Konu Başlığı: Hüzün yılı Gönderen: Safiye Gül üzerinde 07 Ekim 2010, 17:51:01 6- Hüzün Yılı Resûlullah (s.a.v.))'m bi'setinin onuncu yılma bu ad verilmiştir. Bu yılda, Resûlullah'm hanımı Hz. Hatice (r.a.) ve amcası Ebû Tâ-lib vefat etti. İbn Sa'd, Tabakat'ında, Hz. Hatice'nin vefâtiyle Ebû Tâlib'in vefatı arasında otuzbeş gün bulunduğunu söyler. İbn Hişâm'm da dediği gibi; Hz. Hatice (r.a.), Hz. Peygamberin, İslâm'ı ilk tasdik eden yardımcısı olmuştu. Resûlullah (s.a.v.) derdini ilk önce ona açar, onun yanında huzur ve sükûn bulurdu. Ebû Tâlib de Peygamberimizin işinde ona destek ve koruyucu olmuştu. Müşriklere karşı yeğenine yardımcı olmuştu. İbn Hişâm naklediyor: Ebû Tâlib vefat edince Kureyş müşrikleri, Hz. Peygamber'e Ebû Tâlib'in sağlığında taddıramadıklan işkenceleri yönelttiler. Hattâ Kureyş'in akılsızlarından bir beyinsiz, yolda Resûlullah'ın önüne çıkıp, onun mübarek başına toprak saçtı. Resûlullah toprak başında olduğu halde evine girdi. Hemen kızlarından biri ayağa kalkıp, mübarek başındaki toprakları ağlayarak silmeye ve yıkamaya başladı. Allah Resulü de kızına: -Ağlama kızım! Şübhesiz ki Allah, babanı korur[48]» buyurdu. Resül-i Ekrem (s.a.v.) İslâm'da da'vet yolunda göğüs verdiği musibetlerin şiddetinden dolayı, bu yıla «Hüzün Yılı» adını verdi. [49] İbretler Ve Öğütler Müslümanlar, Mekke'de güçlenmeden önce, Ebû Tâlib'in vefatında, ilâhi kazanın acele etmesindeki hikmet nedir, acaba? Halbuki o, Resûlullah'ı, - imkânları ölçüsünde - birçok musibet ve güçlüklerden koruyordu. Yine, ilâhi kazanın, Peygamberimizin hanımı, Hz. Hatice'nin vefatında da acele etmesindeki hikmet nedir?... Burada, İslâm inancının temeliyle ilgili önemli b'r olay ortaya çıkıyor. Eğer Ebû Tâlib, islâm devleti Medine'de kuruluncaya ve Resûlullah müşriklerin işkence ve tasallutundan kurtuluncaya kadar, yeğeninin yanında kalıp, onu desteklemeye ve gözetmeye devam etseydi; elbette bu hususta, bu dâvanın arkasında Ebü Tâlib'in bulunduğu zehabı uyandırdı. Her ne kadar o, dâvaya inandığını ve onun altına girdiğini açıklamamış olsa bile, yine de kavminin arasındaki gücü ve mevkisiyle onu koruyan ve öne süren bir kişi olduğu şübhesini uyandırırdı. Ve yine amcasının Peygamberimizi koruması sebebiyle, Peygamberimiz'in da'veti uygulama esnasında kendisi için hazırlanmış olan bu güzel şansı açıklarken, ileri geri söz söyleyen birçok kişi çıkardı. Onlar şunu rahatlıkla söyleyebilirlerdi: Hz. Peygamber'in etrafında bulunan diğer müslümanlara bu şans tanınmamış iken; peygamber başkaları tarafından korunuyor, onlar ise işkence görüyorlar. Onun gönlü rahat iken onlar azab tadıyorlar. îlâhi hikmet, Resûlullah'ın amcası Ebû Tâlib'i ve hanımı Hz. Hatice'yi yitirmesini ve zahirde kendisini koruyan ve teselli eden kişileri kaybetmesini gerekli gördü ki, iki önemli hakikat ortaya çıksın! Birinci Hakikat: Koruma, yardım ve zafer, bunların tümü yalnızca Allah'tan gelir. Zaten Allah, Resûlü'nü düşmanlardan ve puta tapanlardan korumayı garanti etmiştir. Onu koruyan kişinin insanlardan olup olmaması eşittir. Ne olursa olsun o, insanların sû-i kastından korunmuştur. Onun dâvası sonunda yardım ve tevfikten dolayı hedefine varacaktır. İkinci Hakikat: İnsanlardan korumanın mânâsı Resûlullah'ın onlardan eza, cefa ve işkence görmemesi anlamına gelmez. Yüce Allah'ın: «Allah seni insanlardan koruyacak..[50]» sözüyle taahhüd ettiği korumanın anlamı, ölümden, işini engellemekten ve îslâm da'-vetini durdurma gibi bir düşmanlıktan korumak demektir. İlâhi hikmet, peygamberlerin, işkenceden pek de kolay olmayacak kadarım tatmalarını gerekli gördü. Bu husus, peygamberler ve Resullere va'-dedilen korumaya aykırı düşmez. Bundan dolayı Yüce Allah, Peygamberine: «Şimdi sen, emrolun-duğun şeyi kafalarını çatlatırcasına açıkla. Müşriklere de aldırış etme. Allah ile beraber başka bir tanrının bulunduğunu kabul eden alaycılara karşı, şübhesiz biz sana yeteriz» diye buyurduktan sonra, yine şöyle hitabeder: «Andolsun, biliyoruz ki, onların söyleyip durduklarından hakikaten göğsün daralıyor. Sen hemen Rabbini hamd ile teşbih et ve secde edenlerden ol. Sana ölüm gelinceye kadar da Rabbİne ibâdet et[51]». İlâhi Kader'in, dine da'vet uğrunda, Resûlullah'ın sıkıntılarla karşılaşmasını gerek görmesindeki açık hikmetlerden biri de; her asırda omuzlarına îslâm da'vetinin sorumluluğu yüklenen müslü-manların, da'vet yolundaki çile ve sıkıntıları kolay görmeleri ve gözlerinde büyütmemeleri içindir. Şayet Hz. Peygamber (s.a.v.î dâvasında gayretsiz veya meşakkatsiz olarak başarıya ulaşsaydı, elbette ashabı ve ondan sonra gelen müslümanlar, onun rahatlığı seçtiği gibi onlar da rahatlığı ve kolaylığı seçmeyi çok arzu ederler ve İslâm da'veti yolunda bulacakları sıkıntı ve musibetleri çok ağır ve tahammül edilmez kabul ederlerdi. Ama, durum bu olunca; işkence, sıkıntıya girme hafife alındığı için, müslümanların şuurunda şunun uyanması gerekir. Müslümanlar, Resûlullah'ın tattığını tadarlar, Resûlullah (s.a.v.)'ın işkenceye uğradığı aynı yolda onlar da yürürler insanların, müslümanları hafife almaları, onlarla alay etmeleri ne kadar olursa olsun, morallerini bozmamalıdır. Çünkü onlar, Re-sûluîlah'ı yolda yürürken başına toprak atılmış, sonunda evine dönmeye mecbur olmuş, kızlarından biri kalkarak babasının başındaki toprakları temizlemiş olduğuna şahid oluyor. O, Allah'ın sevgilisi ve mahlûkatın içinde en seçkini olduğu halde bunlara dûçâr olduğunu gördükten sonra; insanların tavrı, müslümanların gücünü ve ümidini yitirmelerine sebeb olmamalıdır. Resûlullah (s.a.v.)'ın Taife hicretinde ve o zaman karşılaştığı meşakkat ve sıkıntılarda; dâva uğrunda her azab ve sıkıntıyı kolay kabul eden müslümanların îslâm dâvası uğrunda karşılaştıkları ve göğüs gerdikleri azab ve işkenceleri, kendi peygamberlerininki ile mukayese etme imkânını vererek ipuçlarını bulacağız. Bu anlattığımız, ışın bir yönü... Resûlullah'ın siyretinln bu kesiti ile ilgili diğer bir yönü de vardır ki, o da bir kısım insanların şu zanna kapılmalarıdır. Onlar, Peygamberimizin bu yılı «Hüzün Yılı» olarak isimlendirmesini, onun amcası Ebû Tâlib'i ve hanımı Hz. Hatice'yi kaybetmesinden dolayı zannediyorlar. Bazan da onlar, bunu delil göstererek, ölülerine uzun süre yas tutmayı caiz görürler. Gerçek şudur ki, bu bir anlayış ve değerlendirme hatasıdır. Çünkü Resûlullah (s.a.v.) bu şiddetli üzüntüsünü, amcasının ve hanımının ayrılışından dolayı göstermedi. Ve yine bir kısım akrabalarını kaybedip onların kaybından dolayı, yalnız kaldığı için bu seneye; «Hüzün Yılı» adını vermemiştir. Bunun asıl sebebi, onların vefatlarının ardından islâm da'vetlne yol veren bazı imkânların ortadan kalkmasıydı. Amcasının onu himaye etmesi, da'vet için birçok imkânlar, irşad, ta'lim ve yönlendirme içinde birçok yollar sağlıyordu. Bu himayede o, Rabbinin kendisine emrettiği faaliyette bazı başarılar görüyordu. Ama amcasının vefatından sonra bu imkân kapıları yüzüne kapatıldı. Ne kadar uğraştiysa, düşmanlık ve engelleme gördü. Nereye gittiyse, bütün yollan kapalı gördü. Da'vetini, götürdüğü gibi, geri getirdi. Anlattığı şeylere ne bir kulak tutan, ne de bir inanan vardı. Bilâkis herkes zulüm, istihza ve hakir görme arasında bir tavır takınıyordu. Allah'ın kendisine yüklediği vazifeyi bir neticeye götü-rememiş olarak geri dönmesi onu üzüyordu. îşte bundan dolayı bu yıla, «Hüzün Yılı» adı verildi. Aksine insanların onun getirdiği hakka iman etmemelerine karşı duyduğu üzüntü çok kere kendi nefsini kahretmesi şeklinde olurdu. Bu üzüntüsünü hafifletmek için bazı âyetler onu teselli eder ve tebliğin tümüyle mükellef olmadığım hatırlatır mahiyette iniyordu. Hattâ o âyetler, insanlar kendisine cevab vermiyorlar ve inan-, iniyorlar diye, kendi nefsini tehlikeye atmasına gerek olmadığını belirtiyorlardı. Örnek olarak şu âyetleri verebiliriz: •Habibim, şu hakikati çok iyi biliyoruz ki, onların söyledikleri şeyler seni tasaya düşürüyor. Onlar hakikatte seni yalanlamıyorlar, fakat o zalimler bile Allah'ın âyetlerini inkâr ediyorlar. Andolsun, senden evvelki peygamberler yalanlanmıştı da tekz b edildikleri ve işkenceye uğratıldıkları şeylere karşı sabretmişlerdi. Nihayet onlara yardımımız gelip yetişti. Allah'ın kelimelerini değiştirebilecek (hiçbir fert ve kuvvet) yoktur. Andolsun ki, peygamberlerin haberi sana da geldi. Onların yüz çevirmesi sana ağır gelince; eğer gücün yeri delmeye veya göğe merdiven dayamaya yetmiş olsaydı, onlara bir mucize göstermek isterdin. Allah dileseydi onları doğru yolda toplardı. Sakın cahillerden olma[52]». 7- Peygamberimizin Taife Hicreti Kureyş müşrikleri yukarıda açıkladığımız işkence ve eziyetleri Resûlullah'a yöneltince, o da Tâif te bulunan Sakîf kabilesinden yardım istemeye gitti. Resûlullah, Sakif kabilesinin, Allah'ın kendisiyle gönderdiği Hak dini kabul edebileceklerini umuyordu. Allah Resulü, Taife varınca, o gün Sakif in ileri gelenlerinden bir grubun yanına gitti. Onların yanına oturup, onları Allah'a iman etmeye da'vet etti. Onlara geliş gayesini anlattı. Onlar da peygamberimize red cevabı verdiler. Peygamberimizin beklemediği bir kabalıkla ve çirkin sözlerle karşısına dikildiler. Bunun üzerine Peygamberimiz onlardan kendisinin buraya gelişini gizli tutmalarını rica etti yanlarından ayrılırken, onlar bu konuda da ona olumlu bir cevab vermediler. Bununla da yetinmeyip, kölelerini ve içlerinden birtakım aklı ermezleri, onun arkasından bağırıp çağırmaya ve ona sövüp saymaya kışkırttılar. Onlar da, Resûlullah'ın iki ayağından kanlar akıncaya kadar onu taşa tuttular. Zeyd bin Harise de kendi vücuduyla Peygamberimizi koruyordu. Sonunda onun da başı birkaç yerden yaralandı[53]. Resûlullah, Utbe bin Rabia'nın bağına sığınınca, kendisini ta'k:b eden Sakif'in beyinsizleri, O'nu bırakıp geri döndüler. Hz. Peygamber (s.a.v.) aldığı yaralardan ve bitkinlikten dolayı arkasını bir üzüm asmasına dayayıp, hemen oracığa oturuverdi. Rabia'nın iki oğlu da ona bakıyordu. Hz. Peygamber (s a.v.) bu gölgede biraz dinlenince, başını kaldırıp, Allah'a şöyle iltica ve niyaz etti: «Allah'ım! Kuvvetsiz ve çaresiz kaldığımı, halk nazarında hor ve hakir görüldüğümü ancak sana arz ve şikâyet ederim. Ey merhametlilerin en merhametlisi! Herkesin hor görüp de, dalına bindiği biçârelerin Rabbi sensin. Benim de Rabbim sensin... Sen beni, kötü huylu, yüzsüz bir düşman eline düşürmeyecek, hattâ işimin dizginlerini eline verdiğin akrabadan bir dosta bile beni bırakmıyacak kadar bana merhametlisin. Allah'ım! Senin gazabına uğramayayını da, çektiklerim ne olursa olsun katlanırım! Fakat senin af ve merhametin bana bunları göstermeyecek kadar geniştir. Allah'ım, senin gazabına uğramaktan, ilâhi rızâna uzak kalmaktan sana, senin o karanlıkları aydınlatan, dünya ve ahret işlerini yoluna koyan ilâhî nuruna sığınırım. Allah'ım! Sen hoşnut oluncaya kadar afvını dilerim. Allah'ım! Her kuvvet ve her kudret ancak seninle kaimdir.» Sonra Rabia'nın oğullarının, bağın sahiplerinin kalblerindeki şefkat ve merhamet duyguları kabardı. Mristiyan olan köleleri Addas'ı yanlarına çağırıp bir tabak içine bir salkım üzüm koyarak Peygamberimize gönderdiler. Addas, Resûlullah'ın önüne koyup ona: «Buyur ye» dedi. Resûluliah da «Bismillah = Allah'ın adıyla» diyerek elini uzattı ve yemeğe başladı. Addas hayretle: «Vallahi bu sözü bu yörenin halkı söylemezler» dedi. Peygamberimiz ona: «Sen hangi diyar halkındansın? Dinin nedir?» diye sordu. O da: «Ben Hris-tflyanım, Musul kasabalarından, Nınovalı bir adamım» diye cevab verdi. Peygamberimiz: «Demek sen, o sâlih kişi, Yûnus bin Metta'-nm hemşehrisi sin?» diye buyurdu. Bunun üzerine Addas: «Sen Yûnus bin Metta'yı nereden biliyorsun?» diye sordu. Resûlullah (s.a.v.): «O benim kardeşimdir. O bir peygamberdi, ben de peygamberim» deyince, Addas, Resûlullah'a sarılıp elini, ayaklarını ve yüzünü öpmeye koyuldu[54]». tbn îshâk anlatıyor: Resûlullah (s.a.v.), Tâif'ten ayrılıp Mekke'ye doğru yönelmişti. Nahle mevkiine gelip geceleyin namaza durmuştu. O sırada Yüce Allah'ın Kur'an'da zikrettiği cinlerden bir grup oradan geçiyorlardı. Durup, Peygamberimizi dinlediler. Resûlullah namazını bitirince, onlar duydukları Kur'an'a icabet edip inanmışlar olarak korkutucu bir tavırla kavimlerinin yanına gelmişlerdi. Cenâb-ı Hak Kur'ân-ı Kerîm'inde o olayı şu âyetinde: «Hani biz cinlerden bir topluluğu Kur'an dinlesinler diye, sana doğru çe-virmişt'k... Ona iman edin ki sizin günahlarınızdan bir kısmını yar-lığasın ve sizi elem verici bir azabtan kurtarsın[55]». Ve yine şu âyette : «De ki: Cinlerden bir topluluğun Kur'an'ı dinledikleri ve şöyle söyledikleri bana vahyolundu...[56]» buyurarak, açıklamıştır. Resûlullah (s.a.v.) beraberinde Zeyd bin Harise olduğu halde, gelip, Mekke'ye germek istedi. Resûlullah'ın bu arzusu üzerine Zeyd ona: «Ya Resûlâllah! Kureyş seni Mekke'den çıkarmış iken nasıl onların yanma giriyorsun?» dedi. Peygamberimiz de: «Ey Zeyd, Allah senin görmediğin yerden bir kapı açar. Elbette Allah dininin yardımcısı, Peygamberinin destekleyicisid-r» buyurdu. Sonra Huzâa kabilesinden bir kişiyi haberci olarak Mut'ım bin Adiyy'e gönderip, onun himayesinde Mekke'ye girmek istediğini bildirdi. Mut'ım de bunu kabul etti. Böylece Peygamberimiz tekrar Mekke'ye geri dönmüş oldu[57]. İbretler Ve Öğütler Resûlullah (s.a.v.)'m Taife hicretini, bu hicret esnasında gördüğü işkence ve eziyetleri, sonra Mekke'ye geri dönüş şeklini aklımızdan geçirince, şu hikmetleri aşağıya şöylece özetlememiz mümkündür : Birinci Hikmet: Resûlullah'ın karşılaştığı çeşitli sıkıntılar, hele özellikle Tâife gidişinde karşılaştığı eziyetler, ancak insanlara yapılan tebliğ faaliyetlerinin neticesinde doğmuştur. Resûlullah (s.a.v.) bize kâinat ve yaratıcı hakkındaki doğru inancı, ibâdet, ahlâk ve muamelât hükümlerini tebliğ ettiği gibi, aynı şekilde, Yüce Allah'ın müslümanlara verdiği sabır ödeveni tebliğ etmek ve yine Yüce Allah'ın şu âyetinde: «Ey îman edenler! Sabre-redin, düşmanlarınızdan daha sabırlı olun, cihada hazır bulunun...» diye emir buyurduğu sabrın ve sabır yarışının uygulama keyfiyetini açıklamak için geldi. Hz. Peygamber (s.a.v.): -Namazlarınızı benim kıldığım gibi kılınız» ve yine: «Haccın ibâdet şekillerini (şartlarını ve rükünlerini) benden alınız» buyurarak, ibâdetlerin uygulama yolunu bizlere öğretti. Aynı şekilde, sabrın ve musibetlere karşı direnmenin, bütün insanlara gönderilen islâm prensiplerinin en önemlilerinden olduğunu da açıkladı. Peygamber Efendimiz'in Taife gidişinin dış yüzüne bakıp belki şu zanna kapılanlar olabilir: Hz. Muhammed (s.a.v.) burada, iş'n-de başarısızlığa uğradı ve canı sıkıldı. Belki de kendisine toslayan bu meşakkat ve sıkıntıları gözönünde büyüttü. Bunun için de, Re-bia'nın iki oğlunun bağında dinlendikten sonra yukarıda metnini verdiğimiz o iltica ve dua ile Allah'a yöneldi. Fakat gerçek odur ki, Hz. Peygamber (s.a.v.) bu sıkıntıları rızâ ile karşılamıştı. O bu sıkıntıları, sabırla ve ecrini Allah'tan bekleyerek çekiyordu. Bu olmamış olsaydı şübhosiz ki, o kendi imkânıyla isteseydi kendisine işkence yapan ipsiz sapsızlardan ve bu ipsizleri kendisinin üzerine kışkırtan ve tekliflerini küstahça reddeden Tâif liderlerinden intikam alabiKrdi. Fakat o, bunu asla istemedi. Buhârî ve Müslim'in Hz Âişe (r.a.)'den rivayet ettikleri şu hadîs buna delildir: Hz Âı&e, Resûlullah'a- «— Yâ Resûlâllah! Sana Uhud gününden daha şiddetli olan bir gün erişti mi? diye sordu. Resûlullah: - (Yâ Âişe!) Kavmim Kureyş'den gelen birçok zorluklarla karşılaştım. Fakat onlardan Akabe günü karşılaştığım' müşkil durum hepsinden zorlu idi. Ben Kureyş'ten gördüğüm eziyet üzerine Taife gidip, hayatımın korunmasını Abd-i Külâl'ın oğlu, tbn-i Abd-i Yâlil'e teklif ettiğim zaman, dileğime cevab vermemişti. Ben de kederli ve şaşkın bir halde yüzgeri (Mekke'ye) dönmüştüm. Bu düşünceli halim Karn-ı Sealib mevkiine kadar devam etti. Burada başımı kaldırıp, semaya baktığımda bir bulutun beni gölgelemekte olduğunu gördüm. Buluta dikkatle baktığım vakit içinde Cibril bulunduğunu gördüm. Cibril bana nida edip i - Aziz ve Celil olan Allah, kavminin senin hakkında dediklerini muhakkak işitti. Seni korumayı reddettiklerini de duydu. Allah sana şu Dağlar Meleğini gönderdi. Bu meleğe kavmin hakkında ne dilersen emredebilirsin, dedi. Bunun üzerine Dağlar Meleği (yâni dağlar kendi emrine verilen melek) bana nida edip, selâm verdi, sonra: - Yâ Muhammedi Şübhesiz Allah, kavminin sana söylediği sözü işitmiştir. Ben Dağlar Meleğiyim. Senin Rabbın, kavmin hakkında istediğin işini bana emredesin diye beni sana gönderdi. Blna-enaleyh onları ne yapmamı istersin? Eğer şu iki yalçın dağı (Ebû Kubeys dağı ile karşısındaki Kayakan dağını) Mekkeliler üzerine birbirine kapatıvermemi istersen, (emret, onları birbirine kavuştu-ruvereyim, dedi). Resûlullah da ona: - Hayır, ben Allah'ın bu müşriklerin sulblerinden yalnız Allah'a ibâdet eden ve O'na hiçbir şeyi ortak kılmayan (muvahhid) br nesil meydana çıkarmasını temenni ederim, dedi.» O haliyle Resûlullah (s.a.v.), kendinden sonraki ümmetine ve ashabına kendi karşılaş tıklanyle sabrı öğretiyordu. Hattâ, Allah yolunda karşılaşılan sıkıntılara ve hoşa gitmeyen şeylere karşı sabrın nasıl olacağını bizzat öğretiyordu. Bazan şöyle diyen birileri bulunabilir: Şikâyet dolu bir dua ile sesinin yükselmesindeki anlam ned'r? Sözleri ve üslûbu usanç ve sıkıntıya delâlet eden duanın anlamı nedir? Bu usanç ve sıkıntılar, azab ve işkenceden başka bir netice vermeyen uzun çabalardan dolayı gelmişti. Bu soruların cevabı şudur: Gerçekten içte bulunan dertleri Allah'a açmak kulluk görevidir. O'na boyun eğme ve kapısında hiçliğini belirtmedir. Allah'a yaklaşma ve O'na itaattir. Musibetlerin ve sıkıntıların birçok hikmetleri vardır. Onların en önemlilerinden biri de kişiyi Allah'ın hoşa gitmeyen şeylere sabırla, dertleri Allah'a açma arasında herhangi b'r aykırılık yoktur. Aksine gerçek şudur ki, Resûlullah (s.a.v.) kendi hayatıyla bize iki hususu öğretiyordu. Birincisi, meşakkatlere karşı sabrıyla: Bize bunun, genel olarak müs-lûmanlann, özel olarak da îslâm da'vetçilerinin bir ödevi olduğunu öğretiyordu, ikincisi de, uzun yakarışı ve Allah'a olan ilticasıyla bize kulluk vazifesini ve onun gereklerini öğretiyordu. însan beşer olduğuna göre, ne kadar yükselme yarışma girerse girsin, yine de, o her halükârda beşeriyet dairesini aşamaz. Beşer yâni insan fıtrat-ı aslîsinde ihsas ve şuur (hissetme ve sezme kabiliyeti) üzerine yaratılmıştır... Nimetin lezzetini, işkencenin acısını duymak... tnsan birincisine, yâni lezzete meyletmek, ikincisinden, yâni elemden korkmak duygusu üzere yaratılmıştır. Bu demek oluyor ki, Resûlullah, Rabbinin yolunda her türlü azab ve sıkıntıyı kabullenmek için nefsim alıştırmış iken, yine de o bütün bunlarla birlikte bir beşerdir. Sıkıntıdan acı, nimetten mutluluk duyuyor. Fakat bununla beraber Resûlullah, Rabbinin rızâsını kazanmak, kendi üzerine düşen kulluk borcunu ödemek için; elemleri ne olursa olsun sıkıntıyı, lezzetine rağmen, nimetlere ve refaha tercih ediyor. Şübhesiz, sevab kazanmanın ve insana ait teklifin mânâsının ortaya çıkmasının sebebi budur. İkinci Hikmet: Resûlullah (s.a.v.)'ın kavmiyle birlikte yaşadığı olayları düşündüğümüz zaman, bu olaylardaki eza ve cefanın ba-zan çok katı olduğunu görüyoruz. Ancak bu olayların tümünde de, Resûlullah'ı teselli etmek ve derdine ortak olmak için; ayrıca, nefsinde elem ve sıkıntıların etkisiyle onu umutsuzluğa sokacak şeylerin doğmaması için; bu eziyetlere ve bu işkencelerin sonuçlarına karşı ilâhî bir cevab'niteliğini taşıyan lütufları görmekteyiz: Resûlullah'm Taife hicret sahnesinde ve o hicrette, görevi yerine getirememenin verdiği azabla birlikte, işkencecilerin yönelttikleri hakaret sahnesinde, arkasından koşan ve ona eziyet eden bu ipsizlerin akılsızlıklarına karşı açık bir şekilde ilâhî bir protesto görüyoruz: İpsizlerin kabalıklarından ve akılsızca yaptıkları işlerden dolayı Resûlullah1 tan özür dilediğini görüyoruz. Bu protesto ile özür dileme durumunu daha çok elinde üzüm salkımı bulunan bir tabak olduğu halde, Resûlullah'a doğru koşarak gelen ve sonunda elini yüzünü ve ayaklarını öpmeye başlayan Hristîyan köle Ad-das'ın ortaya çıkışında görmekteyiz. Addas bu davranışlarını Re-sûlullah'ın bir peygamber olduğunu haber ahnca yapmaya başlamıştı. Şu akılsızların incitmelerinden dolayı, Resûîullah'tan özür dileme tablosunu tasvir etmek için, olayı zikrettikten sonra Mustafa Sadık er-Rafii (rahjmehullah) 'nin şu sözlerini nakletmemiz bize yeter: «Bu olayda kaderin sembolleri ne kadar da şaşırtıcı!... Hayır, iyilik ve yücelik çabucak geliverdi ve şerri beyinsizliği ve düşüncesizliği protesto ile karşıladı. Düşmanlık dolu kelimelerden sonra güzel sözler geldi. Rebia'nm oğlu da, hem tslâm düşmanlarının en amansızlarıridan, hem de Kureyş'in ileri gelenlerinden ve Peygamberimizin amcası Ebû Tâlib'e gidip, Ebû Tâlib'in ondan elini çekmesini, kendileriyle Peygamberimizin arasına girmemesini, veya iki gruptan biri helak oluncaya kadar onunla savaşacaklarını söyleyenler arasında bulunanlardandı. Bu duruma göre vahşi karakter, bu dinin getirmiş olduğu insani mânâsına dönüştü. Çünkü dinin geleceği fikir olacaktır... Hristiyaniık îslâm ile kucaklaşmaya ve onu üstün kabul etmeye geldi. Çünkü kardeşin kardeşten yana olduğu gibi, sahih din de, sahih dinden yanadır. Ancak kardeşliğin akrabalık bağı kan, dinin akrabalık bağı ise imandır, akıldır... Sonra kader, bu olayda kendi sembolünü halâvet dolu bir üzüm salkımı ile bütünleştirdi. Bismillah ile üzüm salkımından koparmakta, her çekirdeğinde bir ülke gizlenmiş olan çekirdek dolu koca İslâm salkımına âit bir sembol idi[58]». Üçüncü Hikmet: Zeyd bin Hârise'nin, ipsiz sapsızların attığı taçlardan Resûlullah'ı korumak için kendi vücudunu siper etmesi, hattâ başından birkaç da yara alması, îslâm da'vetçüerinin dâva liderleri karşısındaki durumlarına güzel örnektir. Bir müslüman, hayatını feda etmeyi dahi gerektirirse, kendi liderlerini korumak ve savunmak için böyle yapmalıdır. Sahâbe-i Kirâm'm durumu, Resûlullah'ı koruma hususunda işte böyle idi. Şu an Resûlullah aramızda bulunmadığına göre, ona ashabının koruduğu tarzda davranmamız mümkün olmaz. Çünkü bugün savunma başka tarzda gerçekleşiyor. O da şudur: İslâm dâvası uğrunda işkence ve sıkıntılardan çeknimememiz gerekir. Re-Sûlullah (s.a.v.)'m yüklendiği meşakkat ve gayretten kendi hissemize düşeni almamız gerekir... Aynı şekilde, her asırda ve her zamanda îslâm dâvası için Re-sûlullah'ın komutasına halef olan kişilerin bulunması gerektiğine göre, bütün müslümanlarm da o komutanın etrafında samimî bir ordu oluşturmaları ve Resûlullah aralarındaymış gibi, mallarını ve canlarını o komutanların yolunda feda etmeleri gerekir. Dördüncü Hikmet: Resûlullah (s.a.v.), Nahle mevkiinde, geceleyin namaz kılarken, cinlerden bir topluluğun onu dinlemek istemelerini bize nakleden İbn İshâk'ın bu rivayeti, cinlerin varlığına ve onların da mükellef olduklarına-, yine onlardan Allah'a ve Resûlü'ne inananlar olduğu gibi, inanmayan ve kâfir olanlar bulunduğuna delil teşkil etmektedir. Bu delâlet, Ahkaf sûresinde: «Hani biz cinlerden bir topluluğu, Kur'an dinlesinler diye, sana doğru çevirmiştik..» âyetinde «...Ve sizi elem verici bir azabtan kurtarsın» âyetine kadar olan âyetlerle, Cin süresindeki âyetlerin açık bir şekilde bahsetme siyle kesinlik derecesine ulaşmıştır. Ayrıca, İbn Ishâk ile İbn Hişâm'ın Siyret'inde rivây-t ettiği bu olayı, Buhâri, Müslim ve Tirmizî'nin de buna yakın bir şekilde ve daha açıklamalı olarak rivayet ettiklerini bilelim... Buhârî'nin İbn Abbâs (r.a.)'dan sahih b'r senetle rivayet ettiği hadis şudur: «Resûlullah (s.a.v.J, Ashâb-ı Kirâm'dan bir grubla birlikte, Sûk-ı Ukaz'a doğru yürüyorlardı. O vakit şeytanların gökten haber almaları önlenmiş ve üstlerine akan yıldızlar gönderilmişti. Şeytanlar kendi grublarma döndüklerinde kendilerine: «Ne oluyor size? Artık haber alamıyorsunuz?» ded'ler. Onlar da: «Bizimle gök haberinin arasına sed çekildi ve üstümüze akan yıldızlar gönderildi» dediler. Şeytanlar kendi aralarında şöyle konuştular: «Bizimle gök haberi arasına mutlaka bir hâdise yüzünden sed çekilmiştir. Yeryüzünün doğularını ve batılarım, her tarafını dolaşınız ve sizinle gök haberi arasında sed çeken bu şeyin ne olduğunu keşfediniz.» Onlar da yeryüzünün doğularını ve batılarını dolaşmaya koyuldular. Kendileriyle gök haberinin arasına sed çeken bu şeyin ne olduğunu arı-yacaklardı. Şeytanların Tihâme mevkiine yönelen takımda Ukaz panayırına gitmek üzere Nahle'de bulunan Resûlullah'a rastladılar. Resûl-i Ekrem (s.a.v.), ashabına sabah namazım kıldırmakta idi. Kur'ân'ı işitince kulak verdiler ve : -Vallahi» dediler. «Seninle gök haberi arasına giren şey işte budur.» Sonra oradan kendi kavimlerine döndüler ve: «Ey kavmimiz!» dediler, «Biz, doğru yolu gösteren ilginç bir Kur'an dinledik ve ona 'iman ettik. Artık Rabbimize hiçbir şeyi ortak koşmayacağız.» Bunun üzerine, Allah (c.c), Peygamberine: «De ki, bana vahyolundu ki, cinlerden birtakım kimseler (okuduğum Kur'an'ı) dinledi...» âyetlerim indirdi... Resûl-i Ekrem'e yalnız cinlerin sözü vahyedilmiştir[59]. Bu, Müslim ve Tirmizî'nin rivayet ettiği ile ittifak halindedir. Yalnız, Müslim ve Tirmizî bu hadîsin baş tarafına: «Resûlullah cinlere Kur'an'dan birşey okumadı ve onları da görmedi» cümlesini fazladan olarak rivayet etmiştir. îbn Hacer, Fethü'l-Bâri'de şöyle diyor: «Buhâri bu cümleyi sanki kasden terketmiştir. Çünkü îbn Mes'ûd (r.a.), Hz. Peygamber'in cinlere Kur'an okuduğunu kesin olarak ifade ediyor. Böylece bu terketme işi İbn Abbas'ı nefyetmeye takdim edilmiş oluyor. Zaten Müslim buna işaret etmiştir. Müslim Sahih'inde, îbn Abbas hadisinin peşinde hemen İbn Mes'ûd'un, Hz. Peygamber'den: «Bana cin taifesinin da'vetçisi geldi. Ben de yanlarına varıp onlara Kur'an okudum» buyurduğunu rivayet etmiştir[60]. Böylece aradaki farkı gidermek mümkün oluyor. Yâni hâdisenin b'rden fazla olmasıyla iki rivayetin arasını bulmak mümkün oluyor. Sonra hakikaten, Buhârî, Müslim ve Tirmizî'nin şu rivayetleri ile îbn îshâk'ın rivayeti iki yönden birbirinden ayrılıyor: 1- îbn îshâfc'm rivayeti, Resûlullah'ın ashabına namaz kıldırdığına işaret etmemektedir. Hattâ onun tek başına namaz kıldığı belirtilmektedir. Halbuki diğer rivayetler, Peygamberimizin ashabına namaz kıldırdığını zikretmişlerdir. 2- îbn İshâk'm rivayetinde sabah namazı kaydı bulunmamaktadır. Halbuki diğer rivayetler, Hz. Peygamber'in sabah namazı kıldırdığına kesin olarak işaret ediyorlar. îbn îshâk'ın rivayetinde karışık bir durum yoktur. Ancak diğer rivayetler iki yönden karışıklık arzediyorlar: a- Bilindiği gibi Hz. Peygamber'in Tâii 'e gidiş ve dönüşünde Zeyd bin Hârise'nin dışında beraberinde kimse yoktu. Böyle olunca da onun ashabından bir gruba namaz kıldırdığı nasıl doğru olur? b- Gerçekten, beş vakit namaz ancak İsrâ ve Mi'râc gecesinde farz kılınmıştı. Halbuki Muhakkikinden birçoklarının görüşüne göre Mi'râc olayı Hz. Peygamber'in Taife gidişinden sonra olmuştur. Bu duruma göre, onun sabah namazını kıldırmış olması nasıl doğru olabilir? Birinci karışıklığın cevabı şudur: Resûlullah'ın Mekke yakınında bir yer olan Nahle mevkiine gelince, ashabından bazılarıyla karşılaşmış olması ve burada onlara sabah namazını kıldırması muhtemeldir. İkinci karışıklığın cevabı da şöyledir: Cin hâdisesinin ve onların Resûlullah'tan Kur'an dinlemelerinin birden fazla tekrar edildiği söyleniyor. Bir defası İbn Abbas'tan, diğer defası da îbn Mes'ûd (r.a.)'dan rivayet edilmiştir. Her ikisi de doğrudur. Muhakkik imamlarının tümünün sahib olduğu kanaat budur[61]. Bu kanaat, îsrâ ve Mi'râc hâdisesinin Taife hicretten sonra vuku bulduğu görüşüne göredir. Ama îsrâ ve Ml'râc hâdisesinin Taife hicretten önce olduğu görüşüne göre ise, elbette bunda karışıklık yoktur... Bunları bildikten sonra, bizim için önemli olan husus, bir müs-lümanın, cinlerin varlığına ve Yüce Allah'ın bizim gibi onları da kendisine ibâdet etmekle mükellef kıldığı, canlı varlıklar olduğuna iman etmesinin gerekli oluşudur. Eğer bizim duyularımız ve idrâklerimiz onları anlamıyorsa, bunun sebebi, Allahü Teâlâ'nın onların vücutlarını bizim gözlerimizde bulunan görme gücüne uygun bir şekilde yaratmamış olmasıdır. Yine bizim gözlerimizin sadece varlıklardan belirli türleri, belirli ölçüde ve belirli şartlar altında gördüğü bilinmektedir. Cinlerin varlığı, bize kadar gelen kitab ve sünnetin mütevatir ve kesin haberlerine dayandığı ve mütevatir haberlerin durumu da zarûrat-ı diniyyeden bilindiği için, bütün müslümanlar, cinlerin varlığını inkâr etmenin ve onların varlığında şübheye düşmenin dinden çıkmayı ve İslâm'dan ayrılmayı gerektirdiği üzerinde ittifak etmişlerdir. Çünkü cinleri İnkâr etmek, zarurât-ı diniyyeden olarak bilinen birşeyi inkâr etmek demek olur. Ancak bu inkâr Yüce Allah'tan bize kadar gelip ulaşan mütevatir ve sadık bir haberi yalanlamayı da içine alıyor. Akıllı bir kişinin, ben ancak ilimle uyuşan şeylere inanırım diye iddiada bulunarak gaflet ve cehaletin en koyusuna düşmesi, cinleri gözüyle görmediği ve elle tutamadığı için, cinlerin varlığına inanmamakla övünmeye kalkışması ona yakışmaz. Şurası gayet açıktır ki, bu gibi, cehaleti gizleyip bilgiçlik taslamak; görme imkânı olmadığı için kesin olarak bilinen varlıkların birçoğunu inkâr etmeye sevkeder. Meşhur ilmi kural şöyledir: Birşeyi görmemek onun yok olmasını gerektirmez. Yâni aranan birşeyi görmemek haddi zatında onun kaybolduğunu veya mevcut olmadığını gerektirmez. Beşinci Hikmet: Resûlullah'ın şu Tâif seyahatinde gördüğü şeylerin mâhiyeti ve göğüs gerdiği bu şeylerin onun nefsinde bıraktığı etki nedir? Bu sorunun cevabı, Zeyd bin Hârise'nin Resûlullah'a: «Onlar seni Mekke'den çıkardıkları halde, yâ Resûlâllah, Mekke'ye nasıl dönersin?» diye sorduğu zaman Resûlullah'ın ona sükûnet ve güven içinde: «Ey Zeyd! A]lalı senin görmediğin yerden bir kapı açar. Elbette Allah, dinin yardımcısı, Resûlü'nün destekleyicisidir» buyurmasından açıkça anlaşılıyor... O halde, Resûlullah (s.a.v.)'ın Mekke'de gördüğü katılık ve işkenceden sonra, Tâif'te karşılaştığı bu durumların onun Allah'a olan bağlılığı ve kararlılığı üzerinde herhangi bir etkisi yoktur. Hayır vallahi, bu tahammül veya irade gücünün eseri olmadığı gibi insan tabiatından gelen özel bir kararlılık da değildir. Fakat o, Resûlullah'm kalbinde sabit olan nübüvvet inancıdır. Hz. Peygamber ts.a.v.), kendisinin, Rabbi'nin emrini yerine getirmesi ve Allah'ın kendisine yürümeyi emrettiği yolda yürümesinin zorunlu olduğunu biliyordu. Ve yine Allah'ın, kendi işini başarıya ulaştıracağında ve herşey için bir kadeı ta'yin ettiğinde şübhesi yoktu. Bizim için burada eğitimle ilgili bir fayda vardır. O da, îslâm da'veti yolunda ortaya çıkan zorlukların ve meşakkatlerin bizi yürümekten alıkoymaması, iman hidâyeti ve onun yardımı üzere olduğumuz sürece, tembellik ruhunun içimizi kaplamaması gerektiğidir. Kim Allah'tan güç ve kuvvet isterse, o kişinin tembelliği ve ümitsizliği tanımaması gerekir. Çünkü emreden Allah'tır. Yine gerçek yardımcının O olduğunda şübhe yoktur. Tembellik, takatin kesilmesi ve ümitsizlik; yalnızca yolda arız olan mihnetler, meşakkatler ve Allah'ın emretmediği diğer yöntemler sebebiyle gelir. Çünkü, bu gibi hallerde çalışkan kişiler kendi şahsî güçlerine ve başbaşa kaldıkları kendi gayretlerine dayanırlar. Bunların tümünün muayyen bir beşeri çerçeve ile sınırlandırılmış olduğu malûmdur. Uzun meşakkatler, elemler ve işkenceler yüzünden, zaten sınırlı olan beşer takat ve samimiyetinin ümitsizlik ve yılgınlığa dönüşmesi tabiîdir. [62] 8- İsra Ve Mi'rac Mûcizesi îsrâ (Gece yürüyüşü) kelimesiyle, Yüce Allah'ın peygamberine Mekke'deki Mescid-i Haram'dan, Kudüs'teki Mescid-i Aksâ'ya kadar lütfettiği yolculuk kastedilir. Mi'râc kelimesi ise, bu yolculuğun ardından, Resûlullah'ı yüksek gök tabakalarına çıkarmak, sonra insan, cin, melek ve diğer mahlûkatın bilgilerinin tükendiği sınıra ulaştırmak anlamında kullanılmaktadır. Bunların tümü bir gece içinde olmuştur. Bu mucizenin tarihin tesbitinde; Bi'setin onun cu yılında mı, yoksa bundan sonra mı oldu diye ihtilâf edilmiştir. İbn Sa'd'm Ta-bakatü'l-Kübrâ'smdaki rivayetine göre Mi'rac hâdisesi hicretten on-sekiz ay önce olmuştur. Müslümanların büyük çoğunluğu bu yolculuğun, ruh ve beden birliğinde olduğu kanaati üzerindedirler. Bunun için Mi'rac, Allah'ın kendi Resûlü'ne ikram buyurduğu, hayret verici mucizelerinden biridir. Mi'rac kıssasına gelince, onu Buharı ve Müslim uzun bir şekilde rivayet etmiştir. Özet olarak şöyledir: Mi'rac gecesinde, Resûlullah'a bir burak getirildi. Burak, eşek-ten büyük, katırdan küçük, adımını gözünün erişebildiği yerin ilerisine koyan bir binek hayvanıdır... Yine o gecede Resülullah (s.a. v.) Mescid-i Aksâ'ya girdi. Orada iki rek'at namaz kıldı. Sonra Cebrail Ca.s.) ona, süt dolu bir kâse ile yine şerbet dolu bir başka kâse getirdi. Resülullah süt dolu kâseyi içti. Bunun üzerine Cebrail Aleyhisselâm: «Fıtratı seçtin» dedi. Yine o gecede birinci, ikinci, üçüncü... kat göğe çıkarıldı. Bu şekilde ta, Sidretü'l-Müntehâ'ya götürüldü. İşte o zaman Yüce Allah ona vahyedeceğini vahyetti. Beş vakit namaz o gecede farz kılındı. Aslında namaz, gece ve gündüzde elli vakit idi[63]. Ertesi gün sabah olunca ve Resülullah (s.a.v.) gördüğü şeyleri halka anlatınca müşrikler bu taze haberi birbirlerine anlatmak ve onunla alay etmek için öbek öbek toplanmaya başladılar. Bir kısım müşrikler, «Mademki oraya gittin ve içinde namaz kıldın» diyerek, Mescid-i Aksâ'yı kendilerine tasvir etmesini istediler. Resülullah Mescid-i Aksâ'yı ziyaret ettiği vakit; bakışlarıyla etrafı süzmeyi, duvarlarının sayısını ve şeklinde aklında tutmayı düşünmemişti. Bunun üzerine Yüce Allah Mescid-i Aksâ'nm şeklini gözünün önüne getirdi de onların sordukları gibi tafsilâtlıca onun özelliklerini teker teker sa-yıverdl. Buhâri ve Müslim, Resûlullah'm şöyle buyurduğunu naklediyor: «JCureyş beni yalanlayınca, Hıcır'da ayağa kalktım. Yüce Allah benimle Beyt-i Makdis arasındaki uzaklığı giderdi. Ben de ona bakarak bütün özelliklerini onlara haber verdim.» Bir kısım müşrikler Hz. Ebû Bekir (r.a.)'e giderek onun Mi'rac olayını tasdik etmeyeceğini ve bu durumu yadırgayacağını umarak, Resûlullah'm söylediklerini ona anlattılar. Hemen Ebû Bekir (r.a.) : «Eğer bunu o söylediyse, mutlaka doğrudur. Ben bundan daha akla uzak görünenleri tereddütsüz kabul ediyorum...» diyerek onlara gerekli cevabı verdi. îsrâ gecesinin sabahında, Cebrail Aleyhisselâm gelip Resûlullah'a namazın nasıl kılınacağım ve namaz vakitlerim öğretti. Zaten Hz. Peygamber (s.a.v.) namaz farz kılınmadan önce Hz. ibrahim (a.s.)'in yaptığı gibi sabah ve akşamleyin ikişer rek'at namaz kılıyordu. [64] İbretler Ve Öğütler 1- Peygamberimiz Ve Mucizeler Hakkında Birkaç Söz: Bazı araştırmacılar, Resûlullah'ın hayatının basit bir beşeri hayat olduğunu tasvir etmekte, pek de mübalâğaya düşkündürler. Bu husus onun hayatının mucize ve hârikaların ötesinde sihirli bir hayat olmadığını açıklamadaki mübalâğadan dolayıdır. Onlar şunları da söylüyorlar: Zaten Hz. Muhammed mucize ve hârikaları hoş karşılamıyordu. Kendisinden mucize isteyenlere pek de iltifatta bulunmuyordu. Bu araştırmacılar şunu sürekli söylüyorlar: «Mucizeler ve hârikalar onun kendi işi değildir. Buna imkânı da yoktur.» Yine o araştırmacılar bu konuda Cenâb-ı Hakk'm şu- türlü: »De ki, o âyetler ancak Allah'ın katandandır[65]» âyetlerini sık sık delil gösteriyorlar ve hep okuyucunun kafasında; «Hz. Peygamberin yaşayışının, Allah'ın sadık peygamberlerin desteklediği mucize ve hârikalardan büsbütün uzak olduğu...» fikrini yerleştirmek istiyorlar. Resûlullah'ın siyreti hakkındaki bu düşüncenin kaynağım araştırdığımız zaman, onun aslında Gustav Le Bon, Oğuste Comte, Hu-me, Goldziher ve benzeri müsteşriklerin fikirleri olduğunu görüyoruz. Bu nazariyenin esası ve sebebi öncelikle bu mucizeleri yaratana imanın olmayışıdır. Çünkü Allah'a iman, gönüllere iyice yerleşince, bundan sonra diğer şeylere iman etmek kolay olur. Böyle olunca da artık şu dünyada mucize diye isimlendirmeye değer hiçbir şey kalmaz... Müsteşriklerin bu görüşünü müslümanlardan bir grub hemen mal bulmuş mağribî gibi kapıverdi. Zaten tslâ mdünyasının en büyük talihsizliği de, müslümanların, bu yabancıların fikirlerini etrafa yaymak için tüm gayretlerini ve bilgilerini seferber etmeleri olmuştu. Aslında onların Avrupa içinde doğan ilmi uyanış görüntüsüyle gözlerinin kamaşmasından ve yabancıların süslü yalanlarıyla büyülenmelerinden başka bir sebeb yoktu. Bu müslümanların başında Şeyh Muhammed Abduh, M. Ferid Vecdi ve Hüseyin Heykel gibi kişiler gelmektedir. İslâm'a karşı fikri savaş açan ve İslâm'a şübhe sokmak isteyen müsteşrikler, etraflarına bakınca; bizzat mü si umanlardan bazı kişilerin ifadelerinde; müslümanları dinlerinden şübheye sokmak ve kendi görüşlerini benimsetebilmek için yeni fırsat ve imkânlar buldular. Yine onların bu sözleri îslâm düşmanlarına, kafalarda dinsizlik fikirlerini yerleştirmek, îslâm akidesini değiştirmek için eski usullerini kullanmaya da ihtiyaç bırakmadı. Bu müslüman aydınlar, Resûlullah'ın: kahramanlık, dâhilik, komutanlık gibi muayyen vasıflarını, çarpıcı ve övücü cümlelerle gündeme getirme yolunu seçtiler. Aynı zamanda, onlar, müslümanların kafasında, Resûlullah'ın yepyeni bir portresini çizebilmek için, aklın kavrayamadığı hârika ve mucizelerden uzak bir şekilde genel hayatını anlatmakta mübalâğaya girdiler. Onların ifadelerinde Hz. Peygamber'in hayatı bazan «Dâhi Muhammed», bazan «Komutan Muhammed», bazan da «Kahraman Muhammed» şeklini alıyordu. Fakat bunların hepsinde, her halükârda «Nebi ve Resul Muhammed» sıfatını örtmesine özen gösteriliyordu. Zira Vahiy, hârika ve gaybiyatı ihtiva eden nübüvvet gerçeklerinin tümü, (bu kahramanlık ve dehâ ta'birlerinin yayılma işlemi sonunda) mucizelerin başında «vahiy ve nübüvvet» bulunduğuna göre, o «Resul Muhammed™ sıfatıyla birlikte bir efsaneler âlemine fırlatılıp atılmış oluyordu Böyle olunca da, tabiî olarak; Resûlullah1-ın etrafında çeşitli milletlerin ve insanların çoğalması, onun bayrağı altına girmesi, herkesin onun da'vetine doğru koşmasının sebebi, yalnızca onun dehâsı ve komutanlığıdır diye düşünülecekti!.. Bakınız, kendilerine hedef olarak seçtikleri şey açık bir şekilde yeni bir isimlendirme gibi, «Müslümanlar» yerine «Muhammedîler» kelimesini yaymakta kendini gösteriyor. Biz, ilmî bir araştırmanın ışığı altında, hakikati ortaya koymak için çaba sarfettiğimiz zaman, Hz. Muhammed gerçeğinde bu tasavvur ve tahayyülün yeri nedir, görülecektir: a) Biz, Resûlullah'ın hayatında açıkça kendini gösteren »vahiy olayım» (bu konuda yeterli açıklama yapılmıştı) enine boyuna düşünmeye koyulduğumuz zaman, Resûlullah'taki en bariz sıfatın, «Nübüvvet» sıfatı olduğunu görüyoruz. Bu konuda ne şek, ne de şübhe vardır. Nübüvvet, bizim duyu ölçülerimize uymayan, gaybî mânâlardan biridir. O halde, hârika ve mucizenin mânâsı, Resûlullah'ın asli hüviyyetinde gizlidir. Buna göre Peygamberimizin mucizelerini inkâr etmeleri mümkün olmuyor; ancak nübüvvetin mânâsını yıkmakla ve onları Resûlullah'ın hayatından çıkarıp atmakla mümkün oluyor. Bu da, açıkça dinin kendisini inkâr etmekle eşit olur. Müsteşriklerden ve araştırmacılardan bazıları; sadece Resûlullah'ın zekâsını, dehâsını, kahramanlığını ve işleri yönetmedeki kabiliyyetini açıklamakla yetinerek; bu niyetlerini sözlerinde gizleseler de neticeyi beyan eden öncülleri söylemeleri yetip artıyor bile. Çünkü, öncüleri kabul ettikten sonra netice kendiliğinden gelir... Birçokları âciz kaldıktan sonra neticeyi açık açık söylüyorlar. Nitekim Simli Şümmeyil'in, «Dine inanmayı, müstahil olan mucizeye inanmak», diye tanımladığı gibi...[66] Dinin aslında şek veya inkâr bulununca, mucizelerin parçalarını inkâr veya isbat etme hususunda bir araştırmaya girmesinin hiç bir anlamı olmadığını herkes bilir. b) Resûlullah'ın hayatını ve hayatındaki bir kısım olayları aklımıza getirdiğimiz zaman, Allahü Teâlâ'nın, onun eliyle birçok mucizeyi yarattığını görüyoruz. Onları kabul etmemeye bir sebeb olmadığı gibi reddetmeye de imkân yoktur. Çünkü o mucizeler bize kadar mütevatir ve sağlam senetlerle nakledilmiştir. O hadisler kesinlik derecesine ulaşmıştır. Mübarek parmaklarının arasından su akmasını bildiren hadîs bunlardan biridir. Buhârî bu hadisi, Kitâbül-Vuzû'da Müslim, Ki-tâbü'l-Fedâü'de, İmam Mâlik Muvatta'm, Kitâbü't-Tahâre bahsinde rivayet etmiştir. Yine aynı hadisi birçok hadis imâmı, çeşitli tariklerle rivayet etmişlerdir. Zürkani, Kurtubi'den şunu nakleder: Resûlullah'ın parmaklarından su akması büyük topluluklar huzurunda birkaç yerde tekerrür etmiştir. Birçok tarikden gelmiştir ki, onların toplamı, mânevi tevatürden elde edilmiş kesin ilim ifade eder[67]. Müşrikler Resûlullah'tan, ayı ikiye bölmesini istedikleri vakit, Resûlullah'ın devrinde gerçekleşen înşikak-ı kamer (ayın ikiye bölünmesi) mucizesini ihtiva eden hadîs de bunlardan biridir, Buhârî bu hadisi, Kitâbü'l-Ehâdîsi'l-Enbıyâ bölümündn Müslim Kitâbü's-Sı-fâti'l-Kıyâme bölümünde ve bunların dışında dıger hadîs imamları da rivayet etmişlerdir. îbn Kesir hadisler sağlam senetlerle nakledilmiştir. înşikak-ı kamer mûcizesinn Peygamberimizin zamanında vukubulduğu ve bu mucizenin in suni hayrette bırakan mucizelerden biri olduğu üzerinde bütün ulema ittifak halindedir[68]» demiştir. Isrâ ve Mi'rac hadisi de bunlardan biridir ki, biz o münâsebetle bu konuyu burada açıkladık. îsrâ ve Mi.rac hadisi «Müttefekun aleyh» dir. Sübûtunun kat'iyyeti inkâr edilemez. îsrâ ve Mi'rac mucizesinin Peygamberimizin mucizelerinden en barizi olduğu bütün müslümanların icmaıyla sabittir. Ne tuhaftır ki; mucizelerin ve hârikaların ismini bile Resûlul-lah'ın hayatıyla yaklaştırmayan ve sanki, dâhilik sadece Resûlullah'a aitmiş gibi, dâhilik sıfatını sürekli gündeme getiren bu adamlar, sıhhati kat'iyyet derecesine ulaşmış olan bazı mütevatir hadîsleri görmezlikten ve bilmezlikten geliyorlar. Onlar, bu tür hadîsler sanki hadîs kitablarmda yokmuş gibi, ne müsbet, ne de menfî yönden onlardan hiç bahsetmiyorlar. Halbuki o hadîslerden herbiri için ondan fazla tarik sayılabilir. Bu hadisleri bilmezlikten gelmelerinin sebebi, bu hadîslere baktıkları zaman karşılaşacakları zor ve müşkil durumdan kaçabilmek içindir. Çünkü bu durum, onların kafalarında dönüp duran nazariye üe açık seçik bir şekilde çelişmektedir[69]. c) Mucize, düşünce ve tefekkür nezdinde, müşahhas bir mânâsı olmayan kelimedir. Onunla ancak mücerret izafî bir mânâ kastedilir. Halk ıstılahında yerleşmiş bulunan mânâsına göre mucize, âdet ve alışılagelmiş şeylerin dışına çıkan her iş ve durum demektir. Her alışılagelmiş olan şeyler zamanın ve asırların değişmesiyle değişiverir. Kültürlerin, anlayışların ve ilimlerin çeşitli olması sebebiyle çeşitlilik arzeder. Nice işler vardır ki; bir zamanlar mucize iken, bugün bilinen ve alışılagelmiş şeylere dönüşmüştür. Kültürsüz ve ilkel insanlar arasında mucize oluverir... Her akıllı insanın anladığı hakikat şudur ki; alışılagelen ve alışılagelmişin dışında kalan herşey aslında bir mucizedir. Bu duruma göre yıldızlar bir mucize, saman yollarının hareketi bir mucize, çekim kanunu bir mucize; insandaki sinir sistemi bir mucize, kan dolaşımı bir mucize; insanda bulunan ruh bir mucize, insan da başlı başına bir mucizedir. İnsana «Metafizik bir canlı» «bilinmez, gaib canlı» diye isim veren Fransız âlimi ve edibi Chateau-briand'ın bu ifadesi, ne kadar da ince bir seziştir!.. Ancak, insan -uzun alışkanlıktan ve âdetin sürüp gitmesinden dolayı- bütün bunların mucize yönünü ve mucizenin değerini unutuyor. İnsan aldanarak ve bilmeyerek mucizeyi alışkanlık haline gelen şeylerle, aniden karşı karşıya gelmesi olarak telakki edebiliyor. Sonra belli bir zaman geçince, alıştığı ve itiyat haline getirdiği şeylerden eşyaya olan imanı veya inkârı için ölçü ediniyor. İnsan medeniyette ve ilimde ne kadar ilerlerse ilerlesin bu da insanın aca-ib bir cehaletidir. İnsanın basit düşüncesi bile bütün çıplaklığıyla açıklıyor ki, bu kâinatın tümünü mucize olarak yaratan Allah'a, bu kâinata bir diğer mucize ilâve etmesi veya âlemi üzerine inşâ ettiği sistemin bir kısmında değişiklik yapması çok zor gelmez. Nitekim İngiliz müsteşrik William Jones, bu mealde şu görüşü ileri sürmektedir: «Âlemi yaratan kudret, ondan birşeyi çıkarıp atmaktan veya birşey ilâve etmekten âciz değildir. Akla göre bu tasavvur dışıdır, demek kolaydır. Fakat o, tasavvur dışıdır denilen şey yine de âlemin yaratılışı derecesinde tasavvur dışı değildir.» Demek oluyor ki, bu âlem mevcut olmasaydı ve mucize ile hârikaları inkâr edenlerden ve bunların varlığını düşünmeyenlerden birine denilseydi ki; şöyle bir âlem yaratılacak. Şübhesiz ki, o, daha baştan şöyle cevab verecekti: Hayır, bu tasavvur dışıdır. O kişinin bu düşünceyi reddetmesi, mucizelerden herhangi birini tasavvur etmeyi inkârdan daha beterdir... Her müslümamn Resûlullah'ı ve Yüce Allah'ın ona ikram buyurduğu mucizeleri böyle anlaması gerekir. 2- O güne kadar Resûlullah'ın başından geçen olaylar arasında îsra ve Mi'rac mucizesinin yeri: O güne kadar Resûlullah, Kureyş'ten her türlü işkenceyi görmüştü. O işkencelerden bir diğeri de, Taife yaptığı hicret esnasında vukubulmuştu. Olayın açıklaması, yukarıda1 geçti. Hz. Peygamber, Rabia Oğulları'nın bağında dinlenmek gayesiyle oturduktan sonra Rabbi'ne ettiği dua ve münâcatta; her kiş'nin başına gelebilecek duygusallık ve yardıma muhtaçlık hali görülmüştür. Bu da, insanın, Allah'a karşı ubûdiyyetin'n bir görüntüsüdür. Ve Resûlullah'ın bu ilticasında, şanı Yüce Allah'a şikâyetinin ve O'nun yardımıyla afiyetini istemesinin anlamı ortaya çıktı!.. Belki de o, başına gelen hâdiselerin, birşeyden ötürü Allah'ın kendisine gadablanmış olması sebebiyle vuku bulmuş olacağından korkmuştu. Bu yüzden de, duasının arasında şunu da demişti; «Eğer bana kızgınlığın yoksa, çektiklerimin hiçbirine aldırış etmem.» Bunlardan sonra, Isrâ ve Mi'rac ziyafeti Allah tarafından ona bir ikram olarak, azim ve kararlılığını yenilemek için gelmişti. Yine Mi'rac, Resûlullah'ın kavminden çektiği eza ve cefaların, Allah'ın kendisini terketmesi veya ona kızması yüzünden değil de; ancak bunların Allah'ın bir kanunu olduğuna ve her zaman, her asırda İslâm da'vetinin kanununun böyle olduğuna işaret etsin diye geldi. 3- Resûlullah'uı, geceleyin Mescidi Aksâ'ya götürülüşündekİ mnfti Gerçekten, Hz. Peygamber'in Beyt-i Maks'e götürülmesi ile oradan da yedi kat göklere çıkarılışının aynı anda olması, Mescid-i Ak-sâ'nın Allah katındaki mevkisine ve kudsiyetine işaret etmektedir. Yine îsa Aleyhisselâm'ın getirdiği ile Hz. Muhammed (s.a.v.)'in getirdiği arasındaki sağlam alâkaya ve bütün peygamberlerin arasında, Allah kendileriyle gönderdiği tek din bağının bulunduğuna İşaret etmektedir. Yine bunda bir işaret vardır ki, o da her asırda yaşayan müs-lümanlar tarafından bu mukaddes bölgenin muhafazasının ve her türlü düşman müdahalesinden korunmasının gerekli olduğudur. Sanki ilâhi hikmet, bugünün müslumanlarını, bu mukaddes yer üzerinde bulunan Yahudiler karşısında perişan olmamaya, korkaklığa kapümamaya ve gevşememeye; bu mukaddes yerden yahudileri temizlemeye ve orayı tekrar eski sahipleri olan mü'minlere iade etmeye çağırıyor. Anlayan kim? Belki de bu yüce yolculuğun etkisiyledir ki, Sa-lâhaddin Eyyûbi (Allah rahmet eylesin) ya zafer, ya ölüm diyerek bu büyük savaşa atılmıştı. Haçlıları geri püskürtünceye kadar, bu mukaddes bölgede haçlı saldırılarını kırmak için bütün gayretini sarfetmişti ve sonunda haçlılar, eli boş olarak geri dönmek zorunda kalmışlardı. 4- Cebrail Aleyhisselam, Resûlullah'a süt ve şerbet sunduğu zaman, Resûlullah'ın sütü şerbete tercih etmesi, İslâm'ın fıtrat dini olduğuna sembolik bir işarettir. Yâni bu öyle bir dindir ki; ahkâmın da, akidesinde hep, insanın fıtratının gereği olan şeylerle uyum sağlar, insanda bulunan temiz fıtratla, sonradan arız olan şeyler, yâni onunla aykırılık teşkil eden şeyler İslâm'da yoktur. Şayet fıtrat, uzunluğu ve boyutları olan bir vücut olsaydı, elbette İslam din ona yetecek kadar geniş bir elbise olurdu!.. İslâm'ın geniş alanlara yayıl mas ındaki ve insanlar tarafındar çabucak kabul görmesindeki sırlarin en önemlisi budur. Yani fıtral dini oluşudur. Çünkü, insan medeniyet yolunda ne kadar yükselir se yükselsin, maddi mutluluk da onu ne kadar bürürse bürüsün yine o, fıtratın gereklerine cevab vermek için aramaya devam ede cek ve tabiatına ters düşen inanç ve ödevler bağından kurtulmaya çabalıyacaktır. İslâm ise, beşer fıtratında bulunan bu yönelişleri ce vablandıracak biricik nizamdır... 5- İsrâ ve Mi'rac hem ruh, hem cesetle birlikte olmuştu. Mü tekaddiminden ve Müteahhlrînden bütün müslümanlar bunun üze rinde ittifak etmişlerdir. Nevevi, Müslim şerhinde şöyle diyor: «İnsanların ekserisinin, seleften çoğunluğun, kel âmâlardan, ha dişçilerden ve fıkıhçılardan müteahhir imamların tümünün üzerin de bulunduğu kanaat şudur ki; Resûlullah cesediyle, Mi'rac'a götürüldü. Hadîslere vâkıf olanlar ve araştırmacılar bilirler ki, hadisle! de buna delâlet etmektedir. O halde yeni bir delil olmaksızın o hadîslerin zahirinden sapmak doğru değildir. Onları böylece anlamak ta muhal birşey değil ki, te'vîle ihtiyaç duyulsun[70]». îbn Hacer de Buhârİ Şerhi'nde diyor ki: «Gerçekten îsrâ v< Mi'rac aynı gecede, uyanıklık halinde ve (cesedle ruhî her ikis birlikte gerçekleşmiştir. Hadİsçilerden, kelâmcılardan ve fakihlerder cumhûr-u ulemâ bu kanaate sahiptirler. Sahih haberlerin zahir: onun üzerinde ittifak halindedir. Bunlardan uzaklaşmak uygunsu2 olur. Çünkü onda akılla tenakuza düşecek bir durum yoktur ki, te'-vile ihtiyaç duyuİsun[71] Isrâ ve Mi'rac'ın; beden ile ruhun birlikte olduğunda şübheye mahal bırakmayan bir delil de; yukarıda zikretmiş olduğumuz, Ku-reyş müşriklerinin bu olayı alaya almaları, şaşkınlıkla karşılamaları ve Peygamberimizi yalanlamada acele etmeleridir. Çünkü mes'e-le sadece bir rü'ya mes'elesi olsaydı ve Resûlullah bunu bir rü'ya şeklinde onlara haber verseydi; onların bu olaya şaşmalarına, gözlerinde büyütmelerine ve inkâr etmelerine gerek kalmazdı. Çünkü uykuda görülen şeylerin belli bir sının yoktur. Bilâkis bu gibi bir rü'yayı görmek o vakit müslümana da, kâfire de caiz olur. Eğer iş böyle olsaydı, elbette, müşrikler Resûlullah'ı susturmak maksadıyla ondan Mescidi Aksâ'nın özelliklerini, kapılarını ve duvarlarını sormazlardı. Bu mucizenin nasıl gerçekleştiğine ve aklın bunu nasıl değerlendirdiğine gelince, kâinat ve hayat mucizelerinden her mucize nasıl gercekleşiyorsa o da öyle gerçekleşmiştir. Biz biraz önce demiştik ki, bu kâinatta olup bitenlerin tümü mucizeden başka birşey değildir. Akıl bunların tümünü kolaylıkla ve basit bir şekilde kavradığı gibi, yine mucizeleri de kolaylıkla ve basit bir şekilde kavraması mümkün olur. 6- İsra ve Mİ'rac hususunda bilgi edinirken «İbn Abbas'm Mİ'-racı» adiyle anılan kitaba başvurmaktan sakınmak gerek. O kitab, senedi ve aslı olmayan bâtıl sözlerin, toplanmasından meydana gelmiş. Bu işi yapan adam bu yalanlarını İbn Abbas'a istinad ettirmeyi istemiş. Her aklı başında ve birazcık ilimden nasibi olan herkes bilir ki, tbn Abbas bu safsatalardan beridir. Ve o böyle, Mi'rac konusunda herhangi bir kitab yazmamıştır. Zaten kitab yazma hareketi ancak Emevilerin sonlarına doğru ortaya çıkmıştır. Kötü niyetli kişiler bu kitaba vâkıf olunca, ve o kitabta Resû-lullah'a nisbet edilmiş yalan ve asılsız sözlerden halkın çoğunun imanını sarsacak n'telıkte olanlarını görünce, onlar, hemen bu kitabı piyasaya sürdü. Ve o kitabın, İbn Abbas'a atfedilmiş yalan lar olduğunu ve içindeki hadislerin tümünün asılsız sözler olduğunu bildikleri halde herkesten önce bu kitabı savunmaya başladılar[72]. Fakat bu yalan, eğer onda m uslu m ani arın fikirlerini bozacak ve onları dinlerinde şûbheye sevkedecek birşey varsa, hemen bu yalan onlarca çabucak doğruya dönüşür. [73] 9- Resûlullahın Kendini Kabilelere Takdim Etmesi Ve Ensar'ın Müslüman Olmaya Başlaması Resûlullah (s.a.v.) bu dönemde, her yıl Kabe'yi ziyarete gelen kabilelere, hac mevsimi süresince, kendisini arz ediyor, onlara Kur'-an okuyor ve onları Allah'ın birliğine çağırıyordu. Ama hiçbir kimse ona cevab vermiyordu, lbn Sa'd, Tabakat'ında diyor ki: Nebi Sallallahü Aleyhi ve Sellem, her yıl hac mevsimi gelince, konak yerlerindeki hacıların ardından Ukaz, Mecenne ve Zülmecaz panayırlarına gidiyor, onlara Rabbinin emirlerini tebliğ edinceye kadar kendisini'korumalarını istiyor. Buna karşılık da kendilerine Cennet verileceğini va'dediyordu. Yine de kendisine yardım edecek bir kimseyi bulamıyordu. Hz. Peygamber onlara; «Ey insanlar! La ilahe illallah, deyiniz ki kurtuluşa eresiniz. Onun sayesinde Arapların başına hükümdar olasınız, Arap olmayanlar da size boyun eğe... Eğer siz iman ederseniz Cennetin sahipleri olursunuz» diyordu. Ebû Leheb de, Peygamberimizin arkasından gidiyor, o sözlerini bitirince hemen: «Sakın ha, ona boyun eğmeyin, onun sözlerine kulak asmayın. Çünkü o, yalancıdır, sâbii (yıldıza tapan) bir kişidir» diyor. Onlar da en çirkin sözlerle Resûlullah'ı reddediyorlar ve ona hakaret ediyorlardı[74]. tbn İshâk, Zührİ'den şunu naklediyor: Resûlullah (s.a.v.), Ukaz panayırında Âmir bin Sa'saa oğulları oymağına geldi. Onları Allah'a çağırdı. Kendisini korumalarını teklif etti. Onların arasında Beyhara bin Firas adında bir adam, «Vallahi, eğer ben Kureyş kabilesine mensub olsam, bu genci tutar elde eder ve bütün Araplara hakim olabilirim» dedi. Peygamberimize de dönüp: «Eğer biz, senin üzerinde bulunduğun işde, sana tabi ve yardımcı olur da, Allah seni muhaliflerine hâkim kılacak olursa, senden sonra bu hâkimiyet bize kalır, bizim olur mu?» diye sordu. Peygamberimiz de ona cevaben: «-Emir ve irade Allah'ındır. O hakimiyeti dilediğine ihsan eder» buyurdu. Bunun üzerine Beyhara: «Biz senin için bütün Arapların oklarına, düşmanlıklarına göğüs gerip, hedef olalım, Allah seni başarıya eriştirince de bu içe bizden başkaları konsun, senin işinin bize gereği yok- diyerek yüz çevirdi[75]. Resûlullah'ın bi'setin onbirinci yılında her yıl olduğu gibi yine kabilelere kendisini korumalarım teklif etmişti. Resûlullah (s.a.v.) Akabe (Mina ile Mekke arasında bir yer, Akabe taşlan orda atılır) de İken, Allah'ın kendilerine hayır m ur ad ettiği Hazrec kabilesinden küçük bir kafileye rastladı. Onlara: - Siz kimlersiniz? diye sordu. Onlar da: - Hazrec kabilesinden bir kafileyiz, dediler. Peygamberimiz: - «Yahudilerin komşuları ve müttefikleri misiniz?» diye sordu. Onlar da: - Evet, dediler. Peygamberimiz onlara: - «Sizinle konuşmak üzere biraz oturmaz mısınız?» diye rica etti. Onlar da: -Olur» dediler ve Peygamberimizle birlikte oturdular. Peygamberimiz onları, Allah'ın birliğine iman etmeye da'vet etti. Onlara İslâm'ı sundu ve bir miktar Kur'an okudu. Hazrecliler Yahudilerle birlikte aym şehirde yaşadıklarından dolayı gönülleri İslâm'ı kabul etmeye hazırdı. Yahudilerin kitab ve ilim sahibi oldukları bilinmekteydi. Yahudilerle onlar arasında ne zaman bir "anlaşmazlık veya savaş çıksa, Yahudiler onlara: «Şimdi bir peygamber gönderilmek üzeredir. Vakit iyice yaklaştı. Biz ona tabi olacağız, İrem ve Ad kavmi gibi sizin de kökünüzü kazıyacağız» diyerek tehdit ediyorlardı. Resûlullah (s.a.v.) bu birkaç kişiyle konuşunca ve onları İslâm'a da'vet edince birbirlerine bakarak şöyle dediler:. «Dikkat edin! Vallahi bu, Yahudilerin size, geleceğini haber verdiği ve onunla sizi tehdit ettikleri peygamber olsa gerek. Sakın Yahudiler ona inanmak ve tâbi olmakta sizi geçmesinler! Bunun üzerine hemen Peygamberimizin da'vetini kabul ve İslâm dininden kendilerine anlatılmış olan şeyleri tasdik ettiler. Peygamberimize hitaben: «Biz kavmimizi hem kendi aralarında, hem de yabancı bir topluluğa karşı düşmanlık ve kötülük üzerine bırakıp geldik. Belki Allah, onları da senin sayende biraraya toplar. Biz hemen dönüp onları da senin buyruğuna da'vet edecek, bu dinden kabul ettiğimiz şeyleri onlara da anlatacağız. Eğer Allah onları bu din üzerinde toplar, birleştirirse; senden daha aziz ve şerefli bir kimse olmaz» dediler. Sonra gelecek hac mevsiminde tekrar buluşmayı va'dederek izin alıp gittiler[76]. [48] Bunu İbn tshâk rivayet etmiştir. Bak: Taberî Tarihi: 2/344. [49] Dr. M. Said Ramazan El-Bûti, Fıkhu’s Siyre, Gonca Yayınevi: 140-141. [50] Mâide sûresi, âyet: 67. [51] Hicr süresi, âyet: 94-99. [52] En'âm sûresi, âyet: 33-35. Dr. M. Said Ramazan El-Bûti, Fıkhu’s Siyre, Gonca Yayınevi: 141-144. [53] İbn Sa'd, Tabakat 1/196. [54] Bu olayın daha fazla açıklaması için, îbn Hişâm'ın Siyret'ine (1/420) bakınız. [55] Ahkâf süresi, âyet: 29-31. [56] Cin. sûresi, âyet: 1 - 15. [57] İbn SaU Tabakaf 1/196, îbn Hişâm, Siyret: 1/381. Dr. M. Said Ramazan El-Bûti, Fıkhu’s Siyre, Gonca Yayınevi: 144-146. [58] M. Sadık er-Rafii, Vahyü'l-Kelâm: c. 2, s. 30. [59] Buhari, 6/73. [60] îbn Hacer, Fethu'1-Bâri,- 8/473. [61] Bak: îbn-i Seyyldinnas, ÜyûnÜ'I-Eser: 1/118; Pethu'1-Bârl: 8/473. [62] Dr. M. Said Ramazan El-Bûti, Fıkhu’s Siyre, Gonca Yayınevi: 146-154. [63] Mi'rac ve îsrâ kıssası hakkında daha fazla bilgi edinmek istenirse, Müslim'in veya Buhârî'nin sahihlerine ya da diğer hadîs kaynaklarına başvurulsun. Ml'râc-ı İbn Abbas» gibi kitabiara güvenmekten sakınmak gerekir. Bu kltab yalan ve uydurma sözlerle doludur. İbn Abbasın bu kitabla hiçbir alâkası yoktur. [64] Dr. M. Said Ramazan El-Bûti, Fıkhu’s Siyre, Gonca Yayınevi: 154-156. [65] Ankebût sûresi, âyet: 50. [66] Dr. Şibli Şümmeyll bu sözü «Yaratılış ve Tekâmül Nazariyesi» adlı kltabıu Arapçaya tercümesinin ön sözünde zikretmiştir. [67] ZÜPkani, Muvatta1 Şerhi: c. 1, s. 65. [68] İbn Kesîr, Tefsir: 4/261. [69] «Muhammed'in Hayatı» adlı kitabın yazarı da bunlardan biridir Resûlul]ıh':n hayatı hakkında hayalî nazariyesinin kendi aleyhine dönmemesi İçin bu eıbl hadislerin zorlamasından kaçarak sağa sola garib \slpalar yapıyordu. [70] Nevevi Şerhi, Sahih-i Müslim: c. 2, s. 290. [71] Îbn Hacer, Pethu'1-Bâri: c. 7, a. 136- 137. [72] Bu kitab hakkında övücü ve yüceltici mahiyette yazı yazanlar arasında Dr. Levis Auze vardır. Bu herifin kim olduğunu İzaha lüzum yok! [73] Dr. M. Said Ramazan El-Bûti, Fıkhu’s Siyre, Gonca Yayınevi: 156-163. [74] İbn Sa'd, Ta bak at: c. 1, s. 200 • 201, benzerleri lbn Hlşâm, tbn tshftk'Un nakleder, es-SIyer: 1/423. [75] İbn Hişam: 1/425. [76] îbn Hlşftm, es-Slyret: 1/428 Dr. M. Said Ramazan El-Bûti, Fıkhu’s Siyre, Gonca Yayınevi: 164-166. Konu Başlığı: Ynt: Hüzün yılı Gönderen: Bahrişan 8 üzerinde 15 Ocak 2015, 18:19:17 peygamberlerimizin sözleri dikkatimi çekti güzel konu olmuş allah razı olsun paylaşımdan
|