kanaat, îsrâ ve Mi'râc hâdisesinin Taife  hicretten  sonra vuku bulduğu görüşüne göredir. Ama îsrâ ve Ml'râc hâdisesinin Taife hicretten önce oldu­ğu görüşüne göre ise, elbette bunda karışıklık yoktur...

Bunları bildikten sonra, bizim için önemli olan husus, bir müs-lümanın, cinlerin varlığına ve Yüce Allah'ın bizim gibi onları da kendisine ibâdet etmekle mükellef kıldığı, canlı varlıklar olduğuna iman etmesinin gerekli oluşudur. Eğer bizim duyularımız ve idrâk­lerimiz onları anlamıyorsa, bunun sebebi, Allahü Teâlâ'nın onların vücutlarını bizim gözlerimizde bulunan görme gücüne uygun bir şekilde yaratmamış olmasıdır. Yine bizim gözlerimizin sadece var­lıklardan belirli türleri, belirli ölçüde ve belirli şartlar altında gör­düğü bilinmektedir.

Cinlerin varlığı, bize kadar gelen kitab ve sünnetin mütevatir ve kesin haberlerine dayandığı ve mütevatir haberlerin durumu da zarûrat-ı diniyyeden bilindiği için, bütün müslümanlar, cinlerin var­lığını inkâr etmenin ve onların varlığında şübheye düşmenin din­den çıkmayı ve İslâm'dan ayrılmayı gerektirdiği üzerinde ittifak etmişlerdir. Çünkü cinleri İnkâr etmek, zarurât-ı diniyyeden olarak bilinen birşeyi inkâr etmek demek olur. Ancak bu inkâr Yüce Al­lah'tan bize kadar gelip ulaşan mütevatir ve sadık bir haberi yalan­lamayı da içine alıyor.

Akıllı bir kişinin, ben ancak ilimle uyuşan şeylere inanırım di­ye iddiada bulunarak gaflet ve cehaletin en koyusuna düşmesi, cin­leri gözüyle görmediği ve elle tutamadığı için, cinlerin varlığına inanmamakla övünmeye kalkışması ona yakışmaz.

Şurası gayet açıktır ki, bu gibi, cehaleti gizleyip bilgiçlik tasla­mak; görme imkânı olmadığı için kesin olarak bilinen varlıkların birçoğunu inkâr etmeye sevkeder. Meşhur ilmi kural şöyledir: Bir­şeyi görmemek onun yok olmasını gerektirmez. Yâni aranan birşeyi görmemek haddi zatında onun kaybolduğunu veya mevcut olma­dığını gerektirmez.

Beşinci Hikmet: Resûlullah'ın şu Tâif seyahatinde gördüğü şey­lerin mâhiyeti ve göğüs gerdiği bu şeylerin onun nefsinde bıraktığı etki nedir?

Bu sorunun cevabı, Zeyd bin Hârise'nin Resûlullah'a: «Onlar se­ni Mekke'den çıkardıkları halde, yâ Resûlâllah, Mekke'ye nasıl dö­nersin?» diye sorduğu zaman Resûlullah'ın ona sükûnet ve güven içinde: «Ey Zeyd! A]lalı senin görmediğin yerden bir kapı açar. El­bette Allah, dinin yardımcısı, Resûlü'nün destekleyicisidir» buyur­masından açıkça anlaşılıyor...

O halde, Resûlullah (s.a.v.)'ın Mekke'de gördüğü katılık ve işkenceden sonra, Tâif'te karşılaştığı bu durumların onun Allah'a olan bağlılığı ve kararlılığı üzerinde herhangi bir etkisi yoktur.

Hayır vallahi, bu tahammül veya irade gücünün eseri olmadığı gibi insan tabiatından gelen özel bir kararlılık da değildir. Fakat o, Resûlullah'm kalbinde sabit olan nübüvvet inancıdır. Hz. Peygam­ber ts.a.v.), kendisinin, Rabbi'nin emrini yerine getirmesi ve Allah'ın kendisine yürümeyi emrettiği yolda yürümesinin zorunlu olduğu­nu biliyordu. Ve yine Allah'ın, kendi işini başarıya ulaştıracağında ve herşey için bir kadeı ta'yin ettiğinde şübhesi yoktu.

Bizim için burada eğitimle ilgili bir fayda vardır. O da, îslâm da'veti yolunda ortaya çıkan zorlukların ve meşakkatlerin bizi yü­rümekten alıkoymaması, iman hidâyeti ve onun yardımı üzere ol­duğumuz sürece, tembellik ruhunun içimizi kaplamaması gerekti­ğidir. Kim Allah'tan güç ve kuvvet isterse, o kişinin tembelliği ve ümitsizliği tanımaması gerekir. Çünkü emreden Allah'tır. Yine ger­çek yardımcının O olduğunda şübhe yoktur.

Tembellik, takatin kesilmesi ve ümitsizlik; yalnızca yolda arız olan mihnetler, meşakkatler ve Allah'ın emretmediği diğer yöntem­ler sebebiyle gelir. Çünkü, bu gibi hallerde çalışkan kişiler kendi şahsî güçlerine ve başbaşa kaldıkları kendi gayretlerine dayanırlar. Bunların tümünün muayyen bir beşeri çerçeve ile sınırlandırılmış olduğu malûmdur. Uzun meşakkatler, elemler ve işkenceler yüzün­den, zaten sınırlı olan beşer takat ve samimiyetinin ümitsizlik ve yıl­gınlığa dönüşmesi tabiîdir. [62]

 

8- İsra Ve Mi'rac Mûcizesi
 

îsrâ (Gece yürüyüşü) kelimesiyle, Yüce Allah'ın peygamberine Mekke'deki Mescid-i Haram'dan, Kudüs'teki Mescid-i Aksâ'ya ka­dar lütfettiği yolculuk kastedilir. Mi'râc kelimesi ise, bu yolculuğun ardından, Resûlullah'ı yüksek gök tabakalarına çıkarmak, sonra in­san, cin, melek ve diğer mahlûkatın bilgilerinin tükendiği sınıra ulaştırmak anlamında kullanılmaktadır. Bunların tümü bir gece için­de olmuştur.

Bu mucizenin tarihin tesbitinde; Bi'setin onun cu yılında mı, yoksa bundan sonra mı oldu diye ihtilâf edilmiştir. İbn Sa'd'm Ta-bakatü'l-Kübrâ'smdaki rivayetine göre Mi'rac hâdisesi hicretten on-sekiz ay önce olmuştur.

Müslümanların büyük çoğunluğu bu yolculuğun, ruh ve beden birliğinde olduğu kanaati üzerindedirler. Bunun için Mi'rac, Allah'­ın kendi Resûlü'ne ikram buyurduğu, hayret verici mucizelerinden biridir.

Mi'rac kıssasına gelince, onu Buharı ve Müslim uzun bir şekil­de rivayet etmiştir. Özet olarak şöyledir:

Mi'rac gecesinde, Resûlullah'a bir burak getirildi. Burak, eşek-ten büyük, katırdan küçük, adımını gözünün erişebildiği yerin ile­risine koyan bir binek hayvanıdır... Yine o gecede Resülullah (s.a. v.) Mescid-i Aksâ'ya girdi. Orada iki rek'at namaz kıldı. Sonra Ceb­rail Ca.s.) ona, süt dolu bir kâse ile yine şerbet dolu bir başka kâse getirdi. Resülullah süt dolu kâseyi içti. Bunun üzerine Cebrail Aleyhisselâm: «Fıtratı seçtin» dedi. Yine o gecede birinci, ikinci, üçüncü... kat göğe çıkarıldı. Bu şekilde ta, Sidretü'l-Müntehâ'ya gö­türüldü. İşte o zaman Yüce Allah ona vahyedeceğini vahyetti. Beş vakit namaz o gecede farz kılındı. Aslında namaz, gece ve gündüzde elli vakit idi[63].

Ertesi gün sabah olunca ve Resülullah (s.a.v.) gördüğü şeyleri halka anlatınca müşrikler bu taze haberi birbirlerine anlatmak ve onunla alay etmek için öbek öbek toplanmaya başladılar. Bir kısım müşrikler, «Mademki oraya gittin ve içinde namaz kıldın» diyerek, Mescid-i Aksâ'yı kendilerine tasvir etmesini istediler. Resülullah Mes­cid-i Aksâ'yı ziyaret ettiği vakit; bakışlarıyla etrafı süzmeyi, duvar­larının sayısını ve şeklinde aklında tutmayı düşünmemişti. Bunun üze­rine Yüce Allah Mescid-i Aksâ'nm şeklini gözünün önüne getirdi de onların sordukları gibi tafsilâtlıca onun özelliklerini teker teker sa-yıverdl. Buhâri ve Müslim, Resûlullah'm şöyle buyurduğunu nakle­diyor: «JCureyş beni yalanlayınca, Hıcır'da ayağa kalktım. Yüce Al­lah benimle Beyt-i Makdis arasındaki uzaklığı giderdi. Ben de ona bakarak bütün özelliklerini onlara haber verdim.»

Bir kısım müşrikler Hz. Ebû Bekir (r.a.)'e giderek onun Mi'rac olayını tasdik etmeyeceğini ve bu durumu yadırgayacağını umarak, Resûlullah'm söylediklerini ona anlattılar. Hemen Ebû Bekir (r.a.) : «Eğer bunu o söylediyse, mutlaka doğrudur. Ben bundan daha ak­la uzak görünenleri tereddütsüz kabul ediyorum...» diyerek onlara gerekli cevabı verdi.

îsrâ gecesinin sabahında, Cebrail Aleyhisselâm gelip Resûlul­lah'a namazın nasıl kılınacağım ve namaz vakitlerim öğretti. Zaten Hz. Peygamber (s.a.v.) namaz farz kılınmadan önce Hz. ibrahim (a.s.)'in yaptığı gibi sabah ve akşamleyin ikişer rek'at namaz kı­lıyordu. [64]

 
İbretler Ve Öğütler
 

1- Peygamberimiz Ve Mucizeler Hakkında Birkaç Söz:

 

Bazı araştırmacılar, Resûlullah'ın hayatının basit bir beşeri ha­yat olduğunu tasvir etmekte, pek de mübalâğaya düşkündürler. Bu husus onun hayatının mucize ve hârikaların ötesinde sihirli bir ha­yat olmadığını açıklamadaki mübalâğadan dolayıdır. Onlar şunları da söylüyorlar: Zaten Hz. Muhammed mucize ve hârikaları hoş kar­şılamıyordu. Kendisinden mucize isteyenlere pek de iltifatta bulun­muyordu. Bu araştırmacılar şunu sürekli söylüyorlar: «Mucizeler ve hârikalar onun kendi işi değildir. Buna imkânı da yoktur.» Yine o araştırmacılar bu konuda Cenâb-ı Hakk'm şu- türlü: »De ki, o âyetler ancak Allah'ın katandandır[65]» âyetlerini sık sık delil gösteri­yorlar ve hep okuyucunun kafasında; «Hz. Peygamberin yaşayışı­nın, Allah'ın sadık peygamberlerin desteklediği mucize ve hârika­lardan büsbütün uzak olduğu...» fikrini yerleştirmek istiyorlar.

Resûlullah'ın siyreti hakkındaki bu düşüncenin kaynağım araş­tırdığımız zaman, onun aslında Gustav Le Bon, Oğuste Comte, Hu-me, Goldziher ve benzeri müsteşriklerin fikirleri olduğunu görü­yoruz. Bu nazariyenin esası ve sebebi öncelikle bu mucizeleri yara­tana imanın olmayışıdır. Çünkü Allah'a iman, gönüllere iyice yer­leşince, bundan sonra diğer şeylere iman etmek kolay olur. Böyle olunca da artık şu dünyada mucize diye isimlendirmeye değer hiç­bir şey kalmaz...

Müsteşriklerin bu görüşünü müslümanlardan bir grub hemen mal bulmuş mağribî gibi kapıverdi. Zaten tslâ mdünyasının en bü­yük talihsizliği de, müslümanların, bu yabancıların fikirlerini etra­fa yaymak için tüm gayretlerini ve bilgilerini seferber etmeleri ol­muştu. Aslında onların Avrupa içinde doğan ilmi uyanış görüntü­süyle gözlerinin kamaşmasından ve yabancıların süslü yalanlarıy­la büyülenmelerinden başka bir sebeb yoktu. Bu müslümanların ba­şında Şeyh Muhammed Abduh, M. Ferid Vecdi ve Hüseyin Heykel gibi kişiler gelmektedir.

İslâm'a karşı fikri savaş açan ve İslâm'a şübhe sokmak isteyen müsteşrikler, etraflarına bakınca; bizzat mü si umanlardan bazı kişi­lerin ifadelerinde; müslümanları dinlerinden şübheye sokmak ve kendi görüşlerini benimsetebilmek için yeni fırsat ve imkânlar bul­dular. Yine onların bu sözleri îslâm düşmanlarına, kafalarda dinsiz­lik fikirlerini yerleştirmek, îslâm akidesini değiştirmek için eski usul­lerini kullanmaya da ihtiyaç bırakmadı.

Bu müslüman aydınlar, Resûlullah'ın: kahramanlık, dâhilik, ko­mutanlık gibi muayyen vasıflarını, çarpıcı ve övücü cümlelerle gün­deme getirme yolunu seçtiler. Aynı zamanda, onlar, müslümanların kafasında, Resûlullah'ın yepyeni bir portresini çizebilmek için, ak­lın kavrayamadığı hârika ve mucizelerden uzak bir şekilde genel hayatını anlatmakta mübalâğaya girdiler. Onların ifadelerinde Hz. Peygamber'in hayatı bazan «Dâhi Muhammed», bazan «Komutan Muhammed», bazan da «Kahraman Muhammed» şeklini alıyordu. Fakat bunların hepsinde, her halükârda «Nebi ve Resul Muhammed» sıfatını örtmesine özen gösteriliyordu.

Zira Vahiy, hârika ve gaybiyatı ihtiva eden nübüvvet gerçekle­rinin tümü, (bu kahramanlık ve dehâ ta'birlerinin yayılma işlemi sonunda) mucizelerin başında «vahiy ve nübüvvet» bulunduğuna göre, o «Resul Muhammed™ sıfatıyla birlikte bir efsaneler âlemine fırlatılıp atılmış oluyordu Böyle olunca da, tabiî olarak; Resûlullah1-ın etrafında çeşitli milletlerin ve insanların çoğalması, onun bay­rağı altına girmesi, herkesin onun da'vetine doğru koşmasının se­bebi, yalnızca onun dehâsı ve komutanlığıdır diye düşünülecekti!.. Bakınız, kendilerine hedef olarak seçtikleri şey açık bir şekilde yeni bir isimlendirme gibi, «Müslümanlar» yerine «Muhammedîler» keli­mesini yaymakta kendini gösteriyor.

Biz, ilmî bir araştırmanın ışığı altında, hakikati ortaya koymak için çaba sarfettiğimiz zaman, Hz. Muhammed gerçeğinde bu ta­savvur ve tahayyülün yeri nedir, görülecektir:

a) Biz, Resûlullah'ın hayatında açıkça kendini gösteren »vahiy olayım» (bu konuda yeterli açıklama yapılmıştı) enine boyuna dü­şünmeye koyulduğumuz zaman, Resûlullah'taki en bariz sıfatın, «Nü­büvvet» sıfatı olduğunu görüyoruz. Bu konuda ne şek, ne de şübhe vardır. Nübüvvet, bizim duyu ölçülerimize uymayan, gaybî mânâ­lardan biridir. O halde, hârika ve mucizenin mânâsı, Resûlullah'ın asli hüviyyetinde gizlidir. Buna göre Peygamberimizin mucizelerini inkâr etmeleri mümkün olmuyor; ancak nübüvvetin mânâsını yık­makla ve onları Resûlullah'ın hayatından çıkarıp atmakla mümkün oluyor. Bu da, açıkça dinin kendisini inkâr etmekle eşit olur. Müs­teşriklerden ve araştırmacılardan bazıları; sadece Resûlullah'ın ze­kâsını, dehâsını, kahramanlığını ve işleri yönetmedeki kabiliyyetini açıklamakla yetinerek; bu niyetlerini sözlerinde gizleseler de neti­ceyi beyan eden öncülleri söylemeleri yetip artıyor bile. Çünkü, ön­cüleri kabul ettikten sonra netice kendiliğinden gelir...

Birçokları âciz kaldıktan sonra neticeyi açık açık söylüyorlar. Nitekim Simli Şümmeyil'in, «Dine inanmayı, müstahil olan mucizeye inanmak», diye tanımladığı gibi...[66]

Dinin aslında şek veya inkâr bulununca, mucizelerin parçaları­nı inkâr veya isbat etme hususunda bir araştırmaya girmesinin hiç bir anlamı olmadığını herkes bilir.

b) Resûlullah'ın hayatını ve hayatındaki bir kısım olayları ak­lımıza getirdiğimiz zaman, Allahü Teâlâ'nın, onun eliyle birçok mu­cizeyi yarattığını görüyoruz. Onları kabul etmemeye bir sebeb ol­madığı gibi reddetmeye de imkân yoktur. Çünkü o mucizeler bize kadar mütevatir ve sağlam senetlerle nakledilmiştir. O hadisler ke­sinlik derecesine ulaşmıştır.

Mübarek parmaklarının arasından su akmasını bildiren hadîs bunlardan biridir. Buhârî bu hadisi, Kitâbül-Vuzû'da Müslim, Ki-tâbü'l-Fedâü'de, İmam Mâlik Muvatta'm, Kitâbü't-Tahâre bahsinde rivayet etmiştir. Yine aynı hadisi birçok hadis imâmı, çeşitli tarik­lerle rivayet etmişlerdir. Zürkani, Kurtubi'den şunu nakleder: Re­sûlullah'ın parmaklarından su akması büyük topluluklar huzurunda birkaç yerde tekerrür etmiştir. Birçok tarikden gelmiştir ki, onla­rın toplamı, mânevi tevatürden elde edilmiş kesin ilim ifade eder[67].

Müşrikler Resûlullah'tan, ayı ikiye bölmesini istedikleri vakit, Resûlullah'ın devrinde gerçekleşen înşikak-ı kamer (ayın ikiye bö­lünmesi) mucizesini ihtiva eden hadîs de bunlardan biridir, Buhârî bu hadisi, Kitâbü'l-Ehâdîsi'l-Enbıyâ bölümündn Müslim Kitâbü's-Sı-fâti'l-Kıyâme bölümünde ve bunların dışında dıger hadîs imamları da rivayet etmişlerdir. îbn Kesir hadisler sağlam senetlerle nakledilmiştir. înşikak-ı kamer mûcizesinn Peygamberi­mizin zamanında vukubulduğu ve bu mucizenin in suni hayrette bırakan mucizelerden biri olduğu üzerinde bütün ulema ittifak ha­lindedir[68]» demiştir.

Isrâ ve Mi'rac hadisi de bunlardan biridir ki, biz o münâsebet­le bu konuyu burada açıkladık. îsrâ ve Mi.rac hadisi «Müttefekun aleyh» dir. Sübûtunun kat'iyyeti inkâr edilemez. îsrâ ve Mi'rac mu­cizesinin Peygamberimizin mucizelerinden en barizi olduğu bütün müslümanların icmaıyla sabittir.

Ne tuhaftır ki; mucizelerin ve hârikaların ismini bile Resûlul-lah'ın hayatıyla yaklaştırmayan ve sanki, dâhilik sadece Resûlullah'a aitmiş gibi, dâhilik sıfatını sürekli gündeme getiren bu adamlar, sıhhati kat'iyyet derecesine ulaşmış olan bazı mütevatir hadîsleri görmezlikten ve bilmezlikten geliyorlar. Onlar, bu tür hadîsler san­ki hadîs kitablarmda yokmuş gibi, ne müsbet, ne de menfî yönden onlardan hiç bahsetmiyorlar. Halbuki o hadîslerden herbiri için on­dan fazla tarik sayılabilir.

Bu hadisleri bilmezlikten gelmelerinin sebebi, bu hadîslere bak­tıkları zaman karşılaşacakları zor ve müşkil durumdan kaçabilmek içindir. Çünkü bu durum, onların kafalarında dönüp duran naza­riye üe açık seçik bir şekilde çelişmektedir[69].

c) Mucize, düşünce ve tefekkür nezdinde, müşahhas bir mânâsı olmayan kelimedir. Onunla ancak mücerret izafî bir mânâ kaste­dilir. Halk ıstılahında yerleşmiş bulunan mânâsına göre mucize, âdet ve alışılagelmiş şeylerin dışına çıkan her iş ve durum demek­tir. Her alışılagelmiş olan şeyler zamanın ve asırların değişmesiyle değişiverir. Kültürlerin, anlayışların ve ilimlerin çeşitli olması se­bebiyle çeşitlilik arzeder. Nice işler vardır ki; bir zamanlar muci­ze iken, bugün bilinen ve alışılagelmiş şeylere dönüşmüştür. Kültür­süz ve ilkel insanlar arasında mucize oluverir... Her akıllı insanın anladığı hakikat şudur ki; alışılagelen ve alışılagelmişin dışında ka­lan herşey aslında bir mucizedir.

Bu duruma göre yıldızlar bir mucize, saman yollarının hareke­ti bir mucize, çekim kanunu bir mucize; insandaki sinir sistemi bir mucize, kan dolaşımı bir mucize; insanda bulunan ruh bir mucize, insan da başlı  başına bir  mucizedir.  İnsana   «Metafizik   bir canlı» «bilinmez, gaib canlı» diye isim veren Fransız âlimi ve edibi Chateau-briand'ın bu ifadesi, ne kadar da ince bir seziştir!..

Ancak, insan -uzun alışkanlıktan ve âdetin sürüp gitmesinden dolayı- bütün bunların mucize yönünü ve mucizenin değerini unu­tuyor. İnsan aldanarak ve bilmeyerek mucizeyi alışkanlık haline gelen şeylerle, aniden karşı karşıya gelmesi olarak telakki edebili­yor. Sonra belli bir zaman geçince, alıştığı ve itiyat haline getirdiği şeylerden eşyaya olan imanı veya inkârı için ölçü ediniyor. İnsan medeniyette ve ilimde ne kadar ilerlerse ilerlesin bu da insanın aca-ib bir cehaletidir.

İnsanın basit düşüncesi bile bütün çıplaklığıyla açıklıyor ki, bu kâinatın tümünü mucize olarak yaratan Allah'a, bu kâinata bir di­ğer mucize ilâve etmesi veya âlemi üzerine inşâ ettiği sistemin bir kısmında değişiklik yapması çok zor gelmez. Nitekim İngiliz müs­teşrik William Jones, bu mealde şu görüşü ileri sürmektedir:

«Âlemi yaratan kudret, ondan birşeyi çıkarıp atmaktan veya birşey ilâve etmekten âciz değildir. Akla göre bu tasavvur dışıdır, demek kolaydır. Fakat o, tasavvur dışıdır denilen şey yine de âle­min yaratılışı derecesinde tasavvur dışı değildir.»

Demek oluyor ki, bu âlem mevcut olmasaydı ve mucize ile hâ­rikaları inkâr edenlerden ve bunların varlığını düşünmeyenlerden bi­rine denilseydi ki; şöyle bir âlem yaratılacak. Şübhesiz ki, o, daha baştan şöyle cevab verecekti: Hayır, bu tasavvur dışıdır. O kişinin bu düşünceyi reddetmesi, mucizelerden herhangi birini tasavvur et­meyi inkârdan daha beterdir...

Her müslümamn Resûlullah'ı ve Yüce Allah'ın ona ikram bu­yurduğu mucizeleri böyle anlaması gerekir.

2- O güne kadar Resûlullah'ın başından geçen olaylar arasın­da îsra ve Mi'rac mucizesinin yeri:

O güne kadar Resûlullah, Kureyş'ten her türlü işkenceyi gör­müştü. O işkencelerden bir diğeri de, Taife yaptığı hicret esnasın­da vukubulmuştu. Olayın açıklaması, yukarıda1 geçti. Hz. Peygam­ber, Rabia Oğulları'nın bağında dinlenmek gayesiyle oturduktan son­ra Rabbi'ne ettiği dua ve münâcatta; her kiş'nin başına gelebilecek duygusallık ve yardıma muhtaçlık hali görülmüştür. Bu da, insanın, Allah'a karşı ubûdiyyetin'n bir görüntüsüdür. Ve Resûlullah'ın bu ilticasında, şanı Yüce Allah'a şikâyetinin ve O'nun yardımıyla afi­yetini istemesinin anlamı ortaya çıktı!..

Belki de o, başına gelen hâdiselerin, birşeyden ötürü Allah'ın kendisine gadablanmış olması sebebiyle vuku bulmuş olacağından korkmuştu. Bu yüzden de, duasının arasında şunu da demişti; «Eğer bana kızgınlığın yoksa, çektiklerimin hiçbirine aldırış etmem.»

Bunlardan sonra, Isrâ ve Mi'rac ziyafeti Allah tarafından ona bir ikram olarak, azim ve kararlılığını yenilemek için gelmişti. Yi­ne Mi'rac, Resûlullah'ın kavminden çektiği eza ve cefaların, Allah'­ın kendisini terketmesi veya ona kızması yüzünden değil de; an­cak bunların Allah'ın bir kanunu olduğuna ve her zaman, her asır­da İslâm da'vetinin kanununun böyle olduğuna işaret etsin diye geldi.

3- Resûlullah'uı, geceleyin Mescidi Aksâ'ya götürülüşündekİ mnfti

Gerçekten, Hz. Peygamber'in Beyt-i Maks'e götürülmesi ile ora­dan da yedi kat göklere çıkarılışının aynı anda olması, Mescid-i Ak-sâ'nın Allah katındaki mevkisine ve kudsiyetine işaret etmektedir. Yine îsa Aleyhisselâm'ın getirdiği ile Hz. Muhammed (s.a.v.)'in ge­tirdiği arasındaki sağlam alâkaya ve bütün peygamberlerin ara­sında, Allah kendileriyle gönderdiği tek din bağının bulunduğuna İşaret etmektedir.

Yine bunda bir işaret vardır ki, o da her asırda yaşayan müs-lümanlar tarafından bu mukaddes bölgenin muhafazasının ve her türlü düşman müdahalesinden korunmasının gerekli olduğudur. San­ki ilâhi hikmet, bugünün müslumanlarını, bu mukaddes yer üze­rinde bulunan Yahudiler karşısında perişan olmamaya, korkaklığa kapümamaya ve gevşememeye; bu mukaddes yerden yahudileri te­mizlemeye ve orayı tekrar eski sahipleri olan mü'minlere iade et­meye çağırıyor.

Anlayan kim? Belki de bu yüce yolculuğun etkisiyledir ki, Sa-lâhaddin Eyyûbi (Allah rahmet eylesin) ya zafer, ya ölüm diyerek bu büyük savaşa atılmıştı. Haçlıları geri püskürtünceye kadar, bu mukaddes bölgede haçlı saldırılarını kırmak için bütün gayretini sarfetmişti ve sonunda haçlılar, eli boş olarak geri dönmek zorun­da kalmışlardı.

4- Cebrail Aleyhisselam, Resûlullah'a süt ve şerbet sunduğu zaman, Resûlullah'ın sütü şerbete tercih etmesi, İslâm'ın fıtrat dini olduğuna sembolik bir işarettir. Yâni bu öyle bir dindir ki; ahkâmın da,  akidesinde  hep,  insanın fıtratının  gereği  olan şeylerle  uyum sağlar, insanda bulunan temiz fıtratla, sonradan arız olan şeyler, yâni onunla aykırılık teşkil eden şeyler İslâm'da yoktur. Şayet fıtrat, uzunluğu ve boyutları olan bir vücut olsaydı, elbette İslam din ona yetecek kadar geniş bir elbise olurdu!..

İslâm'ın geniş alanlara yayıl mas ındaki ve insanlar tarafındar çabucak kabul görmesindeki sırlarin en önemlisi budur. Yani fıtral dini oluşudur. Çünkü, insan medeniyet yolunda ne kadar yükselir se yükselsin, maddi mutluluk da onu ne kadar bürürse bürüsün yine o, fıtratın gereklerine cevab vermek için aramaya devam ede cek ve tabiatına ters düşen inanç ve ödevler bağından kurtulmaya çabalıyacaktır. İslâm ise, beşer fıtratında bulunan bu yönelişleri ce vablandıracak biricik nizamdır...                                         

5- İsrâ ve Mi'rac hem ruh, hem cesetle birlikte olmuştu. Mü tekaddiminden ve Müteahhlrînden bütün müslümanlar bunun üze rinde ittifak etmişlerdir. Nevevi, Müslim şerhinde şöyle diyor:

«İnsanların ekserisinin, seleften çoğunluğun, kel âmâlardan, ha dişçilerden ve fıkıhçılardan müteahhir imamların tümünün üzerin de bulunduğu kanaat şudur ki; Resûlullah cesediyle, Mi'rac'a götü­rüldü. Hadîslere vâkıf olanlar ve araştırmacılar bilirler ki, hadisle! de buna delâlet etmektedir. O halde yeni bir delil olmaksızın o ha­dîslerin zahirinden sapmak doğru değildir. Onları böylece anlamak ta muhal birşey değil ki, te'vîle ihtiyaç duyulsun[70]».

îbn Hacer de Buhârİ Şerhi'nde diyor ki: «Gerçekten îsrâ v< Mi'rac aynı gecede, uyanıklık halinde ve (cesedle ruhî her ikis birlikte gerçekleşmiştir. Hadİsçilerden, kelâmcılardan ve fakihlerder cumhûr-u ulemâ bu kanaate sahiptirler. Sahih haberlerin zahir: onun üzerinde ittifak halindedir. Bunlardan uzaklaşmak uygunsu2 olur. Çünkü onda akılla tenakuza düşecek bir durum yoktur ki, te'-vile ihtiyaç duyuİsun[71]

Isrâ ve Mi'rac'ın; beden ile ruhun birlikte olduğunda şübheye mahal bırakmayan bir delil de; yukarıda zikretmiş olduğumuz, Ku-reyş müşriklerinin bu olayı alaya almaları, şaşkınlıkla karşılama­ları ve Peygamberimizi yalanlamada acele etmeleridir. Çünkü mes'e-le sadece bir rü'ya mes'elesi olsaydı ve Resûlullah bunu bir rü'ya şeklinde onlara haber verseydi; onların bu olaya şaşmalarına, göz­lerinde büyütmelerine ve inkâr etmelerine gerek kalmazdı. Çünkü uykuda görülen şeylerin belli bir sının yoktur. Bilâkis bu gibi bir rü'yayı görmek o vakit müslümana da, kâfire de caiz olur. Eğer iş böyle olsaydı, elbette, müşrikler Resûlullah'ı susturmak maksa­dıyla ondan Mescidi Aksâ'nın özelliklerini, kapılarını ve duvarları­nı sormazlardı.

Bu mucizenin nasıl gerçekleştiğine ve aklın bunu nasıl değer­lendirdiğine gelince, kâinat ve hayat mucizelerinden her mucize nasıl gercekleşiyorsa o da öyle gerçekleşmiştir. Biz biraz önce de­miştik ki, bu kâinatta olup bitenlerin tümü mucizeden başka birşey değildir. Akıl bunların tümünü kolaylıkla ve basit bir şekilde kav­radığı gibi, yine mucizeleri de kolaylıkla ve basit bir şekilde kavra­ması mümkün olur.

6- İsra ve Mİ'rac hususunda bilgi edinirken «İbn Abbas'm Mİ'-racı» adiyle anılan kitaba başvurmaktan sakınmak gerek. O kitab, senedi ve aslı olmayan bâtıl sözlerin, toplanmasından meydana gel­miş. Bu işi yapan adam bu yalanlarını İbn Abbas'a istinad ettirme­yi istemiş. Her aklı başında ve birazcık ilimden nasibi olan herkes bilir ki, tbn Abbas bu safsatalardan beridir. Ve o böyle, Mi'rac ko­nusunda herhangi bir kitab yazmamıştır. Zaten kitab yazma hare­keti ancak Emevilerin sonlarına doğru ortaya çıkmıştır.

Kötü niyetli kişiler bu kitaba vâkıf olunca, ve o kitabta Resû-lullah'a nisbet edilmiş yalan ve asılsız sözlerden halkın çoğunun imanını sarsacak n'telıkte olanlarını görünce, onlar, hemen bu ki­tabı piyasaya sürdü. Ve o kitabın, İbn Abbas'a atfedilmiş yalan lar olduğunu ve içindeki hadislerin tümünün asılsız sözler olduğunu bildikleri halde herkesten önce bu kitabı savunmaya başladılar[72]. Fa­kat bu yalan, eğer onda m uslu m ani arın fikirlerini bozacak ve onları dinlerinde şûbheye sevkedecek birşey varsa, hemen bu yalan on­larca çabucak doğruya dönüşür. [73]

 
9- Resûlullahın Kendini Kabilelere Takdim Etmesi Ve Ensar'ın Müslüman Olmaya Başlaması
 

Resûlullah (s.a.v.) bu dönemde, her yıl Kabe'yi ziyarete gelen kabilelere, hac mevsimi süresince, kendisini arz ediyor, onlara Kur'-an okuyor ve onları Allah'ın birliğine çağırıyordu. Ama hiçbir kim­se ona cevab vermiyordu, lbn Sa'd, Tabakat'ında diyor ki:

Nebi Sallallahü Aleyhi ve Sellem, her yıl hac mevsimi gelince, konak yerlerindeki hacıların ardından Ukaz, Mecenne ve Zülmecaz panayırlarına gidiyor, onlara Rabbinin emirlerini tebliğ edinceye kadar kendisini'korumalarını istiyor. Buna karşılık da kendilerine Cennet verileceğini va'dediyordu. Yine de kendisine yardım edecek bir kimseyi bulamıyordu. Hz. Peygamber onlara; «Ey insanlar! La ilahe illallah, deyiniz ki kurtuluşa eresiniz. Onun sayesinde Arap­ların başına hükümdar olasınız, Arap olmayanlar da size boyun eğe... Eğer siz iman ederseniz Cennetin sahipleri olursunuz» diyor­du. Ebû Leheb de, Peygamberimizin arkasından gidiyor, o sözlerini bitirince hemen: «Sakın ha, ona boyun eğmeyin, onun sözlerine ku­lak asmayın. Çünkü o, yalancıdır, sâbii (yıldıza tapan) bir kişidir» diyor. Onlar da en çirkin sözlerle Resûlullah'ı reddediyorlar ve ona hakaret ediyorlardı[74].

tbn İshâk, Zührİ'den şunu naklediyor:

Resûlullah (s.a.v.), Ukaz panayırında Âmir bin Sa'saa oğulları oymağına geldi. Onları Allah'a çağırdı. Kendisini korumalarını tek­lif etti. Onların arasında Beyhara bin Firas adında bir adam, «Val­lahi, eğer ben Kureyş kabilesine mensub olsam, bu genci tutar el­de eder ve bütün Araplara hakim olabilirim» dedi. Peygamberimize de dönüp: «Eğer biz, senin üzerinde bulunduğun işde, sana tabi ve yardımcı olur da, Allah seni muhaliflerine hâkim kılacak olursa, senden sonra bu hâkimiyet bize kalır, bizim olur mu?» diye sordu. Peygamberimiz de ona cevaben: «-Emir ve irade Allah'ındır. O ha­kimiyeti dilediğine ihsan eder» buyurdu. Bunun üzerine Beyhara: «Biz senin için  bütün Arapların oklarına,  düşmanlıklarına  göğüs gerip, hedef olalım, Allah seni başarıya eriştirince de bu içe biz­den başkaları konsun, senin işinin bize gereği yok- diyerek yüz çe­virdi[75].

Resûlullah'ın bi'setin onbirinci yılında her yıl olduğu gibi yine kabilelere kendisini korumalarım teklif etmişti. Resûlullah (s.a.v.) Akabe (Mina ile Mekke arasında bir yer, Akabe taşlan orda atılır) de İken, Allah'ın kendilerine hayır m ur ad ettiği Hazrec kabilesin­den küçük bir kafileye rastladı. Onlara:

- Siz kimlersiniz? diye sordu. Onlar da:

- Hazrec kabilesinden bir kafileyiz,  dediler.   Peygamberimiz:

- «Yahudilerin komşuları ve müttefikleri misiniz?» diye sordu. Onlar da:

- Evet, dediler. Peygamberimiz onlara:

- «Sizinle konuşmak üzere biraz oturmaz mısınız?» diye rica etti. Onlar da:  -Olur» dediler ve Peygamberimizle birlikte oturdu­lar. Peygamberimiz onları, Allah'ın birliğine  iman etmeye da'vet etti. Onlara İslâm'ı sundu ve bir miktar Kur'an okudu.

Hazrecliler Yahudilerle birlikte aym şehirde yaşadıklarından dolayı gönülleri İslâm'ı kabul etmeye hazırdı. Yahudilerin kitab ve ilim sahibi oldukları bilinmekteydi. Yahudilerle onlar arasında ne zaman bir "anlaşmazlık veya savaş çıksa, Yahudiler onlara: «Şimdi bir peygamber gönderilmek üzeredir. Vakit iyice yaklaştı. Biz ona tabi olacağız, İrem ve Ad kavmi gibi sizin de kökünüzü kazıyaca­ğız» diyerek tehdit ediyorlardı.

Resûlullah (s.a.v.) bu birkaç kişiyle konuşunca ve onları İslâm'a da'vet edince birbirlerine bakarak şöyle dediler:. «Dikkat edin! Val­lahi bu, Yahudilerin size, geleceğini haber verdiği ve onunla sizi tehdit ettikleri peygamber olsa gerek. Sakın Yahudiler ona inanmak ve tâbi olmakta sizi geçmesinler!

Bunun üzerine hemen Peygamberimizin da'vetini kabul ve İs­lâm dininden kendilerine anlatılmış olan şeyleri tasdik ettiler. Pey­gamberimize hitaben: «Biz kavmimizi hem kendi aralarında, hem de yabancı bir topluluğa karşı düşmanlık ve kötülük üzerine bıra­kıp geldik. Belki Allah, onları da senin sayende biraraya toplar. Biz hemen dönüp onları da senin buyruğuna da'vet edecek, bu dinden kabul ettiğimiz şeyleri onlara da anlatacağız. Eğer Allah onları bu din üzerinde toplar,  birleştirirse;  senden daha aziz  ve  şerefli bir kimse olmaz» dediler. Sonra gelecek hac mevsiminde tekrar buluş­mayı va'dederek izin alıp gittiler[76].


[48] Bunu İbn tshâk rivayet etmiştir. Bak: Taberî Tarihi: 2/344.

[49] Dr. M. Said Ramazan El-Bûti, Fıkhu’s Siyre, Gonca Yayınevi: 140-141.

[50] Mâide sûresi, âyet:  67.

[51] Hicr süresi, âyet: 94-99.

[52] En'âm sûresi, âyet: 33-35.

Dr. M. Said Ramazan El-Bûti, Fıkhu’s Siyre, Gonca Yayınevi: 141-144.

[53] İbn Sa'd, Tabakat 1/196.

[54] Bu olayın daha fazla açıklaması için, îbn Hişâm'ın Siyret'ine  (1/420)  ba­kınız.

[55] Ahkâf süresi, âyet: 29-31.

[56] Cin. sûresi, âyet: 1 - 15.

[57] İbn SaU Tabakaf 1/196, îbn Hişâm, Siyret: 1/381.

Dr. M. Said Ramazan El-Bûti, Fıkhu’s Siyre, Gonca Yayınevi: 144-146.

[58] M. Sadık er-Rafii, Vahyü'l-Kelâm: c. 2, s. 30.

[59] Buhari, 6/73.

[60] îbn Hacer, Fethu'1-Bâri,- 8/473.

[61] Bak: îbn-i Seyyldinnas, ÜyûnÜ'I-Eser:  1/118; Pethu'1-Bârl:  8/473.

[62] Dr. M. Said Ramazan El-Bûti, Fıkhu’s Siyre, Gonca Yayınevi: 146-154.

[63] Mi'rac ve îsrâ kıssası hakkında daha fazla bilgi edinmek istenirse, Müslim'in veya Buhârî'nin sahihlerine ya da diğer hadîs kaynaklarına başvurulsun. Ml'râc-ı İbn Abbas» gibi kitabiara güvenmekten sakınmak gerekir. Bu kltab yalan ve uydurma sözlerle doludur. İbn Abbasın bu kitabla hiçbir alâkası yoktur.

[64] Dr. M. Said Ramazan El-Bûti, Fıkhu’s Siyre, Gonca Yayınevi: 154-156.

[65] Ankebût sûresi, âyet: 50.

[66] Dr. Şibli Şümmeyll bu sözü «Yaratılış ve Tekâmül Nazariyesi» adlı kltabıu Arapçaya tercümesinin  ön  sözünde  zikretmiştir.

[67] ZÜPkani, Muvatta1 Şerhi: c. 1, s. 65.

[68] İbn Kesîr, Tefsir:   4/261.

[69] «Muhammed'in Hayatı» adlı kitabın yazarı da bunlardan biridir Resûlul]ıh':n hayatı hakkında hayalî nazariyesinin kendi aleyhine dönmemesi İçin bu eıbl hadislerin zorlamasından kaçarak sağa sola garib \slpalar yapıyordu.

[70] Nevevi Şerhi, Sahih-i Müslim: c. 2, s. 290.

[71] Îbn Hacer, Pethu'1-Bâri: c. 7, a. 136- 137.

[72] Bu kitab hakkında övücü ve yüceltici mahiyette yazı yazanlar arasında Dr. Levis Auze vardır. Bu herifin kim olduğunu İzaha lüzum yok!

[73] Dr. M. Said Ramazan El-Bûti, Fıkhu’s Siyre, Gonca Yayınevi: 156-163.

[74] İbn Sa'd, Ta bak at: c. 1, s. 200 • 201, benzerleri lbn Hlşâm, tbn tshftk'Un nak­leder, es-SIyer: 1/423.

[75] İbn Hişam: 1/425.

[76] îbn Hlşftm, es-Slyret: 1/428

Dr. M. Said Ramazan El-Bûti, Fıkhu’s Siyre, Gonca Yayınevi: 164-166.


Konu Başlığı: Ynt: Hüzün yılı
Gönderen: Bahrişan 8 üzerinde 15 Ocak 2015, 18:19:17
peygamberlerimizin sözleri dikkatimi çekti güzel konu olmuş allah razı olsun paylaşımdan