๑۩۞۩๑ Kitap Dünyası - İlim Dünyası Kütüphanesi ๑۩۞۩๑ => Fıkhus Sire => Konuyu başlatan: Safiye Gül üzerinde 07 Ekim 2010, 18:00:04



Konu Başlığı: Bisetten hicrete
Gönderen: Safiye Gül üzerinde 07 Ekim 2010, 18:00:04
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM

Bİ'SETTEN  HİCRETE


1- Resülullah'ın Hayatında Îslam Da'vetinin Merhaleleri
 

İslâm da'veti, Resûlullah'ın hayatında, bi'setinden vefatına ka­dar dört devre geçirdi.

1. Devre: Gizlice da'vet. Üç yıl devam etti,

2. Devre: Savaş olmadan yalnızca dil ile açıktan yapılan da'vet. Bu da hicrete kadar devam etti.

3. Devre: Haddi aşanlarla ve kötülüğe başvuranlarla savaşmak­la birlikte, açıktan da'vet... Bu dönem de, Hudeybiye anlaşmasına kadar sürdü.

4. Devre: Allah'a da'vet yolunda engel olarak çıkan veya müş­riklerden, inkarcılardan ve puta tapanlardan - da'vet ettikten ve da'­veti bildirdikten sonra - îslâm'a girmekten kaçınan herkesle savaşa­rak, açıktan yapılan da'vet... Bu dönem, İslâm'daki cihad hükmü­nün ve islâm Şeriatının, üzerinde karar kıldığı ve son şeklini aldığı dönemdir. [1]

 

a-Gizlice Da'vet
 

Resûlullah (s.a.v.), Allah'ın emrini yerine getirmeye koyulurken, önce insanları, tek olan Allah'a kulluk etmeye ve putlardan vazgeç­meye çağırmaya başlamıştı. Ama O, bunlara, şirk ve puta tapma konusunda mutaassıp (körü körüne bağlı) olan Kureyş'in üzerin­de ani bir etki yapmasından endişelenerek gizlice da'vet ediyordu. Bunun için Hz. Peygamber da'veti, Kureyş'in umumi toplantıların­da açığa vurmuyordu ve kendisine akrabalık veya eskiden tanıdık-lık bağıyla bağlı olanların dışında kimseyi da'vet etmemişti.

İslâm dinine giren ilk kişiler arasında şunlar bulunuyordu-. Hü-veylid kızı Hadice (r.a.), Ali bin Ebi Tâlib, Resûlullah'm âzadlısı ve oğulluğu Zeyd bin Harise, Ebû Bekr bin Ebî Kuhâfe, Osman bin Affan, Zübeyr bin el-Avvam, Abdurra'hman bin Avf, Sa'd bin Ebl Vakkas ve diğerleri... (Allah hepsinden razı olsun).

Bu zevat da tabiî,, Hz. Peygamber'le gizlice buluşuyorlardı. On­lardan biri, herhangi bir ibâdeti öğrenmek için ta'lim yapmak istese, Kureyş'in bakışlarından gizlenerek Mekke'nin civarındaki vadi­lere giderdi.

İslâm'a girenlerin sayısı otuzun üstüne çıkınca, - kadın ve er­kek buna dahil- Allah Resulü, ta'lim ve irşad ihtiyaçlarını gider­mek, onlarla buluşmak için İbnu'l-Erkam'ın evini karargâh olarak seçti. Bu dönemde da'vetten elde edilen sonuç; yaklaşık olarak, İs­lâm'a giren kadın ve erkeklerden kırk kişi olmuştu. Bunların çoğu fakirlerden, azadlı kölelerden ve Kureyş arasında hiçbir mevkisi ol­mayan kişilerdendi[2].

 

İbretler Ve Öğütler
 

1- Resûlullah (s.a.v.)'ın da'vetinin başlangıcındaki gizliliğin yorumu:

Şübhesiz ki, Resûlullah (s.a.vj'm, bu ilk yıllarda İslâm'a da'veti gizli tutması, kendi canından korkusu sebebiyle değildir. O, İs­lâm'a da'vetle görevlendirildiği ve Cenâb-ı Hakk'ın: «Ey örtülere bü­rünen Peygamber! Kalk, inzar et...» âyeti indği vakit, kendisinin insanlara Allah'ın elçisi olduğunu öğrenmişti. Bunun için O, kendi­sini bu da'vetle görevlendiren ve peygamber olarak seçen Allah'ın onu insanlardan korumaya ve himaye etmeye kadir olduğunu ke­sinlikle biliyordu. Şayet Allah, ilk günden itibaren O'na insanların arasında da'veti alenî olarak açıklamasını emretseydi, elbette O, bu konuda kendisine öleceği yer gösterilmiş olsa bile, yine bundan bir dakika geri durmazdı. Fakat Allah (c.c.) ilk devrede O'na da'veti gizli olarak sürdürmesini, ancak çok güvendiği ve kendisine inana­cağını yakinen bildiği kimselere açmasını ilham etmişti. Bu da, da-.ha sonraki, da'vetçilere, zahirî sebeb ve tedbirlere başvurmanın meş­ru olduğuna dair ta'lim ve irşaddı. Da'vetin gaye ve hedeflerine va­rabilmesi için başvurulması gereken akl-ı selim ve doğru düşün­cenin telkin ettiği vasıtaları da gösterdi. Buna rağmen, bütün bu sebeb ve vasıtaların Allah'a tevekkül ve itimada baskın çıkmama­sı, yine insanın bu sebeblere tutunmasına rağmen onun öz fikir, ta­savvur ve hareketlerini kenetleyen bir anlayışa sahip olmaması da gerekir. Bu tür bir anlayışın Allah'a imanın kökünü kazıyacağı da bir gerçektir. Ayrıca İslâm da'vetinin karakterine de ters düşer...

Buradan da anlaşılıyor ki, Resûlullah'ın bu dönemde da'vette takib ettiği metod, Allah'tan aldığını tebliğ eden bir nebi sıfatıyla olmaktan ziyade, bir lider olarak, siyaset-i şer'iye kabilinden bir tu­tumdu.

Buna binâen, her asırdaki İslâm da'vetçilerinin; içinde yaşadık­ları asrın durumuna ve şartlarına göre1 davetin keyfiye tindeki elas­tikiyeti, yâni sertlik veya yumuşaklığı, açıklık veya gizliliği kullan-, maları caiz olur. Bu elastikiyete, İslâm şeriatı, Resûlullah'ın siyre-tindeki gerçeğe dayanarak, birtakım şekiller veya zikri geçen dört merhale dahilinde birtakım sınırlar çizmiştir. Bunların tümünde, İslâm da'vetinin selâmeti ve müslümanların maslahatı gözönünde bulundurulmaktadır.

Bunun için İslâm Hukukçuları; müslümanların savaş kararı al­dıkları zaman; sayıca az, malzeme bakımından zayıf oldukları tak­dirde, düşmanlarını mağlûp edemeden öldürülecekleri kanaat; ga­lip geleceği cihetle, hemen burada canı koruma maslahatının öne geçmesinin gerekli olduğu fikri üzerinde ittifak etmişlerdir. Çünkü mukabil maslahat -ki, o da dini korumaktır- zandan ibaretfr veya durum en azından menfidir...

Izz bin Abdüsselâm bu tür bir savaşa girmenin haramlılığım açıklayarak şöyle der: «Düşmanı yenmek mümkün olmayınca ye­nilmek mukadderdir. Çünkü bu hususta direnmek can kaybına y^l açar. Bu da düşmanı güldürür, müslümam yıldırır. Buradaki diren­me fesada yol açar. Fesadın devamında da maslahat yoktur[3]».

Ben derim ki, burada canı koruma maslahatının öne geçmesi, yalnızca zahir yönündendir. işin hakikat ve uzak hedef yönüne ge­lince, vakıa o dinin maslahatıdır. Yâni dini koruma maslahatıdır. Çünkü dini maslahat - bu gibi hallerde - müslümanların, açılacak yeni fırsatlarda mücahedeyi sürdürüp üstün gelmeleri için, canları­nın sağ bırakılması gereklidir. Aksi takdirde, müslümanların helak olmaları, bizzat dinin kendine zarar vermek ve düşmanların önle­rindeki kapalı yolları açmak, hücum etmeleri için onlara imkân ta­nımak demek olur...

Özet olarak; savaş veya açıktan da'vet, bizzat da'vetin kendi­sine zarar verecek nitelikte olursa; da'veti gizlemek veya sulh yap­mak vâcib olur. Da'veti açıktan yapma imkânı varsa ve bu da fay­dalı ise; da'veti gizlemek câ-z olmaz. Savunma ve savaş gücü ye­terli olduğu zaman zalimlerle ve fırsatçılarla anlaşma yapmak ca­iz değildir. Müslümanların, cihad hazırlıkları yeterli olduğu takdirde, kâfirlerle cihadı bırakıp evlerinde oturmaları da caiz değildir.

2- İslâm'a giren ilk kişiler ve onların diğerlerinden Önce İs­lâm'a koşmalarındaki hikmet:

Siyret kitabları, ilk dönemde İslâm'a giren insanların büyük ço­ğunluğunun kölelerden, düşkünlerden ve yoksullardan meydana gel­miş karışık bir topluluk olduğunu bize naklediyorlar. Bundaki hik­met nedir? İslâm devletinin bu gibi insanların desteği üzerine ku­rulmuş olmasındaki sn- nedir?

Bunun cevabı şudur: Bu durum, Enbiyâ'nın da've tinin ilk dö­nemdeki tabiî meyveleridir. Nuh'un kavmini düşünmelidir: Onlar Nuh'un etrafında bulunan mü'minleri nasıl insanların en düşükleri ve ahmakları olarak nitelendiriyorlardı. Kur'an onların bu sözleri­ni şöyle naklediyor: «...Biz seni ancak bizim gibi bir insan görü­yoruz ve sana bağlı olanları, ilk bakışta, en düşkünlerimiz olarak görüyoruz...[4]». Fir'avun'a ve avanesine de bakmalı: Onlar da Mû-sâ'ya uyanları, nasıl zeliller ve ezilmişler olarak görüyorlardı? Hat­tâ Cenab-ı Allah, Fir'avun'u ve avanesini helak ettikten sonra, on­lardan şöyle bahseder: «...Fir'avun'un işkencesi altında ezilen o kavmi, arzın bereketlerle donattığımız doğularına ve batılarına mi­rasçı kıldık[5]». Allahü Teâlâ'nın Hz. Salih (a.s.)'i peygamber ola­rak gönderdiği Semûd kavmine de bakmalı. Semûd kavminin çok kibirli liderleri ondan nasıl yüz çevirdiler? Halbuki ezilmiş insanlar Hz. Salih'e iman ettiler. Yüce Allah yine bu konuda: «Salih'in kav­minden imana gelmeyip, kibirle nenler, içlerinden iman eden ezil­mişler için alay yollu, şöyle dediler: -Siz Salih'in hakikaten, Rabbi tarafından gönderilmiş bir peygamber olduğunu biliyor musunuz? Onlar da: «Biz, doğrucu Ununla gönderilen herşeye iman edenleriz» dediler. O kibirlenerek iman etmeyenler: -Doğrusu biz, o sizin inan­dığınız şeyi inkâr eden kâfirleriz- dediler[6].

İşte bundaki sır budur. Gerçekten Allah'ın bütün Enbiyâ ve Re-sûl'lerle gönderdiği bu dinin hakikati, yalnızca, insanları diğer za­lim insanların sultasından kurtarıp, Allah'ın hâkimiyet ve saltana­tına sokmaktan ibarettir. O öyle bir hakikattir ki, tanrılık iddiasın­da bulunanların Tanrılığını, despotların hâkimiyetini, liderlik sev­dasına düşenlerin ezici kuvvetlerini kökünden kazır. Yine bu ha­kikat, ezilmişlerin, zillete uğramışların ve her türlü hak ve hukuk­tan mahrum bırakılmışların durumunu  düzeltmekle  uygunluk arzeder. Allah için yapılan tslânı da'vetirün karşısına dikilme, yâni ki­birlenme ve inad, bu tanrılık iddiasında bulunanlardan ve despot­lardan gelmektedir. Allah'ın emirlerine boyun eğme ve o emirleri yerine getirme ise, bu ezilmiş insanların yapacağı işlerdir. Bak! Bu hakikat bütün çıplaklığıyla, Kadisiye savaşında Fars (tran) ordu­sunun komutanı Rüstem ile, Sa'd bin Ebî Vakkas (r.a.)'ın ordusun­da basit bir asker olan Rıb'İ bin Âmir arasında geçen şu konuşma­da kendisini göstermektedir. îran Komutanı Rüstem, Rıb'î bin Âmir'e şöyle der:

- «Sizi bizimle savaşmaya ve ülkemize saldırmaya zorlayan şey nedir?» Bu soruya karşılık oda:

- «Biz, arzu edenleri kullara kulluk etmekten çıkarıp, tek olan Allah'a kulluk etmeye yöneltmek için geldik» diye cevab verdi. Son­ra, Rüstem'in sağında ve solunda eğilmiş insanların saflarına baktı ve hayretle :

- Sizin hakkınızda bize birçok düşünce ve  fikirler ulaşmıştı. Fakat ben sizden daha akılsız bir kavim görmüyorum. Biz müslü-manlar topluluğu, birbirimizi köle edinmeyiz. Zannetmiştim ki siz de bizim gibi birbirinize yardımcı oluyorsunuz. Halbuki bana gös­terdiğiniz en iyi işiniz; bir kısmınızın öbürlerinin tanrıları olduğu­dur!..» dedi.

Bunun üzerine ezilen zavallılar birbirlerine dönüp, «Vallahi bu Arap doğru söyledi» diye fısıldaştılar. Ama Komutanlar ve diğer yetkililer, Rıb'i'nin bu sözünde, e nân iye ti erine dokunup onu yakan yıldırıma benzeyen birşeyler buldular ve birbirine şöyle dediler: «Bu Arap öyle bir söz ortaya attı ki, artık kölelerimiz ona doğru yöne­lirler.[7]

Bu söz, şu anlama gelmez: Herkesten önce İslâm'a koşan ezilmiş kişiler, İslâm'a, imandan ötürü girmediler. Aksine onlar ezenlerin ve ululuk taslayanların işkencelerinden kurtulmak için girdiler. Şöy­le ki, tek olan Allah'a inanmak ve Hz. Muhammed (s.a.v.)'in getir­diklerini tasdik etmek, Kureyş'in ileri gelenleriyle, ezilmişler arasın­da müşterek bir ölçü olmuştu. Onlardan Hz. Muhammed (s.a.v.)'in Rabbinden getirdiği haberlerin doğruluğunu bilmeyen hiçbir kim­se yoktu. Ancak Kureyş'in içindeki liderleri ve kendilerini büyük gö­renlerin liderlikleri, onları Resûlullah'a uymaktan ve ona boyun eğ­mekten alıkoymuştu. Bunun en tipik örneği; Resûlullah'ın amcası «Ebû Talibedir.  Ama yoksullar ve ezilenler böyle değildi. Onların Hz. Peygamber'e boyun eğmelerine, imanlarıyla onun da'vetlne ica­bet etmelerine engel olacak herhangi birşey yoktu. Onlardan her-birinin Allah'ı en üstün kabul ettiği, Allah'ın hâkimiyetinin dışında bir hâkimiyete veya O'nun gücünün dışında bir güce aldırış etme­diği, yalnızca Allah'ın ulühlyyetine iman ettiği anda, duyduğunu ve hissettiğini buna ekleyebiliriz. Allah'a imanın meyvesi olan bu şuur, aynı zamanda sahibine güç veriyor, sahibine saadet ve sevinç veriyor...

Bu asırda, bir kısım îslâm düşmanlarının Hz. Muhammed (s.a. v.) 'in yerine getirdiği islâm da'vetinin, ancak Arap toplumunun ilhamından ibaret olduğunu ve o zamanki Arap fikir hareketinin şekillenmesinden başka birşey olmadığını iddia ettikleri vakit, on­ların ortaya attıkları iftiranın büyüklüğünü de buradan anlıyoruz: Eğer bu iş onların dediği gibi olsaydı; bu- da'vetin hasılatı, başlan­gıcından üç yıl sonra, erkek ve kadın olmak üzere kırk kişi olmaz­dı. Üstelik bu müslümanların tümü, yoksullardan, ezilmişlerden, köle ve âzadhlardan oluşmaktaydı. Onların başında Suheyb-i Rû­mi, Bilâl-i Habeşi gibi yabancı milletten olan insanlar gelmekteydi.

Üstelik, ileriki bahislerde, Hz. Peygamber'! kendi memleketinden hicrete zorlayan, etrafında bulunan insanları şuraya buraya dağıl­maya ve göçmen olarak Habeşistan'a kadar gitmeye mecbur eden, bizzat bu Arap toplumunun olduğunu göreceksiniz. Bu durum ise, müsteşriklerin, Arapların düşünce ve temayüllerinin şekillenmesin­den ibaret olduğunu iddia ettikleri îslâm davetine karşı, yine ay­nı Arapların gösterdiği bir hoşnutsuzluk olduğuna göre müsteşrikin yalanı ortada }salu\.[8]

 

b- Da'veti Açığa Vurma
 

îbn Hişâm naklediyor:

İnsanlar, kadınlardan ve erkeklerden oluşan gruplar halinde İs­lâm'a girmeye başladılar. Hattâ, Mekke'de İslâm'ın anılması yay­gınlaştı ve herkes tarafından konuşulur oldu. Bunun üzerine Yüce Allah, kendi elçisine, hak olarak gelen şeyleri açıklamasını, kendi emrini halka duyurmasını ve kendisine inanmaya da'vet etmesini emretti. Allah Resûlü'nün işini gizli tutması ile. Yüce Allah'ın ona dinini açığa vurmayı emretmesi arasındaki zaman, Bi'set'ten itiba­ren üç yıldan ibarettir. Sonra Allahü Teâlâ, Resulüne: «Şimdi sen, sana buyurulam açıkça ortaya koy, puta tapanlara aldırış etme» buyurdu[9].

Ve yine Yüce Allah: «Önce en yakın soydaşlarını uyar, sana tâ­bi olan mü'minlere (tevazu) kanadını İndir[10]» ve: «De ki, ben apaçık bir uyarıcıyım.[11]'» buyurdu.

Bunun üzerine, Allah Resulü, Rabbinin emrini yerine getirmeye başladı. Yüce Allah'ın: «Şimdi sen, artık sana emredileni açıkça or­taya koy, puta tapanlara aldırış etme» âyetine uyarak, Safa tepe­sine çıkıp: «Ey Fihr oğulları! Ey Adiyy oğulları!» diye seslendi. Ni­hayet hepsi toplandı. Dışarı çıkmayan kişiler de: «O da ne?» diye, bakması için adam gönderdiler. Hz. Peygamber ts.a.v.) onlara: «Ben size şu vadiden veya dağın eteğinden atlılar çıkacağını ve size sal­dıracaklarını haber versem beni tasdik eder miydiniz?» dedi. On­lar da: «Evet, şimdiye kadar senin yalan söylediğini görmedik» dedi­ler. Bu sefer Peygamberimiz: «Ben size önümüzdeki şiddetli azabı haber veriyorum...» dedi. Bunun üzerine Ebû Leheb: «Yazıklar ol­sun sana! Her gün hüsrana uğrayasın. Bunun için mi bizi topladın?» diyerek Hz. Peygamber'e hakaret etti. Bunun için de Cenâb-ı Hak «Tebbet» sûresini indirdi.[12]

Yine Resûlullah (s.a.v.î, Yüce Allah'ın «-Önce en yakın soydaş­larını korkut!» emrine uyarak, etrafındaki yakınlarım, akrabalarını ve oymağını toplayıp onlara şöyle dedi:

- Ey Kâb bin Luey Oğulları!  Kendinizi Cehennem ateşinden kurtarınız!

- Ey Mürre bin Kâ'b Oğulları! Kendinizi Cehennem ateşinden kurtarınız!

- Ey Abdü'ş-Şems Oğulları! Kendinizi Cehennem ateşinden kur­tarınız!

- Ey Abd-i Menâf Oğulları! Kendinizi Cehennem ateşinden kur­tarınız!

- Ey Abdülmuttalib Oğulları!  Kendinizi Cehennem  ateşinden kurtarınız!

- Ey Fâtıma![13] Nefsini Cehennem ateşinden kurtar! Çünkü ben sizin için Allah tarafından verilmiş bir nüfuza mâlik değilim. An­cak sizinle  aramda  bir hısımlık bağı  vardır ki  onu da terk et­mem...[14]»

Kureyş'in Resûlullah'ı bırakıp gitmeleri, babalarından miras olarak aldıkları dini ve onların yaşama tarzlarını bırakmayacakları­nı, ileri sürerek onun çağrısını kabul etmemeleri; Hz. Peygamber'-in da'vetini açıklaması karşısında Kureyş tarafından gösterilen bir reaksiyon olmuştu. Allah Resulü o vakit onlara akıl ve fikirlerini, babalarının gidişatını taklid etme ve onlara uyma köleliğinden kur­tarmalarının zaruretini, akıl ve mantıklarını kullanmalarını önem­le belirtmişti.

Yine onlara, tapmaya devam edegeldikleri putlarının kendile­rine ne bir fayda, ne de bir zarar vere m iveceklerini açıkladı. Ku­reyş'in baba ve dedelerinden miras olarak devraldıkları puta tapı-cıhk hususunda yalnızca taklid saikiyîe onları izlemelerinin, ken­dileri için bir özür sayıl amıyacağım izah etti. Nitekim AUahü Te-âlâ onların hakkında: «Onlar, Allah'ın indirdiğine ve o peygambe­re geliniz, denildiği zaman, «Atalarımızı üzerinde bulduğumuz yol bize yeter,» dediler. Ya ataları birşey blmeyen ve doğru yolda ol­mayan kimseler idiyseler?[15]» diye buyurmuştur.

Resûlullah (s.a.v.) onların putlarına kusur bulup akıllarını ah­maklıkla suçladığı, babalarının ve dedelerinin âdetleri olan puta tapmalarından dolayı onların özürlerini kabul etmediği ve babala­rını da akılsızlıkla suçladığı zaman; Kureyşliler işi  büyüttüler ve onunla savaşa kalkıştılar. Allah'ın îslâm nimeti ile koruduğu kişi­ler hariç, bütün Kureyşliler Hz. Peygamber'in aleyhinde ve ona düş­manlıkta birleştiler. Ebû Tâlib ise bunların dışında kalmıştı. Ebû Tâlib, Peygamberimizi korudu ve ona acıdı, devamlı ona arka çıktı. [16]

 

İbretler Ve Öğütler
 

Resûlullah (s.a.v.)'m siyretinin bu bölümünde üç tane önemli işaret bulunmaktadır ki, biz onları aşağıda özetliyoruz:

Birincisi: Resûlullah Cs.a.v.) İslâm da'vetini Kureyş'e ve bütün Araplara açıkladığı zaman, onları şimdiye kadar hiç beklemedikleri veya alışmadıkları bir durumla karşı karşıya getirdi. Okuyucu, bu­nu Ebû Leheb'in protestosunda ve müşriklerin ileri gelenlerinin, Re-sûlullah'a karşı çıkmak ve düşmanlık etmek üzere yaptıkları itti­fakta açık bir şekilde görüyor.

Kureyş'in bu tavrı, İslâm dininin ahkâm ve prensiplerini milli­yetçiliğin bir meyvesi olarak tasvir etmeye kalkışanları, bir de Hz. Muhammed'in çağırdığı da'veti ile Arapların ideallerini ve arzula­rım temsil ettiğini savunan kişileri kesin bir şekilde reddediyor.

Bir araştırmacı, Peygamberimizin siyretine vâkıf olunca; bu gü­lünç iddiayı münakaşa etmek veya reddetmek için, kendisini yor­masına gerek kalmaz. Bu iddiayı, halkın arasında gündeme getiren kişiler, onun tutarsızlığını ve yanlış olduğunu önce kendileri bili­yorlar. Fakat bu gülünç iddia, her halükârda İslâm dinini ve onun hâkimiyetini fikir ve prensiplerinden uzaklaştırmak için onların na­zarında gerekli bir iddiadır. Bu iddianın gündeme gelmesi mümkün olsa bile, onun doğru olması o kadar önemli değildir. Fakat asıl önemli olan ve onlara faydalı olan, maksadlarımn bunu iddia etme ve gündeme getirmeyi gerekli kılmasıdır. Belki de okuyucu, bu ko­nunun bir yönünü, beşinci mukaddimede geniş bir şekilde zikretti­ğimizi unutmamıştır...

İkincisi: Allahü Tealâ'mn, Resulüne: «...Emrolunduğun şeyi açık­la...» âyetiyle, genel bir emirle yetinerek, özellikle akrabalarını ve soydaşlarını korkutmasını emretmemesi mümkündü. Çünkü soydaş­larının ve akrabasının bütün fertleri, huzurlarında da'veti ve cehen­nem azabını açıklayacağı tüm kişilerin içine giriyordu. O halde, soy­daşlarını korkutma emrinin hususiyetindeki hikmet nedir?

Bu sorunun en güzel cevabı şudur: Bu tür bir emirde umumî olarak bir müslümanı, hususi olarak da da'vet sahiplerini,,, yâni İslam idealistlerini ilgilendiren sorumluluğun derecelerine işaret var­dır.

Sorumlulukta en aşağı derece, kişinin kendinden sorumlu olma-. sidir. Bu derecenin hakkını vermek için, uzunca bir dönem olan vahyin başlangıç dönemi geçti. Yâni, Hz. Muhammed kendisinin peygamber olduğuna kanaat getirinceye kadar ve yine kendisine inen şeylerin sadece Allah'ın vahyi olduğuna inanıncaya kadar bu dönem devam etti. Bu duruma göre Peygamberimiz önce kendisine iman ediyor ve ileride alacağı ahkâm ve prensipleri kabul etmesi için kendisini hazırlıyor.

İkinci dereceye gelince, o da, müslümanın kendi ailesinden ve bakmakla mükellef olduğu yakın akrabasından dolayı sorumlulu­ğudur. Yüce Allah, bu mes'uliyetin hakkını vermeye dikkat çeke­rek; umumi ve açıktan tebliği emrettikten sonra, aileyi ve yakın' akrabaları cehennem azabıyla korkutma ve onlara islâm'ı tebliğ etme zaruretini özel olarak belirtti. Sorumluluğun bu derecesinde, akraba ve aile sahibi her müslüman, sorumluluk yükünü taşıma zaruretinde müşterektir. Bir müslümanın, akrabalarını ve ailesini İslâm'a da'veti ile peygamberin kavmini da'vet etmesi arasında hiç­bir fark yoktur. Ancak peygamber kavmini, Allah tarafından indi­rilmiş yepyeni bir şeriata çağırır. Bir müslüman ise, kendilerine gönderilen peygamberin da'veti ile çağırır, peygamberin diliyle ko­nuşur ve onun adına tebliğ eder. Bir Nebinin veya Resulün kendine vahyolunanları kavmine tebliğ etmekten vazgeçip, onların arasın­da oturması caiz olmadığı gibi, aynı şekilde aile reisinin kendi aile ve efradına tebliği bırakıp da oturması caiz olmaz. Aksine aile rei­sinin onları buna uymaya ve sıkı sıkıya tutunmaya teşvik etmesi vâcib olur.

Sorumluluğun üçüncü derecesine gelince, o da, âlim kişinin oy­mağından veya kendi memleketinden, hâkimiyet sahibi yöneticinin devletinden ve milletinden sorumlu olmasıdır. Bunların her ikisi de yâni yönetici ve âlim bu konuda peygamberin yerini tutarlar. Çün­kü her ikisi de, Hz. Resûlullah'ın «Alimler, Nebilerin mirasçılarıdır» diye buyurmasına ve hakim ile imâmın «halife» olarak isimlendi-rilmesine göre, Peygamberin şer'i mirasçılarıdır. Yâni imâm ve ha­kim Resûlullah'ın halifesidtr[17].

İslâm toplumunda, şeriatı iyi anlama ve kavrama, imâm ve ha­kimin başta gelen ödevlerinden olduğuna göre; Resûlullah'a yük­lenilmiş mes'uliyetin karakteri :1e hakimlerle, başkanlara ve ulema­ya yüklenilen mes'uliyet arasında kapsam ve genellik bakımından herhangi bir fark yoktur. Yukarıda da söylediğimiz gibi. Peygam­ber kendisine vahyedilen yeni bir şeriatı tebliğ eder. Ama berikiler ise; tebliğlerinde ve yaptıklarında Peygamberi izlerler, onun hidâ-yetiyle doğru yolu gösterirler, Peygamberin sünnetine ve siyretine sarılırlar.

Bu duruma göre Hz. Peygamber (s.a.v.î'in mükellef bir müslü-man olması hasebiyle kendi nefsinin sorumluluğunu, aile reisi ve yakın akraba sahibi olması vasfıyla, kendi ailesinin sorumluluğu­nu; sonra Allah tarafından gönderilmiş bir Resul ve Nebi olması se­bebiyle tüm insanların sorumluluğunu taşıyordu.

Her mükellef, birincisinde, her aile sahibi ikincisinde, âlimler ve hakimler de üçüncüsünde, Peygamber (s.a.v.) ile bu sorumluluğu paylaşırlar.

Üçüncüsü: Resûlullah (s.a.v.) kavmini, babalarından ve dede-rinden miras kalan an'anelere, iyilik ya da kötülüklerini düşünme­den körükörüne bağlanmalarından dolayı onları yermişti. Yine on­lara kendilerini hiçbir fikir ve mantık esasına dayanmayan âdet ve an'ane yobazlığından, akıl ve fikirlerini, körükörüne bağlanma esa­retinden kurtarmaları için çağrıda bulunmuştu.

Bu çağrısında da, îslâm dininin - akaid ve hükümlerinin - yal­nızca akıl ve mantık esası üzerinde kurulmuş olduğuna, bu dine sımsıkı sarılmadaki maksadın da sadece, kulların dünya ve âhiret maslahatlarına uygun olduğundan ötürü yapıldığına işaret vardır. Bunun için, Allah'a imanın ve O'na tâbi olan diğer itikadı şeylerin sıhhatinin şartlarından en önemlisi, herhangi bir örf ve âdetin en basit bir etkisi olmadan, kesin bilgi ve hür düşünce esası üzerine kurulmuş olmasıdır. Hattâ «Cevheretü't-Tevhid» sahibi, meşhur bir beytinde:

«Her kim, tevhidde, kurtulmadı taklidden, Onun da imanı kurtulmaz tereddütten»

demektedir.

Buradan da anlaşılıyor ki, İslâm dini sapık âdet ve an'anelere ve onların esaretine girmeye karşı savaş açmak için gelmiştir. Çün­kü o, tüm ahkâm ve prensiplerinde, müslümanlara akıl ve mantık esası üzerine seslenmiştir[18]. Halbuki âdet ve an'aneler, yalnızca baş­kalarına uyma ve onlara bağlanma sebebine dayanmaktadır. Yâ­ni onlarda hür düşüncenin ve inceleme unsurunun hiçbir etkisi bulunmamaktadır. Çünkü «Tekâlid : An'aneler» kelimesi Arap di­linde ve sosyolojide şöyle tanımlanmaktadır: «Atalardan çocukla­rına miras kalan âdetler topluluğu veya bir bölgede ya da bir top­lumda yaşayan insanların birbiriyle münâsebetleri sonucunda bir­birine geçen âdetler ve gelenekler. Ancak bunun taklid olmasının âmili hayatın ve var oluşun sebebi olarak bu âdetleri devam ettiren bir Uder fikrin, bir taassub kayd ü şartı vardır.»

insanların kendi toplumlarındaki yaşama tarzını, sevinçlerinde-ki eğlence biçimini, üzüntü ve hüzünlerindeki yas tutma şekillerini, temas ve te'sir yoluyla kendiliğinden alınmış veya eski âdetlerin etkisiyle yerleşmiş bulunan davranışları alışkanlık haline getirme­lerine sosyolojide ve dil ıstılahında «Tekâlid, an'ane» adı verilmek­tedir.

Bu husus, okuyucu için açıkça ortaya konunca, artık îslâm di­ninin «Tekâlid» diye isimlendirilen şeylerden - bunlar ister inanç­la ilgili olsun, isterse çeşitli ahkâm ve nizam içinde olsun eşittir -hiçbirini bünyesinde taşımasının mümkün olmadığını daha iyi kav­ramış olacaktır. Çünkü akide, akıl ve mantık esasına dayanmaktadır; ahkâm ise dünyevî ve uhrevi maslahatlar esasına dayanmaktadır ki; o maslahatların bazı akıllar bir kısım hikmet ve sebeblerini an­lamakta âciz kalsalar bile, yine de şahsı düşünce ve inceleme ile anlaşılabilirler.

Bu açıkça ortaya çıkınca, artık, İslâm'daki çeşitli ibâdetlerle, ahkâm-ı şer'iyyeye ve ahlâkî prensipler için; «tslâmi âdet ve an'ane­ler» tabirini kullanan kişilerin içine düştükleri hatanın büyüklüğü iyice anlaşılmış olur.

Çünkü, bu haksızca isimlendirme ve öylece etrafa yayma, zi­hinlere şunu ilham eder: İslâm ahlâk ve davranışlarının kıymeti, için­de beşer saadetinin sırrının gizlendiği ilâhî bir prensip olması se­bebiyle değil de, îslâm ahlâk ve nizamı ile alâkalı herşeyin yal­nızca atalardan ve dedelerden miras olarak kalan eski âdetler ol­ması sebebiyledir. Şübhesiz ki bu hatalı ilhamın kesin sonucu şu olur: Herşeyin değişip, ilerleyip, yenilendiği bir asırda bu eski mi­rası alıp topluma yükleyeceksiniz ve tabiî olarak da kimse ayak uyduramayacaktır!..

Hakikat şudur ki. îslâmi hükümlere bu damgayı vurmak affe­dilecek cinsten bir hata değildir. Ancak o, bâtıl damgalarla İslâm'a karşı ilân edilen harp zincirinin bir halkasıdır.

«Îslâmi an'aneler tabirini yaymaktaki asıl maksad' îslâmi ni­zam ve hükümlerin, getirilip üzerine «an'aneler» etiketini asmaktır. Nihayet bunun üzerinden bir zaman geçip, insanların zihninde, «an'aneler»in anlamıyla, Islâmî düzen ve ahkâm arasında bir bağın­tı kurulunca; halk da bu îslâmi düzenin, gerçekte, akla ve bilgiye uyan bir temel üzerine kurulmuş prensip ve ilkeler olduğunu unu­tunca; İslâm düşmanlarının, girebilecekleri noktadan İslâm'a saldır­maları kolaylaşmış olacaktır.

Zira müslümanlar gözlerini açıp, uyanınca; evlenme ve boşan-. ma, kadının örtünmesi ve korunması gibi İslâmî hüküm ve pren­siplerin, genel ahlâk kurallarının üzerine «an'aneler» örtüsünün ge­çirildiğini göreceklerdir. Artık bundan sonra, hele özellikle düşün­ce ve görüş hürriyetinin yüceltildiği şu asırda, an'aneleri terketme-ye; onların esaretinden çıkmaca ve bağlarını koparmaya çağıracak kişileri bulmaları çok tabiîdir...

Fakat hakikat şu ki, İslâm'da an'aneler yoktur.

Gerçekten İslâm öyle bir dindir ki, daha önce de gördüğümüz gibi, Resûlullah (s.a.v.)'ın yürüttüğü da'vetin daha ilk adımların­da aklı, an'anelerin pençesinden kurtarmak için geldiğini ortaya koymuştur.

İslâm'ın getirdiği düzen ve ahkâmın hepsi yalnızca birtakım prensiplerden ibarettir. Prensip ise; akıl ve düşünce esasına daya­nan kuraldır. Ve muayyen bir maksada varmayı hedef edinmek­tedir. Beşerî prensipler, çoğu kere koyucularının fikirlerindeki ay­rılıktan dolayı isabet kaydedemediği halde; îslâm prensipleri asla hata yapmazlar. Çünkü İslâm'ın prensiplerini koyan aynı zaman­da o kulların da, fikirlerin de yaratıcısıdır. Yalnızca bu konuda bi­le, bu prensipleri kabullenmek ve onların doğruluğu ile üstünlüğü­nü kesin olarak bilmek için yeterli akli delil vardır.

An'anelere gelince, onlar insanda bulunan taklid ve başkaları­na benzeme sebebiyle halkın kendiliğinden içine girdiği moda gibi akımlardır. Prensipler yâni kanunlar ise zamanın değişmesine kar­şılık korunması gereken bir çizgidir. Aksi olmaz. «An'aneler» ise toplumun fikir tarlasının ortasında kendiliğinden biten asalaklar topluluğudur. Onlar öyle zararlı otlardır ki, doğru düşünme yolu onlardan mutlaka temizlenmeli ve koparılmalıdır... [19]

 

2- İşkence
 

Kureyş, Resûlullah (s.a.v.)'a ve ashabına karşı düşmanlığını iyi­ce artırmıştı. Allah Resulü de onların işkencelerinden her türlüsü ile karşı karşıya gelmişti. Onlardan birini, Abdullah bin Anır bin el-Âs şöyle naklediyor:

«Nebi Sallâllahü Aleyhi ve Sellem, Kabe'nin Hıcr[20] denilen ye^ rinde namaz kılarken Ukbe bin Ebî Muayt çıkageldi. Ukbe, Resû-lullah'ın elbisesini toplayıp, mübarek boynuna dolayarak, hırsla onu boğmaya çalıştı. Bu sırada Hz. Ebûbekr (r.a.) de gelip yetişti. Hat­tâ Ukbe'nin omuzundan tutup öteye fırlattı ve «Rabbim Allah'tır, diyor diye faziletli bir adamı öldürecek misiniz?[21] dedi.

Abdullah bin Ömer (r.a.)'in rivayet ettiği hadîs de, bu işkence örneklerinden biridir. Abdullah bin Ömer şöyle anlatıyor:

«Bir defasında Resûlullah (s.a.v.) secdede iken, etrafında Ku-reyş'ten bazı kimseler vardı. O sıralarda, Ukbe bin Ebi Muayt, elin­de yeni boğazlanmış bir devenin işkembesi ve döl yatağı ile geldi. Elindekini Resûlullah'ın sırtına attı. Artık Resûlullah başını secde­den kaldıramadı. Bunun üzerine hemen Fâtıma (r.a.) gelip yetişti. Babasının üzerindeki pislikleri alıp, bu işi yapanın üstüne attı[22]».

Resûlullah (s.a.v.) her ne zaman, Kureyş müşriklerinin arala­rından yürüyüp geçse veya sokaklarda onlarla karşılaşsa, ya da yan­larına uğrasa, hakaretin, alayın kaş-göz hareketinin her çeşidini ona yöneltiyorlardı.

Bir kısım müşrikler. Peygamberimiz Mekke sokaklarından ge­çerken, yerden toprak alıp başına saçmak için karar aldılar. Başı toz toprak içinde Peygamberimiz evine döndü. Kızlarından biri aya­ğa kalkıp, hem ağlıyor, hem de başındaki toprakları temizliyordu. Allah Resulü de kızma: «Ağlama kızım, şübhesiz Allah onların ba­na yaptıklarına engel olacaktır'[23]» buyuruyordu.

Peygamberimizin ashabından (Allah hepsinden razı olsun) ba­zıları işkencenin her türlüsünü tadıyorlardı. Hattâ onlardan işken­ce altında can verenler ve gözlerini kaybedenler bile vardı. Bunla­rın hiçbiri, onları Allah'ın dininden vazgeçiremedi. Onların uğra­dıkları azab ve işkencelerden örnekler vermeye kalksak konu çok uzar. Fakat burada Buhârî'nin Habbab bin el-Eret'ten rivayet etti­ği hadîsi naklediyoruz. Habbab şöyle anlatıyor: «Peygamber Efen­dimiz, Kabe'nin gölgesinde kaftanım yastık yaparak, ona yaslanıp dinleniyorken yanına geldim. Müşriklerden şiddetli'bir işkence gör­müştük. Ben: «Yâ Resûlâllah, çektiğimiz şu işkencelerden dolayı bi­zim için Allah'a dua etmiyecek misin?» dedim. Bunun üzerine Pey­gamberimiz hemen doğrulup, oturdu. Benz! kızarmıştı. Şöyle bu­yurdu: «Sizden önceki ümmetler arasında öyle kimseler vardı ki, demir tarakla bütün derileri ve etleri kemiklerinden ayrılırdı da bu işkence yine onu dininden döndüremezdi. Allah elbette bu işi (İslâmiyet'i) tamamlayacak ve üstün kılacaktır. Hattâ hayvanına bi­nip San'a'dan ta Hadra-Mevt'e kadar tek başına giden bir kimse Allah hariç hiç kimseden korkmayacak...»[24]

 

İbretler Ve Öğütler
 

Düşünen bir kişi, Resûlullah'ın ve ashabının, müşriklerden gör­düğü, çeşitli işkence ve cefalara bakınca, aklına gelen ilk şey, ken­di kendine şu soruları sormak olacaktır: Resûlullah ve ashabı, Hak üzerinde oldukları halde, karşılaştıkları bu azab ve işkence de ne­dir? Onlar Allah'ın ordusu olduğu halde, aralarında Resûlullah bu­lunduğu halde ve onlar Allah'ın dinine çağrıda bulunurlarken ve onun yolunda savaşırlarken-, nJçin Yüce Allah onları bu işkenceden korumadı?

Bu soruların cevabı şudur: Dünyada insanın en başta gelen vasfı mükellef oluşudur. Yâni insan, Allah tarafından içinde külfet ve meşakkat bulunan şeyleri taşımakla görevlendirilmiştir. İslâm'a da'vet işi ve Allah'ın adını yükseltmek için yapılan cihad, teklifle il­gili şeylerin en önemlilerindendir. Teklif ise, Allah'a karşı kulluk ödevlerinin en önemlisidir. Çünkü teklif yoksa, Allah'a karşı kul­luğun bir anlamı olmaz. İnsanın Allah'a karşı kulluğu, Yüce Allah' ulûhiyyetinin gereğidir. Eğer Allah'a karşı kulluğumuzu idrâk edememiş isek, o zaruretlere inanmanın bir anlamı kalmaz.

Bu duruma göre hakikaten, ubûdiyyet yâni kulluk, teklifi (ödev-lendirme, teklif ise sıkıntılara katlanmayı ve nefs mücahedesini ge­rektirir.

Bunun için, şu dünyada, kulların ödevi iki işi gerçekleştirmek olmuştur.

Birincisi: İslâm'a sımsıkı bağlanmak ve gerçek îslâm toplumu­nu kurmak.

İkincisi: Bu uğurda meşakkatli yollara girmek, her türlü tehli­keyi göze almak, bunu gerçekleştirmek için malı ve cam feda et­mek.

Yâni, Allah bizi bir gayeye inanmakla mükellef kıldı. Problem, her ne kadar güçlüklere ve zorluklara varırsa varsın, Yüce Allah, bizi bu gayeye varan uzun ve meşakkatli yola girmekle mükellef kıldı.

Allah isteseydi, îslâmi toplumu kurma yolunu kolaylaştırır ve dümdüz yapardı. Ama, o zaman, bu yolda yürümek, yolcunun, kul­luk görevlerinden hiçbir şeye defti olmazdı. Müslümamn, Allah'a iman ettiğini açıkladığı gün, mahnı ve canını O'na sattığına, arzu ve isteklerinin, Resûlullah'ın getirdiği prensiplere uyacağına da de­lâlet etmezdi. Elbette o vakit, bu yolda, mü'min ile münafık, doğru ile yabancı birleşebilirdi. Biri, diğerinden farkedilmezdi.

O halde, Allah yoluna çağıranlar ve îslâm toplumunu kurma yolunda mücahede edenlerin karşılaştıkları şeyler; tarihin başlan­gıcından beri, kâinatta ilâhi bir kanundur. Şu üç hikmet onları ge­rekli kılar.

Birinci Hikmet: însandan hiç ayrılmayan Allah'a karşı kulluk sıfatı. Cenâb-ı Hak: «Ben insanları ve cinleri yalnızca bana kulluk etsinler diye yarattım» buyururken, bunu açıklamıştır.

İkinci Hikmet: Kulluk vasfından kaynaklanan teklif sıfatı. Akıl­lı olarak rüşt çağma ulaşan hiçbir kadın veya erkek yoktur ki; Al­lah tarafından, kendi nefsinde îslâm şeriatını, yaşadığı toplumda da îslâm nizamını gerçekleştirmek için mükellef kılınmış olmasın. Yâni, teklifin mânâsı tahakkuk edinceye kadar, bu uğurda birçok eza ve cefaya katlanmak gerekir.

Üçüncü Hikmet: Sadıkların doğruluğunu, yalancıların yalanını ortaya çıkarmak. Eğer insanlar, Allah sevgisini ve îslâm dâvasını sadece dillen ile ifade etmeye başlasa, o zaman yalancı ile doğru sözlü eşit olurdu. Fakat imtihan ve musibetlerle denenme, ikisi bir­den, doğru sözlüyü yalancıdan ayıran yegâne ölçüdür. Yüce Allah Kur'ân-ı Hakîm'inde şöyle buyurmuştur: «Elif-Lâm-Mîm. İnsanlar imtihandan geçirilmeden sadece, «iman ettik» demeleriyle bırakılı-vereceklerini mi sandılar? Andolsun ki, biz onlardan öncekilerini de imtihandan ge cirmi sizdir. Elbette Allah doğruları ortaya çıkara­cak, yalancıları da mutlaka ortaya koyacaktır.[25]Yine Yüce Allah bu konuda şöyle buyuruyor:

«Yoksa Allah içinizden, cihad edenleri ve sabredenleri belirtme­den, Cennet'e gireceğinizi mi sanıyordunuz?[26]».

Allah'ın kulları hakkındaki kanunu bu olduğuna göre, peygam­berleri ve sâlih kulları hakkında bile Allah'ın kanununun değişme­diğini göreceksin. Bunun için Allah Resulü ve ondan önceki tüm Resuller ve Nebiler eziyet gördü. Bundan dolayı Resûlullah'ın asha­bı işkenceye mâruz kaldı. Hattâ onlardan işkence altında ölenler, gözlerini kaybedip kör olanlar vardı. Halbuki onların fazlı yüce, Al­lah katındaki değerleri yüksek idi.

Okuyucu, bir müslümanın, İslâm toplumunu kurma yolunda karşılaştığı işkencenin karakterini anladığı zaman; bir kısım insan­ların zannettikleri gibi; hakikatta o işkencenin, bir ceza veya sâliki yolundan alıkoyan ya da mücahidi gayesine varmaktan engelleyen birşey olmadığını anlamış olacaktır. Bilâkis o, Allahü Teâlâ'nm ken­disine, doğruca varmayı emrettiği gaye ile müslüman arasında çiz­diği tabii yola girmiştir. Yâni müslümanlar, Allah'ın kendilerini ulaşmakla mükellef kıldığı gayeye doğru giden yollarında, gördük­leri işkence kadar ve aralarından verdikleri şehit miktarınca O'na yaklaşıyorlar demektir!..

Bunun için bir müslümana, meşakkat veya zorlukla karşı kar­şıya geldiği zaman, umutsuzluğa kapılması yakışmaz. Bilâkis bu durum, tslâm dininin karakteriyle uyum sağlamış bir durumdur. Müslümanlar, ne zaman Allah'ın emrini gerçekleştirmeye çalışarak, zarar ve musibetlere daha fazla tahammül ettiklerine kanaat geti­rirlerse, zafer müjdesini beklemeleri gerekir...

Okuyucum, düşün! Gerçekten bunun delilini açık bir şekilde Cenâb-ı Hakk'ın şu âyetinde bulacaksın: «Sizden önce gelenlerin durumu, sizin başınıza gelmeden, Cennet'e gireceğinizi mi zannet­tiniz? Peygamber ve onunla beraber mü'minler: Allah'ın yardımı ne zaman? diyecek kadar darlığa ve zorluğa uğramışlar ve sarsıl­mışlardı, iyi bilin ki, Allah'ın yardımı şübhesiz yakındır[27]».

îslâm aksiyonunun karakterini anlamamış, eza ve cefadan gör­dükleri şeyleri zaferlerden uzaklaştıklarına delil ve işaret sanmış olan bu kişilere cevab, Yüce Allah tarafından: «İyi bilin ki Allah'ın yardımı şübhesiz yakındır» şeklinde olmuştur.

Okuyucu bunun delilini açık bir şekilde yukarıda rivayet etti­ğimiz Habbab bin el-Eret kıssasında bulur. Hani o, bütün vücudu işkence ile dağlanmış olduğu halde, Resûlullah'ın huzuruna gelip, halini ona arzetmişti. Ve müslümanlara zaferin gelmesi için ondan dua talep etmişti. Bunun üzerine, Resûlullah'ın ona cevabı da bu mânada olmuştu.

Bir müslüman, bu işkence ve eziyetleri hayretle karşılıyorsa ve Allah yolunda bunları görmeyi garipsiyorsam bilsin ki, Allah'a ina­nan kulların hepsi hakkındaki kanun budur. İnanan kulların çoğu, dini uğrunda demir taraklarla tepeden tırnağa taranarak etleri ke­miklerinden ayırdedilirdi, yine de bu durum, onları Allah'ın dinin­den vazgeçiremezdi.

Eğer okuyucu, işkence ve eziyette zaferden umut kesme ve ümit­sizliğe kapılma işaretleri gördüyse, bilsin ki, kendisi vehme kapıl­mıştır. Çünkü doğrusu, bu yolda yürürken ve zafere yaklaşırken acı çekmek ve işkence görmek en tabii bir durumdur. Peygamberimiz (s.a.v.), Yüce Allah'ın bu dini zafere ulaştıracağını, hattâ San'a'-dan, Hadra-Mevt'e kadar yürüyerek giden bir adamın, Allah'tan baş­ka hiçbir şeyden korkuya kapılmayacağını - bir rivayetteki fazlalı­ğa göre -koyunları hususunda kurdun saldırısından bile korkmaya­cağım, haber vermiştir.

Bu mânânın aynısı, Resûlullah'ın ashabına Rum ve İran ülke­lerinin kendi ellerine geçeceğini müjdelemesinde saklıdır. Bununla beraber, bu ülkelerin fethedilmes iancak, Resûlullah'ın vefatından kı­sa bir zaman sonra vuku bulmuştur. Halbuki tarih, o ülkelerin, Pey­gamberimizin arkadaşlarından birinin komutasında fethedildiğini kaydetmesine karşılık; bu ülkelerin, Resûluîlah'ın sağlığında ve onun komutasında fethedilmesi, onun Allah katındaki üstünlüğünün ve sevgilisi olmanın bir gereği idi.

Zaferin, yukarıda açıkladığımız kanunla ilgisi olmasaydı, elbet­te bu husus, Allah'ın, Peygamberimize karşı beslediği sevginin gere­ğine yakın olurdu.

Müslümanlar, Irak ve Suriye'deki zaferlerinin bedelini, Resû­lullah'ın sağlığında, henüz Ödememişlerdi. Halbuki zaferden önce, onun bedelinin tümünü ödemek gerekir. Eğer Peygamberimiz  onların arasında olsaydı, yine ödemek gerekirdi. Fetihlerin, Resûlul-lah'm adıyla ilgili olması ve Allah'ın Resûlü'ne karşı büyük bir sev­gi beslemesinden ötürü, onun komutasıyla gerçekleşmesi, mes'ele değildir. Fakat, asıl mes'ele; Allah'a ve Resûlü'ne biat eden müslü-manların, bu biatlannda sadakat gösterdiklerini isbat etmeleri mes'e-lesidir. Bir de: «Allah şübhesiz, kendi yolunda savaşıp, öldüren ve öldürülen mü'minlerin canlarını ve mallarını, cennet karşılığında, satın almıştır[28]» âyeti altında, kabul ve rızâ gösterdikleri gün, Allah'a verdikleri sözde sadık kalmaları mes'elesidir. [29]

 

Uzlaşma Politikası
 

îbn Hişâm'ın îbn îshâk'tan rivayetinde şöyle denilmektedir: Bir gün, Utbe bin Rebia -kavmi arasında düşünce ve basiret sahibi bir liderdi - Kureyş'in bir toplantısında: «Ey Kureyş toplulu­ğu! Kalkıp, Muhammed'in yanına gitsem, onunla bir konuşsam ve ona birtakım işler teklif etsem olmaz mı? Olur ki bazılarım kabul eder de, istediklerim ona veririz. O da bizimle uğraşmaktan vazge­çer» dedi. Onlar da: «Çok iyi olur, ey Velid'in babası! Hemen kalk, git, O'nunla bir konuş» dediler. Bunun üzerine Utbe gidip, Allah Resûlü'nün yanına oturdu. Söze şöyle başladı: «Ey kardeşimin oğ­lu! Sen de biliyorsun ki, Kureyş içinde soyca-sopca, şeref ve itibar­ca bizden üstünsün! Fakat sen kavminin başına da büyük bir iş, bir gaile getirdin. Bununla onların topluluklarını dağıttın. Akılları­nı akılsızlık saydın... Beni dinle! Sana birşeyler teklif edeceğim! Bak, bunlardan bazısını kabul etmek işine gelir...» dedi. Resûlullah (s.a.v.) da ona: «Haydi, söyle ey Velid'in babası, seni dinliyorum» buyurdu. Utbe de:

«—Ey kardeşimin oğlu! Senin şu getirdiğin ve üzerinde dire­nip durduğun işle, eğer mal ve servet sağlamak istiyorsan; sana bi­zimkilerden daha çok malın oluncaya kadar mallarımızdan mal top­layıp verelim. Eğer bununla, aramızda, daha büyük şan ve şeref kazanmak istiyorsan, seni kendimize büyük ve ulu tanıyalım. Sen­den başkası ile bütün ilgimizi keselim. Eğer bununla hükümdar ol­mak istiyorsan, seni kendimize hükümdar yapalım.

Şayet, bu sana gelen, görüp de üzerinden atmaya güç yetireme-diğin bir evham, cinlerden perilerden gelme bir hastalık ve büyü ise, doktor getirelim tedavi ettirelim. Seni ondan kurtarmcaya ka­dar mallarımızı bu yolda saçarcasına harcayalım» dedi. Utbe söz­lerini bitirdikten sonra, Peygamberimiz  (s.a.v.î  ona:

«Ey Velid'in babası, söyleyeceklerini söyleyip, bitirdin mi?» di­ye sordu. Utbe de «evet» deyince, Hz. Peygamber (s.a.v.): «Şimdi sen de beni dinle,» dedi ve Fussilet sûresinin başından okumaya baş­ladı :

•Hâ-Mîm! Bu kitab, bilen ve anlayan bir kavm için, âyetleri ayrı ayrı açıklanmış, gereğince hareket edenleri, Cennetle müjdeleyici, etmeyenleri, uğrayacakları azabla korkutucu, Arapça bir Kur'-an olmak üzere, Rahman ve Rahim olan Allah tarafından indiril­miştir. Öyle iken onların çoğu, bundan yüz çevirmiştir. Artık on­lar dinlemezler. Onlar: «Bizi da'vet edip durduğun şeye karşı kalb-lerimiz kapalıdır, kulaklarımızda bir ağırlık, bizimle senin aranda da bir engel vardır. Sen istediğini yap, biz de yapacağız» dediler.

Onlara de ki: «Ben de sizin gibi bir insanım. Yalnız bana vahy olunuyor ki, «Sizin ilâhınız bir tek ilâhtır. Artık O'na yönelin, O'n-dan bağışlanma dileyin. O'na eş, ortak koşanların vay başlarına ge­leceklere...[30]».

Resûlullah böylece okumaya devam ederken, Utbe de dikkat­lice dinliyordu. Resûlullah aynı sûrenin: «Onlar yine bir olan Al­lah'a iman etmekten yüz çevirir, putlara tapmakta direnirlerse, on­lara de ki: «Âd ve Semûd kavimlerinin köklerini kazıyan saika (yıl­dırım) ya benzer bir azab ile sizin de kökünüzün kazınabileceğim hatırlatırım» (Fussilet: 13) âyetini okuyunca-, Utbe, Peygamberimi­zin ağzını tuttu, Âd ve Semud kavmini yakalayan azabın nerdeyse kendisini de hemen oracıkta yakalayıvereceğini sandı. Peygamberi­mizin okumaktan vazgeçmesi için akrabalık adına yemin verdirdi.

Sonra Utbe, arkadaşlarının yanma dönüp, aralarında oturduğu zaman, arkadaşları: «Ey Velid'in babası, arkanda neler bıraktın?» Neler görüp geçirdin?» dediler. Utbe: «Arkamdaki mi? Öyle bir söz dinledim ki, vallahi ben onun bir benzerini daha hiç dinlemiş de­ğilim. Yemin ederim ki, o ne şiirdir, ne sihirdir, ne de kehânettir. Ey Kureyş topluluğu! Beni dinlerseniz, siz bu adamı dâvası ile baş-başa bırakın, siz aradan çıkın. Ondan ayrılın. Vallahi benim ondan dinlediğim söz büyük bir haberdir. Siz, onu dışınızda kalan arap kabilelerine bırakacak, araya girmeyecek olursanız, iyi edersiniz. Onlar ona kâfi gelirler, engel olurlar. Eğer o, araplara galebe ça­larsa, onun hâkimiyeti sizin hâkimiyetiniz, onun şerefi sizin şere­finiz demektir...» dedi. Arkadaşları, Utbe'ye: «Ey Velid'in babası, vallahi o, diliyle seni de büyülemiş!» dediler. Utbe de: «Bu benim, onun hakkındaki kanaatim. Siz kendi görüşünüze göre dilediğinizi yaparsınız» dedi.

Taberi, îbn Kes'r ve başkaları şunu rivayet ettiler:

Aralarında Velid bin el-Mugire, Âs bin Vâil olmak üzere müş­riklerden bir grup, Resûlullah'm yanına gelip ona en zenginleri ola­cak kadar mal vermeyi, kızlarının en güzeli ile evlendirmeyi, bunlara karşılık onun, putlarına dil uzatmaktan ve âdetlerini akılsızlık­la suçlamaktan vazgeçmesini teklif ettiler. Resûlullah getirdiği hak nizama da'vetten vazgeçmeyince; bu sefer müşrikler: «Bir gün sen bizim putlarımıza taparsın, bir gön de biz senin ilâhına taparız» dediler. Resûlullah (s.a.v.) bunu da kabul etmedi. Bunu açıklar ma­hiyette, Kâfirûn sûresi nazil oldu: «De ki, ey kâfirler! Tapmam o taptıklarınıza. Siz de tapanlardan değilsiniz benim mabuduma. Hem ben tapıcı değilim sizin taptıklarınıza. Hem de siz tapıcılardan de­ğilsiniz benim mabuduma. Sizin dininiz size, benim dinim bana...»

Sonra Kureyş'in ileri gelenleri gelip, Utbe bin Rebia'nın başlat­tığı teşebbüsü yeniden başlatarak, toplu halde Resûlullah'm yanına gittiler. Peygamberimize başkanlık ve mal teklif ettiler.

Bunun üzerine Resûlullah (s.a.v.) onlara: «Sizin söylediğiniz şey­lerin hiçbirisi bende yoktur. Ben size, mallarınızı istemek, içinizde şöhret kazanmak ve başınıza lider olmak için gelmedim. Ama Al­lah beni size peygamber olarak gönderdi. Bana bir de Kitab in­dirdi. Allah bana iyiliklerinizden dolayı sizi Cennetle müjdeleyici, kötülüklerinizden dolayı da Cehennem azabı ile korkutucu olmamı emretti. Ben de Rabbimin bana vahyettiklerini size tebliğ ettim, si­ze öğüt verdim. Size getirip tebliğ ettiğim şeyleri alıp kabul eder­seniz, o size dünyada ve âhirettes nasip ve azığınız olur. Onu kabul etmeyip bana geri çevirirseniz, Allah aramızda hükmünü verince­ye kadar bana sabretmek ve katlanmak düşer» dedi. Peygamberi­mizin bu sözleri üzerine onlar: «Sen yaptığımız tekliflerden hiçbi­rini kabul etrneyeceksen, bari şu dileğimizi yerine getir. Sen her­kesten iyi biliyorsun k'., burası yâni Mekke vadisi dar, suyu kıt, geçimi zor bir memlekettir. Seni bize Peygamber olarak gönderen Rabbına yalvar, bize sıkıntı veren şu dağları kaldırsın da şehrimizi ova yapsın, orada bizim için Şam ve Irak'ta olduğu gibi ırmaklar akıtsın, geçmiş baba ve atalarımızdan bazı kimseleri de bizim için diriltsin. Diriltecek olanlardan bilhassa Kusay bin Kilâb'ı diriltsin ki o doğru sözlü, ulu bir kişidir. Senin söylediklerini onlara biz so­ralım bakalım o gerçek mi, yoksa boş, akılsız birşey midir? Yine Rabbin senin için bağlar, bahçeler, köşkler, altından ve gümüşten hazineler yaratsın. Seni bunlarla zengin yapsın da artık paraya pu­la ihtiyacın kalmasın, senin bizler gibi çarşı pazarda geçim peşin­de koştuğunu görmeyelim. Eğer istediğimiz şeyleri yaparsan, seni tasdik ederiz. Bununla Allah katındaki mevkiini, dediğin gibi onun seni bir peygamber olarak gönderdiğini öğrenmiş oluruz» dediler.

Resûl-i Ekrem Efendimiz onlara cevaben: «Ben böyle şeyleri ne yaparım, ne de Rabbimden isterim» dedi. Onlar yine bu uzun çekişme ve konuşmadan sonra, ona: «Senin hakkında bize iyice kanaat geldi ki, bunlar sana Yemâme'de kendisine Rahman denilen adanı öğretiyor. Vallahi biz Rahmân'a hiçbir zaman inanmayız. Yâ Mu-hammed-, biz sana neticenin iyi olmayacağını hatırlattık. Vallahi ya sen, ya biz yok olup gidinceye kadar senin yakanı bırakmayaca­ğız» dediler. Sonra kalkıp oradan ayrıldılar. [31]

 

İbretler Ve Öğütler
 

Resûlullah (s.a.v.î'ın hayatından, yukarıda sunduğumuz sahne­de üç tane işaret vardır. Onlardan her biri büyük bir önemi haiz­dir.

Birinci İşaret: O işaret, Resûlullah'ın yürüttüğü da'vetin içyü-zündeki inceliği ayırmada bize açıklık getiriyor. Yeni bir ideoloji sahipleriyle, devrim ve ıslahat çığırtkanlarının; âdet olarak içlerin­de gizledikleri gaye ve maksadlarıyla, peygamber dâvasının birbi­rinden ayrılmasını, karıştırılmam asını sağlıyor.

Acaba Hz. Peygamber (s.a.v.) da'vetinin arkasında, hükümdar­lığa ulaşma arzusunu mu gizliyordu? Yoksa, o zenginlik veya lider­lik için güçlü bir mevkiye ulaşma arzusunu mu gizliyordu? Yahut da kendisine isabet eden bir hastalık sebebiyle gözüne görünen ha­yallerden mi kurtulamıyordu?

Bu ihtimallerin hepsi, İslâm düşmanlarının ve tslâm'a fikrî sa­vaş açanların ifrata vardırdıkları birtakım tahminlerdir. Fakat, Alemlerin Rabbi'nin kendi elçisi için hazırladığı yüce hayatın sır­larına bakınız!... Aziz ve Celîl olan Allah, Resûlü'nün hayatını, her türlü ihtimalin kökünü kazıyan, her şübheye giden yolu tıkayan; islâm'a fikrî savaş ilân eden kişileri, savaşlarında, saplandıkları yol­da onlara şaşkına çeviren sahne ve tablolarla doldurdu.

Kureyş müşriklerinin, Resûlullah'ın dâvasının karakterini, risâ-letiyle bağdaşmayacak hedefleri ve onun bu tekliflerden hiçbirine tenezzül etmeyeceğini çok iyi bildikleri halde; bu ihtimallerin hep­sini kafalarında tasavvur etmeleri ve Resûlullah ile uzlaşma politi­kasına girmeleri, Allahü Teâlâ'nm açık hikmetlerinden biridir. Ve esasen ilâhî hikmet böyle olmasını murad etti ki; tarih sonrada'n ge­lecek olan îslâm düşmanlarının yalanlarını açıklasın.

Vom Vloten ve Won Kromer gibi batılılar uzun uzun düşündü­ler... tslâm'a saldıracak ve şübhe sokacak bir yol bulamadılar. An­cak gözlerini hakikata kapatıp, şu iddiada bulundular: «Hz. Mu-hammed'in daVetindeki itici faktörler yalnızca başkanlık ve liderlik arzusuydu...» Onlar böyle bir iddia ile kafalarım sert kayalara vu­rurlarsa, onları çok uzak mesafelere fırlatır tabiî...

Yüce Allah bu müsteşriklerde önce bu düşünce ve arzuları teş­vik etmek için Utbe bin Rebia ve benzerlerini bu işte kullandı. On­ların hepsini Hz. Muhammed'in önüne serdi ki, yakın ve kolayca on­lara nasip olsun ve hepsini Kureyş'e göstersin. Halbuki Kureyş alçaldı ve ona boyun eğdi. Kaldırdığı silâhı ve peygamberlerle asha­bına uyguladığı işkence vasıtalarını elinden bıraktı. Mademki Hz. Peygamber da'vetinin ve risâletinin arkasındaki arzu ganimet idi, ni­çin kendisine verilen bu ganimete yönelnıedi ve Kureyş'in ileri ge­lenlerine yumuşak bile davranmadı?

Hiç, başkanlık ve hükümdarlık isteyen bir insan, kendisine uzun bir görüşme, rica ve tehdit karışımı bir müzakere sonunda, istediği herşeyi vermeyi taahhüd edenlere karşı, şu cevabla sözü keser atar mı?: «Ben size, mallarınızı istemek, aranızda şöhret kazanmak ve başınıza lider olmak için gelmedim. Fakat Allah, beni, size peygam­ber olarak gönderdi. Bana bir de kitab indirdi. İyiliklerinizden dolayı cennetle müjdeleyici, kötülüklerinizden dolayı da azabla korku­tucu olmamı bana emretti. Benim size getirip tebliğ ettiğim şeyle­ri alır, kabul ederseniz o, dünyada ve âhirette nasib ve azığınız olur. Onu kabul etmeyip bana iade ederseniz, Yüce Allah aramızda hükmünü verinceye kadar bana sabretmek ve katlanmak düşer.»

Sonra, Resûlullah'm günlük yaşantısı bu sözlerine uymaktaydı. O, gizlice, kendi gayret ve çalışmasıyla başkanlığa ve hükümdarlığa varmak için onları sırf diliyle reddetmedi. Bilâkis Peygamberimiz, yemesinde ve içmesinde her türlü lüks ve israftan uzaktı. Yaşayışın-daki durumu, fakir ve yoksulların durumundan üstün değildi. Bu-hâri'nin rivayet ettiği bir hadiste, Hz. Âişe Validemiz şöyle dedi: «Re-sûlullah ts.a.v.) vefat ettiğinde mutfaktaki rafımda karnı aç bir ada­mın karnını doyuracak kadar bir miktar arpa vardı. Ben ondan ye­dikçe artıyordu.» Yine Buhâri'nin rivayet ettiği bir hadiste, Enes (r.a. şöyle diyor: «Resûlullah (s.a.v.) vefat edinceye kadar ne hı-van üzerinde birşey yedi, ne de hâlis buğday ekmeğinden yapılmış yufka ekmek yedi...[32]».

Resûlullah (s.a.v.), giyim ve kuşamında da, ev eşyasında da çok sâde idi. Üzerinde yattığı hasır, yanında iz bırakıyordu. Onun as­la yumuşak birşey üzerinde yattığı bilinmiyor. Hattâ bir gün, ara­larında Hz. Âişe de bulunduğu halde. Peygamberimizin hanımla- rı, geçim sıkıntısından şikâyet etti. Ondan günlük ihtiyaçlarının, gi­yim kuşamlarının ve süs eşyalarının arttırılmasını istediler. Hattâ Sahâbe-i Kiramın hanımlarından, kendi akranları olan hanımların hiçbirisinden, şan ve şeref bakımından daha aşağı olmadıklarını bil­dirmek için Resûlullah'ın yanma geldiler. Peygamberimiz (s.a.v.) kızarak başını önüne eğdi ve hiçbir cevab vermedi. Bunun üzerine Cenâb-ı Hakk'ın şu âyetleri indi:

«Ey Peygamber! Hanımlarına şöyle de: Eğer dünya hayatını ve onun ihtişamını istiyorsanız, haydi geliniz; sizi donatayım ve güzel­likle bırakıp salıvereyim. Yok eğer Allah'ı, peygamberini ve âhiret yurdunu istiyorsanız; haberiniz olsun ki Allah içinizden güzel hare­ket edenler için pek büyük bir mükâfat hazırlamıştır[33]».

Resûlullah bu iki âyeti de onlara okudu. Sonra onlan, ya için­de bulundukları hale göre kendisiyle birlikte yaşamayı kabul etmek,-ya da mal ve ziynet bolluğu ile nafakalarının artmasını da ısrar etmekle başbaşa bıraktı. Fakat bu son durumu tercih ettikleri tak­dirde, onlan bırakıp, güzellikle salıverecekti. Ama onlar üzerinde bulundukları hale razı olarak Resûlullah ile birlikte yaşamayı ter­cih ettiler[34].

Bütün bunlardan sonra, artık akıl -ama hangi akılla- Hz. Pey-gamber'in nübüvvetinin doğruluğu hususunda, nasıl şübheye düşe­bilir? Aklın veya düşüncenin, Resûlullah'm, peygamberlikle zenginlik arzusuna veya liderlik sevdasına tutulacağını zannetmesi nasıl doğ­ru olabilir? Yukarıda zikrettiğimiz bu sahneden elde edilen birinci işaret işte budur...

İkinci İşaret: Bu ikinci işarette bize, Resûlullah'ın tutunduğu yol ve takındığı tavırda bulunan hikmeti açıklıyor. Keyfiyeti ve türü ne olursa olsun, da'vet sonrasında lüzumlu gördüğün her siyaseti ortaya koymak hikmet olur mu? Ve senin hedefin olan gerçek bun­ların ötesinde olduğuna göre, her gördüğün yol ve sebebe sarılma yetkisini sana şeriat koyucusu verdi mi? Hayır... Gerçekten îslâm şeriatı gayelere yönelmeyi emrettiği gibi, sebeb ve yollara başvur­mayı da emretmiştir. O halde Allah'ın gayeye ulaşmak için vesile kıldığı belirli yolun dışında; Allah'ın emrettiği gayeye varmak için herhangi bir yola girmen, senin hakkın değildir. Siyâset-i Şer'iyye ve hikmet'in itibarî birçok anlamları vardır. Fakat meşru kılınan sebeb ve vasıtaların hududu dahilinde  olması  gerekir,  o  kadar...

Az önce naklettiğimiz şeyler buna delildir. Resûlullah'm, Ku-reyş'in ileri gelenlerinden gelen başkanlık veya hükümdarlık tekli­fini kabul ederek, liderliği ve başkanlığı nefsinde toplayıp, ileride İslâm da'vetine âlet etmesi mümkün görülecek, siyaset ve hikmet babında düşünülebilecek şeylerdir. Özellikle, sultan ve hükümdarın kişiler üzerinde kuvvetli bir otoritesi vardır. İdeoloji ve ekol sahip­lerinin, halk kitlelerine kendi ideolojilerim ve ekollerini kabul etti­rebilmek için, kendi otoritelerini kullanma bakımından yönetimi ele geç.'rme fırsatını kolladıkları bir gerçektir.

Fakat Resûlullah (s.a.v.) böyle bir siyasete girmeye ve bunu dâ­vası için bir araç olarak kullanmaya asla razı olmadı. Çünkü, bu bizzat da'vetin prensiplerine aykırı düşer.

Böyle bir tutumun, siyaset ve hikmet türlerinden telâkkisi ca­iz olsaydı; elbette doğruluğu apaçık olanla, yalanını gizleyen bir yalancı arasındaki fark ortadan kalkardı. Dâvalarında sadık olan­lar, ismi hikmet ve siyaset olan geniş bir yol üzerinde gözbağcılar-la ve deccallarla yüz yüze kalırlardı.

Şübhesiz ki, bu dinin felsefesi, her türlü gaye ve vasıtayı kullan­mada doğruluk ve şeref kaideleri üzerinde kurulmuştur. Nitekim ga­yeyi ancak, doğruluk, şeref ve kelime-i Hak kıymetlendirir. Aynı şekilde vasıtayı da ancak kelime-i Hak, şeref ve doğruluk prensip­lerinin ta'yin ve tesbit etmesi gerekir...

Bundan dolayıdır ki İslâm devletinin sahipleri; birçok hâl ve durumlarda, fedakârlık ve cihada mecbur kalırlar. Çünkü tuttukları yol, sağa sola fazla yalpalanmaya izin vermez.

Da'vette «Hikmet» prensibini, sadece da'vetçinin işini kolaylaş­tırmak veya meşakkat ve felâketlerden sakındırmak için meşru kı­lındığını sanmak yanlıştır. Bilâkis da'vette hikmet (siyaset) in meş-rûiyetindeki sır, sadece insanların akıl ve fikirlerine en uygun ge­len yolları denemekten ibarettir. Bunun anlamı şudur: Durumlar çeşitli olunca ve da'vet yolunun önüne karşı çıkma ve yoldan alı­koyma gibi engeller dikilince; işte o zaman hikmet, sadece savaş için araç gereç hazırlamak, malı ve canı feda etmekten ibaret olur. Gerçekten hikmet, ancak birşeyi yerli yerine koymak demektir. Hik­met ile hilecilik ve dürüstlük arasındaki fark işte budur.

Bir defasında Allah Resulü, bazı Kureyş ulularının îslâm dini­ni öğrenmeye geldiklerini görmüş de pek sevinmişti. Gayet mem­nundu, tüm olarak onlara yönelmişti. Onlarla konuşuyor, îslâm ha-kikatlanndan  tefsir edilmesini  istedikleri  şeyleri onlara  açıklıyordu. Hattâ onun bu memnuniyeti ve onların, doğru yolu seçmeleri­ne dair aşırı arzusu onu, gözleri âmâ olan Sahâbî Abdullah bin Ümmü Mektûm'dan yüz çevirmeye sevketmişti. Resûlullah, Kureyş-lilerle konuştuğu sırada, Abdullah bin Ümmü Mektûm çıkagelmiş, dinlemek için yanlarında durmuştu. Bu son gelen âmâ sahâbî, Resû-lullah'a soru sormaya başlamıştı. Resûlullah da fırsatı kaçırmama­ya gayret ediyordu. Bunun için Abdullah bin Ümmü Mektûm'a karşı başka bir zamanda cevab vereceğini söyledi. Bunun üzerine Yüce Allah, Resûlü'nü «Abese» sûresinde: «Yanma kör bir kimse geldi diye yüzünü asıp çevirdi» buyurarak azarladı. Ve her ne kadar Pey­gamber'in maksadı meşru ve güzel idiyse de, Allah onun bu içtiha­dım doğru bulmadı. Bunun sebebi şu idi: Bu tutum, bir müslümanın gönlünü kırmayı veya ondan yüz çevirme belirtisini, müşriklerin kal­bini kazanmak için bir müslûmana iltifat etmemeyi ifade ediyor­du. Bu ise meşru ve makbul olmayan bir tutumdu.

Özet olarak diyebiliriz ki; bir müslümanın, İslâm'ın ahkâm ve prensiplerinden herhangi birini değiştirmeye veya da'vet ve öğüt vermede hikmete uyma adı altında, Şeriatın hudutlarını çiğnemeye ya da onu hafife almaya hakkı yoktur. Çünkü hikmete; ancak Şe­riatın hudutları, prensipleri ve ahlâki kaideleri dahilinde sınırlan­dırılmış ve kayıtlandırılmış olduğu zaman hikmet olarak itibar olu­nur.

Üçüncü İşaret: Bu işareti biz, Kureyş'in, Resûlullah'a uysun di­ye, şart koştuğu şu istekler karşısındaki durumundan çıkarıyoruz. O öyle bir durum idi ki; Yüce Allah o hususta kendi elçisini destek­lemişti.  Bütün  müslümanların zikretfği  şu  âyet-i  kerimeler onun hakkında indi: «Onlar şöyle dediler, bize yerden kaynaklar fişkırt-madıkca sana inanmayacağız. Veya hurmalıkların, bağların olup ara­larından ırmaklar akıtmalısın. Yahut da iddia ettiğin gibi göğü tepe­mize parça parça düşürmeli, ya da Allah'ın ve melekleri karşımıza getirmelisin. Veya altın bir evin olmalı, yahut göğe yükselmelisin, ama oradan okuyacağımız bir kitab indirmezsen yine o yükselme­ne inanmayacağız[35]».

Yüce Allah'ın müşriklerin bu isteklerini yerine getirnıeyişindeki sebeb bazılarının zannettiği gibi: «Hz. Peygamber'e Kur'an muci­zesinden başka mucizeler verilmedi, bunun için de Allah anların bu isteklerini yerine getirmedi» şeklinde değildir. Asıl sebeb şudur ki; Allah - Azze ve Celle - ism-i ezelisi ile müşriklerin küfürlerin-den, inatçılıklarından ve Hz. Peygamber ile istihza etmekte ileri git­melerinden dolayı, bunları istediklerini b'Iiyordu. Nitekim bu teklif ettikleri isteklerin türünde ve isteme üslûplarında çok açıktır. Allah onların iyi niyetlerini, isteklerindeki samimiyeti ve Resûlullah'ın doğ­ruluğuna olan güvenlerini pekiştirmek için geldiklerini bilseydi; el­bette onların bu isteklerini gerçekleştirirdi. Fakat bu konuda, Ku-reyş'in durumu, Yüce Allah'ın başka bir âyette niteliğini belirttiği hale uygun düşmektedir. O âyet şöyledir: «Onlara gökten bir kapı açsak da, oradan çıkmaya koyulsalar, yine, (Gözlerimiz döndü, biz herhalde büyülendik) derler[36]».

Okuyucu bu konuyu öğrendiği takdirde, Yüce Allah'ın elçisine, ileride açıklayacağımız çeşitli mucizeleri lütfetmesi ile bu konu ara­sında bir çelişkinin olmadığını daha iyi anlamış olacaktır. [37]


[1] Dr. M. Said Ramazan El-Bûti, Fıkhu’s Siyre, Gonca Yayınevi: 97.

[2] Bu konuda daha fazla bilgi için bak: İbn Hişam, es-Styer: 1/249-261.

Dr. M. Said Ramazan El-Bûti, Fıkhu’s Siyre, Gonca Yayınevi: 97-98.

[3] Kavâldü'l-Ahkâm fi MesâHhl'l-Enam: c. 1, s. 95. .Aynı müellifin «Zavâbıtü'l-Maslahat» adlı eserine bak' s. 261.

[4] Hûd sûresi, âyet: 27.

[5] A'râf sûresi, âyet: 137.

[6] A'râf sûresi, âyet: 75-76.

[7] Bu hadisenin daha geniş tafsilâtı lcln, Muhammed el-Hudarl'nİn «îtraamu'l-Vefa fi Slyreti'l-Huletâ» adlı kitabına balcınız: s. 100.

[8] Dr. M. Said Ramazan El-Bûti, Fıkhu’s Siyre, Gonca Yayınevi: 98-102.

[9] Hicr sûresi, âyet: 94.

[10] Şuarâ sûresi, âyet: 214-215.

[11] Hlcr sûresi, âyet: 89.

[12] Bu hadisi, Buhâri ve Müslim rivayet etmiştir.

[13] Kendi kızma sesleniyor.  (Mütercimler)

[14] Bu hadisi de Buhârî ve Müslim rivayet etmiştir. Lâfız, Müslim'e aittir.

[15] Mâide sûresi, âyet:  104.

[16] Dr. M. Said Ramazan El-Bûti, Fıkhu’s Siyre, Gonca Yayınevi: 103-105.

[17] Buradaki İmâm ve Hakim terimlerini bugünkü anlamıyla düşünmemek gere­kir. Çünkü bu iki tabir, İslâm devlet hukukunun önemli kavramlarıdır. İs­lâm hukukunda bunların özel tanım ve tarifleri vardır. Bu konuda bilgi İçin, Mâverdi'nin tAhkâmu's-Sultânıyye^'sine ve diğerlerine bak!

[18] Din İnsan idare edeceğine göre, hem İnsanın mantığına, hem de İnsanın men-faatına hitab edecektir. Bu bakımdan dinde akılla çelişen bir yön veya masla­hata uymayan bir emir olamaz...

[19] Dr. M. Said Ramazan El-Bûti, Fıkhu’s Siyre, Gonca Yayınevi: 105-109.

[20] Hıcr :  Bugünkü Hatim denilen ve Kabe'nin dışında bulunan etrafı duvarIarla çevrilmiş mevkidir.

[21] Bu hadîsi Buhârî rivayet etmiştir.

[22] Buhar! rivayet etmiştir.

[23] Taberî, et-Târih: 2/344; Hişam, es-Siyre: 1/158.

[24] Hz. Peygamber'ln ve ashabının müşriklerden gördükleri işkenceler hakkında fazla bilgi için şu kitablara bakınız: tbn Hişâm, es-Siyre, Hudf-f "'^rüi-Ya-fcln ve diğer siyer kitabları.

Dr. M. Said Ramazan El-Bûti, Fıkhu’s Siyre, Gonca Yayınevi: 110-111.

[25] Ankebüt sûresi, âyet: 1,2,3.

[26] Al-i İmrân sûresi, âyet: 142.