Konu Başlığı: Fetih sebepleri ve sonuçları Gönderen: Safiye Gül üzerinde 07 Ekim 2010, 11:20:54 ALTINCI BÖLÜM FETİH: SEBEBLERİ VE SONUÇLARI Fetih (Hazırlık Dönemi Ve Neticeleri) Da'vette Yeni Dönem 1- Hudeybîye Anlaşması Tarihi: Hicretin altıncı senesi sonu, Zilka'de ayındaydı. Sebebi: Resülullah (s.a.v.)'ın umre niyyetiyle Mekke'ye gideceğini, müslümanlara ilân etmesidir. Bunun üzerine Ensâr ve Muhacirden bindörtyüzü aşan bir kalabalık O'na iştirak etti. Resülullah (s.a.v.î yolda umre niyyetiyle ihrama girdi. Yanma kurbanlık da almıştı. Bununla da, niyyetinin harb değil, sırf Beytullah'ı ziyaret ve ona ta'zimden ibaret olduğunu göstermiş oluyordu. O, Zulhuleyfe1-de iken, Mekkelilerin durumunu anlayıp gelmesi için Huzâa kabilesinden Bişr bin Süfyân'ı gözcü olarak çıkarmıştı. Resülullah (s.a.v.) kafileyle ilerledi ve Eştat» gölüne ulaştı. Ve ona şu haber verildi: Kureyş sana karşı büyük bir kalabalık toplamış. Sana karşı Ehâbişlerle de[1] anlaşmışlar. Sana karşı savaşarak seni, Kabe'yi ziyaretten men etmek emelindedirler. Bunun üzerine Resülullah: «Ne dersiniz, cemaat?» diye sordu. Hz. Ebû B^kir (r. a.) : «Yâ Resûlâllah! Sen Beyt-i Haram'ı ziyaret için çıktın. Kimseye saldırmak, kimseyi öldürmek niyyetin yok. O halde Kâbe'ys yönelmelisin. Ama sana engel olan olursa biz de savaşırız onlarla». O da (s.a.v.), Allah adına söz veriniz, diye buyurdu.. Sonra Resülullah (s.a.v.) : «Bize, onların izleyecekleri güzergâhın dışında bir yoldan rehberlik edecek var mı?» dedi. Beni Eslem'-den bir kişi; «Ben, yâ Resûlâllah», dedi. Ve onları alıp, iki dağ arası, taşlık bir yoldan götürdü. Resülullah ve ashabı da yürüdü. Nihayet Seniyyetü'l-Mirar»'a (Hudyebiye üstüne varan bir dağ yoludur) vardılar. Devesi orada çöktü, yürümedi. Halk: Yallah, yallah diye deveyi zorlayıp yürütmek istedilerse de, hayvan kımıldamadı. Bu sefer de, Kasva inad etti dediler. Resûlullah (s.a.v.) ise: Hayır, Kasva'mn böyle bir inadlık huyu yoktur. Ancak vaktiyle fili köstekleyendir onu tutan. Nefsim yed-i kudretinde olana yemin olsun k:: Kureyşli-ler benden ne isterlerse, Allah'ın yasakladığı şeylerden, onların bu isteklerini muhakkak yerine getireceğim[2] buyurdu. Sonra deveyi zorlayınca hayvan sıçrayıp kalktı. Dönerek su gölcüklerinin bulunduğu Hudeybiye'nin en sonuna vardı. Oraya varınca da halk çabucak birikmiş suları bit.rdi. Ardından da susuzluktan şikâyet-lenmeye başladılar. Resûîullah (s.a.v.) da torbasından bir ok çıkarıp su çukuruna saplayıp eşmelerini emretti. Vallahi daha o ok çukura saplanınca su fışkırdı, onlar oradan ayrılıncaya kadar, kanarak içtiler[3]. Onlar bu haldeyken de, Bedii tbn Varaka el-Huzâi bir grupla geldi. Ben, Kâab bin Lüvey ile Âmir bin Lüvey'den ayrıldığımda, Hu-deybiye kuyusuna iniyorlardı. Yanlarında yavrulu sağmal deve var-di[4]. Onlar seninle savaşarak, Kabe'yi ziyaretine engel olmak niy-yetindeler... Resûlullah ise: Biz kimse ile savaşmak niyyetiyle gelmedik, niyyetimiz umredir. Gerçi Kuryş'i savaş eskitti ve zarara soktu. Ama onlar dilerlerse yeniden mütareke yapıp müddeti uzatırım. Aramızda emniyet doğar, eğer ben halkı da'vete girişirsem, isterlerse halkın girdiği (dine girerler). Yok, çarpışmak isterlerse zaten toplanmışlardır, gönülleri bilir. Yâni onlar direnirlerse; nefsim yed ı kudretinde olan Allah'a yemin olsun ki; bu din uğruna başım gövdemden ayrılıncaya kadar savaşacağım onlarla. Allah'ın takdiri böylece gerçekleşecek dedi. Bedii ise; senin söylediklerini aynen onlara söyleyeceğim dedi ve yollandı. Kureyş'e varınca, Rsûlullah (s.a.v.)'in söylediklerini onlara aynen aktardı. Bunun üzerine Urve bin Mes'ûd ayağa kalkıp; Bedii îbn Varaka'mn anlattıklarını tafsilatıyla konuşmak üzere Resûlullah (s.a.v.)'a gitme teklifinde bulundu. Onlar da hadi git bakalım dediler. O da Resûlullah'a gidip konuştu. O da Bedil'e söylediklerini aynen Urve'ye söyledi. Urve ise: Sen kendi kavminin işini bitirmek ister misin? Ve yine senden önce Araplardan bir kimsenin kendi milletinin kökünü kazıdığını görüp işittin mi? Peki durum başka olursa? Vallahi ben (iki ihtimalden) başka bir yol da görmüyorum. Ancak her an seni bırakıp dağılacak, derme çatma bir kalabalık görüyorum. Bunun üzerine Hz. Ebû Bekir söze katıldı ve ona: «Sen Lât putunun bilmem nesini emmeye bak! Biz mi onu bırakıp kaçacağız?» diye çıkıştı. Urve geriye dönerek: Kim o dedi. Halk da, Ebû Bekir deyince Urve şöyle cevab verdi: Vallahi eğer senin bana geçmişte yaptığın, benim de henüz altından çıkamadığım o iyiliğin olmasa sana cevab vermeyi bilirdim[5]. Bundan sonra da Resûlullah (s.a.v.) ile konuşmaya devam etti Konuşurken ikide bir onun sakalını eliyle sıvazlıyordu[6]. Muğîre bin Şu'be ise elinde kılıcı, başında miğferiyle Resûlullah (s.a.v.)'in ba-şucunda nöbet bekliyordu. Urve her elini uzattıkça, Muğire kılınan kı-nıyla onun elini itiyor ve çek elini Resûlullah (s.a.v.)'in sakalından diye ihtar ediyordu. Nihayet Urve başını kaldırıp; bu kim? dedi. Resûlullah (s.a.v.), Muğire'dir, diye cevab verince: Vay hain, dedi Urve; daha dün değil miydi pisliğini temizledim![7] Daha sonra Urve, Resûlullah (s.a.v.)'m ashabını göz ucuyla ta-kib ediyordu: Gördü ki; O'nun ashabı, faraza o aksırsa da ağzından bir damla tükürük birinin eline düşse, hemen onu (teberrüken) yüzüne gözüne sürerdi. O ashabına bir iş teklif etse, hepsi birden koşuşur, abdest almaya kalksa, onun suyunu dökmek için birbiriyle savaşırlardı âdeta. O konuşurken, herkes sesini kısar huzurunda. O'na aşırı saygılarından dolayı yüzüne dikkatle bakamıyorlar bile... Urve dostlarına dönünce: Kabile halkım!.,. Ben nice meliklere elçi gitmişimdir. Ben Kayser'in, Necaşi'nin ve Kisrâ'mn huzurunda bulundum ama yemin olsun; Muhammed (s.a.v.)'e ashabının gösterdiği ta'zim ve itaatin hiçb'r melike yapıldığına şahid olmadım. Size iyi bir hâl çaresi teklif ediyor, onu kabul etmelisiniz. Bunun ardından da; Süheyl bin Amr'ı temsilci olarak gönderip; müslümanlarla anlaşma yapıp yazmakla vazifelendirdiler. O da Resûlullah'ın yanma gelip oturunca; haydi sulh metnini yazalım dedi. Resûlullah da Hz. Ali'yi kâtib olarak çağırdı. (Müslim'in nakline göre) Resûlullah (s.a.v.), Hz. Ali'ye «Bismillâhirrahmânirrahlm yaz» deyince, Süheyl itiraz etti. «Errahmân» ne demek bilmiyorum. Ama «Bismik Allahümme» yazabilirsin. Fakat müslümanlar, «Vallahi - Bis-millâhirrahmânirrahim - den başka birşey yazamayız» diye itiraz ettiler. Ama Resûlullah (s.a.v.) «Bismik Allahümme» yaz diye emir verdi. Sonra da; «îşte bu Muhammed Resûlullah tarafından tertib edilmiştir» diye yazılması emrini verince; bu sefer Süheyl itiraz etti: Hayır, eğer biz senin Allah Resulü olduğunu kabul etsek, zaten sana karşı çıkıp savaşmaz, seni Beyt'in ziyaretinden de menetmezdik. Ama «Muhammed îbn Abdullah» yazabilirsiniz!..» dedi. Yine Resûlullah söz aldı ve: «Vallahi ben, inkâr etseniz de ben Allah'ın Resulüyüm». Bununla beraber (kâtibine diyor) Muhammed bin Abdullah yaz, buyurdu. (Müslim'in bir başka rivayetinde ise; O, Hz. Ali'ye ifadeyi silmesini emretti. Ali ben silenıem dedi. O da: o halde o kelimenin yerini bana göster, buyurdu. O da ibareyi gösterince, onu kendisi sildi). Resûlullah, tekrar Süheyl'e : Ama aramızda şart olarak, bize Beyt'i ziyaret müsaadesi vereceksiniz, deyince; Süheyl tekrar itiraz etti: Vallahi Araplar bizim bu şartı baskı altında kabul ettiğimizin dedikodusunu yaparlar. Ama yeni sene için bu olabilir. Ve hem de müslümanların yanında, kınında kılıçlarından başka bir şey bulunmamalı... Bu da yazıldı. Sonra Sü-' heyl şunu teklif etti- Bizden size gelecek kişiyi, sizin dininize girse bile bize iade edeceksiniz. Ama sizden bize bir kişi gelir iltica ederse, biz iade etmeyiz... Müslümanlar bunu da tepkiyle karşıladılar. Allah Allah, nasıl olur da bir müslüman bize gelir de geri çeviririz? Resûlullah'a dönüp sordular: Yâ Resûlâllah (s.a.v.), bunu da mı yazacağız? O, «Evet» dedi. «B.zden onlara gidecek kimseyi, Allah bizden uzak kılsın. Onlardan bize geleceği ise, Allah ergeç bir çıkış yolu gösterecektir[8]» buyurdu. Bu şartlar üstüne anlaşma müddeti - îbn îshâk, Îbn Sa'd ve Ha-kim'in rivayetlerine göre - on yıldır. Hırsızlık veya hıyanet de olmamak şartıyla... Ayrıca; çevre kabilelerden, isteyenler Kureyş ile, isteyenler de müslümanlarla anlaşmaya taraf olarak kalabileceklerdi. Buna dayanark, Huzâa kabilesi hemen müslümanların tarafında; Beni Bekr ise, Kureyş yanlısı olarak anlaşmaya girdiklerini ilân ettiler. Anlaşma ve metnin yazılışı tamamlanınca, müslüman ve müşriklerden birer hey'et bu anlaşmaya şahid gösterildi. Sahîhayn'de ise; Ömer Îbni'l-Hattâb'dan şöyle denildiği nakledilmiştir: «Ben Resû-lullh'a geldim o gün ve sordum» : — Sen Allah'ın gerçek Nebisi değil misin? — Evet, dedi. — Sen ve biz Hak üzere, düşmanımız da bâtıl yolda değil mi? — Evet, dedi. Ben yine : — Bizim şehidlerimiz cennetlik, onların ölüleri cehennemlik değil mi?. — Evet, dedi. Şimdi ben sordum: — Peki biz dinimizi niçin alçaltıyoruz? — Ben Resûlullah'ım, O'na âsi olmam, O da benim yardımcım-dır, diye cevab verdi. — Peki; sen değil miydin, bize gelip Beyt'i tavaf edeceğimizi müjdeleyen? — Evet tamam, dedi; ama size ben bu yıl tavaf edeceksiniz dedim mi? — Hayır, dedim. O da dedi ki: — Eh, sen en yakın zamanda tavaf edeceksin... Ama Ömer, hâlâ yatışmadı ve sabırsızlıkla Ebû Bekir (r.a.)'e gidip, Resûlullah'a sorduklarına benzer şeyleri sordu. Ebû Bekir (r.a.): — «Hattâb oğlu... O, Allah'ın Resulüdür, Allah'a asla karşı gelmez. Allah da onu asla desteksiz bırakmaz...» dedi. İşte o sırada Fetih sûresi nazil oldu. Resûlullah Cs.a.v.) onu Hz. Ömer'e gönderip okutturdu. Ömer (r.a.), Resûlullah (s.a.v.)'a: — Bu, o fetih midir yâ Resûlâllah? diye sordu. O da: — Evet, diye cevab verince, Ömer (r.a.)'in gönlü yatışabildi nihayet[9]. Daha sonra Resûlullah Cs.a.v.), ashabına dönerek: — Haydi kalkın! Kurbanlarınızı kesip, traş olun, diye emir verdi. Ve bunu üç kere tekrarladığı .halde, hepsi susuyor ve hiçbir ferd kalkmıyordu. O bu sefer zevcesi Üramü Seleme'nin yanına gitti. Ona halkın tutumunu anlatınca, o da: — Yâ Resûlâllah! Sen bunu ille arzuluyorsan; çık ve hiçbirine birşey söylemeden kurbanını kes, berberini çağırıp traş ol. O da aynen öyle yaptı. Kurban kesip traş oldu. Halk da onu görünce kalkıp kurban kesti, traş oldular. Ama o derece üzgündüler ki, nerdey-se traş yerine birbirini öldüreceklerdi. Medine'ye dönünce de, birtakım Muhacir kadınları geldiler. Bunlar din uğruna göçen kadınlar olup, aralarında «Ümmü Külsüm bin-ti Ukbe» de vardı. Cenâb-ı Hak bunlar hakkında da şu âyeti inzal buyurdu: «Ey iman edenler! Size mü'min kadınlar Muhacir olarak geldiği zaman, onların gerçekten iman ed:p etmediklerini deneyiniz. Allah onların imanlarını çok iyi bilir. Fakat, siz onların mü'min kadınlar olduklarına inandıktan sonra, artık, onlan kâfirlere teslim etmeyiniz. Bunlar, onlara helâl değildir. Onlar da bunlara helâl olmazlar». Bunun için de Resûlullah (s.a.v.) onları bu haliyle kâfirlere iade etmekten imtina etti[10] [11] Rıdvan Beyatı Daha başta, henüz barış akdi yazılmadan; Hz. Osman (r.a.)'ı görüşlerini almak üzere Kureyş'e göndermişti. Fakat Kureyş Hz. Osman'ı bir müddet alıkoymuştu. Bu halde iken, Resûlullah'a gelen haberde Hz. Osman'ın öldürüldüğü bildirilmişti. Bunun üzerine Resûlullah (s.a.v.) : — Bu kavme lâyık olduğu cezayı vermeden dönmeyeceğiz, dedi. Sonra da halkı bey'ata çağırdı. İşte Rıdvan Bey'atı orada bir ağaç altında yapılmıştı ki, o ağaca Rıdvan ağacı adı verilmişti. Resûlullah, sahabenin tek tek elini tutuyor, onlardan savaştan kaçmamak ve ölünceye kadar çarpışmak üzere söz alıyordu. O en son kendi elini de tutarak; «İşte bu da Osman adına bey'attır» dedi. (Osman o an Mekke'lilerin göz hapsindeydi) Bey'at tamam olunca, Resûlullah (s.a.v.) öğrendi ki, Osman'ın öldürülme haberi asılsızmış. [12] Dersler Ve İbretler Bu Barışın Hikmetine Dair Bir Özet: Biz «Hudeybİye Barışanın hikmet ve hükümleri üzerine yapacağımız araştırmaya ve işin tafsilâtına dalmadan çok kısa bir tesbitte bulunmak isteriz. O da, bu anlaşma olayının, herşeyden önce, başkaca bir tedbirde de görülemeyecek şekilde; uygulamasında ve eserinde tecelli eden ilâhi tedbirin sergilenmesi olduğu gerçeğidir. Onun başarısı ise: Sadece Allah'ın ezeli ilminde durulup saklanmış muazzam bir sırdı. İşte bu yüzden de yukarıdan beri takib ettiğimiz gibi herhangi bir tedbir veya fikir yerine, bu sefer müslümanlar aşırı bir tepki gösterdiler. Şimdi biz buradan hareketle bu anlaşma olayını, sebeb, mahiyet ve sonucuyla îslâm akidesinin takviye ve tes-bitinde en önemli kural diye kabul ederiz. Öyleyse, ilkin bu barışın ihtiva ettiği büyük İlâhi Hikmet yönünden söz edelim. Daha sonrakiler onunla belirginleşir çünkü. Böylece, Allah'ın âyetlerinden biri (bir kere daha) parıldasın. Ondan sonra bu bansın ihtiva ettiği ve tablolaştırdığı şer'i hükümlerden söz edebiliriz. Bu hârika hikmetlerden biri, Hudeybiye'nin, Mekke fethinin hazırlayıcı sebeblerinden birini teşkil etmesidir. îbn Kayyım'ın dediği gibi; bu anlaşma fetih için kapı ve anahtar mahiyetindeydi. Bu ise âdetullahdandır: Bazı büyük olaylara, mukaddime ve önayak olarak, aynı zamanda yüce Rabbin iradesinin tecellisi açısından ona yol veren, hedef gösteren birtakım olaylar bulunur. İşte bu yüzden de müslümanlar o an için mes'eleye nüfuz edememişti. Tabiî istikbâl gaibdir. Artık onlar gözleriyle gördükleri vakıa ile, müstakbel gaybın bağlantısını nasıl bileceklerdi? Aradan biraz zaman geçince müslümanlar, bu barışın önemini ve içinde gizlediği muazzam hayır ve faydayı anlayacaklardı. Çünkü bu sulh esnasında insanlar birbirinden emin olunca; müslümanlar küffâr ile münasebet kurma imkânı ve onları dine da'vet fırsatı buldular. Yani küffâra Kur'an'ı dinlettiler. Serbestçe İslâm'ı bütün açıklığıyla onlara gösterebildiler. Müslümanlığını gizleyen birtakım insanlar da açığa çıkma imkânı buldu... Îbn Hişâm Îbn tshâk'tan, o da Zühri'den şunu naklediyor: islâm döneminde, Hudeybiye'den daha büyük bir fetih yoktur. Zira, savaş insanları karşılıklı çarpıştırıyor. Mütareke olup, harb kalkınca, inasanlar birbirinden emin oldu. Bu seferki karşılaşmalarında aralarında konuşma ve tartışmalar başladı. Hangi şahıs tslâm üzerinde tartışsa blrşeyler düşünmek ve anlamak imkânı buluyor, ardından da islâm'a giriyordu. Öyle ki; işte o iki senelik zamanda islâm'a girenlerin sayısı, o güne kadarkilere eşit, belki de daha fazla idi... Bu yüzdendir ki, Kur'an-ı Kerim bu barışı «Fetih» diye adlandırmıştır, tşte âyet-i kerîme : «...Allah, Resulüne rü'yasım doğru çıkardı, înşâallah, Mescld-i Haram'a emniyet içinde başınız kazınmış veya saçınız kısaltılmış olarak korkusuzca gireceksiniz. O sizin bilmediklerinizi bilir. Bunun ötesinde de yakın bir fetih tahakkuk ettirecek[13]». Diğer Bazı Büyük Hikmetler Cenâb-ı Hak bununla, Peygamber vahyi ile beşerin aklî tedbiri arasındaki farkı tam ortaya çıkarmak diliyor. Peygambere gelen ilâhi yardım ve tevfik ile dehâ dediğimiz üstün aklın farkını, yâni sebebler âleminin Ötesinden, zahiri etkenler üstüne inen ilâhî ilham Ue; bunun berisindeki bu sebebler ve hikmetlerin sürükleyici etkenleri arasındaki farkı... Ve Allah, her akıl ve görüşe karşı, peygamberinin risâletini galib getirmek diledi. Bunları, yüce Rabbin şu kavlinin tefsirinden anlamak mümkün : «Allah sana en şerefli bir zafer iç^n yardım etti.» Yâni, bu konuda eşi görülmemiş bir zaferle, doğan fikirleri de, gafil akılları da doğruya yöneltmek için. işte bundan dolayı, müşriklerin her istediği şartı onlara verdi. Ve hiçbir sahabenin hazmedemediği birçok mes'elede kolaylık gösterdi onlara. Nitekim Hz. Ömer (r.a.)'in nasıl bunalıp isyan edecek hale geldiğini de yukarıda gördünüz. O derece ki, (Ahmed bin Han-bel ve ötekilerin nakline göre) kendisinden bahisle şöyle söyleniyordu : «O gün sarf ettiğim söz (itirazlar) dan ötürü endişelendiğimden; hep oruç tutuyor, namaz kılıyor, tasadduk ed'p köle âzâd ediyordum.» Yine müslüman cemaatın bir küskünlük içinde, ResûluUah'ın Medine'ye dönmek üzere kalkıp traş olarak kurban kesmelerini emretmesine ve birkaç kere tekrar etmesine rağmen aldırmayışlarını da gördünüz. Burada muhakkak olan, sahabe o esnada Resûlullah (s.a.v.)'ın tasarrufunu düşünüp kavramaya çalışıyorlardı. Çünkü onlar beşeri arz üstünde bulunuyor. Onun bile ancak bir kısmını görebiliyor; ondan da sadece haber ve duyumlara dayanan beşeri akıllarının çözüp anlayabildiğini anlayabilirlerdi. Onların yanında ise Resûlullah (s.a.v.î tasarrufatını, beşeri imkân ve sebeblerin üstünde bir düzeyden yürütüyordu. Çünkü mutlak Nübüvvet, ona teveccüh ediyor, ilhanı ve vahye-diyordu. Cenâb-ı Hakk'ın emrini icra edişi onun gözleri önünde te-messül ediyordu. Nitekim, Hz. Ömer (r.a.) ona hayret ve itiraz halinde, gelip sorular tevcih ettiği anda, O'nun (s.a.v.) cevabında besbellidir. Hani-ya; «Ben Allah'ın Resulüyüm, O'na âsi olmam, O ise bana yardım eder...» buyurdu. Yine, Resûlullah (s.a.v.)'in, gelen haberler üzerine Kureyş ile konuşsun diye Hz. Osman'ı gönderirken yaptığı tavsiyede de bunu açıkça görebilirsiniz. Hani ona; Mekke'de kadın - erkek her müslü-manın yanma uğramasını emretmiş, o da, onların yanına gidip fetih müjdesi vermiş; Allah'ın dinini Mekke'ye hâkim kılacağını, artık orada kimsenin dinini, imanını gizlemesine mahal kalmayacağını haber vermişti. O demlerde Resûlullah (s.a.v.)'m beşer idrâkini ve kıyas gücünü aşan tutum ve mevkii karşısında, müslumanlarm şaşkınlığını, zihinlerinin kamaşmasırîı da çok görmemeli. Çünkü bu hâl çabucak geçmiş: Resûlullah onlara, hemen sulh işlemi biter bitmez nazil olan Fetih süresini okuyuvennce; sıkıntıları kaybolup, müphem durum açıklık kazanmıştı. Ve sahâbe-i kiram (r.a.) bunca ağır şartlan yüklenişlerinin aynen zafer olduğunu açıkça görmüştü. Müşrikler ise, izzetlerini koruduklarını sanadursun, aklanmışlardı... Kudret ve galibiyet gibi gözüken hâl aslında onların kahrı demekti. Ve bunun ardından da Resûlullah ve mü'minlere, artık hiçbir aklın ve idrâkin görmezlikten gelemiyeceği büyük zafer ortaya çıkmıştı. Şimdi, Muhammed (s.a.v.)'in, nübüvvetine bundan mükemmel ve açık bir delil ve isbat var mıdır, istidlal ve isbatlar içinde? îşin başında, Süheyl bin Amr'ın Resülulîah'a kabul ettirdiğini sandıkları bazı şartlardan ötürü onun tutumu mü'minleri bunaltmıştı âdeta. Meselâ: «Kureyş'ten bir kişi velisinin izni olmadan Mu-hammed'e gelirse onu iade edecek» maddesi böyle. Ve hele, Süheyl bin Amr'ın oğlu Ebü Cendel, Kureyş'ten kaçıp zincirlerini sürükleyerek o anda çıkıp gelmesi onları âdeta çatlayacak hale sokmuştu. Çünkü, onun babası o esnada eteklerini toplayarak kalktı, ona doğru yürüdü ve: «Yâ Muhammed, bu sana gelmeden aramızdaki anlaşma kesinleşmiş oldu değil mı?» dedi. Resûlullah ise: «Doğrudur» buyurdu. Adam bunun üzerine oğlunu tutup çekelemeye ve Kureyş'e teslim etmeye teşebbüs etti. Ebû Cendel ise: «Müslüman cemaat, beni müşriklere, dinimden çevirmeleri için mi teslim ediyorsunuz?» diye feryad ediyordu. Resûlullah (s.av.) ise; «Ebû Cendel! Sabret ve inan ki; Allah, sen ve senin gibi ezilmişlere en yakın zamanda bir fırsat ve çıkış verecektir. Biz şu an hasımlarımıza ahid verdik, hıyanet edemeyiz» buyurdu. İşte bu manzarayı tüm" sahabe seyrediyordu. Bu yüzden çok ağır bir izzet-i nefs çilesine batmışlardı... Fakat, bunu hangi durumlar izledi? Evet, Medine'ye dönünce, Resûlullah (s.a.v.)'a başka biri geldi. İsmi Ebû Basir. Kureyş'tendi, müslüman olmuştu. Kureyşliler, onu teslim almak için iki adam gönderdiler. Resûlullah onu adamlara teslim etti. Adamlar onu Zülhuleyfe'ye kadar götürdüler. Fakat Ebû Basîr onları gafil avlayıp muhafızlardan birinin kılıcını alıp onu öldürdü, öbürü de kaçtı. Ve Ebû Basîr tekrar Resûlullah'a gelip: Ey Allah'ın Nebisi, vallahi Cenâb-ı Hak senin sorumluluğunu kaldırdı. Çünkü sen beni onlara teslim etmiştin, fakat Allah beni kurtardı. Sonra ayrılıp sahil yolunda Ebû Cendel ile karşılaştı, ikisi anlaşıp oraya bir karargâh kurdular. Böylece orası Mekke'den kaçan müslü-manlar için üs haline geldi. Artık Mekke'den kim müslüman olursa gelip, Ebû Basir ve arkadaşlarına iltihak ediyor ve Kureyş'in Şam'a, gidecek bütün kervanlarının önünü kesiyor, yağma ediyorlardı. Nihayet Kureyş çıkış yolu bulamadı-, Resûlullah'a elçi göndererek, bu tâifen'n ordan alınmasını isteyip kendilerine katılmasına razı olduklarını bildirdiler. Onlar da topyekûn Medine'ye döndüler.[14] Mekke fethedildiğinde de babasına şefaati olan işte bu Ebû Cendel idi. Allah ondan razı olsun. Yemâme harbinde şehâdetine kadar yaşadı[15]. Resûlullah (s.a.v.)'ın ümmeti de işte böylece o bunalımdan kurtuldu, îlâhi hikmet ve nübüvvet-i Muhammediye'ye olan imanları da bir kat daha güçlendi. Sahîh-i Buhârî'de rivayet edildiğine göre; Sehl bin Said (r.a.)'in Sıffîn günü söyledikleri şuydu: «İnsanlar, nefsinize hâkim olun. Ben, Ebû Cendel'in iade edildiği gün, kudretim olsa, Resûlullah'ın verdiği hükmü muhakkak reddederdim. Halbuki haklı olan O (s.a.v.î idi...» Biz şimdi bir kere daha tekrar eder ve deriz ki: Muhammed (s. a.v.) rin peygamberliğini, bundan daha açık ve mükemmel isbat edecek bir delil var mı? [16] Yine O Müthiş Hikmetlerden Biri: Cenâb-ı Hak bu tecelli ile, Nebisine Mekke fethini rahmet ve barış fethi olarak nasib etmek dileğini gösterdi. Savaş ve kahramanlık yerine, halkın kitleler halinde, Allah'ın nizamına koşmasını sağlayan biçimde fetih. Ona vaktiyle işkence edip, yurdundan sürenlerin bile kabul ve teslimi şeref bildiği biçimde... Onlar banş için ona gelip boyun eğiyor, mü'minler ve muvahhid olarak teslim oluyorlar. Bu başlangıcın dışındaki Kureyş de onu bütün safiyetiyle tanıma imkânı ve nefs muhasebesi, iç dünyasını tahlile yol buluyor. Bunun yanında da, Resûlullah (s.a.v.)'m arkadaşlarıyla birlikte bu sulhun başı ve sonuçlarından ibret alıyor; böylece de, artık bundan daha hak din ve uygulamanın olmadığında fikirleri karar kılıyor. Yeri gelince tafsilâtını göreceğiniz gibi, durum budur. [17] Buradan Çıkarılacak Hükümler Hudeybiye barışına ilişkin, ilâhi ahkâmı kasdediyoruz. G«rçi bu hususta çok işaret ve delâlet var ve çok sayıda hüküm bununla ilgilidir. Ama biz şurada bir hulâsa verelim: 1- Savaş dışında, gayri mü si imlerden yardım te'mini: Diyebiliriz ki; müşrik olduğu halde, Bişr bin Süfyân'ı, Kureyş'-ten haber getirmek üzere Resûlullah'ın göndermiş olması bu tür bir şeydir. Yukarıda z'krettiğimiz gibi, burada, gayr-i müslim ile yardımlaşma; yardım alan şahsın durumu, hâl ve şartlarla bağlıdır. (Bu görüşümüzü te'yid eder bu olay). Yâni, emin olunursa, bir haksızlığa ve oyuna mâruz kalma tehlikesi yoksa bu tür yardımlaşma caiz, aksi halde değildir. Nitekim her durumuyla tesbit edilen; Resûlullah'ın hangi hâl ve şartta olursa olsun, savaş dışında gayr-i müslimlerden yardım kabul etmiş olduğudur. Düşmanın durumunu öğrenmek için gözcü ve haberci tutmak, silâh almak gibi. Bu durumda, öyle görülüyor ki; sulh halinde gayr-i müslimlerle yardımlaşma ile savaş halindeki yardım alma benzerlik arzeder, caiz olur. 2- İslâmî şûranın mahiyeti: Resûlullah (s.a.v.)'ın genel mânâdaki uygulamalarından, şûranın meşru olduğu ve başkasının da bu usulü uygulamasının zarurî olduğu anlaşılmaktadır. Resûlullah'ın buradaki uygulamasına gelinçe; şûranın mahiyet ve tabiatına, meşru kılınışının hikmetine ışık tutmakta. Yâni, İslâm şeriatında şûra meşrudur, ama bağlayıcı değildir. Hikmeti ise, müslümanlarm kabulleneceği (geçerli bir) hükmü elde etmektir. Ve yine bir kısmının gördüğü, bir kısmının göremediği maslahatı da araştırıp, göstererek gönüllerini tatmin etmektedir. Başkana gelince; kendisini tatmin edici bir fikri görürse ve aynı zamanda bu görüş, îslâm şeriat ve ahkâmına uygun düşüyorsa alır. Aksi halde ise, Kitab'ın, Sünnet'in ve ümmetin icmâına ters düşmeyecek bir görüşü almakta serbest kalır. Hudeybiye'de de Resûullah (s.a.v.)'ın ashâbıyla istişarede bulunduğunu gördük. Nitekim Hz. Ebû Bekir (r.a.)'in işaretinden de bunu anlarız. Diyor ki; «Sen Allah'ın Resûlü'sün. Beyt'i ziyaret niyye-tiyle çıktın. O halde yürü, karşımıza çıkıp engel olan olursa biz de savaşırız...» Ve Resûlullah (s.a.v.) baştan buna muvafakat ediyor ve devesinin direnmesine kadar da, Mekke'ye doğru ilerliyorlar. O anda ise, hayvanın menedildiğine kanaat etti ve kendisine daha önce teklif edilen görüşü bırakıp şunu ilân etti: «Nefsim elinde olan Allah'a yemin olsun; Kureyş benden, Allah'ın hareminde işlenmesini yasakladığı hariç hangi şeyi taleb ederlerse onu yerine getireceğim. Ve o anda Hz. Ebû Bekir (r.a.)'in görüşüyle başlatılan hareket barış anlaşmasına dönüşmüş oldu. Hiçbir fertle de istişare edilmeksizin, müşriklerin tekliflerine uygun barış yapıldı. Hattâ buna razı olmayan, mes'eleyi çok ağır (ve onur kırıcı olarak) niteleyenlere aldırış bile edilmediğini yukarıda gördünüz. Yine Şûra mes'eîesi; bugün Kitab, Sünnet ve icmâ-i Ümmet diye bildiğimiz, «Vahy»'in dışındadır veya öncedir. Nitekim Şûra görüş bildirme ve görüş almayı ifade eder. İlzam ve mecburî tasdik sözko-nusu değildir! 3- Resûlullah'ın eserinden bereket ve hayır umma: Hatırlatalım, Urve bin Mes'ûd, Resûlullah'ın ashabını (Hudey-biye mevkiinde) gözleriyle takib ediyor ve sonunda şunu ifade ediyordu: «Vallahi o gün Resûlullahın ağzından çıkan bir tükrük zerresi ashâbdan birinin eline isabet etti de, adam onu yüzüne gözüne sürüp bereketini umuyordu. O ne emretse herkes yarışırcasına o işe koşuyordu. Abdest alacak olunca da yine bütün sahabe ona abdestte yardım için âdeta birbiriyle harbediyordu... O'nunla konuşurken alçak sesle konuşuyorlar, aşırı saygılarından ötürü onun yüzüne dikkatle bakamıyorîardı...» İşte burada, çok açık ve kesin bir ifade var: Urve bin Mes'ûd, Sahâbe-i Kiram (r.a)'m Resûlullah (s.a.v.)'a ne büyüfec sevgi ve saygı gösterdiğini anlatırken; her müslümanın da aynı saygı ve muhabbet üzere olması gerektiğine kesin delil ortaya koymuş oluyor. Bu ilk olarak Resûlullah'a sevgisi olmayanın imanının da sahih olmıyacağına dair açık delildir. Ve bu sevginin de sadece (aklî izah) akılcı bir tutumla olamıyacağı besbellidir. Ona sevgi, ancak Urve bin Mes'ûd'un sahabeyi tasvir ettiği (sahabede gördüğü) gibi kalbe sirayet eden ve sahibini ona rapteden bir kalbi (ve hissi) sevgi halini almasıyla gerçekçi olur. ikinci olarak da: Resûlullah'm bir eseriyle teberrükün meşru ve mendûb olduğuna delâlet vardır. Nitekim, sahâbe-i kiram (r.a.)'m, Resûlullah'm saçlarını teberrüken aldıklarına dair sahih ve sabit hadisler geçmiştir. Saçla birlikte teri, abdest suyu, tükürüğü ve su içtiği bardağı da zikredilir. Bu cinsten hadisleri yukarıda zikretmiştik[18]. Birşeyi teberrük, onun vasıtasıyla ve o vesileyle bir hayra ulaşmanın beklendiği bilindiğine göre; Resûlullah (s.a.y.)'ın eseriyle tevessül de, ona yaklaşma (ondan hayır istemeîdir ve meşru bir iştir... Belki kendi zatıyla tevessül daha fazla birşeydir. Yine bunun hayatında olmasıyla, vefatından sonrası arasında da hiçbir fark yoktur. Yâni O'nun (s.a.v) eseri ve emanetleri, hayatına münhasır değildir. Hayatında ve mematında onlarla, tevessül ve teberrük aynı şeydiç. Nitekim sahabe onun saçlarını saklamış, ölümünden sonra da tevessülde bulunmuşlardır. Bu husus, -Sahih-i Buhâri'nin Bâb-ı Şeyb-i Resûlullah» bahsinde vardır. Bununla beraber Resûlullah (s.a v.)'a sevginin ne olduğunu akıllan kavramayan bazı zümreler, o öldükten sonra artık ona tevessülü uygun görmemek tel er. Böylece de sapıtmışlar. Delil olarak da Nebi (s.a.v.)'nin vefatı ile beraber te'sirinin kesildiğine, binâenaleyh ona tevessülün boş ve faydasız birşeye tevessül olacağı kanaatına varmışlardır. Halbuki yukarıda görüldüğü gibi durum, onların garib bir cehalet içinde olduklarını isbat eder. Meselâ soralım, Resûlullah'm sağ iken herhangi birşeye zâtı ile te'siri var mıydı? Eğer var idiyse, o zaman vefatından sonra da etkisinin olup olmadığından bahsedebiliriz. Aziz ve Celîl olan Allah'tan başkasına herhangi bir müslümanın'eşyada zâti bir te'siri olduğunu iddia etmesi mümkün değildir. Ve bunun hilâfına itikad ise icmâ-ı ümmeti toptan reddetmektir. O halde Resûlullah'ın kendisiyle veya eserine tevessül ve teber-rükün dayanağına gelince; O'na hiçbir zaman te'sir isnat etmez, ne-ûzübillâh ancak dayanağımız Resûlullah'ın Allah indinde ve mutlak mânâda mahlûkatın en efdali olmasıdır. Aynı zamanda kullar için rahmet olarak gönderilmiş olması onun Allah'a yakınlığı, Allah'ın en büyük rahmetine müstehak olması dolayısıyla ona tevessül edilir. îşte bundan dolayıdır âmânın ona tevessül etmesiyle Ce-nâb-ı Hakk'ın âmâya görme kudretini iade etmesi...[19] işte bu mânâda sahabe onun eser ve artıklarına tevessül ediyor ve o da bunu men etmiyordu. Nitekim bu kitapta salâh ve takva ehlinden ve ehl-i beytten yağmur duası ve benzeri hususlarda şefaat bekleme hususu açıklanmıştı Ve bunlar imamların ve fakihlerin cumhurunun görüşüdür. Meselâ; Şevkâni, îbn Kudâme, San'ani bunlar arasındadır.[20] Hayatı ile öldükten sonraki durumun farkına gelince: Bu çok karışık ve kasten karıştırılmış bir durum. Buna ve böyle bir bahse hiç de sebeb yok... 4- Oturan adamın yanında ayakta dikilmenin hükmü Geçen bahislerde görüldü ki; Muğîre b. Şu'be (r.a.), Resûlullah'ın başucunda silâhlı olarak ayakta duruyordu. Ve her seferinde; Urve bin Mes'ûd elini Resûlullah'm sakalına uzattıkça, kılıcın kınıy-la adamın eline vuruyor ve, «Çek elini Resûlullah'm yüzünden» diyordu. Halbuki, Beni Kurayza gazvesinden behseden hadisi açıklarken, oturan bir kimsenin başucunda dikilmenin meşru olmadığım görmüştük. Çünkü bu iş yabancıların (gayr-i müslim) âdeti olup birbirlerine ta'zim gösterisinden ibaretti. Ve îslâm yasaklamıştı. Nitekim bunu Resûlullah «temessül» adı altında yasaklıyordu: (Kim halkın kendisini putlaştırırcasına ayakta durmasını isterse cehennemdeki yerine hazırlansın). Peki bu iki mes'ele arasındaki çelişki nası! halledilecektir? El-Cevab: Bu, umumî yasakdan müstesnadır. Ve bu özel bir durumdur. Yâni düşmandan elçiler gelirken îmam veya Halife'nin huzurunda bekçi veya askerlerin nöbet tutmasında beis yoktur. Bu İslâm'ın izzeti ve imamın büyüklüğünü gösterdiği gibi; herhangi bir suikast tehlikesine karşı da tedbirdir[21]. Fakat umumî ahvalde ise bu tevhid akidesine İslâm'ın gereğine muhalifdir. Zaruret olmadıkça yapılmamalıdır. Bu mes'ele, Uhud gazvesinde Ebû Dücâne'den bahseden hadisin durumuna benziyor: Biz orada demiştik ki; yürürken her türlü tekebbür ve tecebbür şer'an yasaktır. Fakat savaş halinde caizdir. Çünkü Resûlullah, Ebû Dücâne'nin yürüyüşünden bahsederken; «Allah bu türlü yürüyüşten hoşlanmaz, fakat şu şartlarda ve şuradaki müstesna» diyor. 5 - Müslümanlar ile düşmanlar arasında bansın caiz olduğu: Ulema ve müctehidler Hudeybiye barışından müslüman ile Ehl-i harb düşmanı arasında belli müddet ile barış imzalamanın caiz olduğunu çıkarmışlardır. Bu da tazminat alarak veya tazminatsız olmuş hepsi eşittir. Tazminatsızına gelince, bu birincisine kıyasla olur denmiştir. Çünkü, tazminatsız mütareke caiz olunca, tazminathsı çok daha mâkul olarak caiz olur... Ama barış, müslümanların maddi tazminat vermesi ile olacaksa, bu caiz değildir. Cumhur bu görüştedir Çünkü bunda küçük düşme vardır. Üstelik kıtab ve sünnette bunun caiz olacağına dair bir delil yoktur. Ancak, zaruretler gerekli kılarsa caiz demişler ki; bu da ancak, müslümanların topyekûıı helak olması veya esir düşmesi endişesi varsa caiz olabilir. Tıpkı esirin mal ile nefsini kurtarması gibi... 6- Şafiî, Ahmed (r.a.) gibi birçck imam, bu tür barışın ancak muvakkat bir zaman için olabileceği kanaaUna varmıjlardır. Ve bu da en uzun sure olarak, on yılı aşamaz. Çunku Resûlullah (s.a.v.) Hudeybiye'de Kureyş ile ancak bu kadar sene için anlaşmıştı. 7- Mütareke imzalamanın şartlan da bâtıl ve sahih olarak iki kısım oluyor: Sahih şart, Kitabullah ve sünnet-i Resûl'deki nasslara ters düşmeyen şartlardır. Bu, ya müslümanlara ödenecek bir malın şart koşulması veya ihtiyaç anında onlara yardımda bulunulması şeklinde onların aleyhine olur. Ya da onlara, gelip müslüman olduğunu bildiren veya emân dileyen kişinin geri çevrilmesi şeklinde ve gayr-i müslimin lehine olmuş olur. Bu son şart şeklini imamlar mutlak olarak sahih görürken, Şâfü (r.a.) buna muhalefet eder ve bunun için de (geri çevrilecek kişinin) küffâr içinde koruyucu yakınları bulunmasını şart olarak görür. Bunu da Resûlullah (s.a.v.)'ın, Hudeybiye'de Kureyş'e muvafakat verişindeki. duruma bağlar[22]. Bâtıl şartlara gelince bu, şeriatın sabit olan ahkâmına muânz olan herşeydir. tşte, kadın müslümanı onlara iade veya mehirlerini iade böyle olduğu gibi; müslümanın silâhını veya mallarını müşriklere teslim etmesi de böyledir. Buna dayanak ve delil ise; Resûlullah (s.a.v.)'ın müslüman olup da Medine'ye kaçıp gelen kadınları iade etmemesi, Ku'an'ın bunu sarih olarak yasmam asıdır ki; bahsin başında geçti. Ama diyebilirsiniz ki; peki Resûlullah (s.a.v.) verdiği kesin söze ters davranmış olmadı mı böylece? Hani o ahid, Mekke'den gelecek her müslümanın çevrilmesi demekti!.. Cevabımız şudur: Bu kadınlar için bir nass teşkil etmezdi. Hattâ sadece erkekleri içine aldığı da büyük ihtimaldi. Hepsi bir yana, yukarıdan beri gördünüz ki; Resûlullah (s.a.v.)'in tasarrufları, hükmî, şer'î kuvvetini ancak Kitab sükût geçince veya onu te'kid edince kazanırdı. Burada ise barışın hemen çoğunu ikrar ve tasvib ettiği halde, kadınların küf-fâra teslimini reddetmiştir. Bu ise artık; anlaşmanın şartlan arana bunun (vahye uygun) şekilde girmesinin zaruri olduğunu gösterir. 8- Hac veya Umrede engellemenin hükmü: Resûlullah (s.a.v.)'m, anlaşmanın imzalanmasını müteâkib kurbanı kesip, traş olarak ihramdan çıkışı, (hac veya umresi) jngel-lenenin ihramdan çıkmasının caiz olduğuna delâlet eder. Yine bu da engelleme yerinde bir koyun veya ona göre bir kurban kesmesi, sonra traş olarak ihramdan çıkmaya niyyet etmesiyle gerçekleşir. Yâni niyyet ettiği şey ister hac, ister umre olsun böyledir... Yine bu işlem, ihramdan çıkanın, o hac veya umreyi kaza etmesine de delâlet etmez. Tabiî nafileyi niyyet etmişti ise. Çünkü Resûlullah'ın bu umreyi herhangi bir sahabesine kaza etmesini emrettiği rivayet olunmamıştır. Nitekim aşağıda izahı geleceği gibi (in-şâallah) ikinci yıl gelince de, o yıl çıkanların tamamı umre yapmamıştır. [23] 2- Hayber Gazası Bunu müteakip Resülullah (s.a.v.) Hayber üstüne yürüdü. Tarih, Hicri yıl, Muharrem'in sonu idi. Hayber ise, Medine'nin kuzeyinde Şam tarafında, yüz mil mesafede, surlarla çevrili ve ziraatı kuvvetli bir beldeydi. Bu gazvede Resülullah (s.a.v.)'in yanında atlı, yaya bin dörtyüz savaşçı vardı, tbn Hişâm der ki; Resülullah Hayber'i hadef alıp yürürken sahabesine: «Durunuz» diye emir verdi ve şu duayı yaptı: «Ey göklerin ve gölgelediklerinin Rabbi! Ey yerlerin ve taşıdıklarının Rabbi! Ey şeytanların ve saptırdıklarının Rabbi! Ey rüzgârların ve savurduklarının Rabbi olan Allah! Biz senden bu beldenin, bu belde halkının ve içindekilerin hayrını isteriz. Bu beldenin, bu belde halkının ve içindekilerin şerrinden sana sığınırız.» Haydi yürüyün bismillah. Resûlullah'ın savaşta usûlü idi: Bir millete savaş açtı mı, sabah olmadan hücuma kalkmazdı. (Gafil avlamazdı). Sabahleyin ezan işitirse, durur bekler, yoksa o şehri kuşatırdı. Hayber savaşında da geceyi geçirdiler, sabahleyin baktılar ki, Hayber işçileri ellerinde kazma, sepet ve zembilleriyle arazilerine çalışmaya gidiyorlar. Resûlul-lah'ı görünce feryadı bastılar: — îşte Muhammed ve ordusu[24]! diye. Bunu gören Resülullah: -Allahü ekber, haraboldu Hayber!.. Biz ikaz ettiğimiz (halde yola gelmeyen) bir kavmin ülkesine girdik mi, hali yaman olur...[25] » diye seslendi. İbn Sa'd der ki: Orada Resülullah (s.a.v.) orduya öğütte bulundu, sonra bazılarına sancaklar dağıttı. Ve böylece Resülullah ile Hayberliler arasında savaş resmen başlamış oldu. Tabii onlar, kuvvetli surlarla çevrili kalelerine sığınmışlardı. Müslümanlar bu kar leleri birer birer fethetmeye başladılar. En son iki kale kalmıştı: Yâ-tih ve Sülâlim. Bunları da Resûlullah Cs.a.v.) on geceden fazla kuşattı. Ahmed, Nesai, tbn Hibbân ve Hakim'in, Büreyde bin el-Hasıyb'-ten naklettiği hadiste diyor ki; Hayber günü (savaşı) başladığında Hz. Ebû Bekir (r.a.) sancağı aldı. Fakat fethi tamamlayamadan döndü. Ertesi gün ise Hz. Ömer (r.a.) aldı sancağı. O da fethi tamamlayamadan döndü. Bunun üzerine Resûlullah (s.a.v.) şöyle buyurdu: Yarın sancağımı öyle birine vereceğim ki; Allah onun eliyle (Hayber'in) fethini gerçekleştirecek... O adamı da hem Allah, hem Resulü sever. Büreyde diyor ki; halk o gece boyunca bunun tartışmasını yaptı durdu; acaba kime verilecekti sancak? Sabahleyin de halk Resûlullah (s.a.v.)'in çevresinde toplandı. Herkes kendisine verilir diye umuyordu. Halbuki o; «Ali bin Ebi Tâlib nerede?» diye sordu. Onlar, yâ Resûlâllah, o gözlerinden rahatsızdır deyince; «Çağırın gelsin» buyurdu. H^. Ali'yi getirdiler. Resûlullah (s.a.v.) onun gözlerini tükrüğü ile tedavi ve duâ etti. O an gözleri iyileşti. Herr sanki hiç rahatsızlık geçirmemişti. Ve ona sancağı teslim etti. Ah (r.a.) ise, yâ Resûlâllah! Onlarla, ta bizim gibi müslüman oluncaya kadar çarpışacağım. Aleyhisselâm efendimiz, sen ödevini yap, onların sahasına girinceye kadar. Sonra da onları fdâm'a da'vet et. Ve oraya dahil olunca da, kendilerine terettüp edecek hukukullah-tan ne varsa onu haber ver. Ve bil ki; senin vasıtanla bir kişinin hidâyeti bulması, senin için binlerce kızıl tüylü deve kurban etmekten daha hayırlıdır. Bunun üzerine o da yürüdü ve çarpışta. Fetih onun kumandanlığında gerçekleşti[26]. Ve müslümanlar bu kaledeki bütün dünyalığa el koydular. Şu son iki hisarı müslümanlar muhasarada uzun zaman tuttular. Nihayet orada topyekûn helak olacaklarını anlayınca, Resûlullah (s.a.v.)'dan şu talepte bulundular: Kaleden çıkıp gitmek, mallarını da yanlarında götürmek istediklerim, savaşanların da kanının bağışlanmasını istiyoruz. O bunlara muvafakat etti. Sonra da, şunu teklif ettiler: Hayber'de biz kalalım ve emriniz altında arazimizi işleyelim. Çünkü ziraat işini biz biliriz ve başarırız. Resûlullah (s.a.v.) da, arazi mahsulünü raüslümanlarla yarıya bölüşmek kaydıyla onlarla sulh yaptı. Ve şu uyarıda bulundu: «...Dikkat edin, istediğimiz anda sizi buradan çıkarma muhayyerliğimiz bakidir! [27] İbn İshâk der ki: Resûlullah (s.a.v.) işlerini tamamlayınca, Hay-berlilerden, Sellâm bin Meşküm'ün karısı Zeyneb, ona bir kızarmış kuzu takdim etti. Daha önce de Resûlullah (s.a.v.)'m koyunun hangi uzvunu sevdiğini sorup öğrenmişti. Kol kısmı olduğunu söylemişlerdi. Orasına özellikle fazla zehir kattı. Öbür kısımlarını ise daha normal zehirledi. Onu getirip Resûlullah (s.a.v.)'in önüne koydu. O da ayak kısmından bir parça alıp ağzına koydu, ama yutmadı. Sofrada Bişr b:n Rerâ bin Mahrur da vardı. O da Resûlul-lah'm aldığı yerden yedi ve yutuverdi. Halbuki Resûlullah ağzında dolandırdı. Ve şöyle buyurdu: Bu et bana kendisinin zehirli olduğunu haber veriyor. Ve hemen kadını çağırttı. Kadın suçunu itiraf etti. O'na seni bu işe sevkeden nedir, diye sorunca; istedim ki milletimi senin korkundan kurtarayım. Ve düşündüm ki; eğer bu melik ise, anlamaz ve yer. Yok Nebi ise, ona durum haber verilir... Ve Resûlullah onu bağışladı ama Bişr aldığı zehirle vefat etti[28]. Züheyri ve Süleyman et-Teymî'nin meğâzisindeki kesin ifadesine göre o kadın müslüman oldu. Ama sonrakiler ihtilâf etti. Acaba onu Bişr'm kısası olarak öldürdü mü? Ibn Sa'd'ın müteaddid senedlerle nakline göre Resûlullah onu Bişr'in yakınlarına teslim etti, onlar da öldürdüler. Ama sahih olan, Müslim'in rivayetidir: Resûlullah (s.a.v.): «Beni öldürmek cinayetine Allah seni me'mur etmedi». Halk, yâ Resûlâllah, onu öldürelim deyince; hayır dedi. Sonra da Resûlullah (s.a.v.) Hayber'de alınan ganimetleri müslümanlar arasında taksim etti. Yaya savaşçılara bir, süvarilere iki hisse verdi. Ama Nâfi (r.a.) bunu şöyle yoruyor: Buhâri'nin rivayetine göre; süvariye atıyla birlikte üç hisse verilirdi. Hayvanı olmayan yayalara ise bir hisse. Yine Yahudi liderlerden Huyey bin Ahtâb'ın kızı Safiyye de Hayber'de esir edilen kadınlar arasındaydı. Resûlullah Cs.a.v.) onu da âzâd etti o da müslüman olunca, Resûlullah onu âzâd etme bedelini mehrine sayarak hanımlığa kabul etti.[29] Ca'fer Bin Ebî Tâlib'in Habeşistan'dan Dönüşü: Resûlullah Hayber fethini tamamlarken, Ca'fer bin Ebî Tâlib de hicrette bulunduğu Habeşistan'dan; kadın - erkek on altı kişi ile döndü ve orada Resûlullah'a kavuştu. Başka b> kafile de Yemen'den gelmişti. Resûlullah bunlara da ganimetten pay ayırdı. Tabii, müs-lümanlardan izin aldıktan sonra!.. İbn Hişâm der ki: Ca'fer bin Ebî Tâlib gelince, Resûlullah'a kavuşunca Resûlullah (s.a.v.) onu kucaklayıp alnından öptü, ikramda bulundu ve buyurdu ki: «Bilemem hangisine sevineyim, Hayber'in fethine mi; Ca'fer'in gelişine mi?...[30]». Resûlullah (s.a.v.) artık Medine'ye doğru yola çıkarken, Hay-ber'e âmil (vergi işlerine idareci) olarak Ensâr'ın Adiyy oğullarından Sevad bin Guazzeyye'yi tâyi netti... Gün oldu o adam Rfisûlul-lah'a çok hoş bir hurma getirdi. Resûlullah (s.a.v.) Hayber'in bütün hurmaları böyle midir diye sordu. Adam hayır yâ Eesûlâllah, biz bu hurmanın bir ölçeğini öbürlerinden iki veya üç ölçeğe alırız dedi. O da: «Hayır öyle yapma. Herbirini parayla sat, sonra da iyisini yine parayla satın al[31]» buyurdu. [32] Dersler Ve İbretler tikin bize düşen, bütün dikkatlerimizi; bu gazve ile bahsi geçen öbür gazveler arasındaki tabiyet farkına çevirmek olacak: Bundan öncek: savaşların hemen hepsi savunma harbi idi- Bu da müs-lümanların varlıklarını korumak ve düşmanların hücumlarını önlemek için mecbur olduğu bir durumdur. Nitekim bu savaşların her-birinin sebeblerini de yukarıda açıklamıştık. Hayber savaşına gelince, bir kere, Beni Kurayza olayı ve Hudey-biye Banşı'nı izleyen iik savaş olup apayrı bir yeri vardır. Ve bütün özellikleriyle daha öncekilerden tamamen ayrılır. Bu yönüyle de İslâm da'vetlnin Hudeybiye Barışı'ndan sonra yepyeni bir devreye girdiğini gösterir. Hayber savaşı Resûlullah (s.a.v.)'in Hayber vadisini yurt edinen Yahudilerin üzerine doğrudan ve aniden savaş açıp yürüdüğü ilk olaydır. Yâni Yahudilerin herhangi bir saldırısı veya hazırlığı olmadan, Bu savaşın baş sebebi; Yahudiler; îslâm'a da'vet idi. Ve onlarla, küfür ve inatlarından, hakkı kabule yanaşmamalarından, bunca delil ve yıllar süren da'vete rağmen îslâm'a karşı kin gütmelerinden ötürü muharebeydi. Bunun için de Resülullah Hayber'e vardığ: ilk gece kimseye sezdirmeden ve hiçbir fertle savaşmadan beklemiş; sabah olunca da namaz için ezan okunup okunmadığım gözetlemiş (bu İslâm'ın baş şiarıdır) ve üzerlerine yürüyüp savaşa tutuşmuştur. Yukarıda da söylediğimiz gibi, O hiçbir kavme aniden baskın yapmaz, sabaha kadar bekler; ezan duyarsa vazgeçer, duymazsa hücum ederdi. Hazret-i Ali (r.a.)'ye sancak verince, onun Resülullah (s.a.v.)'a sorduğu soruyu iyi düşünülünce bu sebeb çok daha açıklık kazanır: «Yâni, onlar bizim gibi oluncaya kadar mı çarpışacağım?»... O'nun cevabında ise; «Sen ödevini yap, onların kalelerine girince de, onları îslâm'a da'vet et ve onlar üzerine Allah'ın hakkından düşeni haber ver» Duyuruyordu. îşte ulema, Hayber savaşından şu aşağıda bir demet halinde sunacağımız gibi çeşitli ve daha çok sayıda delâlet ve hikmetler çıkarmışlardır : 1- İslâm tebliği ve dinin mahiyeti kendilerine duyurulmuş olan kimseler üzerine saldırının cevazij isterse daha önce bir uyarı veya tekrar da'vet edilmese de... Bu, Şafiî ve cumhûr-u fukahâmn görüşüdür. Resûlullah'ın uygulaması da Hayber üzerine baskında görüldüğü gibidir. Tebliğin ulaşması ve İslâm'ın doğruca tanıtılmış olması ise ittifakla şarttır. 2- Ganimetlerin anlatıldığı tarzda taksimi: Yâni, beşte dördünün, savaşçıların arasında; atlılara üçer, yayalara birer hisse şeklinde bölüştürülmesidir[33]. îki pay atma, biri de şahsa. Kalan beşte bir ise, Kur'âni nass'ın tâyin ettiği gibi beş sınıf insana pay edilir: «îyi anlayın ki aldığımız ganimetin beşte biri Allah ve Resule yakınlığı olan, yetim olan, miskin ve yolcu olanlar içindir...» Resûlullah'm hissesi ise, bu beşte birden... Kendisinden sonra, müslüman ihtiyacına harcanır. Nitekim Hanefî ve Şafii imamları da bu görüştedir. Bazıları da, halife onu alır ve uygun gördüğü yere harcar demiştir ki; iki görüş birbirine yakındır. 3- Savaş meydanında hazır bulunan, ancak savaşa bilfiil katılmamış olanları ganimete iştirak ettirmenin caiz olduğu: Ancak bu, o işte hak sahiplerinin rızasını almak şartıyla olur. Nitekim Besûlullah (s.a.v.), Hz. Ca'fer bin Ebî Tâlib'i de, beraberinde Habeşistan'dan ve Yemen'den o anda dönüp İslâm ordusuna iltihak edenleri de, sahabenin rızasını almak suretiyle, ganimete iştirak ettirmişti. Ancak şurası dikkate alınmalıdır ki: Buhâri'nin bu konudaki rivayetinde, müslümanların izni kaydı yoktur. Bu sadece, Beyhaki'-nin rivayeti olup, Resûlullah'ın taksimden önce müslümanlarla konuştuğu, ondan sonra ötekileri hisseye kattığı beyan edilir. Ziyade-tü'l-adl ise makbuldür. Beyhaki'nin rivayet ettiği kaydın geçerliliğini artıran şey de: Resûlullah (s.a.v.)'in Ebân bin Said'i ganimete kat-mayışıdır. Haniya, onu Necid tarafına göndermişti. O.da ancak Hay-ber savaşı bitince dönmüştü. Adamcağız, beni de hisseye kat dedi ama Resûlullah (s.a.v.î ona hisse vermedi. Bu iki naklin uyuşma noktası şöyledir: Birincisi izne başvurularak olmuş, ikincisinde ise cemaatin izni çıkmamış[34]. Denilebilir ki; peki bu tür ganimetlerin bugün için hükmü ne olur? Harb usul ve şartları, askerlik yapısı, politikanın ve rütbelerin kazandırdığı durumlar tamamen değişti... Cevab: Yukarıda geçenlerden anlamış olmalıyız ki; Mâliki ve Hanefi mezheblerine göre; yukarıda geçtiği üzere gayrimenkul mallar ganimet olarak muhariblere taksim edilmez, bunu anladık. Ancak zaruri hâl ve şartlar müstesna... Menkul mallar ise, tıpkı Resûlullah'ın yaptığına göre taksim edilmelidir, muharibler arasında. Tabii harb tarz ve şartlarının değişmesi sonunda, savaşçıların iştirak ve dereceleri de nazar-ı itibara alınacaktır. Daha yeni tarz, yeni bir dereclendirme de gösterilebilir belki Ama açık olan, devletin (ganimetten) kendisine bu mallardan bir hisse ayıramıyacağı prensibidir. Bu mühim!.. 4- Aktü'l-Müsâkat'in meşruiyeti: Bu, mülk sahibinin başkasıyla ortaklık yapmasıdır. İşleten, arazide ağaçlar varsa, onları sular, bakar ve elde edeceği mahsulü mülk sahibiyle bölüşür. Mâlik, Şafiî ve Ahmed (r.a.) bu türlü bir akdin sahih olduğuna Resûlullah'ın Hayber halkı hakkındaki uygulamasını delil edinerek, hükmettiler, imam Ebû Hanîfe ise bu hususta münferiden caiz olmadığı kanaatindedir. Çünkü hadiste buna dair delil bulunmadığım söylüyor. Çünkü Hayber savaşla ve silâh zoruyla fethedildiğine göre, ora halkı Resûlullah'ın esiri (yâni kölesi) demekti. Onlardan ne aldıysa, onlara ne bağışladıysa hepsi kendisine aittir. Ama iki talebesi (îmam Ebû Yûsuf ve tmam Muhammed) ise cumhur ile beraber olup hocalarına muhalefet etmişler. Sonraki ulema ise ihtilâfa düştü: Bir kere acaba bu türlü bir akid, her türlü ağaç için sahih olur mu? Yoksa, bu hurma ve üzüm için özel bir durum mudur?... Ama fukahânın çoğunluğu, bunun bütün ağaç nev'ini içine alacak genellikte olduğuna kanaat etti. Müsâkat akdini sahih görenlerin birçoğu münazarayı caiz görmez. Şafii bunlardandır. Bu ziraat tarzında, arazi sahibi bir başkasını kendi toprağını işlemek, o arazinin vereceği mahsulden belli bir miktarına sahip olmak üzere çalıştırır. Şâfiîlerin cumhuru bunu sahih saymadı. Delil olarak da, Sahîh-i Müslim'de olduğu üzere, Resûlullah'ın «muzâraa»'yı men edip, icarla ekmeyi emretmiş olmasını aldılar. Ancak «Muzâraa» akdi, «Müsâkat»'a tâbi olursa, yâni ağaçlar arasında ekilir arazi varsa, o zaman «Müsâkat» akdinde anlaşmalar hâlinde, onda da anlaşmış olacakları ve bunun cevazı konularında ittifak ettiler. Bütün deliller üzerinde iyi düşününce görülecek ki, tercih edilecek karar şu: «Akdü'l-Müsâkat» olsun, «Muzâraa» olsun sahihtir. Bu söylenenler ise, şöyle açıklanabilir: Yasak, halkın ihtiyacı ve muhacirlerin topraksızlığı için bir tedbirdi. Bu yüzden de Resûlullah (s.a.v.) Ensâr'a, muhtaçlara vermelerini emretmişti. Nitekim Müslim'in Câbir'den tahric ettiği hadisin delâleti de budur: «Ensâr'dan bazılarının işlemediği fazla arazisi vardı. Önu, üçte bir veya dörtte bir kiraya veriyorlardı. Nebi (s.a.v.) buyurdu ki: -Kimin arazisi varsa ya işlesin, yahut kardeşine hediye etsin. Eğer bundan çekinir-se, o arazi elinden alınır». Daha sonraları ise, müslümanların durumu düzelip ihtiyaçları kalmayınca, artık «muzâraa» ya da başka yolla mülk sahibinin arazisini istediği gibi kullanması mubah olur. Nitekim gerek O'nun (s. a.v.î, gerekse Hulefâ-i Râşidin döneminde, «muzâraa veya icâre» şeklinde görülen durumlar da buna delâlet eder. 5- Sefedden döneni öpme ve hürmet göstermenin meşru oluşu: Bu konuda aykırı bir âdet bilmiyoruz; seferden dönen ya da uzun zaman görülmeyen gelince bu tür davranılır mıydı?... Ulema sadece, Resûlullah (s.a.v.)'m, Habeşistan'dan dönüşü anında Ca'fer bin Ebî Tâlib (r.a.)'i kucaklayıp gözlerinden öpmesiyle delülendir-di. Hadîsi de Ebû Dâvud sahih senedle rivayet etmiştir. Ayrıca Tir-mizfnin Hz. Âişe (r.a.)'den şu rivayeti var: «Zeyd îbn Harise Medine'ye gelmişti. Resûlullah (s.a.v.) benim odamdaydı. Zeyd kapıyı vurunca, Resûlullah kalkıp açtı. Onu elbisesinden çekerek kucakladı ve öptü». Ama, Tirmizî'nin Enes (r.a.)'den şu rivayeti durumu müşkiie götürüyor: «Bir adam, yâ Resûlâllah, bir dost veya arkadaşımız gelince, ona eğilebilir miyiz?» dedi. O, hayır buyurdu. Sarılıp öpebilir miyiz diye sordu. Yine «Hayır» dedi. Peki elini tutuf musafaha edebilir miyiz deyince «Evet» dedi. Buradaki müşkilin halli şudur: Adamın sorduğu, karşılaşma, alelade durumdur. İki arkadaşın rastlaşması halindedir. Öpmek ve kucaklaşmak bu durumlarda pek hoş şey değildir. Ama Resûlullah (s.a.v.)'m Ca'fer ve Zeyd'e gösterdiği ilgi ise; anlaşıldığı üzere uzun bir seferden dönüş halindedir ki; ikisi apayrı şeylerdir. 6- Gıda maddelerinde «Ribe'l-Fazl»'ın haramlığı: Bu ise, biri öbüründen daha kaliteli iki gıda maddesinin fazlasıyla değiştirme şeklidir. Bu, Resûlullah'ın yasakladığı birçok sahih hadîsle sabittir. Bunlardan biri de, Müslim'in Ubâde îbn Sâmit'-ten rivayetidir. O zât der ki; Resûlullah'ın altunu altunla, gümüşü gümüşle, hurmayı hurmayla, buğdayı buğdayla, arpayı arpayla, tuzu yine tuz ile değiştirirken aynı ölçüde ve aynı miktarda olmadıkça takas yapılmasını yasakladığını işittim. O halde kim fazla verir veya fazla alırsa faiz olur. Yine bu konuda yukarıda zikrettiğimiz Buhârî hadîsi var. Orada Resûlullah (s.a.v.), kaliteli hurmayı, daha düşük bir türüyle fazlasına değiştirmeyi yasaklıyordu. Tabiî burası, faiz (riba) 'mn haram oluşunun hikmeti, bu değiş - tokuşun neden harama vesile olduğunun tafsilâtını vermeye elvermez. İzahat için fıkıh kitablarma başvurulmalıdır. Ancak, bir uyarıda bulunmak lüzumlu ve mümkündür. Şöyle ki; Resûlullah (s.a.v.) burada, iyi bir cins hurmayı, düşük kalitedeki hurmayla veya başka bir yiyeceği bu şekilde misli misline değiştirmek isteyene yol gösteriyor. Öyle kolay bir yol ki, onda riba korkusu da kalmaz. O da, arzu edilen iyi cins hurmayı (veya başka şeyi) almak için öbürünü parayla satıp, iyisini yine parayla almaktır. Alım - satım işlemine teşebbüs etmek suretiyle, aslında haramlık bulunan durum zail oluyor. Kasıt alım - satım olmadığı (değiş - tokuş olduğu) halde, aslı hâl ona zarar vermez. Çünkü bu hâl çaresini Resûlullah göstermiştir. Haramlığı ise; Kitab ve Sünnet'in kesin bildirmesine bağlı olduğuna göre, şart tamamdır. Bundan elde edilen sonuç ve hüküm: Bununla, meşru bir vasıta bulununca, başka bir hükme ulaşmanın caiz oluşudur. Tabii buna, haramı helâl kılma anlamına böyle denemez... Öyleyse, bir kimsenin, boşanmış bir kadım, eski kocasına nikâhı helâl olsun diye nikahlaması caiz olur. Ancak, bu nikâh anında şart koşulmadıysa!.. Yine bir borçlu ödemeden âciz ise, alacaklının borçluya zekâtını verip, sonra onu borçlunun borcunun yerine geri alması caiz oulr. Bu konuda İbnü'l-Kayyım'm itirazı dikkate değmez, Zira o, «Ameller niyyete göredir» prensibinden yürüyerek, o satış yapanın, meşru alışverişinin dışında birşeyi kasdederek hareket ettiğini; nikâh edenin de nikâhın meşruiyetinin dışında bir hedef güttüğünü, böylece de bâtıla bulaştığını iddia eder. Çünkü ona göre-, hüküm aslî gayesinden çıkmış da meşru olmayan bir duruma uygulanmıştır. Bu iddiaya itibar edilmez diyoruz, çünkü: Hem Buhârî'nin naklettiğini zikrettiğimiz hadîs'e, hem de tamamen nass'a dayialı fıkhı kurallara tam tezad teşkil eder: Üstelik de Îbnü'l-Kayyım, kendisini nakzediyor. Zira, Alâmü'l-Muvakkıin adlı kitabında bu bahsi işlerken tenakuzun garib ve şaşırtıcı bir örneğini sergiliyor. Şöyle ki, «Haram Hiyleler» diye adlandırdığı bazı durumların haramlıklarmı zemmederken lâfı öyle uzatıyor ve; şu anki mes'elenin sahih olduğuna kail olan imamları anlayışsızlıkla ittihamda o derece mübalâğa ediyor ki, onların kıyamet günü huzur~u ilâhide çok çetin azaba uğrayacaklarını da savunuyor. Ondan sonra birkaç sayfa geçiyor geçiniyor, adam dönüp «sahih olan hiyîe-i şer'iyyeler»den bahs açıyor. Sanki imamları bu konuda yalanlayan ve bunca lâfı eden o değilmiş[35]! Nihayet bu gazvede iki de mühim olan var ki herbiri sahih hadislerle sabit ve Allah'ın, Muhammed (s.a.v.)'i te'yid ettiği büyük hârika ve mucizelerdendir. Birisi: Hz. Ali (r.a.)'nin gözlerinin tedavisidir. Resûlullah (s.a.v.) üfleyince gözlerinde hiçbir ağrı yokmuş gibi sapasağlam olmuştur. İkincisi ise: Koyun etini yemek istediği an, Cenâb-ı Hakk'ın. ona etin zehirli olduğunu vahyetmesidir. Bişr bin el-Berâ'nın, Resûlullah, et zehirdir deyinceye kadar bir lokma yutuvermesi ise ilâhî kazanın yerini bulmasıdır. Bu onun hükmüdür. Ama Nebi'sini koruma hususu ayrı bir keyfiyet. Esasen fazla söze hacet yok. Çünkü: Cenâb-ı Hakk'ın, «Seni Allah muhakkak insanların şerrinden koruyacaktır» diye va'di var. Burada da onu tahsis edip, o hiyleden, va'di üzere korumuştur. Yine demiştik ki; râviler, o kadının müslüman olup olmadığında ihtilâf etmişlerdir. Zühri ve benzerlerinin kesin bildirdikleri üzere galib re'ye göre müslüman oldu, onun için de Resûlullah (s.a.v.) onu katletmedi. Müslim'in nakli de böyledir. Yine Yahudilerin, Hayber'de kalarak orada ziraata devam ettikleri ve mahsulün yarışma sâhib oldukları hususu var. Bu da Hz. Ömer'in hilâfeti dönemine kadar böyle sürmüştür. Onun döneminde Ensâr'dan birini öldürdüler. Abdullah îbn Ömer'e de düşmanlık gösterip ellerini bağladılar. Bunun üzerine Hz. Ömer (r.a.) halka ilân etti: -Resûlullah (s.a.v.) Hayber'de çalışmak üzere, dilediği anda çıkarmak şartıyla yahudilerle ortaklık yapmıştı. Şu an onlar, Abdullah Ibn Ömer'e saldırıp ellerini bağladılar, bunu duydunuz. Daha önce de Ensârdan birini öldürmekle bu düşmanlıklarını açığa vurmuşlardı. Şübheslz bu iki kötülüğü yapanlar onların adamlarıdır. Kimin malı varsa başına gidip sahip olsun. Çünkü ben Yahudileri oradan süreceğim!...» Arap yarımadasından Yahudilerin temizlenişi böylece tamamlandı. Eğer düşmanlık ve hakka karşı başkaldırmaları olmasa, sürülmez ve çıkarılmazlardı. Ama yeryüzü Allah'ın mülküdür. Kullarından dilediğine verir. Sonuç ise müttakî olanlarındır. [36] 3- Kabilelere Gönderilen Seriyyeler Ve Hükümdarlara Yazılan Mektuplar Bundan sonra da artık Resûlullah (s.a.v.), Arap yarımadasının muhtelif bölgelerinde yaşıyan kabileleri İslâm'a da'vet için küçük askeri müfrezeler göndermeye başladı. Bu seriyyeler, İslâm'a da'vet ettikleri kabileler da'vete uymazlarsa savaş açıyorlardı. Bu seriyyeler, Hicretin yedinci senesinde başlamıştı. Sayısı on'u bulan seriyyeleri Resûlullah (s.a.v.) her seferinde sahabeden birinin kumandasında çıkarmıştı. İşte tam bu esnada da Resûlullah (s.a.v.) çevredeki büyük devlet başkanları dahil çeşitli beyliklerin reislerine mektuplar göndererek, hâlen üzerinde bulundukları dinin bâtıl olduğunu ve İslâm'a girmeleri gerektiğini belirtiyordu. İbn Sa'd, «Tabakalında şöyle nakleder: Resûlullah (s.a.v.) altıncı yıl Zilhicce ayında, Hudeybiye'den dönünce, bazı meliklere elçiler gönderip onları İslâm'a da'vet etti. Aynı zamanda onlara mektuplar yazdı. O zaman dendi ki, yâ Resûlâllah, melikler mühürsüz mektupları okumazlar. Bunun üzerine O da bir yüzük yaptırıp onu mühür olarak kullandı. Gümüşten yapılan mührün üstünde üç satır hâlinde «Muhammedün Resûlullah»; Allah'ın elçisi Muhammed yazılıydı. Mektupları da bununla mühürle misti. Bir günde altı kişi çıkarmıştı yola. Tarih olarak yedinci hicret yılı ve Muharrem ayı idi. Gönderilen elçilerin hepsi de gittiği milletin dilini biliyor ve konuşuyordu. Re sulu İlah'in ilk elçisinin «Amr bin Ummeye ed-Damrİ» olduğu biliniyor. Bu zât Necaşi'ye gönderildi. O da mektubu alınca tahtından inmiş, mektubu yüzüne sürerek, tevazu (ve peygambere saygı) anlamına yere oturmuştur. Daha sonra da, şehadet getirip Hakk'ı kabul etmiş ve şöyle demişti: «Eğer gücüm yetse onun yanına giderdim[37]». Resûlullah (s.a.v.), Dıhye bin Halife el-Kelbi'yi de Bizans İmparatoru Herakl'a göndermişti. Dıhye, Resûlullah (s.a.v.)'in mektubunu, Basra reisine verdi. O da mektubu Herakl'a iletti. İmparator okudu. Mektubun başında «Bismillâhirrahmânirrahim» vardı. «Allah Resulü Muhammed'den Rumların büyüğü Herakl'a» diye başlıyordu söze. Ve şöyle devam ediyordu: «Selâm hidâyete gelenlere olsun, îmdi ben seni İslâm nizamına da'vet ediyorum, (islâm'ın çağrısını sana ulaştırıyorum) müsluman olursan kurtulursun, islâm'a girersen Allah sana iki kat ecir verecektir; yüz çevirirsen bütün tebanın günahını da yüklenmiş olacaksın[38]» «Ey ehl-i Kitab, gelin aramızda müşterek olan bir prensipte birleşelim: Bu artık Allah'tan başkasına tapmamak, O'na hiçbir şeyi şerik koşmamak, Allah'ı bırakıp birbirimizi ilâh saymamaktan ibarettir. Buna rağmen yüz çevirirseniz, şâ-hid olun ki; biz müslümanız, öyle kalacağız[39]». İbn Sa'd'ın Tabakat'ında kaydettiğine göre: Herakl mektubu okuduktan sonra, çevresindeki ileri gelen topluluğa şöyle konuştu: Ey Rumlar! Siz kurtuluş ve şahsiyete erip Meryem oğlu isa'nın talimatına sadık kalarak mülkünüzün elinizde kalmasını ister misiniz? Rumlar ise: Ey Melik, bu ne demek oluyor? diye sordular. O da: Yâni şu Araplar içinde zuhur eden peygambere uymanızı istiyorum!.. Denir ki: Yaban eşekleri gibi homurdanarak cevab verdiler. Haç çıkararak isyan gösterisi yaptılar. Herakl bunu görünce, onlardan ümidini kestiği gibi, kendi mülk ve hayatından korktu. Onları susturdu ve şöyle bir rol gösterdi: Ben sizi denemek ve dinimlzdeki samimiyet ve ciddiyetinizi anlamak istedim dedi. Şimdi sizin bu takvanızı görünce memnun oldum deyince, ona yine secde ettiler. Yine Besûlullah (s.a/vO, Abdullah bin Hazâka es-Se\imi'yi, Kîs-râ'yı İslâm'a da'vet için yollamıştı. Onunla da, ona bir mektup göndermişti. Der ki, mektubu kendisine verdim. Onu okuttu ve yırtıp attı. Bu haber Resûlullah (s.a.v.)'a ulaşınca; «Allah onun yurdunu parçalasın» buyurdu. Kisrâ'ya gelince o, o an Yemen'de hâkim olup, kendisine bağlılığı olan Bâzan'a bir mektup yazarak, iki güçlü kişi gönderip peygamberlik iddia eden o zâtı yakalatıp bana gönder diye emir verdi. Bâzan da iki güçlü adam gönderdi. Ellerine bir de mektup verip Resûlullah (s.a.v.)'a gönderdi. Adamlar Medine'ye gelip mektubu takdim ettiler. Resûlullah (s.a.v.) bu olay karşısında gülümseyerek, «-Bugün gidip dinlenin de, yarın gelin size ne düşündüğümü bildireyim» buyurdu. Ertesi gün adamlar gelince: Siz reisinize benden şu haberi iletin: Benim Rabbim onun Rabbinin canım bu gecenin yedinci Saatinde aldı. .» îbn Sa'd der ki: Bu tarih tam, yedinci Hicret yılı Cemâdiye'1-Ulâ onuncu salı gecesiydi. «Allah (te-bâreke ve teâlâ), oğlu Şirûyeh'i musallat kıldı ve oğlu onu öldürdü». Onlar bu haberi Bâzan'a ulaştırınca Bâzan Yemenlilerle birlikte müslüman oldu.[40] Resûlullah (s.a.v.), Haris İbn Âmir el-Ezdi'yi de, Busra Meliki ve Rumların taraflısı bulunan Şurahbil bin Amr ei-Gassârü'ye göndermişti. Şurahbil, elçiyi hapsetti. Sonra da öldürttü. Denir ki; Re-sûlullah'ın elçisini başka öldüren olmadı[41]. Yine Resûlullah (s.a.v.) daha birçok elçi ve mektuplar yolladı; Arap kabilelerine ve meliklerine. Onlardan birçoğu müslüman oldu. Bazısı inat etti... Ama aynı yıl da Resûlullah'a çeşitli kabilelerden elçiler gelmeye başlamıştı. Çeşitli yerlerden gelen bu hey'etler, müslüman olduklarını ve Allah'ın dinine girdiklerini ilân ediyorlardı. Yine bu esnada Hâlid bin Velid ile Amr bin Âs gibi Arap ileri gelenleri de vardı. îbn îshâk'ın Amr bin Âs'tan nakline göre, Amr şöyle der; «Ben Resûlullah'a gitmek üzere yola çıkmıştım. Hâlid bin Velid'e r Konu Başlığı: Ynt: Fetih sebepleri ve sonuçları Gönderen: Safiye Gül üzerinde 07 Ekim 2010, 11:22:32 rastladım. -Bu Mekke fethinden önceydi-. O da Mekke'den ayrılıp gidiyordu. Ben: Ey Ebâ Süleyman, nereye böyle, diye sordum. Doğrusu, ben ölünceye kadar kaydıyla müslüman olmak niyeti ile gidiyorum diye cevab verdi. Eh ben de sırf bu maksadla yola çıktım, deyince beraberce gitmeye karar verdik. Hâlid önce girdi ve müslümanlığmı bildirip kurtuldu. Sonra ben yaklaştım ve biat ettim».[42]
Dersler Ve İbretler Yeni Devrenin İlkeleri: Resûlullah (s.a.v.)'m kabileler arasına gönderdiği seriyyeler ve elçiler eliyle muhtelif kabile reisleri ve dünya devletlerine gönderdiği mektuplar; Resûlullah (s.a.v.)'m hayatı boyu sürdürdüğü da'vetin bu yeni merhalesine âit özelliklerin sadece bir bölümünü teşkil eder. Eskisinden ayrılan yönler; Hicretle başlayıp, Hudeybiye'ye kadar süregelen da'vet dönemi; dediğimiz gibi savunma özelliği tadıyordu. Ve islâm'a çağırmın kıyam yönünden en mühim devresidir. Bu dönemde Resûlullah'ın baskın veya doğrudan herhangi bir kabileye savaş açma tarzında bir girişimi vaki değildir. Yine bir kabile üzerine bir müfreze gönderip İslâm'a da'vet ettiği; onlar da yüz çevirince savaş açtırdığı görülmemişti. Hudeybiye olayı ile, müslüman Medinelilerle müşrik Mekkeli-ler arasında ister istemez banş olunca, müslümanların gönlü itminan bulup, Kureyş'in fitne ve engelinden de halâs olunca, Resûlullah (s.a.v.} artık; tebliğ ve tatbiki için gönderildiği İslâm şeriat ve ahkâmının yeni bir dönemine girmiş oldu. Bu merhale, ise tabii kendilerine tebliğ ulaşıp, bu tebliği anladığı halde, kibirlenip, imandan çekinen, bunu da düşmanlık ve kiniyle açığa vuranlara karşı başlatılan savaş merhalesiydi... Bu dönem, Resûlullah'ın Rabbiıun da'vetini güç kullanarak ulaştırma dönemiydi. Bu dönem onun kavli ve fiili sünnetiyle bugüne kadar her asırda müslümanların ittifakıyle şer'i hüküm haline dönüştüğü merhale idi. Fikir emperyalizminin aktörleri, bu dönemin mahiyetini müslümanların gözünden kaçırmak ve gizlemek girişimindedir. tslâm Şe-riatındaki cihada yönelik her fikir ve prensibi, müdafaa harbi esasına bağlayıp, düşmanlığı yok sayma eğilimindeler. İşte B. M. camiası bu teşebbüsün başıdır. Güya ezilmişlerden düşmanlık duygularını silmek emelindeler. Gelecekte artık hep savunma savaşının var olacağını savunurlar. B. M. olunca da Islâmî cihada ihtiyaç kalmadığını işlemeye çalışırlar. Şurası apaçıktır ki; mes'eleyi saptırmak için girişilen bu hile, sırf - doğulu veya batılı - emperyalistlerin korkusu sonucudur. Ve bu korku da; yeniden müslümanların zihninde, Allah yolunda ci-had fikrinin uyanması endişesinden gelir. Bu oluverince de, ne kadar uzun sürerse sürsün, Avrupa medeniyetinin de yıkılıp gideceği korkusu ardından geliyor... Zaten Avrupalının aklı İslâm ile kucaklaşmaya yatkın hale gelmiştir. Ona samimî bir çağrı ulaştırmak yetecektir. Ancak bu samimi ama dilinde hep kurban verme ve cihad terennüm eden çağrıyı nasıl karşılayacaktır? [43] Bu Merhalenin Açılmasının Meşruiyet Hikmeti: Şimdi sorulabilir: Müşrik veya mülhid kimselerin İslâm'a zorlanmasının hikmeti ne olabilir? Ve yirminci asrın aklı bu uygulamayı nasıl yorumlar? Cevabımız soru ile olabilir: Peki bir ferdin, bir devlete boyun eğerek onun nizam ve felsefesinin yükü altına girmesinin hikmeti nedir, bunca hürriyet teranelerine, eşitlik söylevlerine rağmen? Ferd bu hakları elde ettiği halde devlet mensuplarının yöneticiler ve yönetilenler olarak ayrılması ne anlama gelir? însan yeryüzünde Allah'ın da'vet ve hükmünü icra etmek için yaratıldı. Yaratılışın hikmeti budur. Ve âyet-i celiledeki hilâfet sözünden de bu mânâ kastedilir: «Rabbin meleklere, ben yeryüzünde bir halife yaratacağım dediği zaman ..» Bu devletin felsefesi tek olan Allah'a ubûdiyyet gerçeği üzerine kurulmuştur. Ve bu nizam, hâkimiyetin sırf Allah'a mahsus olduğunun kavranmasıyla kaimdir. Çünkü o insanın da, ötekilerin de tek sahibidir. Yeri göğü ayakta tutan ancak O'dur. Peki, Allah'ın kölelerinin elindeki bir devlete, emri altındakile-ri, kendi prensip hüküm ve yönetim biçimi olarak reva gördüklerine uymaya zorlama hakkı tanınması nasıl kavranacaktır?... Üstelik, onların hepsinin yaratıcısı da, onları kendi saltanatına boyun eğdirme veya kendi din ilkelerine yöneltmeye zorlama hakkından mahrum kalsın. Bu nasıl anlaşılacaktır? însan, yeryüzünde Allah'ın, emir ve hükümlerini uygulamakla mükellef halifesi olduğuna göre, kendi hüküm ve saltanatına ita-ata zorlama, dinini benimsemiş insandan başkası vasıtasıyla gerçekleşecek midir? Çünkü o kişiler: Allah'ın dinine girip O'na söz vermiş, O'nun yolunda mal ve canını fedaya karar vermiştir. Yaratılışının gayesi olarak İslâm toplumunu böyle ikame edecektir. Bu nokta kavrandıktan sonra artık yirminci asırda akılların bunu anlamak istemeyişi ve hazmedememesi önemsiz kalır. Çünkü bu cinsten birtakım kafaların bulunması tabiidir, islâm şuurunu sürekli yozlaştırmak, uyutucu, uyuşturucu görüşleri şırınga etmek isteyen kötü niyetli, ya da karışık kafalı birtakım fikir bozguncusu insan tipleri her ülkede bulunduğu sürece... Ve zaten onların .insan hürriyeti üzerinde, göründükleri kadar bir istek ve hassasiyetleri de mevcut olamaz... Kendilerini ve milletlerini sürekli aldatıp duran şu heriflerin nazarında hürriyetin ne önem taşıdığım kavrayabilsemL Çünkü, hep İslâm'ı ters yorar ve yalancı bir kılık kazandırırlar. Müslümanları da hep vadilerde deve ve koyunlarla hayat süren zavallılar olarak tanımak ve tanıtmak isterler. Ve böylece de, onların islâm'ı gerçeğiyle kavramasını önler, onları örümcek ağı içinde mahpus, savunmasız kalsın isterler. Maksad halkları da İslâm'ı tanımasın ve gerçeğini anlayıp ona bağlanmasın, o dine girmesin. Ve sonuç olarak, emperyalist terör rejimleri insanların üzerine en alçak baskı düzenlerini oturtsun. 0 halde b ze düşenin her halükârda, İslâm da'vetine akıllıca en uygun ölçüde nasihat ve tartışmayla devam olduğu hususunu gözden kaçırmamaktır. Ve bunun geçici bir iş olmadığını da bilmeliyiz. Bu da'vet problemini gerçeğiyle kavradıkça da müslümanlar, fıtrat dini, değişmez kanun olduğunu daha iyi anlayacak ve insanlık hangi milletten olursa olsun kaybettiği değerlerini ve şahsiyetlerini bu dinde bulacaktır. Buna karşı çıkan sadece kalbi kararmışlar kalacak. Bu da onların İslâm'a karşı içlerinde besledikleri kinin delili olacak. Yine kavramak zorundasın ki; yukarıda bahsettiğimiz zorlama; sadece mulh.'d, müşrik ve mürtecilere has uygulamadır. Kitab ehline ise bilindiği gibi sadece, fslâm nizamına boyun eğmesi yeterlidir. Şu bakımdan ki; onların Allah'a inanmış olmaları, müslüman-larla hemhal olup, onlarla birarada yaşamaları, onları gün olup uyaracak, gerçek doğrunun ne olduğunu tanıyıp, akidelerinin düzelmesini sağlayacnktır. Resûlullah (s.a.v.)'ın melik ve reislere gönderdiği mektupların ihtiva ettiği savısız hükümleri de şöylece toparlayalım: 1- Resûlullah (s.a.v.)'ın vazifelendirmiş olduğu da'vet topye-kûn insanlığadır. Belli bir millete veya sınıfa değil. Zira onun risâleti tüm insanlığa göredir. Irki, milli, bölgesel bir yanı yoktur. O yüzden Resûlullah (s.a.v.) bu çağrışım, o gün için yeryüzünde hâkim devlet başkanları ve beyliklerin reislerinden hiçbirini ayırmadan hepsine yöneltmiştir. Nitekim Enes (r.a.)'in rivayetine göre o Kisrâ'ya, Kayser'e, Necaşî'ye ve her yetki sahibi emire mektup gönderip Allah'ın uyarısına çağırmıştır. 2- Herakl'ın ve İsâ (a.s.)'nın dini üzere olduklarını zanneden etbaınm durumu da şunu gösterse gerekı Onlar, bütün ehli kitabın da gördüğü gibi Hakk'a karşı çıkıp bâtılda direnmekteler. Aslında, tâklid ve taassublu hayâllerinde bir d'.n icad etmişler, artık tutundukları şeyin bâtıl mı, hak mı olduğuna bakmıyorlar bile. Yâni onların yaptıkları, onların şahsiyet ve milli geleneklerinin din biçimindeki görüntüsüdür. Buna karşı Herakl'ın gerçek mevkii ise, başlangıçta onur verici görünse de esasta, onların inandığına inanır görünüp, saltanat ve hükmünü devam ettirmek oluyor. Bu tezgâhladığı oyun ise, bir denemedir. Ve onların nabzını yoklamaktan ibarettir. Halk ve çevresi neye razı ise ve kendi mevkiini neyle koruyacaksa önemli olan odur. (Din tebeddül edebilir...) 3- ResûluUah (s.a.v.)'ın buradaki uygulaması, mühür kullanmanın meşruiyetini belirttiği gibi, mührün (yuzukî gümüşten olduğunu da gösteriyor. Aynı zamanda sahibinin isminin nakşedilmesi-nin şeriata uygunluğuna da delâlet ediyor. Buradan birçok ulema, tıpkı Resûlullah (s.a.v.)'m yaptığı gibi parmağa yüzük takmanın mubah olduğuna ve bunun da küçük parmak olduğuna istidlal etmişlerdir. 4- Yine O'nun (s.a.v.) uygulaması gösteriyor ki; müslümanlar, hangi vasıta ve imkanla olursa olsun dünyanın her köşesinde İslâm da'vetini yaymak zorundadırlar. Bu sebeblerden en önemlisi de İslâm'a çağrılan milletlerin kendi dillerini bilerek onlara da'veti o dil ile ulaştırmak; ahkâm ve prensipleri böylece o dillere tercüme etmektir[44]. Gerçekten de görüyoruz, Resûlullah (s.a.v.)'in bir günde çıkardığı altı elçinin herbiri gideceği ve tsîâm'ı tebliğ edeceği devlet reisinin dilini, o milletin dilini biliyordu. Yne O'nun (s.a.v.) ameli, az bir düşünceyle anlaşılır ki, herşeyden önce müslümanlar İslâm da'vetine âit sorumluluğu içîerindp duyup aralarında pekiştireceklerini ifade eder. Yâni önce islâm nizamını hayatlarında tatbik ederek bunda büyük bir merhale kat'ettikten, hâl ve tavırlarını iyice düzelttikten sonra, sıra ikinci ödeve gelir. Haniya, Resûlullah (s.a. v.) bundan önce de b'rçok sahabesini bazı devlet başkanlarına elçi olarak gönderebilirdi. Ama söylediğimiz şekilde birinci vazifeyi tecâvüz etmiş olmak vardı. Yâni iyi anlamamız lâzım ki: müslümamn, bir başkasını İslâm'a çağırmasının en ilk ve esas şartı kendi nefsini tam İslâm'a uygun hâle sokmasıdır. Çünkü baştan beri arar durur, uyacağı örnek, yol ve ahlâk tarzını. Ama onun canlı örneğini görmeyi de başta ister. Yâni, bugünün müslümanı gerçekten Islâmî şeref ve haysiyetlerini koruyup onu uygulasalar, prensip ve hükümlerine hakkıyla uysalar, bu hak nurunun huzmeleri cahil Afrika'yı da, Avrupa'yı da tamamen aydınlatmıştı. Bu elçi ve mektup gönderme olayı yukarıda geçtiği üzere, yedinci hicret yılındaydı. Yâni fetihten önce. Bu tesbit edilen tarihde bütün siyer uleması da ittifak etmişler. Buhârî'nin sahîhindeki yorumu bunu değiştirmez. Orada Resûluüah (s.a.v.)'in mektup göndermesinin Tebük gazasından sonra olduğu haber verilir ki; bu hâdisenin ancak dokuzuncu yılda olduğuna götürür akh... Ibn Hâcer der ki: Bu iki kavlin ortalaması şöyle olabilir: Re-sûlullah (s.a.v.), Kayser'e iki kere mektup yazmış olmalı. İkincisinin açıklaması İmam Ahmed'in Müsned'inde geçer. Aynı şekilde Ne-caşi'ye de iki mektup yazmış olabiLr. Birincisi müslüman olmuş ve öldüğünde de gıyabi cenaze namazım Resûlullah (s.a.v.) kılmıştı. İkinci Necâşî ise kâfirdi. [45] [1] Ehâbiş: Kinâne kabilelerinden bir kol. Hubşl dağı eteğinde yaşarlardı. (Mütercimler) [2] Çarpışma, kan dökme veya akrabalık gereklerini ifa... (Mütercimler) [3] Bu, Buhâri'nin «Kitâbü'ş-ŞarU'ındaki rivayet, Îbn tshâk ve öbürlerinde de var. Buharı ayrıca «Meğâzî» bölümünde şunu nakleder: O. kuyunun kenarına oturup, bir kabla su getirip, ağzına alıp çalkaladı, dua etti. Onlara da bir saat duâ edin dedi. Ve artık onlar kanıncaya kadnr su İçtiler. H. tbn Hâ-cer ise: Fethti'l Bâri'de: Bu iki hali birlikte mütalâa mümkündür, der. Yine bir hadîste dr, elini yu kabına koyunca parmakları arasından su fışkırmaya başladı. Bu bir başka zaman vâki olmuş olabilir de. Bütün bunlar, sabit ve sahihtir. [4] Avzu MrtAfll diyo adı geçen deveyi yanlarında Getirmişler. Su ve yiyenle İhtiyaçlarını karşılayarak müslümanları bekleyip engellemek gayesindey-dller. [5] Burada Urve bir zamanlar bir diyeti Ödeyemediğinden Hz. Ebû Bekir'in kendisine karşılıksız yardımını zikretmektedir. [6] Bu tür davranış Araplarda samimiyet ifadesiydi. (Mütercimler) [7] Muğîre, câhiliyye döneminde onüç kişiyi öldürmüş de, Urve d^1 onun nâmına diyetlerini ödemiş. Onu başına kakıyor... [8] Bu parantezli kısımlar Müslimin ziyâdesidir. Ama Öbür bütün hadis Buhârl'-nin metnine dayanır. [9] Müttefekun aleyh. [10] Çünkü Hudeybiye musalâhasındaki Mekke"den gelenlerin iade olunmaları maddesi erkekler hakkında İdi. kadınları ilgilendirmiyordu. [11] Buhârî. Dr. M. Said Ramazan El-Bûti, Fıkhu’s Siyre, Gonca Yayınevi: 331-336. [12] Dr. M. Said Ramazan El-Bûti, Fıkhu’s Siyre, Gonca Yayınevi: 336. [13] Feth sûresi, âyet: 26. Dr. M. Said Ramazan El-Bûti, Fıkhu’s Siyre, Gonca Yayınevi: 336-338. [14] Yukarıda geçen Buhârl hadîsinin devamıdır. [15] Bak: el-tsâbe: 4/24. [16] Dr. M. Said Ramazan El-Bûti, Fıkhu’s Siyre, Gonca Yayınevi: 338-340. [17] Dr. M. Said Ramazan El-Bûti, Fıkhu’s Siyre, Gonca Yayınevi: 341. [18] Bak: Sahife: 197-198. [19] Resûlullah (s.a.v.)'a âmânın tevessülüne ve ona görmesinin İade edilişine dair hadis sahîhdir. Tfrmizi, Nesâî, Beyhakî ve ötekiler, Osman b. Hanîf (r.a.)'-den nakletmişlerdir: Âmâ bir kişi Resûlullah'a geldi. O mecllsde oturuyordu. Adam gözlerinin kör olduğundan yakındı, O da sabrı tavsiye etti. Adam yardımcısının olmayışı yüzünden âmâlığın çok zor olduğunu söyledi. Bunun üzerine: «öyleyse İbriği getir. Abdest al, İki rek'at namaz kıl ve şöyle dua et: Yâ Rabbl, sana yöneldim. Rahmet peygamberi olan Muhammed'ln vasıtasıyla. Yâ Muhammed, ben senin vasıtanla Rabblme yöneldim. Benim İhtiyacımı yerine getirsin diye. Yâ Rabbl, onu bana yardımcı kıl» diye emretti. Bâzı rivayete göre de: Eğer ihtiyacın varsa bu şekilde temessül et, fazlalığı vardır. Osman İbn Hânif diyor ki: Vallahi adam daha meclisden çıkar çıkmaz yanımıza girdiğinde gözleri görmeye başlamıştı. [20] Bu kitabın 88. sayfasına bak. [21] Bak: Za"dU'l-Meâd 2/114. [22] Mütareke konusunun tafsilâtı için : Muğni'I-Muhtâc: 4/260; İbn Kudâme'nin, Mugni: 9/29, Hidâye: 2/103 ile BidâyettH-MÜctehid: 1/374'e bakılmalı. [23] Dr. M. Said Ramazan El-Bûti, Fıkhu’s Siyre, Gonca Yayınevi: 341-347. [24] Metinde «Hamûs sözü geçiyor ki, o gün için ordu anlamına veya «Beş düzenli ordu» demek oluyor. [25] Müttefekun aleyh. [26] Hadis baştan sona müttefekun aleyhdir. [27] MUttefekun aleyh. [28] Olayın siyak ve sibakı böylece tbn İshâk'a âlt ise de: Buhârl ve Müslim'den de müttefekun aleyhdir. [29] Müttefekun aleyh. Dr. M. Said Ramazan El-Bûti, Fıkhu’s Siyre, Gonca Yayınevi: 347-349. [30] Cafer bin Ebî Tâlib'ın gelişi ve ganimetlere iştirakine dair haber, Buhârî'den ve ötekilerden alındı. Ama gelirken Resûlullahın karşılamasına dair tafsilât Buhârİ'dedir. [31] BuhârS ve Fethü'l-Bârl'ye de bakınız. [32] Dr. M. Said Ramazan El-Bûti, Fıkhu’s Siyre, Gonca Yayınevi: 350. [33] Ebû Hanife ise : Süvariler için İki hisse verilir. Biri kendisi, biri atı içindir. Bu da yukarıda zikrettiğimiz gibi, Resûlullah'm uygulamasını delil almaktadır. [34] Bak: Fethü’l-Bâri: 7/240-249. [35] A'lâmü'l-Muvakkiin: 3/292'ye bakın' Kadının para karşılığı kendisini boşamasını; «bâtıl bir hiyle» diye vasıflandırır, sonra: 4/110'da: bunu kendince meşru on kadar delille meşru gösteriyor. Başına sonuna bakınca, ne garlb bir tenakuz olduğu anlaşılır. Daha geniş bilgi için «Zavâbıtıl-Maslaha - Fi'ş-Şerîati'l-îslâmiyye»: 293-294. sayfalarına bakınız. [36] Dr. M. Said Ramazan El-Bûti, Fıkhu’s Siyre, Gonca Yayınevi: 350-356. [37] İbn Sa'd'ın Tabakafmda özetlendi: c. 2, s. 23. [38] Metinde «Erisin» geçiyor. İbn Hâcer bunun Feüâh: Çiftçi anlamına geldiğini ve tebaaya İşaret ettiğini söylüyor. [39] Buhâri ve Müslim'e göre müttefekun aleyhdlr. [40] Resûlullah'ın bu şekildeki mektubuna dair tafsilâtlı nakil, İbn Sa'd'ın Taba-kat'ındadır. Nitekim Buhârî de bunu özet olarak verir. Bu rivayette, Resûlullah'a mektubun yırtılma haberi ulaşınca, onun paramparça olması için bedduada bulundu. Üstad Şeyh Nasır da. Mısırlı Gazâlî'nin «Fıkhu's-Siyre» kitabına yazdığı dipnotlarda bu hususu tbn îshâk'a isnad ediyor. Bizim naklettiğimize ilâveten. Ama ben bunu Tabakat'ta görmedim. Buna göre Resûlullah o elçilerin byıklarım uzun, sakallarını ise kazınık görünce: «Yazık sizlere, ne bu hâliniz?» buyurdu. Onlar da Rabbimlz böyle emreder, dediler. Yâni Klsrâ'yı kasdediyorlardı. Halbuki bu ziyade tbn Cerir'dedir. Galiba bir ufak yanlışlık var. (Müellif) [41] Bu Vâkıdî'nin Amr bin Hakim'den nakli, tbn Hâcer der ki; İbn Şahin de M. Yezid tarikından aynı şeyi zikretti. [42] Dr. M. Said Ramazan El-Bûti, Fıkhu’s Siyre, Gonca Yayınevi: 357-359. [43] Dr. M. Said Ramazan El-Bûti, Fıkhu’s Siyre, Gonca Yayınevi: 359-361. [44] Ancak; mektublara konan âyet-i kaimeler aslî metin ve dilinde İdi. Bu da; Kur'ân'ın tercümesi konusunda bu fıkır verir. (Mütercimler) [45] Dr. M. Said Ramazan El-Bûti, Fıkhu’s Siyre, Gonca Yayınevi: 361-364. |